özgüven etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
özgüven etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Haziran 2021 Çarşamba

Şüpheci Allah'a 'Dostum' diyebilir mi?

"Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur'ân'ın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves ve ufûnetli bir çamur içinde, kàfile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri, o ufûnetli, pis, çamurlu bataklık içinde, karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi, sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor; düşerek, kalkarak gider, tâ boğulur. Yüzde sekseni ise, bataklığı anlar, ufûnetli, pis olduğunu hisseder; fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar."
Mektubat'tan.

Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde "An'aneli senedin faidesi nedir ki, lüzumsuz yerde, malûm bir vakıada, 'an filân, an filân, an filân...' derler?" sualine cevaben diyor ki mürşidim: "Faideleri çoktur. Ezcümle, bir faidesi şudur ki: An'ane ile gösteriliyor ki, an'anede dahil olan mevsuk ve hüccetli ve sadık ehl-i hadîsin bir nevi icmâını irae eder ve o senette dahil olan ehl-i tahkikin bir nevi ittifakını gösterir. Güya o senette, o an'anede dahil olan herbir imam, herbir allâme, o hadîsin hükmünü imza ediyor, sıhhatine dair mührünü basıyor."

Bu cevap bize şunu da öğretiyor diye düşünüyorum arkadaşım: İslamî ilimler sadece usûllerinin-delillerinin karşı konulmazlığına dayanmazlar. Ya? Taşıyıcılarının ahlaklarına da yaslanırlar. Onlara duyulan muhabbetten-hürmetten de medetlenirler. Bu farkediş ister-istemez şu çıkarıma da sürükler bizi: Bu insanlar hakkında haksız şüpheler-imâlar sahibi olduğunuzda delillerinizin bir kanadını da yitirirsiniz. Neden? Cümle deliller en özünde güven üstüne kuruludur çünkü. Hele ki naklî ilimlerde. Naklî ilimlerin aklî ilimlerden bir nüansı da 'deneysel tecrübeye' onlar kadar açık olmamalarıdır. (Vahyi deney tüpüyle sınayamazsınız.) Daha toplayıcı bir ifadeyle şöyle diyelim: Naklî ilimlerin hazinesi öyle zengindir ki aklî ilimlerin çekmecesine sığmaz. Mahiyetçe aşkın olduğundan terazisinde hakkıyla tartılamaz. Bu yüzden seküler aklın zorba makasıyla naklî ilimlere saldıranların ellerinde kumaştan pek azı kalır. Ondan da pek az elbise çıkar.

Mesela: Aklî ilimler şüpheyi-tenkidi 'doğru bilgiye ulaşmanın geçer akçesi' olarak tanımlarlar. Överler. Öğütlerler. Aşılarlar. Bu yüzden ellerine geçen her doneyi 'ilişkilerini ister-istemez mesafeli kılan' bir damgayla damgalarlar. Şüphe ederler. Bu noktada 'fâsıkdan gelen haberin sınanmasını' emreden Kur'an'ın onları 'kendi düzlemlerinde' doğruladığını söyleyebiliriz. Birbirlerine karşı böyle olmakta haklıdırlar. Çünkü fâsıktırlar. Onlara karşı böyle olmakta biz de haklıyızdır. Peki ya kendimize karşı? Peki ya İslamî ilimlerde? Tahkik ehli ulemanın usûle hâkimiyeti onu bu sınanmada koruyabilse de teslimiyetsiz avamın aynı derinliğe sahip olmayışı diniyle ilişkisini tereddüde düşürür.

Ahirzaman fitnesinin sahada bu kadar sonuç alabilmesinin bir nedeni de budur kanaatimce. Bağışıklığı olmayanları da tenkitçilikle aşılamasıdır. Evet. Kabul edelim. Bugün, henüz lise çağındaki gençler dahi, İslamî ilimlerin en kavi delillerini-otoritelerini-umdelerini "Bana öyle gelmiyor..." diyerek eleştirebilmektedirler. Bediüzzaman'ın Lemeat'ta yaptığı şu tesbit bu açıdan ne kadar anlamlıdır: "Maddiyyunluk mânevî tâundur ki, beşere şu müthiş sıtmayı tutturdu, gazab-ı İlâhîye çarptırdı. Telkin ve tenkit kàbiliyeti tevessü ettikçe o tâun da tevessü eder." Yani salgının yayılmasının sebebi kendisi değil zeminidir. Öncülleridir. Bünye zaafiyetidir her hastalığı başlatan mikroptan önce. Halbuki tenkit ancak hakperest bir edeple doğru sonuçlara ulaşır. İnsafı bulunmayan tenkitse sadece dalaleti attırır.

15. Söz'ün Zeyli 'bîtarafâne muhakeme içinde Şeytanın müdhiş bir desisesi'ni aktarırken şu tuzağa da dikkatimizi çeker: Delilsiz şüphe hatırına varsayılan objektivite, tarafsızlık değil, karşı tarafa geçmektir. Yerinden alıntılayalım: "Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin hem insandaki senin şakirtlerinin dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir. Muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir." Aynı durum tüm İslamî ilimler için de geçerlidir. Belki günümüzde hadisler hakkında uydurulan şüphelerin ilk basamağı da burasıdır. 'Tenkit parmaklarıyla yoklama' ve 'tereddüt eliyle tenkit etme.' Bu iki taassubu 'meşru bilginin zaruri çerçevesi' kıldığımızda naklî ilimlerin herbir cephesinde kıyametler kopmaktadır. Halbuki yine mürşidim demektedir ki: "Cenâb-ı Hakkın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahitlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berâhin ve deliller mesâmâtıyla temâşâ etmek iktiza ediyor ki, senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur..." Şimdi düşünelim arkadaşım: Böyle bir yaklaşımın seküler metodolojiyi 'ilmin tek geçer akçesi-akidesi' sayanlara anlatabileceği ne vardır?

Özetle şunu söylemek istiyorum: Bugün 'tenkit kabiliyetinin giderek tevessü ettiği' bir zeminde yaşıyoruz. Ancak zararlarından koruyacak edep, hürmet, insaf, merhamet, tevazu, anlayış, empati, hakperestlik, ilim aynı hızla yayılmıyor. Aksine azalıyor. İçerideki bu kırılma nedeniyle dışımızdaki dalalet de yeni yeni cepheler açıyor-kazanıyor. Yani biz ateizmle, deizmle, modernizmle vs. mücadele ederken aslında sonuçlarla mücadele ediyoruz. Belirtilerle mücadele ediyoruz. Hastalığın kökenine inemiyoruz. Sadece ateş düşürüyoruz. Ağrı kesiyoruz. Kökenine inemediğimiz için de hidayete dönen pek az oluyor. Pekçoğu belirtilerinde kaybettiği savaşı hastalığının hırsıyla sürdürüyor. Yahut yeniden başlatıyor. Bir tenkidi haksız çıkarsa yenisi bulmaya gayret ediyor. Esas kırılma içeride/insanda yani. İtikadî sapmalarsa bu insan kırılmasının neticeleri gibi. Allahu'l-a'lem. Yine mürşidimden bir alıntı yapayım bu sadedde:

"En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkittir. Tenkidi eğer insaf işletirse hakikati rendeçler. Eğer gurur istihdam etse, tahrip eder, parçalar. O müthişin en müthişidir ki akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye girse! Zira iman hem tasdik, hem iz'an, hem iltizam, hem teslim, hem mânevî timsaldir. Şu tenkit, imtisali, iltizamı, iz'anı kırar. Tasdikte de bitaraf kalır. Şu zaman-ı tereddüt ve evhamda iz'an ve iltizamı tenmiye ve takviye eden nuranî sıcak kalblerden çıkan müspet efkârı ve müşevvik beyanatı hüsn-ü zan ile temaşa etmek gerektir. 'Bîtarafane muhakeme' dedikleri şey muvakkat bir dinsizliktir. Yeniden mühtedî ve müşteri olan yapar."

Arkadaşım acaba devletlûlarımız duyarlar mı? Yine de söylemekten geri durmayalım: Ta ilkokuldan çocuklarımıza 'kolayca şüpheye düşmelerinin isabetli olmadığını' öğretmeliyiz. "Şüphe her zaman doğru değildir!" demeliyiz. Direniş aşılamalıyız. Mazilerine bir güven kazanmalılar. Bundan ileride şunu bilmeliler: Hakkında delil olmayan şüpheyle amel etmek zorunda değiliz. Bu bir tür şizofrenidir. Sanrıdır. Deliliktir. Sözgelimi: İmam Buharî rahmetullahi aleyhin 'büyük bir dolandırıcı' olduğuna dair hiçbir delil ulaşmamışsa, aksine 'en güvenilirlerden birisi olduğu' ümmetçe tasdik edilmişse, sırf birisi "Sakın öyle olmasın?" dedi diye inancınızı terkedemezsiniz. 

Müsteşrik tuzağına kapılmamalısınız. Bu saçmalıktır. Akıllılık değil aptallıktır. İmkanatsa sonsuzdur. "Belki şuan Karadeniz yerin dibine batmıştır!" diyene kapılıyor musunuz? Elbette kapılmıyorsunuz. Çünkü delilden neşet etmeyen bir şüphenin kesinlik ifade etmediğini biliyorsunuz. Çünkü imkanat sınırlanamaz. Çünkü ihtimale 'kesin' muamelesi yapılamaz. Öyleyse neden büyükleriniz hakkındaki her ifadeden hemen şüpheye düşüyorsunuz? Bu tarz bir şüphecilikle-mesafeyle ilişkiler dostça kalabilir mi? Mesela: "Elinden her yediğim zehirli olabilir!" diye şüphe edersen eşini sevebilir misin? Peki o seni sever mi? Böylelerinin, bırakın salih ulemayı, bizzat Allah'ın kelamıyla, yani Allah'ın zatıyla emniyetli bir ilişkileri kalır mı? Hak hiç ona 'dostum' der mi? Ne diyelim: el-Hâdî olan Rabbimiz rüşdümüzü bize yeniden ilham eylesin. Âmin. Âmin. Âmin.

10 Nisan 2020 Cuma

Bitlisli Said Nursî'den Bitlisli Fuat Sezgin'e: İslam bilimin neresinde?

"İnsafsızca, aldatıcı cerbeze ile muvazene etmekle, Hıristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona mal etmek, İslâmiyetin düşmanı olan tedennîyi ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir." İlk Dönem Eserleri'nden.

Mürşidim, ta Lemeat'ını telif ettiği Eski Said döneminden beri, şöyle bir iddianın sahibidir: "Bunu da inkâr etmem: Medeniyette vardır mehasin-i kesire. Lâkin onlar değildir ne Nasrâniyet malı, ne Avrupa icadı, ne şu asrın san'atı. Belki umum malıdır. Telâhuk-u efkârdan, semâvî şerâyiden, hem hâcât-ı fıtrîden, hususen şer-i Ahmedî, İslâmî inkılâptan neş'et eden bir maldır. Kimse temellük etmez." Yeni Said döneminde ise bu görüşünün 'medeniyette vardır mehasin-i kesire' kısmında değişiklik yapar: "Medeniyet-i hâzıra-i garbiye, semâvî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hatâları, zararları, fâidelerine râcih geldi." Kastamonu Lahikası'nda yeralan bu cevabın sorusu da tam bir ayraç gibidir: "Sen eskiden Şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır medeniyet-i hâzıradan mim'siz diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?"

Ancak tesbitin diğer kısmında hiçbir değişiklik yoktur. Yani, Bediüzzaman, Batı 'deniyeti' (me'siz) dediğimiz şeyin 'mehasin/güzellikler' kısmında, bütün insanlık tarihi, özelde de İslam tarihi adına hak iddia etmektedir. Ondaki gelişmelerin 'umumun malı' olduğunu düşünmektedir. İşte, geçtiğimiz aylarda okuduğum bir kitap vesilesiyle, bir güzel insanın daha bütün hayatını 'bu cümlenin altını doldurmakla' geçirdiğini öğrenmiş oldum. Evet. Sanki onun hayatı/çalışmaları tastamam şu tesbitin bir şerhi idi. Ürettiği eserler/müzelerle insanlığa tastamam bunu anlatmaya çalışıyordu. Elhamdülillah. Bu kadar medihten sonra ismini verelim artık. O kişi merhum Fuat Sezgin Hoca'dır. O eser de Sefer Turan'la söyleşilerinden oluşan Bilim Tarihi Sohbetleri'dir.

Kitabın girişinde mezkûr 'bakış açısı değişikliği'nin müslümanları nasıl bir vartadan kurtaracağını şöyle izah ediyor Turan: "Fuat Sezgin Hoca, çalışmalarını sürdürürken, İslam âlemindeki okullarda 'İslam bilim tarihi' hakkında olumsuz ve önyargılı bilgilerin kaldırılmasının ve yerine doğru bilgilerin konulmasının gerekli olduğunu vurguladı. Böylelikle dünyaya bakış açımızın değişeceğinin farkındaydı aslında. Zira her türlü tecrübe zorlu olarak perspektifle ilgilidir."

Kitabın ilerleyen kısımlarında bunu bizzat Sezgin Hoca'nın dilinden de okuyoruz: "İlk önce hocalara seslenmek istiyorum. Talebelerini aşağılık duygusundan kurtarmaya çalışsınlar. Türk milletini aşağılık duygusu bir kanser gibi kemiriyor. (...) Müze kurmaya çalışıyoruz. Bu kanserin tedavisine oradan başlayacağız inşaallah." Sefer Bey'in izah istemesi üzerine de şunları ekliyor hoca: "17. yüzyılın başlarından itibaren müslümanlar bakıyorlar ki Avrupalılar teknolojide bizden ileri. Mesela: Avrupalıların ellerindeki topu görüyorlar ama bizden aldıklarını bilmiyorlar. Pusulayı görüyorlar ama bizden aldıklarını bilmiyorlar. Bunları gördükçe aşağılık duygusu gelişiyor."

Kendi okullarımızda bilim tarihimize dair aktarılan yanlış bilgilere de şöyle misal veriyor: "Süslü püslü bir hanım öğretmenim vardı. O derste bize diyordu ki: 'Müslüman âlimler dünyanın öküzün boynuzunda olduğuna inanıyorlar!' Bunun tashihini hiçbir lise kitabında görmedim. Bilgiyi üniversiteye kadar taşıdım. Alman hocam Hellmut Ritter'in sayesinde etütlere girdim. Gerçekleri gördüm. Frankfurt'taki çalışmalarımdan sonra baktım ki: Müslümanlar dünyayla güneş arasındaki en kısa mesafenin en uzak noktasının yıllık ne kadar değiştiğini saniyelerle hesaplayabilmişler. Yine Birûnî dört mevsimin süresini tutuyor. Diferansiyel matematikle çözüyor. Bu bilgilerle hoca hanımın söylediği laf arasındaki farkı daima düşünüyorum."

Peki tarihte aslında yaşanan nedir? Bilim tarihine bakıldığında 'doğru görüş' nasıl şekillenmelidir? Buna dair düşüncelerini de şöyle aktarıyor hoca: "Alman bir âlim arkadaşım vardı. Matthias Schramm diye bir dâhi. İbnü'l-Heysem'in Fiziğe Götüren Yolu diye bir kitap yazdı. (Bende olduğu gibi) onda da bu fikir vardı: 'Bilimler Tarihi insanların müşterek mirasıdır' diye. Ben buna inanıyorum. Bilimler sıçramalar yapmıyor. Esasında yavaş yavaş tekamül ediyor. Bir Fransız âlimi de söylüyor: 'İnsanlar keşfetmiyor, insanlar geliştiriyor.' Bugün biz, 21. yüzyılın başında bütün insanlığın geliştirdiği bu bilimler manzumesinde, maalesef Müslümanların 800 yıllık sıradışı keşiflerinin Bilimler Tarihi'ndeki yerini bulamıyoruz. İşte Almanya'da Bilimler Tarihi profesörü olma mesuliyetini üzerime aldığım günden itibaren, bende bir hasret, bir yanılgı hissi olarak, bu sorumluluk duygusu gelişti. 'Bunu nasıl değiştirebiliriz?' Ona gayret ediyorum."

"Ben şu neticeye vardım: Müslümanlar M.S. 7. yüzyıldan itibaren bilimleri Yunanlılardan, Hintlilerden aldılar. Müslümanların bir meziyeti vardı. Bilimi alırken Hıristiyan olsun, Yahudi olsun, ne olursa olsun insanları hoca olarak kabul ettiler. Müslümanlar onlardan süratli bir şekilde öğrendi. İki yüzyıl sonra müslümanlar bu ilk merhaleyi, yani başkalarından almayı geride bırakarak sıradışı eser ortaya koymaya başladı. Hatta Müslümanlar onlardan bilgiyi alırken, hocalarının faziletlerini hiçbir zaman unutmadılar, onu söyleyeyim. Müslümanlar evvela orijinal eserler ortaya koymaya başladılar. Bu süreç 800 yıl sürdü. Miladi 850 yılından itibaren, 16. yüzyılın sonuna kadar Müslümanlar, ilimde mütemadiyen yeni şeyler keşfettiler. Yeni ilimler kurdular, eski ilimleri geliştirdiler ve ilerde kurulacak bazı bilimlerin temellerini attılar. Ondan sonra İlimler Tarihinde önderliklerini yavaş yavaş kaybettiler. 'Bugün Avrupa'daki bilimler, İslam bilimlerinin bir başka coğrafyada, değişik tarihi şartlar içerisindeki devamından ibarettir' diye tanımlıyorum."

Kitapta hayretten damağınızı şaklatacak buna benzer birçok bilgi var. Birkaç cümlecikle hızlı geçişler yapayım: "Meteoroloji tarihini yazarken gördüm ki: Avrupa'nın 18.-19. yüzyılda vardıkları neticelere müslümanlar 9. yüzyılda varmışlar. Mesela: 'Rüzgar nasıl ortaya çıkar? Med ve cezir nasıl olur? Dolu nasıl oluşur?' gibi meteorolojik meseleleri müslümanlar 9. yüzyılda biliyorlardı." Yine başka bir bölümde: "Birûnî 27 yaşındayken 18 yaşındaki İbn-i Sina'yla yazılı bir münakaşaya giriyor. Konu nedir biliyor musunuz? 'Işığın sürati ölçüsüz müdür, yani namütenahi midir, yoksa ölçülebilir mi? Yani zamanla ölçülebilir mi?' Ne müthiş birşey değil mi!" Ve yine başka bir bölümde: "Mesela: Galen'in kendi adıyla göze dair bir kitabı vardı Avrupa'da. 1928 senesine kadar bu kitap onun zannedilirdi. Julius Hirschberg adlı yahudi kökenli bir alman bilgini bunun Huneny b. İshak'ın kitabının tercümesi olduğunu keşfetti. Hirschberg, İslam'daki göz tıbbının, daha 10. yüzyılda Avrupa'daki 18. yüzyıl düzeyinde olduğunu göstermişti."

Yazıyı uzatmak istemediğim için daha fazla alıntı yapmıyorum. En güzeli kitabı edinip bizzat okumanız. Belki o zaman, Bitlisli Fuat Sezgin'in, yine Bitlisli Said Nursî'nin 1900'lerin başında beyan ettiği şeyin altını nasıl bir ömürle, birçok eserle, müze çalışmasıyla, makaleyle doldurduğunu şaşkınlıkla/takdirle göreceksiniz. Ve Bediüzzaman'ın böyle bir noktada durmasının hikmetini de anlayacaksınız. Evet, güzel insanlar, kafayla-kalple-fikirle tastamam bu toprakların evlatları olarak, dayatılan yalanlara/ezberlere direndiler. Gelecek nesillerin 'algı-gayret yönetici illüzyonlar' karşısında özgüvenlerini yitirmemesi için bunları yaptılar. Şimdi bize düşen de aynı izzeti kuşanıp tekrar ayağa kalmak. Tıpkı Münazarat'ın bağırdığı gibi dünyanın yüzüne bağırmak: "Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da yalnız bizim için tedennî dünyası olsun?"

16 Mayıs 2019 Perşembe

Nesli tükenen bir canlı türü olarak: 'Bilmiyorus diyebilus.'

Yazarken yaşadığım rahatlamayı anlatmak için doğru ifadeleri bulmam güç. Fakat en yalın şekliyle şunu söyleyebilirim: Yazmak içimdeki basıncı azaltıyor. Bir tencere için düdüğünden fışkıran buhar ne ise benim için de yazmak o. O, onu dışarıyla paylaşmasa patlar, ben de bunu. Konuşmakta aynı sükûnu bulamadığımı çok tecrübelerimle söyleyebilirim. Konuşmakla kendimi anlatamıyorum sanki. Yeterince kendim olamıyorum. Yahut da daha açık konuşmalı: Konuşmakla ortaya çıkan benden razı değilim. Onu bazen, hatta çoğu zaman, çok sığ buluyorum. Laf salatası yaptığını düşünüyorum. Demek istediklerim onlar değil. O çok basit ifade ediyor. Kuşatamıyor. Hiçbir şeyi benim görebileceğim kadar derin görmüyor. Üzerinde yeterince eğleşmiyor. Daha güzel söyleyebilmek için yeterince beklemiyor. Konuşmakla rahatlayamam ben. Çünkü konuşmak asl-ı Ahmed'i ifade etmiyor.

Sanki iki tane Ahmed var. Bir tanesi yazarken ortaya çıkıyor. Asıl olmak istediğim de o. Diğeri sokakta hayatta kalmayı bilen Ahmed. Gündelik yaşamı tamamlayabilen Ahmed. Akraba ziyaretlerinde "Uzaylı mı lan bu?" denilmesini engelleyen Ahmed. Onu da büsbütün horgörüyor değilim. Birincisinin yaşamını devam ettirebilmesi için ikincisinin yardımına ihtiyacı var. Korunabilmeli. Rızkını kazanabilmeli. İnsanları korkutmayacak kadar normal olmalı. Bu normalliği çevresinde inşa edemezse yazacak kadar anormal olmasına da izin vermezler. Herkes yaşamının bir yerinde oyuncuya dönüşür. Olmak istediği şeyde kendisidir. İdare ettiği yerlerde mahir tiyatrocudur. Bu böyle sürer gider.

Ancak sanmayın ki birinci Ahmed'de de tastamam âşığım. Hayır. Ondan yana da endişelerim var. Çünkü kendi içine çok kapanıyor. Bu da elbette bir tür körleşmeye neden oluyor. Yargılarına çok güveniyor. Derinliğini pek bir seçkin buluyor. Farkedişlerine asalet yüklüyor. Yazdıklarına "Ne yazdım be!" gözüyle bakıyor. Vay ki vay vay! Hiçbir söylediği söylediği şekilde olmayabilir halbuki. Hiçbir yazdığı yazdığını sandığı şekilde olmayabilir. Hiçbir hissettiği hakikatte öyle bulunmayabilir. İçinde de kendisini kandırıyor olabilir. "Zaaf gururun madenidir!" diyor ya mürşidim. Kesinlikle öyle. Zayıflığımdan ötürü, onunla yüzleşmekten-kabullenmekten korkmamdan ötürü, kendimi 'üstün birşey' olduğuma inandırmış da olabilirim. İçimdeki tuzaklar dışımdakilerden daha çok. Bir baltaya sap olamayanlar dünyayı ayakta tutan direklerden birisi olarak kendilerini görebilirler. Can acısı en inanılmaz yalanları bile inanılır kılar.

Jenny Diski'nin Yazar Kadının Savunması kitabında şöyle birkaç cümle var: "Hepimiz içimize sıkışmışız. Kendimize dönmüşüz. Bu yüzden ufkumuz burnumuzun ucunda bitiyor." Burnunun ucunda biten bir insan söylediklerini/yazdıklarını nasıl sınayacak? En büyük yanlışlarının en sarsılmaz hakikatlermiş gibi nefsini aldatmasını nasıl engelleyecek? Hepimiz kendimizi sigaya çekebilmek için ötekimize muhtacız. Çünkü içimizin ayarları çok oynak. Dışımız olmazsa duyguların manipülatif dünyasında mantığımızı kaybederiz. Ki bugün de yaşanan en çok budur. Bugünün insanının sorunu 'bilgisizlik' değildir. Bilmediğini bilmemektir. Başka bir ifadeyle: Bildiğini sanmaktır.

Mürşidim bir yerde bu sadedde diyor ki: "Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar."

Ben bu ifadeleri, salt genelde anlaşıldığı şekilde değil de, Bediüzzaman'ın 'bilgiçlik hastalığına' dikkat çektiği bir yer olarak da okuyorum. Genelde anlaşılan şekli ise şu: Bilimselliğin getirdiği bir dalalet var bugün. Hayır. Kesinlikle bu kadar değil. Bu dalalet sırf altını bilimsel verilerle örmeye çalıştığı için tehlikeli değil. Asıl müslümanların içinde, daha doğrusu ahirzaman insanının içinde, yaşanan daha başka bir bozulma var. Bir 'yarı aydın' sapkınlığı. Ötesine, özellikle de İslam geleneğine, karşı kapalılık. Ufkun burnun ucunda bitmesinin başka bir hali. Bu arıza aslında daha çok psikolojik.

Batı'dan gelen verilerin tesirini asıl bu sağlıyor. Yani bozulma kalpten başlıyor. Sözde bilimsel sapkınlık ancak bu arızayı yakalarsa tesir ediyor. Tıpkı Riâye isimli eserinde Hâris el-Muhasibî'nin (k.s.) dediği gibi: "Kitap, sünnet ve icmaa muvafık olmayan görüş ucbdan kaynaklanır." Ucb nedir peki? Ucb kötü niyetli bir özgüvendir. Kibirlidir ve müstağnidir. Kendisinde eksik görmez. Başkasına ihtiyaç hissetmez. Evet. Dikkatinizi çekiyor mu: "Bilmiyorum!" diyen insanın sayısı giderek azalıyor. Herkes kanaatlerinden o kadar emin ki, bu emniyetten gelen cehalet, hakiki cehaletten daha tehlikeli bir durum arzediyor. İkincisine bilmediği öğretilince geçiyor. Birincisi bilmediğini de kabul etmiyor. Hastalığı kabul etmeyene elbette tedavi uygulanamaz. Hele psikolojik tedaviler ötekilere kıyasla daha çok hastalığın hastaca kabulüne bağlıdır. Irvin Yalom Bugünü Yaşama Arzusu'nda bu sadedde der ki: "Tedavi suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar."

Kitaplardan alıntıya başladık. Devam edelim. Mehmet Kaplan, Büyük Türkiye Rüyası'nda diyor ki: "Biz kendimizi bir vehme kaptırmış gidiyoruz. Sanıyoruz ki ilkokul mezunlarının sayısını çoğaltırsak Türkiye yükselir. (...) Bizim milyonlar ve milyonlar harcadığımız maarif sistemi, kafası bomboş, kravatlı, kendini adam olmuş sanan, iddiacı bir yarı aydın kitlesi yetiştiriyor ki bunlar dini de, demokrasiyi de, ilmi de yıkmak için çok elverişli bir kuvvettir." Benzer bir ifadeyi, Türkiye'yi Düşünmek'te Feridun Andaç, yazar Abdulvahab Meddeb'in İslam'ın Hastalığı kitabından bir alıntıyla aktarır: "Herkesin bildiği gibi İslam'da kesin yetkiyi meşru olarak elinde tutan bir kurum yoktur. Ama gelenek içinde kelama giriş yolları iyi korunmuştur. Kelamı konuşturmak ya da kelam adına konuşabilmek için özel koşullara riayet etmek gerekir. Gelgelelim, bu kurallara aykırı biçimde kelama ulaşılması engellenmedi. Sadece zamanımıza özgü bir olgu da değil bu. Tarih bu olgunun kışkırttığı felaketleri pekçok kez kaydetti. Öte yandan nüfus artışı ve demokratikleşmenin etkisiyle yarı okumuşlar çığ gibi çoğaldı ve kelama dokunma yetkisini kendinde görmeye aday insanların sayısı daha da arttı. Sayılarıyla birlikte yırtıcılıkları da artmaktadır."

İlginçtir. İsmet Özel de Zor Zamanda Konuşmak kitabında şöyle söylüyor: "İnsanlar kafalarında çoktanberi başbakan olmuş ve insanları idare ediyorlar. Demokrasinin en yaygın ruhsal hastalığı budur." Hepsinin işaret ettiği hakikat aynı gibi geliyor bana. Biz ahirzaman çocukları içimizde pek de tekin değiliz. Kendimize çok güveniyoruz. Kanaatlerimizden çok eminiz. Aklımıza sevdalıyız. Bu nedenle de daha çok yanılıyoruz. Fakat yanıldığımızı da bilmeden yanılıyoruz. Bizi bu uçurumdan kurtacak tevbe kapılarını özgüvenimizle kapatıyoruz. Kendimiz bir ilahı tenzih eder gibi tenzih ediyoruz. Demek demokrasiyle birlikte gelen 'herkesin söz sahibi olma hürriyeti' karakterlerimize feci tesirlerde de bulundu. Kem yanlarımızı da besledi. Bugün İmam-ı Âzam'a (r.a.) 'cıkcıklayan' ama Kur'an'ı yüzünden okuyamayan ilahiyatçılarımız ve imkan verilse Einstein'e atomu neresinden bölmesi gerektiğini gösterecek fakat fizik sınavını kopyayla geçen gençlerimiz var. Herkes herşeyi bildiğinden emin ama hiçkimse sınanmaya açık değil.

Bediüzzaman'ın öğretisinde acze, fakra, şefkate ve tefekküre yaptığı vurguyu bu açıdan da düşünmek lazım. Ahirzaman insanının aczini ve fakrını kabul etmeye, ötekisine karşı şefkatli olmaya ve ancak bu üçüncü tastamam kuşandıktan sonra tefekkür etmeye eskisinden daha çok ihtiyacı var. Zira aczini bilmediği için cahilim demiyor. Fakrını bilmediği için öğrenmeye yeltenmiyor. Şefkati kuşanamadığı için başkalarının düşüncesine karşı insafsız. Ve tefekkür etmediği için daha yukarıya/doğruya çıkamıyor. Burnunun ucunda biten bir ufukta boğulup duruyor. Hâris el-Muhasibî'nin (k.s.) ucb ile bid'a arasında kurduğu ilgiye de buradan bağlanabiliriz. İçinde ucba varacak bir özgüven duymayan insan neden seleften gelen bilgiye 'acaba' deyip bakmasın da doğruyu öğrenmesin? Öyle değil mi? İnsan içinde bin kere eşek olmadıktan sonra "Bana Kur'an yeter!" deyip kendisini ceddinin ilmî mirasına kapatmaz başka türlü. Hatta hiçbir hususta böyle yapmaz. Bilmeden sallamaz. Herhangi bir gündem maddesi hakkında sosyal medyada biraz tarama yapın. Yazılan-çizilen şeylere bir bakın. Sonra bu yazıya geri dönün muhterem kârilerim. Beni daha iyi anlayacaksınız. Belki de aynen benim gibi okullara 'Bilmiyorum diyebilme dersi' konulması gerektiğini bile düşüneceksiniz. Allahu'l-a'lem.

3 Haziran 2016 Cuma

İmamların dokunulmazlığı nereden geliyor?

"Kur'ân'ın desâtirindendir ki: Cenâb-ı Hakkın mâsivâsından hiçbirşeyi ‘ona taabbüd edecek bir derecede’ kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini ‘hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede’ büyük tutma. Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi mahlûkiyet nisbetinde de birdirler." (17. Lem'a'dan...)

Ebubekir Sifil Hoca ‘Hikemiyat’ eserinde İmam Zehebî rahmetullahi aleyhten naklediyor: Yakın arkadaşı el-Merruzî; bir rahibin, İmam Ahmed b. Hanbel’e "Yıllardır seni görmek istiyordum. Senin varlığın sadece İslam için değil bütün mahlukat için hayır ve salahtır. Bizim cemaatimiz içinde senden razı olmayan yoktur!" demesi üzerine Hazret-i İmam’a dönüp demiş ki: "Öyle umuyorum ki ülkenin bütün şehirlerinde senin için dua ediliyor." İmam Ahmed rahmetullahi aleyhse bu güzel iltifata şöyle karşılık vermiş: "Ey Ebû Bekir, bir kimse kendi nefsini bilirse, insanların sözü ona bir fayda vermez."

Bana tesir eden bu hâdiseyi okur okumaz aklıma mürşidimin kendisini 'üç şahsiyete' ayırırken kullandığı ifadeler geldi arkadaşım. İstersen alıntılayayım: "İkinci şahsiyet: Ubûdiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubûdiyetin esası olan 'kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek' noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim."

Allah Ehl-i Sünnet büyüklerinin nurlu izlerinden ayaklarımızı ayırmasın. Ben zannederim ki: İmam Ahmed b. Hanbel rahmetullahi aleyhin 'fayda vermez' ifadesiyle anlattığı tıpkı Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi bir halettir. Karanlığına baka baka ışık kesilmektir. Kendi aslına, asl-ı insana, dair bu idrak dışındaki her iltifatı/yergiyi anlamsız kılar. Yani hem övgüler hem hakaretler zararsız hale gelir. Uzaklaşır. Etkisizleşir. Çünkü nihayetinde özde 'âdemiyet' denilen şeyin kararına varılmıştır. Tanımı yapılmıştır. Su çatlağını bulmuştur. Karar bulan elbet rahat da bulur. Rahat bulan elbet karardadır. Tasından razı olan su taşmaz.

Artık kul konumunda 'acaba' taşınmamaktadır ki iltifatlar ile ifrata gitsin veya hakaretler ile tefrite düşsün. Kamil zatların her hal u şartta sergiledikleri istikametli tavır biraz da hakikatlerine dair ulaştıkları emniyetten kaynaklanır. Maide sûresinde yeralan “Hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar!" müjdesi belki bunu da anlatmaktadır bize arkadaşım. Evet, kınayanın kınamasından korkmamak, ancak onunla ‘değişmeyeceğini’ bilmekle mümkündür. Müslümanın imanı sırr-ı tevhid içinde böyle bir manayı da saklar. Tek değiştirebilen Allah’tır.

Bence bu tarz bir idrak acz ve fakr şuurunun da zeminini oluşturuyor. Yahut da şöyle söylemeli: Acz ve fakr şuuru insanı böyle bir zemine doğru sürüklüyor. Kendisinde varlık namına gördüğü herşeyi Allah'ın lütfu olarak değerlendiren insan, ne başkasına kalpten borçlanır, ne de başkasından kalbiyle etkilenir. Alışverişi artık yalnız Onunladır artık. Bu durum karakterini hem daha dengeli ve hem de daha korunaklı kılar. Yani, acz ve fakr bilinci, insana dış etkilerden korunmakta da yardım eder. Hayatının istikamette olmasını dileyen, bu bilinci tam kuşanarak ancak, daha korunaklı bir tefekkür âlemi oluşturabilir. İzzeti, sebatı, sabrı, ahlakı ve sadakati bu etkilenmezlikten kuvvet alır.

Bu noktada artık diyebiliriz ki arkadaşım: Kul olmak 'Ondan gayrısından daha az etkilenir olmak' anlamında da kıymetlidir ve bize lazımdır. Zira biz 'acı' dediğimiz şeyin büyük bir kısmını bu etkiler nedeniyle yaşıyoruz. Ya bizzat elem oluyor yaşadıklarımız veyahut da zeval-i lezzetin elem olmasıyla acılaşıp dönüyorlar bize. Öyle ya. Güzel şeylerin hatırası da 'tekrarının imkansızlığı' ve 'ulaşılmazlığının ihtarıyla' bir sancı yapar. Her iki halin verdiği sarsıntılardan korunabilmenin yolu; kendi yerimizi, dış etkilerle nerede olduğumuzu şaşırmayacak bir kesinliğe kavuşturmaktır. Göze girmeye çalışmayarak gözde kalmaktır. Yarışmayarak yenilmemektir. Kendini bilen Rabbini bilir. Çünkü marifetullahın ışığına bakabilmek için kendi karanlığımıza ihtiyacımız var.

Rousseau Yalnız Gezerin Hayalleri'nde diyor ki: "İşte bana zulmedenlerin zulmetle araçlarını ölçüsüzce tüketerek bana ettikleri iyilik. Üzerimde hiçbir nüfuzları kalmadı. Artık onlarla alay edebilirim..." Rousseau'nun kitap boyunca ‘insanlardan duyduğu ümit’ ile ‘çektiği acılar’ arasında kurduğu ilgi ve ‘küskünlüğü’yle ‘huzur’u arasında kurduğu bağ, anlatmak istediklerimle kardeş gibi görünüyor. Neden? Çünkü arkadaşım: İnsanların çektirdiği acılar aslında onlardan ümit ettiklerimizdir. O ümidin inkisarıdır. Bozulmasıdır. Tepkisidir.

Bir insanın ilgisizliğine üzüldüğümüzde aslında üzüldüğümüz 'istediğimiz ilgiyi bulamayışımız'dır. Âşık, kalbindeki aşktan dolayı değil, muhatabın umduğu karşılığı vermemesinden acı çeker. Bu durum acılarımız ile ümitlerimiz arasında bir ilgi olduğunu gösteriyor. Bu karşılıksız ümit veya boş tahayyülün kaynağı ise, bana öyle geliyor ki, kendi hakkımızda bir türlü sahip olamadığımız netliktir. Biz aslında neyiz? Ne derece sevilmeye layığız? Neyi/kimden ümit etmeliyiz? Sınırlarımız nereye kadar? Hakiki sevilecek sonsuz kimdir? Bence bu tip sorulara verilecek cevapların ucu açık olduğu sürece insanlar bizi daha şiddetli etkiliyor. Zira nefsimizi hayalleriyle manipüle edebiliyorlar. Ünlü olmak isteyen birisi mesela kendisine bu damardan yaklaşan dolandırıcıya daha kolay kapılıyor. Parantezi kapatamadığımız her yerde ihtimallerin işkencesi var.

Evet. Biz de kamil zatlar gibi 'dokunulmazlık' elde edebiliriz. Kapıyı açık bırakmışlar. Nasihatle yol göstermişler. Hatta şunu da iddia edebilirim ki arkadaşım: Bazılarımız bu olgunluğun sahtesine yaşadıkları acılarla erişiyorlar. Schopenhauer gibi, Nietzsche gibi, Ömer Hayyam gibi karamsarlıktan gelen bir kemal(!) buluyorlar. Fakat eline geçiremeyenin küskünlüğü bu. Kendiliğinde karara varanın değil. Bazılarımız da tam tersi, bu ilginin bir parçasını bir şekilde elde etmekle, ilginin düşkünü haline geliyorlar. İkisinin de bekası yok ne yazık ki.

Bu iki vartaya düşmeden olgunluğa erişenler, işte onlardır, kendilerine hiçbir faydamız dokunmayan ve fakat varlıklarından hep fayda gördüklerimiz. Çünkü onlar kendi içlerinde karar bulmakla varlığımıza da bir karar katarlar. Direği, gemi için nasıl denge unsuruysa, istikametlilerimiz de toplum için birer denge unsurudurlar. Bu dengeleri biraz da tanımlarında ulaştıkları netliktendir. Onlar ümmetin manevî deprem sütunlarıdır. Yıkılmaktan koruyan kolonlarıdır. Ve en nihayet demem o ki arkadaşım: İstikamet istiyorsak ‘ne’liğimizde karara varmalıyız. Kimliğimizde, değerlerimizde, hedeflerimizde manipülasyona açık olmamalıyız. Ancak ‘ne olduğunu’ bilene Allah’tan başkası 'ne olacağını' dikte edemez. Böyle düşünüyorum: İçimde varabileceğim en geniş hürriyet budur.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...