'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok büyük. Daha çoğuyla tanışmaya çalışırken bazılarını arkamızda bırakıyoruz. Evet. Acizliğimizin parçası bu. Hem de gereği. Okyanus tek seferde avuçlanmaz. Sığmaz. Bazen unutuyoruz. Bazen sıkılıyoruz. Bazen ilerliyoruz. Fakat bu durum yine de arkamızda bıraktığımıza saygısızlık etmemizi gerektirmez. Çünkü, birşeyi arkamızda bırakmamız, o şeyin değersiz olduğu anlamına gelmez. Öyle düşünmek kibirdir. Mütekebbir ahbabına teşekkürü unutandır. Kibrin doğasında nankörlük vardır. Ve kibir insanı hidayetten alıkoyar. Hem her vakit ele yeni bir burhan da geçmez. Hem bazen yenisi eskisinin yerini tutmaz. O halde eskilerin itibarını da sarsmamak gerekir. Terbiyesizliğin kimseye faydası yok. İlim yolunda yürüyene hiç yok.
Mürşidim, bu sadedde, Mesnevî-i Nuriye'sinde beyan buyuruyor ki: "İ'lem eyyühe'l-aziz! Bir burhanla elde edilen netice-i tevhidi bazı insanlar isti'zamla dar zihinlerine sıkıştıramazlar. Veya bozuk hayalleri tahammül edemez. Bu hale karşı o kat'î, sahih burhanı reddetmek üzere, 'Bu neticeyi, bu kadar azametiyle, şu burhan onu intaç edemez!' diye bahanelerle kabul etmez. O miskin bilmez mi ki neticenin kayyûmu imandır. Burhan ancak onu görmek için bir menfezdir. Veya bir süpürge gibi o neticeye konan vehimleri süpürür. Maahaza, burhan bir değildir, bin değildir, zerrât-ı âlem adedince burhanlar vardır."
Başlarken meseleyi yalnız 'acizliğe' bağladım. Eksik söylemiş oldum. Özür dilerim arkadaşım. Zira 'cahilliğin' de bu işte payı var. Hem de 'zalimliğin.' Zaten Furkan da öyle buyurmuyor mu? Yüklendiğimiz emanetin bedelidir sanki 'çok zalim' ve 'çok cahil' olmak. Var olduk, mahluk olduk, ben olduk, yara olduk. Olduğumuz şeyden ziyade olmadığımız şey olduk. Yani ki, olduğumuzdan haberdar olunca, olmadığımızdan da haberdar olduk. Yine demiyor mu: "Sıgar-ı nefis tekebbürün menbaıdır. Zaaf gururun madenidir. Acz muhalefetin menşeidir..." Demek, yaralarımızı avutmaya çalışırken düşüyoruz, diğer bazı yaralara. Sancılarını bastırmaya çalışırken uğruyoruz daha büyük ağrılara. Her sarhoşluğun öncesinde bir dert var. Fıtrî yaralarımızı kabullenmemek, kabulle güle çevirememek, daha büyük bereliyor benliğimizi. Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır.
Küçük olmasan büyüklenmeye çalışmayacaktın. Zaafların olmasa kurtulmak için aldanmayacaktın. Güç yetirebilsen aleyhlerine geçmeyecektin. İşte, emanetin omuzlarındaki ağırlığı, seni 'zalimlik' ve 'cahillik' yapmaya itiyor. 'Avuçlarım küçük' demiyorsun. 'Su bu kadarmış' demeyi seçiyorsun. Veyahut daha önce avuçladığın suları inkâra yelteniyorsun: "Onlar neydi ki canım? Hiç. Asıl su avuçlarıma son aldığımdır!" Halbuki hakikat okyanusunu avuçlayanlar bitmez. Sen de nihayet sahilde pek az kalacaklardan birisin. Sonrakilerin de o okyanusta hakları var. Ayrılmış payları var. Hakikatleri var. Delilleri var. Gelecekleri var. Görecekleri var. Şahit olduklarında yetinmek zorundasın. Belki gelenler şahitliklerinden fazlasını da bulacaklar. Allah'ın hidayet nehirleri sürekli akmadadır arkadaşım. Feyz okyanusları sürekli kaynamadadır. Hakkını al. Başkalarınınkini inkâr etme.
"Neticenin kayyûmu imandır..." Unutma bunu. Eğer bir delil sahibini mü'min etmişse işini yapmış demektir. Mü'min ediyorsa hâlâ işini yapıyordur hatta. İsterse yanlışlanıyor olsun. Yahut cazibesini kaybetsin. Veyahut yerine daha iyisi konulmuş bulunulsun. Müfessirlerin ayetlerin manalarını açıklarken/ispatlarken sevkettiklerine de böyle bak. Onları kendi zamanlarının şartlarıyla yargıla. O zamanlar söyledikleri o zamanın bilimleriydi. Lazım-ı mezhep mezhep değildir. Şimdinin bilimi başka şeyler söylüyor. Belki geleceğin bilimi de bugünü yalanlayacak. Nihayetinde bütün bu deliller imana ulaşmak için. Kabulüne lazım idrak genişliğine ulaşmak için. İçindeki dane-i hakikat uğruna olsun kimsenin deliline saygısızlık etme. Ahirzamandayız çünkü.
"Hürriyet tenkit vermiş, gururundan dalâlet çıkmış." Saygısızlık, Süleyman aleyhisselamın asâsını kemiren kurt gibi, kemiriyor gençlik asâsını. Salih seleflerimizin sözleri küçümseniyor. Delilleri beğenilmiyor. Usûlleri yadırganıyor. Ne yazık. O kartalların dedikodusu kargalara mı kaldı? Fakat öyle olur. Kartallar uçar. Kargalar ürür. Ahirzaman herkesin zihnine bir 'kusur arayıcı iblis' takıyor. Kendi mü'min ceddinin üzerine salıyor. Halbuki, zamanlarına yetişilseydi, şu gençlerin ilimleri onların tozu bile edemezdi. Sonra gelinmekle herşey bedavaya alındı. Vay. Şimdi emaneti taşıyanların yamalı omuzları da beğenilmiyor. Hayret ki hayret. Hayret, bin kere hayret, ne olduk böyle? Neticenin kayyumu imandı oysa. İman giderse hiçbir delilden o neticeyi bulamazsın ki. Sen, Ebu Cehil, Ay'ın yarılışını görmedi mi sanıyorsun? Gördü. Fakat netice delilin elinde değildi ki! Hidayet Allah'ın mülküdür. Dilediğine bağışlar. Ama korkmalıyız arkadaşım. Çünkü Allah mütekebbirin kalbinde kandil yakmaz.
Zaaf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Zaaf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
13 Kasım 2024 Çarşamba
28 Nisan 2017 Cuma
Tevbe nasıl iyileştirir?
Mürşidim bir yerde diyor ki: "Zaaf gururun madenidir." Ben bu ifadeyi, Virginia Woolf'ün Pazartesi ya da Salı'da söylediği, "Bizi aldatan bizi kurtarır!" cümlesiyle beraber anlamayı tercih ediyorum. Hakikaten de tüm 'gururlanmaların' yani 'aldanışların' özünde bir 'zaaftan kurtulma arzusu' vardır. Bizdeki kullanımları her ne kadar kelimeyi 'kibir/büyüklenme' manasına doğru kaydırsa da Arapçada 'gurur' aslında 'aldanma' demektir. Ve bu pencereden bakınca şunu söylemek mümkündür: Kibir hiç kuşkusuz bir aldanıştır. Benliğini aslında olduğundan üstün/aşkın birşey sanmak veya sanrılamaktır. Fakat, dikkat edelim, bu aynı zamanda bir anlam daraltmasıdır. Çünkü her aldanış kibir değildir. Daha doğrusu: Aldanış sadece kibirden ibaret değildir. İnsan kendisi hakkında kibirden farklı şekillerde de aldanır.
Zayıflığımızın sancıdığı her konuda kendimizi aldatma ihtiyacı duyarız. Bu, aynı zamanda, 'kendimize rağmen yaşamaya devam etmemizin' tek yoludur. Varoluşundan itibaren kusursuzu aramaya müptela kılınmış insan, sadece başkalarındaki arızalara değil, kendisindeki kırışıklıklara da dayanamaz. Kendisindeki kusurlara bakarak Allah'ı tenzih etmesi için verilmiş yetisiyle yanlış adreste oyalanmasının sonucudur bu. O bıçak üzerinde işlemeye başladığında canı öyle acır ki, şifanın tek yolunu, kendisini tenzih etmekte görür.
Bu bir iyileşme değil sürekli bir anestezidir. Diş ağrısını bir ömür asprinle giderme çabasıdır. Çünkü hakikat-i halde bunu başaramaz. Hayatının her köşesinde fondan düşmeyen bir müzik ona kusurlarını hatırlatır. Çarptığı her duvar, ayağına takılan her taş, gördüğü her vefasızlık, seçtiği her yanlış şık, geç kaldığı her buluşma, aldatıldığı her alışveriş... ona aslında kusurlu olduğunu fısıldar. Buna rağmen anesteziden vazgeçmek istemez. Acısıyla yüzleşmeye cesaret edemez. Peki ne yapar? Zaafından gururla kaçar. Kendisini aldatarak kendisini kurtarır. Kusurunu kabul etmektense onu inkar eder veya tevil eder veya görmezden gelir veya ondan dolayı kendisini değil başkalarını suçlar.
Kibrin kelime üzerinde bir anlam daraltmasına neden olabileceğini bu eşikten bakarak söyledim. Kendimizdeki kusuru kabul etmeden bahaneler ürettiğimiz, başkalarını suçladığımız veya tevil ile kendimizi kurtarma arayışına girdiğimiz her olayda aslında bir 'gururlanma' yaşarız. Ebeveyni ile yaşadığı sorunlarda kusuru tamamen onlarda gören ergen de, onlarla yaşadığı sorunlarda suçu tastamam çocuklarına yükleyen ebeveyn de bir 'gururlanma' yaşar. Fakat bu gururlanma kibir türünden değildir. Tenzih türündendir. İnsanın kendisini tenzih etmesinin dolayısıyla bir kibir olduğunu söylemek mümkündür. Ancak bunun hayata her aksedişinin kibir şeklinde olduğunu söylemek yanlıştır.
Tevbenin koruyuculuğu tam da bu noktada devreye girer. Tevbe, velev ki tevbe-i nasuh olmasa (yani ilgili olduğu günahtan tastamam kurtulmak başarılamasa da) ortaya koyduğu pişmanlık, itiraf ve istiğfar ile doğrunun hayatlarımıza maruz kalmasını engeller. 'Doğrunun hayatlarımıza maruz kalması' ne demektir? Bu arıza, Hz. Ömer'e (r.a.) atfen de işittiğim, şu meşhur kelam-ı kibarın ifade ettiği gibidir: "İnandığınız gibi yaşamazsınız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız." Evet, inandığı gibi yaşamayan, 'yaşadığına inanmamak' veya 'inanmadan yaşamak' katlanılır olmadığı için, yaşadığı gibi inanmaya başlar. Zira, fıtratı tarafından kulağına sürekli doğru seçenek fısıldanan, vicdan ve akıl sahibi bir insan için 'yalanı yaşamak' mümkün değildir.
Dolayısıyla biz de yalanı 'doğru olduğuna inanarak' yaşanılır kılarız. Kendimizi aldatarak kendimize katlanırız. "Çok âşığın var diyorlar./ Yalan de yeter bana..." diyen şarkının bize haber verdiği halet-i ruhiye de budur. Hadis-i şeriflerde veya ehl-i sünnet ve'l-cemaat büyüklerinden bize ulaşan nasihatlerde 'tekrar tekrar tevbe edilmesi' konusunda yapılan yoğun tahşidat/vurgu, sadece güzel bir âdetin yerine getirilmesi gibi değil, hakikatin korunması için de gözetilmesi gereken bir hassasiyettir. Hakikat hakikat kaldığı sürece oraya varabilme umudu vardır. Ama hakikat tahrişe maruz kaldığında gidilecek yer kalmaz. Kalpler mühürlenir. Çünkü sahipleri tarafından tanımlar yanlış karşılıklarla mühürlenmiştir.
Özetle şunu demek istiyorum: Tevbe ettiğin sürece, en azından, kem hayatından pâk hakikati korursun. Tevbeyi bıraktığın zaman, hakikat hayatına, imanın günahına, ahlakın hatalarına maruz kalmaya başlar. İtiraf, istiğfar veya en azından kabul edilmeyen zaaf bulaşıcıdır. Senden sana, senden senin daha derin katmanlarına, fiilinden ahlakına, ahlakından imanına ve (senin nazarında) suçu olmayan başkalarına bulaşır. Bu madeni 'gurur'a değil 'tevbe'ye işlettirelim. Bediüzzaman'ın, 1. Lem'a'da, Hz. Yunus'un (a.s.) "Ben nefsime zulmettim!" itirafını da içeren duasını ve 2. Lem'a'da Hz. Eyyub (a.s.) duası üzerinden "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var!" hakikatini anlatmasını tesadüf olarak görmemeli. Bu sıralanış bize itiraf ve tevbenin küfre karşı nasıl bir duvar olduğunu da öğretiyor. Allahu'l-alem.
Zayıflığımızın sancıdığı her konuda kendimizi aldatma ihtiyacı duyarız. Bu, aynı zamanda, 'kendimize rağmen yaşamaya devam etmemizin' tek yoludur. Varoluşundan itibaren kusursuzu aramaya müptela kılınmış insan, sadece başkalarındaki arızalara değil, kendisindeki kırışıklıklara da dayanamaz. Kendisindeki kusurlara bakarak Allah'ı tenzih etmesi için verilmiş yetisiyle yanlış adreste oyalanmasının sonucudur bu. O bıçak üzerinde işlemeye başladığında canı öyle acır ki, şifanın tek yolunu, kendisini tenzih etmekte görür.
Bu bir iyileşme değil sürekli bir anestezidir. Diş ağrısını bir ömür asprinle giderme çabasıdır. Çünkü hakikat-i halde bunu başaramaz. Hayatının her köşesinde fondan düşmeyen bir müzik ona kusurlarını hatırlatır. Çarptığı her duvar, ayağına takılan her taş, gördüğü her vefasızlık, seçtiği her yanlış şık, geç kaldığı her buluşma, aldatıldığı her alışveriş... ona aslında kusurlu olduğunu fısıldar. Buna rağmen anesteziden vazgeçmek istemez. Acısıyla yüzleşmeye cesaret edemez. Peki ne yapar? Zaafından gururla kaçar. Kendisini aldatarak kendisini kurtarır. Kusurunu kabul etmektense onu inkar eder veya tevil eder veya görmezden gelir veya ondan dolayı kendisini değil başkalarını suçlar.
Kibrin kelime üzerinde bir anlam daraltmasına neden olabileceğini bu eşikten bakarak söyledim. Kendimizdeki kusuru kabul etmeden bahaneler ürettiğimiz, başkalarını suçladığımız veya tevil ile kendimizi kurtarma arayışına girdiğimiz her olayda aslında bir 'gururlanma' yaşarız. Ebeveyni ile yaşadığı sorunlarda kusuru tamamen onlarda gören ergen de, onlarla yaşadığı sorunlarda suçu tastamam çocuklarına yükleyen ebeveyn de bir 'gururlanma' yaşar. Fakat bu gururlanma kibir türünden değildir. Tenzih türündendir. İnsanın kendisini tenzih etmesinin dolayısıyla bir kibir olduğunu söylemek mümkündür. Ancak bunun hayata her aksedişinin kibir şeklinde olduğunu söylemek yanlıştır.
Tevbenin koruyuculuğu tam da bu noktada devreye girer. Tevbe, velev ki tevbe-i nasuh olmasa (yani ilgili olduğu günahtan tastamam kurtulmak başarılamasa da) ortaya koyduğu pişmanlık, itiraf ve istiğfar ile doğrunun hayatlarımıza maruz kalmasını engeller. 'Doğrunun hayatlarımıza maruz kalması' ne demektir? Bu arıza, Hz. Ömer'e (r.a.) atfen de işittiğim, şu meşhur kelam-ı kibarın ifade ettiği gibidir: "İnandığınız gibi yaşamazsınız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız." Evet, inandığı gibi yaşamayan, 'yaşadığına inanmamak' veya 'inanmadan yaşamak' katlanılır olmadığı için, yaşadığı gibi inanmaya başlar. Zira, fıtratı tarafından kulağına sürekli doğru seçenek fısıldanan, vicdan ve akıl sahibi bir insan için 'yalanı yaşamak' mümkün değildir.
Dolayısıyla biz de yalanı 'doğru olduğuna inanarak' yaşanılır kılarız. Kendimizi aldatarak kendimize katlanırız. "Çok âşığın var diyorlar./ Yalan de yeter bana..." diyen şarkının bize haber verdiği halet-i ruhiye de budur. Hadis-i şeriflerde veya ehl-i sünnet ve'l-cemaat büyüklerinden bize ulaşan nasihatlerde 'tekrar tekrar tevbe edilmesi' konusunda yapılan yoğun tahşidat/vurgu, sadece güzel bir âdetin yerine getirilmesi gibi değil, hakikatin korunması için de gözetilmesi gereken bir hassasiyettir. Hakikat hakikat kaldığı sürece oraya varabilme umudu vardır. Ama hakikat tahrişe maruz kaldığında gidilecek yer kalmaz. Kalpler mühürlenir. Çünkü sahipleri tarafından tanımlar yanlış karşılıklarla mühürlenmiştir.
Özetle şunu demek istiyorum: Tevbe ettiğin sürece, en azından, kem hayatından pâk hakikati korursun. Tevbeyi bıraktığın zaman, hakikat hayatına, imanın günahına, ahlakın hatalarına maruz kalmaya başlar. İtiraf, istiğfar veya en azından kabul edilmeyen zaaf bulaşıcıdır. Senden sana, senden senin daha derin katmanlarına, fiilinden ahlakına, ahlakından imanına ve (senin nazarında) suçu olmayan başkalarına bulaşır. Bu madeni 'gurur'a değil 'tevbe'ye işlettirelim. Bediüzzaman'ın, 1. Lem'a'da, Hz. Yunus'un (a.s.) "Ben nefsime zulmettim!" itirafını da içeren duasını ve 2. Lem'a'da Hz. Eyyub (a.s.) duası üzerinden "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var!" hakikatini anlatmasını tesadüf olarak görmemeli. Bu sıralanış bize itiraf ve tevbenin küfre karşı nasıl bir duvar olduğunu da öğretiyor. Allahu'l-alem.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...