13 Kasım 2024 Çarşamba
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
Mürşidim, bu sadedde, Mesnevî-i Nuriye'sinde beyan buyuruyor ki: "İ'lem eyyühe'l-aziz! Bir burhanla elde edilen netice-i tevhidi bazı insanlar isti'zamla dar zihinlerine sıkıştıramazlar. Veya bozuk hayalleri tahammül edemez. Bu hale karşı o kat'î, sahih burhanı reddetmek üzere, 'Bu neticeyi, bu kadar azametiyle, şu burhan onu intaç edemez!' diye bahanelerle kabul etmez. O miskin bilmez mi ki neticenin kayyûmu imandır. Burhan ancak onu görmek için bir menfezdir. Veya bir süpürge gibi o neticeye konan vehimleri süpürür. Maahaza, burhan bir değildir, bin değildir, zerrât-ı âlem adedince burhanlar vardır."
Başlarken meseleyi yalnız 'acizliğe' bağladım. Eksik söylemiş oldum. Özür dilerim arkadaşım. Zira 'cahilliğin' de bu işte payı var. Hem de 'zalimliğin.' Zaten Furkan da öyle buyurmuyor mu? Yüklendiğimiz emanetin bedelidir sanki 'çok zalim' ve 'çok cahil' olmak. Var olduk, mahluk olduk, ben olduk, yara olduk. Olduğumuz şeyden ziyade olmadığımız şey olduk. Yani ki, olduğumuzdan haberdar olunca, olmadığımızdan da haberdar olduk. Yine demiyor mu: "Sıgar-ı nefis tekebbürün menbaıdır. Zaaf gururun madenidir. Acz muhalefetin menşeidir..." Demek, yaralarımızı avutmaya çalışırken düşüyoruz, diğer bazı yaralara. Sancılarını bastırmaya çalışırken uğruyoruz daha büyük ağrılara. Her sarhoşluğun öncesinde bir dert var. Fıtrî yaralarımızı kabullenmemek, kabulle güle çevirememek, daha büyük bereliyor benliğimizi. Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır.
Küçük olmasan büyüklenmeye çalışmayacaktın. Zaafların olmasa kurtulmak için aldanmayacaktın. Güç yetirebilsen aleyhlerine geçmeyecektin. İşte, emanetin omuzlarındaki ağırlığı, seni 'zalimlik' ve 'cahillik' yapmaya itiyor. 'Avuçlarım küçük' demiyorsun. 'Su bu kadarmış' demeyi seçiyorsun. Veyahut daha önce avuçladığın suları inkâra yelteniyorsun: "Onlar neydi ki canım? Hiç. Asıl su avuçlarıma son aldığımdır!" Halbuki hakikat okyanusunu avuçlayanlar bitmez. Sen de nihayet sahilde pek az kalacaklardan birisin. Sonrakilerin de o okyanusta hakları var. Ayrılmış payları var. Hakikatleri var. Delilleri var. Gelecekleri var. Görecekleri var. Şahit olduklarında yetinmek zorundasın. Belki gelenler şahitliklerinden fazlasını da bulacaklar. Allah'ın hidayet nehirleri sürekli akmadadır arkadaşım. Feyz okyanusları sürekli kaynamadadır. Hakkını al. Başkalarınınkini inkâr etme.
"Neticenin kayyûmu imandır..." Unutma bunu. Eğer bir delil sahibini mü'min etmişse işini yapmış demektir. Mü'min ediyorsa hâlâ işini yapıyordur hatta. İsterse yanlışlanıyor olsun. Yahut cazibesini kaybetsin. Veyahut yerine daha iyisi konulmuş bulunulsun. Müfessirlerin ayetlerin manalarını açıklarken/ispatlarken sevkettiklerine de böyle bak. Onları kendi zamanlarının şartlarıyla yargıla. O zamanlar söyledikleri o zamanın bilimleriydi. Lazım-ı mezhep mezhep değildir. Şimdinin bilimi başka şeyler söylüyor. Belki geleceğin bilimi de bugünü yalanlayacak. Nihayetinde bütün bu deliller imana ulaşmak için. Kabulüne lazım idrak genişliğine ulaşmak için. İçindeki dane-i hakikat uğruna olsun kimsenin deliline saygısızlık etme. Ahirzamandayız çünkü.
"Hürriyet tenkit vermiş, gururundan dalâlet çıkmış." Saygısızlık, Süleyman aleyhisselamın asâsını kemiren kurt gibi, kemiriyor gençlik asâsını. Salih seleflerimizin sözleri küçümseniyor. Delilleri beğenilmiyor. Usûlleri yadırganıyor. Ne yazık. O kartalların dedikodusu kargalara mı kaldı? Fakat öyle olur. Kartallar uçar. Kargalar ürür. Ahirzaman herkesin zihnine bir 'kusur arayıcı iblis' takıyor. Kendi mü'min ceddinin üzerine salıyor. Halbuki, zamanlarına yetişilseydi, şu gençlerin ilimleri onların tozu bile edemezdi. Sonra gelinmekle herşey bedavaya alındı. Vay. Şimdi emaneti taşıyanların yamalı omuzları da beğenilmiyor. Hayret ki hayret. Hayret, bin kere hayret, ne olduk böyle? Neticenin kayyumu imandı oysa. İman giderse hiçbir delilden o neticeyi bulamazsın ki. Sen, Ebu Cehil, Ay'ın yarılışını görmedi mi sanıyorsun? Gördü. Fakat netice delilin elinde değildi ki! Hidayet Allah'ın mülküdür. Dilediğine bağışlar. Ama korkmalıyız arkadaşım. Çünkü Allah mütekebbirin kalbinde kandil yakmaz.
9 Haziran 2021 Çarşamba
Şüpheci Allah'a 'Dostum' diyebilir mi?
Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde "An'aneli senedin faidesi nedir ki, lüzumsuz yerde, malûm bir vakıada, 'an filân, an filân, an filân...' derler?" sualine cevaben diyor ki mürşidim: "Faideleri çoktur. Ezcümle, bir faidesi şudur ki: An'ane ile gösteriliyor ki, an'anede dahil olan mevsuk ve hüccetli ve sadık ehl-i hadîsin bir nevi icmâını irae eder ve o senette dahil olan ehl-i tahkikin bir nevi ittifakını gösterir. Güya o senette, o an'anede dahil olan herbir imam, herbir allâme, o hadîsin hükmünü imza ediyor, sıhhatine dair mührünü basıyor."
Bu cevap bize şunu da öğretiyor diye düşünüyorum arkadaşım: İslamî ilimler sadece usûllerinin-delillerinin karşı konulmazlığına dayanmazlar. Ya? Taşıyıcılarının ahlaklarına da yaslanırlar. Onlara duyulan muhabbetten-hürmetten de medetlenirler. Bu farkediş ister-istemez şu çıkarıma da sürükler bizi: Bu insanlar hakkında haksız şüpheler-imâlar sahibi olduğunuzda delillerinizin bir kanadını da yitirirsiniz. Neden? Cümle deliller en özünde güven üstüne kuruludur çünkü. Hele ki naklî ilimlerde. Naklî ilimlerin aklî ilimlerden bir nüansı da 'deneysel tecrübeye' onlar kadar açık olmamalarıdır. (Vahyi deney tüpüyle sınayamazsınız.) Daha toplayıcı bir ifadeyle şöyle diyelim: Naklî ilimlerin hazinesi öyle zengindir ki aklî ilimlerin çekmecesine sığmaz. Mahiyetçe aşkın olduğundan terazisinde hakkıyla tartılamaz. Bu yüzden seküler aklın zorba makasıyla naklî ilimlere saldıranların ellerinde kumaştan pek azı kalır. Ondan da pek az elbise çıkar.
Mesela: Aklî ilimler şüpheyi-tenkidi 'doğru bilgiye ulaşmanın geçer akçesi' olarak tanımlarlar. Överler. Öğütlerler. Aşılarlar. Bu yüzden ellerine geçen her doneyi 'ilişkilerini ister-istemez mesafeli kılan' bir damgayla damgalarlar. Şüphe ederler. Bu noktada 'fâsıkdan gelen haberin sınanmasını' emreden Kur'an'ın onları 'kendi düzlemlerinde' doğruladığını söyleyebiliriz. Birbirlerine karşı böyle olmakta haklıdırlar. Çünkü fâsıktırlar. Onlara karşı böyle olmakta biz de haklıyızdır. Peki ya kendimize karşı? Peki ya İslamî ilimlerde? Tahkik ehli ulemanın usûle hâkimiyeti onu bu sınanmada koruyabilse de teslimiyetsiz avamın aynı derinliğe sahip olmayışı diniyle ilişkisini tereddüde düşürür.
Ahirzaman fitnesinin sahada bu kadar sonuç alabilmesinin bir nedeni de budur kanaatimce. Bağışıklığı olmayanları da tenkitçilikle aşılamasıdır. Evet. Kabul edelim. Bugün, henüz lise çağındaki gençler dahi, İslamî ilimlerin en kavi delillerini-otoritelerini-umdelerini "Bana öyle gelmiyor..." diyerek eleştirebilmektedirler. Bediüzzaman'ın Lemeat'ta yaptığı şu tesbit bu açıdan ne kadar anlamlıdır: "Maddiyyunluk mânevî tâundur ki, beşere şu müthiş sıtmayı tutturdu, gazab-ı İlâhîye çarptırdı. Telkin ve tenkit kàbiliyeti tevessü ettikçe o tâun da tevessü eder." Yani salgının yayılmasının sebebi kendisi değil zeminidir. Öncülleridir. Bünye zaafiyetidir her hastalığı başlatan mikroptan önce. Halbuki tenkit ancak hakperest bir edeple doğru sonuçlara ulaşır. İnsafı bulunmayan tenkitse sadece dalaleti attırır.
15. Söz'ün Zeyli 'bîtarafâne muhakeme içinde Şeytanın müdhiş bir desisesi'ni aktarırken şu tuzağa da dikkatimizi çeker: Delilsiz şüphe hatırına varsayılan objektivite, tarafsızlık değil, karşı tarafa geçmektir. Yerinden alıntılayalım: "Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin hem insandaki senin şakirtlerinin dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir. Muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir." Aynı durum tüm İslamî ilimler için de geçerlidir. Belki günümüzde hadisler hakkında uydurulan şüphelerin ilk basamağı da burasıdır. 'Tenkit parmaklarıyla yoklama' ve 'tereddüt eliyle tenkit etme.' Bu iki taassubu 'meşru bilginin zaruri çerçevesi' kıldığımızda naklî ilimlerin herbir cephesinde kıyametler kopmaktadır. Halbuki yine mürşidim demektedir ki: "Cenâb-ı Hakkın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahitlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berâhin ve deliller mesâmâtıyla temâşâ etmek iktiza ediyor ki, senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur..." Şimdi düşünelim arkadaşım: Böyle bir yaklaşımın seküler metodolojiyi 'ilmin tek geçer akçesi-akidesi' sayanlara anlatabileceği ne vardır?
Özetle şunu söylemek istiyorum: Bugün 'tenkit kabiliyetinin giderek tevessü ettiği' bir zeminde yaşıyoruz. Ancak zararlarından koruyacak edep, hürmet, insaf, merhamet, tevazu, anlayış, empati, hakperestlik, ilim aynı hızla yayılmıyor. Aksine azalıyor. İçerideki bu kırılma nedeniyle dışımızdaki dalalet de yeni yeni cepheler açıyor-kazanıyor. Yani biz ateizmle, deizmle, modernizmle vs. mücadele ederken aslında sonuçlarla mücadele ediyoruz. Belirtilerle mücadele ediyoruz. Hastalığın kökenine inemiyoruz. Sadece ateş düşürüyoruz. Ağrı kesiyoruz. Kökenine inemediğimiz için de hidayete dönen pek az oluyor. Pekçoğu belirtilerinde kaybettiği savaşı hastalığının hırsıyla sürdürüyor. Yahut yeniden başlatıyor. Bir tenkidi haksız çıkarsa yenisi bulmaya gayret ediyor. Esas kırılma içeride/insanda yani. İtikadî sapmalarsa bu insan kırılmasının neticeleri gibi. Allahu'l-a'lem. Yine mürşidimden bir alıntı yapayım bu sadedde:
"En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkittir. Tenkidi eğer insaf işletirse hakikati rendeçler. Eğer gurur istihdam etse, tahrip eder, parçalar. O müthişin en müthişidir ki akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye girse! Zira iman hem tasdik, hem iz'an, hem iltizam, hem teslim, hem mânevî timsaldir. Şu tenkit, imtisali, iltizamı, iz'anı kırar. Tasdikte de bitaraf kalır. Şu zaman-ı tereddüt ve evhamda iz'an ve iltizamı tenmiye ve takviye eden nuranî sıcak kalblerden çıkan müspet efkârı ve müşevvik beyanatı hüsn-ü zan ile temaşa etmek gerektir. 'Bîtarafane muhakeme' dedikleri şey muvakkat bir dinsizliktir. Yeniden mühtedî ve müşteri olan yapar."
Arkadaşım acaba devletlûlarımız duyarlar mı? Yine de söylemekten geri durmayalım: Ta ilkokuldan çocuklarımıza 'kolayca şüpheye düşmelerinin isabetli olmadığını' öğretmeliyiz. "Şüphe her zaman doğru değildir!" demeliyiz. Direniş aşılamalıyız. Mazilerine bir güven kazanmalılar. Bundan ileride şunu bilmeliler: Hakkında delil olmayan şüpheyle amel etmek zorunda değiliz. Bu bir tür şizofrenidir. Sanrıdır. Deliliktir. Sözgelimi: İmam Buharî rahmetullahi aleyhin 'büyük bir dolandırıcı' olduğuna dair hiçbir delil ulaşmamışsa, aksine 'en güvenilirlerden birisi olduğu' ümmetçe tasdik edilmişse, sırf birisi "Sakın öyle olmasın?" dedi diye inancınızı terkedemezsiniz.
3 Aralık 2020 Perşembe
Mustafa Öztürk'ü linç etmek yanlış mıydı? (2)
"Mesail iki kısımdır. Birisinde telâhuk-u efkâr tesir eder. Belki ona mütevakkıftır. Nasıl ki maddiyatta büyük bir taşı kaldırmak için teavün lâzımdır. Kısm-ı diğerîde esas itibarıyla telâhuk ve teavün tesirsizdir. Bin de bir de birdir. Nasıl ki hariçte bir uçurum üzerinde atlamak veyahut bir dar yerde geçmekte küll ve küll-ü vahid birdir. Teavün fayda vermez. Bu kıyasa binaen fünunun bir kısmı büyük taşın kaldırılması gibi teavüne muhtaçtır. Bunların ekserî ulûm-u maddiyedendir. Diğer bir kısmı ikinci misale benzer. Tekemmülü def'î yahut def'î gibi olur. Bu ise ağlebi mâneviyat veya ulûm-u İlâhiyedendir. Lâkin, eğer çendan telâhuk-u efkâr bu kısm-ı sâninin mahiyetini tağyir ve tekmil ve tezyid edemezse de, burhanların mesleklerine vuzuh ve zuhur ve kuvvet verir."
Bu metin bize ne anlatıyor? Bu metin bize özünde 'bilim' ile 'dinin' yapısal bir ayrımını haber veriyor. Nedir o ayrım? Bilim tedricen gelişen birşeydir. Üç yüzyıl önceki fizikle bugünkü fizik bilimi elbette aynı düzeyde değildir. Bugünün fiziğinin geçmişe kıyasla pekçok yeni şeyden haberdar olmuştur. İleride daha fazlasından olacaktır da. Ancak aynı şey din hususunda geçerli değildir. Ulûm-u ilâhiye def'î olarak tekemmül eder. Sözgelimi: Hâtemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselam bir gelir, kendinden önceki marifeti bir ömürde, beşerin nübüvvetsiz yüzbin yılda aşamayacağı bir noktaya çıkarır. Bu bir sırr-ı akrebiyettir. Ötekisi kurbiyettir. Peki dinî ilimlerde hiç mi gelişme olmaz? Finaldeki cümle bu mevzuun çerçevesini de çiziyor: "Lâkin, eğer çendan telâhuk-u efkâr bu kısm-ı sâninin mahiyetini tağyir ve tekmil ve tezyid edemezse de, burhanların mesleklerine vuzuh ve zuhur ve kuvvet verir." Mürşidimin başka bir yerdeki ifadesine uğrarsak: 'Dava' konusunda dine yeni birşey eklenmez. Fakat 'dava içinde burhan' noktasında içerik artımı sağlanabilir.
Misalle açmaya çalışalım: Allah'ın varlığı konusunda itikad umdelerinde bir artım yapmak mümkün müdür? Yani vardır, daha vardır, daha daha vardır... vs. gibi bir artış olabilir mi? Yahut 'Yoktur!' demekle dinle ileriye gidilmiş sayılınabilir mi? el-Cevap: Olamaz. Sayılınamaz. Fakat Allah'ın varlığını isbat etmede yeni deliller geliştirilebilir. Sözgelimi: Dün hiç hesapta olmayan bigbangi bugün bir delil olarak kullanabilirsiniz. Kelam âlimlerinin hudus-imkân türünden delillendirmeleri de böyledir. Yani temel umdeye bir ekleme-çıkarma-değişiklik yapamazsınız. Ya? Ancak onların sübûtuna veya içeriğine dair malumatlar/marifetler üretebilirsiniz. Çünkü siz vahiyle münasebette naklin önüne geçemezsiniz. Din nakildir. Öncelikle nakildir. Akıl bu naklin anlaşılmasına sarfedilir.
Bu nedenle üniversiteler isterlerse kuantumu, isterlerse karadelikleri, isterlerse bilmem hangi sistemi tartışabilirler de tedricen gelişmeyen din ilimlerini böylesi tartışma konusu yapamazlar. Çünkü tartışarak ondan ileriye varamazlar. Tedrici ilimlerin tartışılması telahuk-u efkâr içindir. Yani tartışma görünümlü bir nevi yardımlaşmadır. Hürriyet elbette burada lazımdır. Ancak, dinin temel itikadî umdeleri, değil onlara burhan-marifet üretmek niyetiyle, bizzat cerhetmek niyetiyle tartışma konusu yapılırsa, hafazallah, varılacak yer esfel-i sâfilîn olur. Daha ileriye gidilmez. Ancak geriye düşülür.
Bu yüzden Mustafa Öztürk'ün tartışmaya açtığı konu, daha doğrusu baya-epey karşısına geçip mücadele verdiği husus, yani Kur'an'ın hem lafız hem manaca Allah'tan geldiği meselesi, üniversitelerin üzerine serbestçe kalem oynatabileceği bir alan değildir. Biz müslümanlar itikadî açıdan böyle bir özgürlük tanımıyoruz. Böyle bir tedrisle yetişecek ilahiyatçıdan da dalaletinden başka beklemiyoruz. Ancak, bize hoca olmamak ve hoca olacakları yetiştirmemek kaydıyla, zaten cümle küfür ehlinin yaptığı gibi, İslam aleyhinde argümanlarını yumurtlamaya devam edebilir. Biz de onun cevabını veririz. Ama böylesinin ne kendisini ne talebesi önümüzde hoca olarak görmek istemeyiz. Kur'an'a beşer kelamı diyen adamın hakiki müslümanlıkla ne ilişkisi vardır? Kaldı ki hocalıkla bir ilişkisi olsun.
Üniversiteyi bu anlamda bir hürriyet mekanı görenler herhalde dinlerini bilmiyorlar. Yahut da yeniden dinlerine müşteri olmak istiyorlar. Eğer üniversiteler bu meslek üzere dini ele alacaklarsa, Allah şerlerinden hepimiz saklasın, gelecek nesiller bizzat hocalardan-ilahiyatçılardan imanlarını korumaya çalışacaklar demektir. Ne diyelim? Kışı yaza çevirmek Cenab-ı Hakkın kudretinden hariç değil. Bizi rahmetinden uzakta koymasın. Âmin. Âmin.
15 Mayıs 2017 Pazartesi
Unutamadıklarımızla kavga etmeyi bırakmalıyız
Birşeyin düzenle olmasının şöyle bir faydası da var: O artık bir nebze gaybdan çıkıyor. Eyleyecekleri 'kestirilebilir' oluyor. Böylece ona dair endişelerimiz azalıyor. Bir kanun ile kuşatabildiğimiz herşeye ünsiyet peyda ederiz. Çünkü o artık bizim için 'korkulacak bir bilinmezlik' değildir. Tahmin edilebilir yanları da vardır. Yerçekimini düşünelim mesela. Her attığımızın düşeceğini, hatta nasıl bir hızla düşeceğini, tekrar elimize döndüğünde ne hissettireceğini az-çok kestirebiliyoruz. Bu biliş bizi onunla ilişkiye geçmeye cesaretlendiriyor. Hatta kimi zaman şevklendiriyor. Yabancılarla dolu bir mecliste aşina bir yüzle karşılaşmaya duyduğumuz iştiyak gibi.
Etkilerini/sınırlarını tahmin edebildiğimiz şeylerle ilişkiye geçmek fıtratımızda var. Korunma güdümüzün (kuvve-i gadabiyemizin) öğrenme güdüsüyle (kuvve-i akliye ile) teması tam bu noktada başlıyor. Yani hissediyoruz: Bilmenin korunmakla bir ilgisi var.
Bilmenin korunmakla olduğu kadar faydalanmakla da bir ilgisi var. Menfaatimize olan şeyi bilmek, düzenini öğrenmek, onu elde etmenin önsözüdür. Tohumun bir düzenlilik içerisinde mahsul verecek oluşu ancak onu ekip-biçmeye istekli kılıyor. Hareketlerini kestirebilmemiz, meyve verme ahlakını bilmemiz, ağaçlarla da ilişkimizi arttıran birşey. Hatta şöyle diyebiliriz bu noktada artık:
Bizim birşeye muvaffak olmamız ancak öncesinde sahip olduğu düzenle mümkün. Binlerce yıldır o düzende kaynayan suyun tekrar kaynamasıyla çay demleyebiliyoruz. Binlerce yıldır bıraktığımız şeyin yerinde durmasıyla yere birşey bırakabiliyoruz. Her neye erişiyorsak iyi olan, güzel olan, lazım olan binlerce yıldır öyle olduğu için yine öyle oluyor. Ve daha önce öyle olduğu için biz de öyle yapmaya cesaret edebiliyoruz. Eğer böyle bir düzene sahip olmasaydı, biz onu tanıyamayacak, sevemeyecek ve seçemeyecektik.
İşte, tam da bu pencereden bakarak, mürşidimin, bir anlamı da 'ikram, yardım, ihsan, lütuf, iyilik, bağış...' olan inayeti 'nizam' olarak tarif etmesini anlayabiliyorum:
"Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei, bu nizamdır. Menfaatlerden, maslahatlardan bahseden bütün âyât-ı Kur'âniye, bu nizam üzerine yürüyor ve bu nizamın tecellîsine mazhardır. Binaenaleyh, bütün mesalihin, fevaidin ve menafiin mercii olan ve kâinata hayat veren bir nizam, elbette ve elbette bir Nâzımın vücuduna delâlet ettiği gibi, o Nâzımın kast ve hikmetine de delâlet etmekle, kör tesadüfün vehimlerini nefyeder."
Alzheimer hastası birisini ele alalım. Çevresiyle ilişki kurması neden güçleşir? Tüm ilişkilerin başlangıç noktası olan 'aşinalığın' yitiminden dolayı öyle değil mi? Evet, biz neyle ilişki kursak, onun bizde varolan geçmişine yaslanırız. Geçmişine yaslanarak geleceğine dair tahminlerde bulunur ve temasımızı buna göre şekillendiririz. Çabuk kızmasına dair yaşanmışlıklarımız olan birisine şaka yapmayız mesela. Çabuk üzüldüğünü bildiğimiz insanların yanında acıyı anmayız. Bütün bunlar hayata/insanlara dair yaptığımız kanun okumalarının sonucudur. Geçmişten geleceğe yaptığımız çıkarımlardır.
Newton, yerçekiminin kanun olduğunu anlarken nasıl bir okuma yapmışsa, biz de, çevremizdeki insanların davranışlarının birer kanuna bağlı çalıştığını böyle okumalarla anlarız. Tek farkımız: Onlara isim vermeyişimiz. "Ayşe'nin gülme kanunu..." veya "Selim'in futbola ilgili konuşmayı sevme kanunu..." gibi birçok kanun var hayatta gözettiğimiz. İsimleri yok. Ama bilişlerimiz var.
Buradan şuraya gelmek istiyorum: Keder olsun, neşe olsun; mutluluk olsun, hüzün olsun; zehir olsun, bal olsun; unutamadıklarımızla kavga etmeyi bırakmalıyız. Hayatta kaybolmamızı engelleyen 'unuttuklarımız' değil 'unutamadıklarımız.' Onlara kızmak yerine, aslında, onlara teşekkür etmeliyiz.
Öyle ya! Bir şekilde bizde iz bırakanlar ancak bizi kaybolmaktan koruyorlar. Daha önce yaşananlarla ilişkimizi sağlıyorlar. Bu şekilde bağlar kurmasaydık hiçbirşeyle, Alzheimer hastaları gibi olurduk, onları ve kendimizi tanımakta zorlanırdık. Fakat şimdi bıraktıkları izlerden onları hatırlayabiliyoruz, tanıyabiliyoruz, geleceğimizi bu izlerden yaptığımız okumalarla şekillendirebiliyoruz. Bir imandan, bir ahlaktan, bir kimlikten sözedebiliyoruz. Hayatımızın kanunu haline gelmiş her neye baksak, altında bir 'unutumadığımızı' göreceğiz, Allahu'l-alem. O yüzden unutamadıklarımızla kavga etmeyi bırakmalıyız. Bu kendimizle kavga etmektir çünkü.
18 Mayıs 2016 Çarşamba
Özlemek de sonsuzluğun delilidir
Dedemin dedesinin adını hatırlayanın kalmaması, onun benimle varolmasını engellemez. Benim varlığım onun varlığının devamı ve delilidir. Meyve ağacın delilidir. O olmasa ben de varolamam. Tıpkı torumun torununun bensiz varolmaması gibi... O halde kim diyebilir ki: "Deden yokolmuştur." Dedemin yokluğu bütün varlığın yokolmasıyla mümkündür ancak. (Varın yokolmasıyla yokluk varolur.) O varlık denizine atılmış bir taştır. Bu taşın dalgalarının varlığın nerelerine kadar gittiğini ancak onu yaratan bilir. Dedemin dedesinin varlığın içinden mutlak bir şekilde çekilip alınması, yani gitmesi değil de yokolması, şu an varolmayan yeni bir düzenin varlığını gerektirecektir. İçine taş atılmış deniz, atılmamış denize benzer, fakat kesinlikle aynısı değildir. O halde taş yokolmamıştır.
Demek biz birşeyin yokluğundan bahsederken bile aslında varlığına yaslanıyoruz. 'Daha az var' olana, 'daha çok var' olana kıyasla 'yok' diyoruz. (Yakındığımız aslında varlığının yokluğudur.) Onun mutlak bir şekilde yokolması ise, bıraktığı her izle birlikte yokolmasıdır ki, o zaman bu yokluktan da bahsedilemez. Mutlak yokluk 'hakkında konuşulamaz' birşeydir. Çünkü farkına varılamaz birşeydir. Farkındalık bir bilgiye/kıyasa dönük olarak yaşanır. Biz ancak varlık mertebeleri arasında kıyaslamalarla bir kısmî yokluk (hakikatte sadece azlık) tahayyül ederiz ve ondan korkarız. Mutlak yokun bilgisi bizde yoktur ki, hakkında konuşalım veya ondan korkalım. Yokla tanışmak mümkün değildir. İz bırakmayanın hatırası da olmaz.
O halde bizde iz bırakan hiçbirşey hakkında yokolmuştur diyemeyiz biz. Dedemin dedesinin varlığının bende devam etmesi gibi, bizde yer tutanın varlığı da bizde devam eder. Bizi etkileyenin varlığı daima bizimledir. "O benim için artık yok!" diyen insan, aslında hiçbirşeyi yokedemediğinin farkındadır. Çünkü yokluğundan bahsettiği şey varolmadan bu yokluk vurgusu mümkün değildir. Hatta bunu söylediği muhatap için de o şey varolmamışsa bu yokluk bahsi saçma olur. "Benim hayatımda artık 'filanca' yok!" diyen kişi, 'o filancanın varlığını bildiğimi bildiği için' bunu söyler. 'Yok' der, ama bir varlık bilgisini kasteder. Bana anlatmak istediği varlığının şiddetini azalttığıdır.
Ateistin bahsettiği yokluk da bir varlık bilgisi olmadan konuşulabilir mi? Eğer mutlak bir yokluktan bahsediyor olsaydı ateist, bunu zaten konuşmuyor/konuşamaz olurduk. Konuşuyor olabilmemiz, bir 'ilah' varlığını kabul ettiğini, ancak bunu benim tarif ettiğim şekilde etmediğini gösterir. Bediüzzaman'ın 'bir ilahın inkarının her bir zerreye bir ilahlık payesi vermeden mümkün olamayacağını' söylemesi altını çizmeye çalıştığım şeye işaret eder. 'Nasıllık' taşınır, ama 'olmalılık' baki kalır. Düzen ortamızda durmaktadır. Düzenin bize dayattığı/öğrettiği varlık bilgisi ortamızda durmaktadır. Biz bu varlık bilgisi üzerinden ancak onun varlığına işaret ettiği şeyleri konuşabiliriz. Allah mutlak bir şekilde yokolsaydı, hakkında konuşamıyor olurduk, o halde vardır. Bizim girdiğimiz tüm tartışmalar bu varlığın 'nasıllığına' dair tartışmalardır. Nihayetinde mürşidimin dediği gibi derim: "Çünkü Allah'ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hata ediyorlar."
12 Nisan 2016 Salı
Yaşamak insanın kendisini keşfe çıkmasıdır
Yazmak, aslında bir yönüyle durmaktır. Hayatın hareketinden (ç)aldığınız o zaman diliminde durup; belki dışına çıkıp, sıyrılıp bir nevi herşeyden ve herkesten; olaylara veya kişilere yönelik birşeyler söylemektir. Ömrün kenarında yaşanmış ikinci bir hayattır yazı. Yazılanlar da bu yüzden yazarın ömrünü aşabilirler. Ve yine yüzden metinlerine benzemeyen yazarlara şaşmamalı. Her yazar metnini kaldıramaz. Metin üzerinden girilen tahminler yazarlarla birebir ölçüşmez. Hiyerarşide metin üsttedir. Metinler, günahsızlığa insanlardan daha müsaittir. Zira nihayetinde olmak istediği şeyi yazar müellif, yaşadığını değil. Yazdıklarımız dileğimizdir bizim.
Bu ikirciği hepimiz yaşıyoruz aslında. Birazcık takip edilsek, enseleniriz çelişkinin köşelerinde. Nasihatçilerin/hatırlatıcıların pek sevilmemesi biraz da bundandır. Her nasihatçi sizi bir çelişkinizden yakalar. Ama yazarlar bunun teşhis edilebilmesine kendileri izin veriyorlar. Hatta yolunu açıyorlar. Çünkü an'larını belgeliyorlar. Altına imzalarını atıyorlar. Avlayıp sunuyorlar. İki kapak arasında servis ediyorlar tenkitçilere, kendilerini. İyi cesaret doğrusu. İnsanların senin hakkında zanda bulunacağı şeylerin sayısını ve bunların isbatını kolaylaştırmak, hatta hünermiş gibi habire arttırmak bu malzemeyi, iki haletten birisine işaret eder:
Ya o kişi kusurlarının farkında değil ve kendisini kusursuz görüyor. Yahut da 'ancak birşeylerin parçası olabileceğini' zaten kabul etmiş. İnsanların ona 'teşhis etmekten' öte kötülük yapamayacağını biliyor. Zaten olanı söyleyecekler. İnkar ettiğini değil. Yaralarıyla barışmış. Hatta kanamasından haz alır hale gelmiş. Bu da aslında bir kötülük sayılmaz onun için. Neden kötülük olsun? İftira etmiyorlar ki. Hakkın hatırını tahayyülünün hatırından üstün görebilmekte kemal. Kendini 'o'laştırabilmekte enfüsî tefekkür. Belki malumu ilam sayılmalı en fazla. Öyle bir rahatsızlık oluşturabilir. Çok tekrardan belki sıkabilir. Yeni birşey söylüyorlarsa da ne âlâ! Öğrenmiş olacak böylece kendisini. Buna sevinmeli.
Yaşamak da zaten insanın kendini keşfe çıkmasıdır. Kendi hakkında deliller sahibi olmasıdır. Öyle ya! Neden varız? Bu varlık neden bir süreç içinde devam ediyor? Neden bu kadar 'an' var ömür sepetimizde? Ne farkımız var kelebekten? Bir yağmur damlasıyla yere inen ve bir daha sıra gelmeyen melekten? Neye şahitlik ediyoruz? Bu gibi soruların cevabını bencileyin şöyle veriyorum: Önce bu şahitliğimiz kendimize. Sonra kendimizden ve eşyadan hareketle Allah'a ve Onun esmasına/sıfatına.
Kendimiz içre yolculuk konusunu biraz açarsam, şöyle bir hayal kurmanızı isteyebilirim: Bütün an'ları zaman ipinde birer tesbih tanesi gibi düşünün. Birbirine yaslandıklarında o delik boncukların içinde bir koridor oluşuyor. Ve her an'ın içinde de size ayrılmış bir beden, bir nazar, bir şahitlik, bir evren var. Siz ruhla (o nasıl bir keyfiyette ise) birlikte bu bedenlerin içinden ömrünüz boyunca geçiyorsunuz. Bedenler koridorunda bir ruh yolculuğu: Hayat.
Her 'an' bir boncuğun içinden geçiş süreniz. Bölünemeyecek bir zaman aralığı, bir şahitlik, an bu aslında. Bedenleriniz bir koridor, nazarlarınız bir koridor, şahitlikleriniz bir koridor, evrenleriniz birer koridor. Hepsi varlar, ama siz zamanla içlerinden geçiyorsunuz. Onlar da zamanla değişiyorlar ve birbirlerinden geçiyorlar. Herşey birbirinin içinden geçiyor. Zamanın dışından bakabilseydik böyle görecektik herhalde kendimizi. Ezel ve ebed (bence zamandışılığı ifade eder her ikisi de) meçhulümüz olan birer makam. Bu yüzden söylüyorum: Yolculuk, aslında biraz da kendimizi keşfetme yolculuğu. 'Belâ' dediğimiz günden beri bu yolculuk sürüyor. Allah, kader kitabında olacakları yazdı. Alîm isminin delillerini ortaya koydu. Biz de yaşayarak Allah'ın asla yanılmayacağına/yanılmadığına şahitlik ediyoruz.
7 Kasım 2015 Cumartesi
Yusuf aleyhisselam iddaa oynamaz
"İman, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdânî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzî kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkısam olmazlar. Çünkü, herbir rükn-ü imanî, kendini ispat eden hüccetleriyle, sair erkân-ı imaniyeyi ispat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i âzam olur. Öyle ise, bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkâr edemez."
İşte biraz da bu metinden hareketle iddia etmiştim ki: Kader inkârcılarının arızaları birtek kader meselesinden ibaret değildir. Kalamaz! En başta gözlerimizin nuru tevhid akidesi ve kalplerimizin sevinci Allah tasavvurumuz olmak üzere, ister-istemez, bütün erkân-ı imaniyede ayarları bozuktur onların. Yani bu arızanın öncesinde de bir dizi sıkıntıları vardır iman noktasında. Buradaki sapkınlıkları aslında bir sonuçtur.
Mevzuun Allah tasavvuru, yaratılış ve tevhide bakan kısımlarını önceki yazılarda yeterince konuştuğumuzu düşündüğümden, bu yazıda doğrudan 'ahirete iman-kadere iman' arasındaki bağlantıya ve her ikisinde birden akidevî bir sorun yaşamadan birisinde salt böylesi bir sorun yaşanmayacağına dair izaha girişeceğim. Tevfik ise Allah'tan.
Öncelikle: Ahirete iman nedir? Bunu biraz konuşalım. Bismillah: Ahirete iman, en özet ifadesiyle, Allah tarafından 'öyle olacağına inanmakla sorumlu tutulduğumuz' bir yarındır. Bugünün gaybı olan, yani beş duyu organıyla bilinemeyen, fakat doğru bir Allah marifetiyle delil okumasını yapabildiğimiz bir yarın bilgisidir ahiret bizler için.
Peki, kader inkârcılarının iddia ettiği gibi, Allah yarın ne olacağını (hâşâ) bilmiyorsa, yani fiiler/iradeler sonucu ortaya çıkacak işler ilminde/takdirinde değilse, hükmü zamanın kaydından kurtulamıyorsa, o halde nasıl kendisinin dahi varlığından emin olamayacağı bir ahirete kesin bir şekilde inanmakla mü'minleri sorumlu tutabilmektedir? Öyle ya, Allah da gelecekte ne olacağını (hâşâ) bilmezken, böyle itikadî bir riski neden kullarına aldırmıştır? Ya ahiret diye birşey hiç olmazsa? Ya cennette/cehennemde öyle şeyler yaratılmaz veya yaşanmazsa? Kader inkârcılarının sarhoş akıllarının peşinden gidersek ahirete iman ancak Allah'ın (hâşâ) tahminine iman olur. Demek ki, Allah, ne olacağını bilmediği bir geleceğe dair "Şöyle yaparım!" diye tahminde bulunmuş ve bu tahmine bizim de iman etmemizi istemiştir. Ahirete iman, kader inkârcılarına göre, en fazla budur. Kaderdeki kesinliği yalanlamaları onları bu sonuca sürükler.
Sorunu 'ahiret Allah'ın vaadi' diyerek de çözemezler. Zira Allah'ın vaadi dedikleri şey, eğer bu dünyada insanın iradesi sonucu oluşan fiileri Allah'ın zaman ötesinden bilmemesini kastediyorsa, o halde Kur'an'da geçen cennet/cehennem hayatının tafsiline dair sahneler, mahşer günü yaşanacakların tasvirleri, bunlar nasıl Allah tarafından bilinmektedir? Ebu Leheb'in iman ile gidip-gitmeyeceğini bilmeyen bir ilah ezelî kelamında onu nasıl cehennemlikler arasında saymaktadır? 'Gelecek senaryosu' mudur Tebbet sûresi? Ya denildiği gibi çıkmazsa? Ya Ebu Leheb ölmeden iman ederse? Cenab-ı Hak onu yine de "Vaadim öyle!" diyerek cehenneme mi atacaktır?
İşte bu kadar incelikli bir bilişi 'ilimle' değil 'vaadle' açıklamaya çalışanların balonu bu dünyadaki inkârlarının ahirette Cebriye çizgisinde bir imana dönüşmesiyle patlar. Mutezile burada Cebriye ile buluşur. Allah'ın vaadi, nasıl olacağı bilinmeyecek bir gelecekteki bütün teferruatı 'seçimlere bir alan bırakmayacak kadar' kapsıyorsa, o halde hür iradeler nerede kalacaktır? Tebbet sûresi nazil olduktan sonra Ebu Leheb iman etse de etmese de cehennemlik midir? Yoksa zaten zaman üstü bir biliş sahibi Alîm-i Hakîm tarafından öyle olacağı bilinerek bu hakikat ümmete haber verilmiş midir? İkincisine iman etmek mantığın da gereği değil midir?
Hızlı gidelim. Kur'an'dan bahsetmişken 'kitaplara iman' rüknü ile kaderin inkârının ne kadar uyuştuğuna bakalım. Kur'an bize, yukarıda da bir parça altını çizdiğimiz gibi, çok teferruatlı bir şekilde ahiretten bahsediyor. Hatta ehl-i cennetin/cehennemin ahvaline dair tariflerde bulunuyor. Bırakalım ahirete dair bu kadar teferruatı ve vurgulu metinleri, gaybî ihbarlar nev'inden birçok şey var Kur'an'da. Rum sûresindeki ihbar-ı gaybdan tuttun, ta peygamber kıssalarında yeralan delillere, ta Tebbet sûresine kadar...
Kur'an bize öyle bir Allah'tan haber veriyor ki: O Allah geleceğe dair birçok şeyi vahyin nüzulü anında haber veriyor. Eğer Allah kader inkârcılarının savunduğu gibi 'geleceği bilmiyorsa' bütün bunları (hâşâ) tahmin mi etmiş oluyor? Kur'an-ı Hakîm, sandığımız gibi bir hikmet kitabı gibi değil de, (hâşâ) bir tahmin kitabına mı dönüşüyor? Allah ihbar-ı gayb türünden birçok şeyi tahmin-i gayb olarak mı Kur'an'da zikrediyor? Oturup kalkıp hayretle sormak lazım kader inkârcılarına: Acaba kafaları nasıl bir Kur'an'a inanıyor? Oradaki gaybî bilgileri ne olarak görüyor?
Kur'an'ı anarken peygamber kıssalarına da dokunduk. Şimdi de yüzümüzü 'peygamberlere iman' rüknüne dönelim o vakit. Bırakınız ihbar-ı gayb türünden hadis-i şerifleri, ki kader inkârcılarının hadis inkârcılığına da yatkın olması bu anlamda şaşırtmaz bizi, Kur'an'da geçen peygamber kıssaları ve orada aktarılanlar bile nübüvvetin Allah'ın herşeyi bilen oluşuna bir delildir. Misal: Yusuf aleyhisselam rüya tabiri yaparak insanların başlarına gelecekleri nasıl bilebilmektedir? Hâşâ, geçmişi ve geleceği ezelî bir bilişle bilen Allah'ın peygamberi olmasa ve bildirilmese gayb kendisine, nasıl böylesi okumalar yapabilecektir? Hâşâ, kader inkârcılarına göre, Yusuf aleyhisselam tabirlerinde iddaa kuponu mu doldurmuştur da hep tutturmuştur? Nasıl bir nübüvvet inancıdır kader inkârcılarınınki? Yusuf aleyhisselamı falcıya dönüştürmek değil midir bu inkârın neticesi?
Kur'an'daki delillerini de kenara bırakalım hadi. Nübüvvetin kendisi bile bir 'geleceği biliş' içermez mi? Sahabilerin ahvalinin Tevrat'ta ve İncil'de nasıl geçtiğine dair Kur'an'da yeralan beyanlar, Allah'ın Tevrat'ta ve İncil'de yaptığı 'tutmuş tahminler' midir? Sahabilerin geleceğini bilmeden mi 'öyle olacağını tahmin etmiştir' Allah?
Peki nebilerin birbirlerini müjdelemeleri? Özellikle İsa aleyhisselamın Aleyhissalatuvesselama dair verdiği müjdeler? Tahrif olmuş İncillerde bugün bile ortaya konulabilen işaretler? Peki, Aleyhissalatuvesselamın aşere-i mübeşşereye veya başka bazı sahabilerin geleceğine dair verdiği haberler? Müşrik önderlerinin kötü sonlarına dair önceden verdiği bilgiler? Hepsi mi yalandır bütün bunların? Bütün bunlar yalan veya tahmin olursa nübüvvetin ahvali ne olur? Onların emin dillerinden ve ellerinden bize ulaşan vahyin sıhhatine nasıl güvenilir? Cebrail aleyhisselam mı yolda karıştırmıştır mesajın içine bu tahminleri yoksa? Sahi kader inkârcıları nasıl bir vahiy sürecine iman etmektedir?
Cebrail aleyhisselama değinmişken kader inkârcılarının 'meleklere iman' konusunda ne denli dengeli(!) gittiklerine de bakalım. Bir kere yukarıda ahirete, kitaplara ve nübüvvete iman konusunda saydığımız bütün sorular melekler için de aynen geçerlidir. Neden mi? Çünkü bu haberlerin tamamı bize bir melek eliyle ulaştırılmıştır. Peygamberler bu vahiyleri bir melek eliyle aldıklarını söylemektedirler ve eğer kitaptaki geleceğe dair bilgiler peygamberlerin (hâşâ) tahmini değilse, o halde, kader inkârcılarına göre bu tahminler meleklere aittir.
Sadece bu da değil. Aleyhissalatuvesselamın miracı, mirac sırasında yaşanan hadiseler, cennet/cehennem ehlinin ahvali... Bütün bunlara şahitliği sırasında Cebrail aleyhisselam da onun yanındadır. Hatta miraca dair rivayetlerde Cebrail ile Aleyhissalatuvesselam arasında soru-cevap tarzı birçok metin bulunmaktadır. Cebrail aleyhisselam burada verdiği bilgilerde geleceğe dair tahminlerde mi bulunmuştur? Dahası var: Azrail aleyhisselam insanların canlarını nasıl bir bilgiyle almaktadır? Önceden ne olacağını bilmiyorsa nasıl görevine yetişmektedir? İsrafil aleyhisselamın sûra üfleyeceğini herkes nereden bilmekte ve nasıl emin olmaktadır? Bütün bunlar tahmin mi edilmektedir? Kader inkârcılarının bu noktada meleklere bakışı nasıldır?
Hasıl-ı kelam: Akaidin herbir rüknü hepsiyle bağlıdır ve hepsini inkâr etmeyen hiçbirini inkâr edemez. Bakmayın siz kader inkârcılarının "Kur'an'da geçmiyor!" diye kaçak güreşmelerine. Kur'an'ın bütünü geçmiş ve gelecek hakkındaki hükümlerinin kesinliği ile kadere imandan haber vermektedir. Kur'an'ın bize öğrettiği bütün akaid, verdiği bütün bilgiler ve delilleri, ezelî bir biliş olmadan açıklanamaz. Yani kader kendinden önceki beş rüknün zorunlu sonucudur. Muktezasıdır. İşte sorular ortada kardeşlerim. Kadere imanı olmadan diğer rükünlerin arkasını toparlayabilecek beri gelsin. Gelsin de imanının sıhhatini bir konuşalım. Subhanallah. Hak Teala elbette bu iftiracıların cahillik suçlamalarından yücedir. Mürşidimle başladım. Onunla bitireyim: "Öyle ise, bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkâr edemez."
12 Mayıs 2015 Salı
Depresyon da cennetin bir delilidir
"Sonsuzluk, sonun yokluğundan daha fazlasıdır..." diyor Lars Iyer, Kuşku romanında. Evet, hakikaten sonsuzluk sonun yokluğunun bilinmesinden, yani sondan kurtulmaktan çok daha fazlasıdır.
Özlenecek hep birşeyler olacağının bilinmesi, öğrenilecek hep birşeyler kalacağının bilinmesi, tadılacak hep yeni şeyler yaratılacağının bilinmesi, görülmemiş daha pekçok güzelliğin varlığından haberdar olunulması, inanılması... Gayba iman... Bunlar da sonsuzluğa dairdir. İnsan sonsuz olmuş, ama dünyada bilinecek birşey kalmamış. İnsan sonsuz olmuş, ama okunacak kitapların bir sonu var. İnsan sonsuz olmuş ama görülecek sûretlerin/gözlerin sayısı sınırlı... Dostum, sen cehennemi nasıl tarif edersin bilmem ama, böyle bir yer benim için zaten cehennemdir. Hiç dikkatini çekti mi bilmem: İnsanın cennet hayali de sonsuzdur, cehennem dehşeti de. Sonlu bir cennet cennet olmayacağı gibi, sonlu bir cehennem de cehennem gibi gelmez bize. Acımızın da, neşemizin de dibi sonsuzluktur. Hem derdin dibi, hem deva, odur.
Bu yüzden ben cenneti öğrenileceklerin ve yapılacakların bittiği, sadece yan gelip yattığımız bir yer gibi düşlemek istemem. Öyle olsaydı muhtemelen cennette kafayı yerdim. Ben cenneti, burada yaptıklarımı daha üst düzeyde yapabileceğim bir yer olarak düşünürüm.
Mesela; burada hafızam zayıf. Dilerim Rahim olan Rabbimden ki, orada bana çok daha güçlü bir hafıza versin. Okuduğum herşey hatırımda kalsın ve onların arasındaki bağlantıları daha net ve sık şekilde görebileyim. Görebileyim ki, yazabileyim. Gördüğün gibi; ben cenneti yazacak ve okuyacak pekçok şeyin olduğu bir yer olarak düşlüyorum. Burada yaşaması sevdirilen, tadına baktırılan ama doyurulmadığımız şeylerin doyasıya yaşandığı bir yer olmalı cennet. Ancak böyle olursa cennet olur. Burada talim ettiğini, orada usta olarak yapmaya başlarsın.
Ki zaten yaratılış amacın da imtihanın bizzat kendisinde değil, imtihanın ardından yaşayacağın o sonsuzlukta saklıdır. "Ben insanları ve cinleri, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım!" buyuran Allah, herhalde şurada yaşadığın altmış-yetmiş seneyi kastetmiyor yalnızca. Cennet ehlinin memnuniyetinin de bir ibadeti var, cehennem ehlinin pişmanlığının da.
İkinci Söz'de Bediüzzaman'ın; "Diğer adam ise, mü'mindir. Cenâb-ı Hâlıkı tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu dünya bir zikirhane-i Rahmân, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan, ve bir meydan-ı imtihan-ı ins ü cândır..." diyerek işaret ettiği şey de budur. Burada yaşatılmamız, kötünün kötü, iyinin iyi olduğunu bizzat yaşayarak, tadarak, her bir latifemizle onaylayarak, asıl yaratılmış olduğumuz, vatan-ı aslîmiz cennete bir hazırlıktır. Dertlerimizden boşuna şikayet ediyoruz. Çünkü onlar, bizim gurbette olduğumuzu bize ihtar ediyorlar. Uyumsuzluk, tatminsizlik, karamsarlık, keder, monotonluk ve belki de depresyon... Üzerine yaratılmış olduğun âlemin bu âlem olmadığını gösteriyorlar sana. Hayatı yalnız dünyadan ibaret sanırsan, seni dürtüyorlar: "Bu doğru değil, bize acı çektiriyorsun!" Sende öyle istidatlar var ki, onları ancak cennet paklar. Cennet varolmasa, önce hayalgücünün gücüne gitmez miydi arkadaşım?
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...