Geçtiğimiz cumartesi Avcılar'da Sezer Harman abi Katre Risalesi'ndeki 'dört hastalık' bahsini ders yaptı. Dinlerken aklıma Bediüzzaman Hazretlerinin 'neden bu dördünü seçtiği' sorusu takıldı. Öyle ya. Hastalıklarımız dörde münhasır değildi. Daha nice nice rahatsızlıklarımız vardı. Sonra X'te, eski adıyla Twitter'da, Fikret Çetin Hoca'nın şu paylaşımını gördüm:
"Damdam bin Cevs el-Yemamî'den rivayet edildiğine göre, Ebû Hureyre (r.a.) kendisine şöyle dedi: "Ey Yemamî! Sakın bir adama 'Allah seni affetmez' veya 'Allah seni asla cennete koymaz' deme!" Ben de şöyle dedim: 'Ey Ebû Hureyre! Bu, öfkelendiğimiz zaman kardeşimize ve arkadaşımıza söylediğimiz bir sözdür.' Bunun üzerine Ebû Hureyre (r.a.) şöyle dedi: 'Sakın bunu söyleme! Çünkü ben Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu işittim: İsrâiloğulları arasında iki adam vardı. Birisi ibadette çok gayretli, diğeri ise nefsine karşı müsrif idi. Bu ikisi birbirine kardeş gibiydiler. İbadet eden kimse, diğerini her günah işlerken görür ve ona 'Ey filan! Vazgeç artık!' derdi. Diğeri ise 'Beni Rabbimle baş başa bırak, sen bana gözcü olarak mı gönderildin?' derdi. Nihayet bir gün onu büyük bir günah işlerken gördü ve ona 'Vay haline! Vazgeç artık!' dedi. Diğeri yine 'Beni Rabbimle baş başa bırak, sen bana gözcü olarak mı gönderildin?' dedi. Bunun üzerine o (ibadet eden adam) şöyle dedi: 'Allah'a yemin olsun ki, Allah seni affetmez' veya 'Allah seni asla cennete koymaz!' Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: Allah o ikisine bir melek gönderdi ve ruhlarını aldı. İkisi de Allah'ın huzurunda toplandılar. Allah Teâlâ günahkâra şöyle buyurdu: 'Git, rahmetimle cennete gir.' Diğerine ise şöyle buyurdu: 'Sen beni biliyor muydun? Benim elimdekine gücün yeter miydi? Onu ateşe götürün!' Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: 'Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, o bir kelime söyledi ki, dünyasını ve ahiretini mahvetti.' Ebû Dâvûd (4901) Sahih-i İbn Hibban (5712)."
Ebubekir Sifil Hoca'nın yıllar önce okuduğum bir makalesinde de, Allah dostlarından birisine atfen, şu manada bir hikmet nakledilmişti: "Allah'ın kudretini sınırlayıcı konuşmaktan sakın." Sonra bu 'dört hastalık' ile 'kudrete sınır çizmek' arasında bir ilgi bulunduğunu düşünmeye başladım.
Mesela: Yeis, yani ümitsizlik hastalığı, şöyle tarif ediliyordu orada: "Arkadaş! Amele ve tâate muvaffak olamayan azaptan korkar, ye'se düşer. Böyle bir me'yusun gözüne, dinî meselelere münafi ednâ ve zayıf bir emare, kocaman bir burhan görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez, diğer emarelerin sâikasıyla ilân-ı isyan ederek İslâm dâiresinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak eder."
Devamında ise "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin! Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlar..." ayeti hatırlatılarak şifanın orada aranması salık veriliyordu. Elhamdülillah. Fakat biraz dikkat kesilince ayetin bize söylediği şöyle hikmetler de vardı sanki: "İsimleri Allah'ın kudretleridir. Her isim Allah'ın kudretinin bir tezahür şeklini bize öğretir. Günahları bağışlamak hususunda Allah'ı kimse aciz bırakamaz. Kimse bu noktada Onun kudretine sınır çizemez. 'Yaratış kudretinde' sınır olmadığı gibi 'bağışlama kudretinde' de sınır yoktur. el-Kadîr oluşunda sınırı olmadığı gibi el-Gafûr ve er-Rahîm oluşlarında da sınırı yoktur. Dilediğini bağışlama gücü vardır."
Ümitsizlik hastalığına müptela olansa, Allah'ı bu yönünden sınırlama cür'etinde bulunuyordu. "Benim gibisini de affetmez artık!" diyordu. Böyle demesinin altında "Benim gibisini de affedemez!" demek vardı. Halbuki Allah dilediğini bağışlayabilirdi. Biz ancak 'şirk' gibi 'bağışlamayacağını kendisinin vaadettiği' seyyieler hakkında "Cenab-ı Hak bunu bağışlamaz!" diyebilirdik. Yoksa iman sahiplerinden herhangi birisinin hangi günahının bağışlanıp-bağışlanmayacağı konusunda bilgi sahibi değildik. Sınırlayıcı konuşmaya da hiçbir hakkımız yoktu. Yeis hastalığına müptela olan insan bir açıdan Allah'ın kudretini sınırlama hadsizliğinde bulunduğu için ters yola giriyordu. Girdiği bu yol da onu, hafazanallah, Allah'ı bütünüyle inkâr etme vartasına kadar götürebiliyordu. Demek ki kudretini sınırlayıcı konuşmanın/düşünmenin sonu, eyvah, en nihayet o kudretin bütünüyle inkârıydı.
İkinci hastalık olan 'Ucb' da bundan farklı değildi. Yerinden tarifini alalım: "Arkadaş! Ye'se düşen adam, azaptan kurtulmak için, istinad edecek bir noktayı aramaya başlar. Bakar ki, bir miktar hasenat ve kemâlâtı var. Hemen o kemâlâtına bel bağlar. Güvenerek der ki: 'Bu kemâlât beni kurtarır, yeter' diye bir derece rahat eder. Halbuki, a'mâle güvenmek ucubdur, insanı dalâlete atar. Çünkü, insanın yaptığı kemâlât ve iyiliklerde hakkı yoktur. Mülkü değildir; onlara güvenemez..."
Dikkat edilirse ucb hastalığında 'ümitsizlik' yoktu. Evet. Fakat ümidin yanlış yere bağlanması vardı. Akıbetinin garantisi olarak âmâlini görmek, yine Allah'ı "Ben bu kadar hayır işledikten sonra artık atamaz cehenneme!" diye birşeylere mecbur görmek, hâşâ, Onu 'azaplandırışında sınırlamak' manasına geliyordu. Celalî isimlerine sınır çizmeyi çağrıştırıyordu. Halbuki, Hak Teala, dilediğine rahmet edebileceği gibi, dilediğine de azap edebilirdi. Onu bu yönden de sınırlandırmanın imkânı yoktu. Şânı nasıl dilerse öyle yapardı. Kemali nasıl iktiza ederse öyle davranırdı. Kimse de Onun kudretini tasarruftan alıkoyamazdı.
Yani ucbun arkasında da bir tür 'sınırlama' bize gök kırpmaktaydı. Ve bu kırpma da 'ümidi rahmetten kesip kendine bağlama' arızasına sahipti. Rahmetle irtibatı kopardığından ayetin nehyine dahil oluyordu. Çünkü ayet "Ümit kesme!" değil "Allah'ın rahmetinden ümidizini kesmeyin!" buyuruyordu. Ümidi rahmetten kestikten sonra başka şeyler üzerinden yaşatma da sahih bir tavır değildi. İnsana, hâşâ, 'Rabbü'l-Âlemîni istemediklerini yapmaya mecbur edebilme' sanrısı veriyordu. Halbuki gökleri ve yeri yaratan Zülcelal'i kimse hiçbirşeye mecbur edemezdi.
Üçüncü hastalık 'gurur'du. Mürşidim onu da şöyle izah ediyordu: "Evet, gurur ile, insan maddî ve mânevî kemâlât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkaların kemâlâtına tenezzül etmeyip kendi kemâlâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslâf-ı izâmın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar. Ve evhama mâruz kalarak, bütün bütün çizgiden çıkarlar. Halbuki, eslâf-ı izâmın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlar kırk senede bulamazlar."
Ben bu hastalığın da 'kudreti sınırlama' vartasına sahip olduğunu düşünüyorum. Ne anlamda? Allah'ın rızasına mâtuf bilgiyi senden-benden daha iyi bilir, daha fâzıl, daha kâmil, daha dakik vs. kullar yaratamayacağı suizannıyla bir sınırlamadır bu. Halbuki Allah bizden daha iyi bilenini, daha fâzılını, daha kâmilini, daha dakikini vs. yaratmaktan aciz değildir. Modern insanın kibri geçmiş asırların sosyolojilerinin kendisinden üstün olabileceği fikrine kat'iyyen yaklaşmaz. Evrimciliğin kem mürekkebini yalayan bütün seküler ilimlerde gelecek geçmişten üstündür. Daha iyisi geçmişte olamaz. O yüzden ahirzaman mütekebbirleri Allah dostlarının kemaline inanmazlar. Onları kendilerinden daha üst görmeyi sevmezler, kabullenmezler, beğenmezler. Bu da derslerinden mahrum kalmayı netice verir. Oysa bu da bir sınırlayıcılıktır. Allah'ın herşeye kudreti yeter. Dilerse insanların en hayırlılarını 1400 yıl önce getirir dünyaya. Onlar deveye binerler. Toprağa oturup elle yemek yerler. Fakat bize üstün sayılırlar. Gurur hastalığına tutulansa herkesi ya 'eşiti' veya sıklıkla 'gerisinde' gördüğünden nasip yolu ona kapanmış olur.
Dördüncü hastalık olan 'suizan'da ise daha temel birşey var. Suizan tastamam zaten 'kudrete sınır çizme' mahiyeti taşıyor: "Evet, insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, sû-i zan sâikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binaenaleyh, eslâf-ı izâmın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek sû-i zandır. Sû-i zan ise, maddî ve mânevî içtimaiyatı zedeler..."
Allah'ın hayır yaratması mümkün olan olaylardan, sözlerden, kişilerden sürekli 'şerre kapı aralayan' beklentiler içine girmek; sanki Allah'ı hasım gibi hayal etmek; yine Onu 'neyi yaratacağına mecbur etmek' gibi imâ taşır. Hüda'nın daha yaratışının tamamını sana göstermediği yerde "Bu kesin şöyle bed birşey olacak..." diye konuşursan "Ben kulumun zannı üzereyim!" buyuran Rabbe bir dua yollamış olursun. Halbuki Allah'ın kudreti en beklemediğin yerlerden dahi hayır yaratmaya kâdirdir. Üstelik, suizanda, yine 'mümkünü kendine indirgemek-hapsetmek' vartası vardır. "Ben böyle berbatsam herkes de benim gibi berbattır!" yanlış empatisi bulunmaktadır.
Evet. Gururun dibi kazındığında da suizan çıkar. Ucbun altına kazma iliştirilince de suizan fışkırır. Yeisin toprağında da suizan lağımı saklanır. Ve bu suizan, maalesef, Allah'ın kudretine dair sınırlamaların tezahürüdür. Eksik Allah tasavvuru yaşantıda da 'hastalıklı tavır' şeklinde görünür. Şu ölçü kesinlikle unutulmamalıdır arkadaşım: İnsan, Allah'ı bilmenin bir yoludur, fakat Allah'ı sınırlamanın bir yolu değildir.
Bu yazıyı da İmam Şafiî rahimehullaha atfen nakledilen bir hikmetle bitirelim: "İmam Şafii’ye 'Allaha karşı suizan nasıl olur?' diye soruldu. Şöyle cevap verdi: Vesveseli olmak, her an musibet gelecek gibi bir korku içine girmek ve elinde bulunan nimetin yok olacağını beklemek, Rahman ve Rahim olan Allah’a karşı kötü zandandır."
Gurur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gurur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
7 Temmuz 2025 Pazartesi
14 Haziran 2019 Cuma
"Büyük görünme küçülürsün!"
Mürşidimin, Lemeat isimli eserinde, "Büyük görünme küçülürsün!" başlıklı bir metni var. Çok da uzun olmadığı için bu yazıya onu alıntılayarak başlayacağım: "Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için elbet cemiyet-i beşerde, içtimaî binada, görmek görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var. Ger pencere kamet-i kıymetinden yüksekse, tekebbürle tetâvül edecek, uzanacak. Ger pencere kamet-i himmetinden alçaksa, tevazuyla tekavvüs edecek, eğilecek. Kâmillerde büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda küçüklük mizanıdır büyüklük."
Bu metinden bencileyin anladığımı aktarmamı istersen diyebilirim ki: Eğer bir insanın işgal ettiği yerin adamı olup olmadığını anlamayı dilersen orada kalmak için sergilediği tavırlara bakacaksın. Eğer koltuk onu bozmuyorsa, yani nerede olduğunu çevresine hissettirmek-kabullendirmek için kasım kasım kasılmıyorsa, yapmacık tavırlar sergilemiyorsa, dengesizleşmiyorsa, bil ki: O adam durduğu yerin adamıdır. Hele bir de makamıyla birlikte tevazu artıyorsa, işgal ettiği koltukla birlikte gönlü de yüceliyorsa, çevresine ulaşabilmek için daha fazla eğiliyorsa, bil ki: O adamın asıl yeri şu an durduğundan da yücedir. Yani özetlersem: Parmaklarının ucunda dikilmeye çalışması gösterir ki: Küçüktür. Penceresi ona göre yüksektir. Kibirleniyordur. Eğilmesi gösterir ki: Büyüktür. Penceresi ona göre alçaktır. Tevazulanıyordur. İşte kişinin ahlakından tuttuğu koltuğun adamı olup olmadığı böylece anlaşılır.
Fakat bugünlerde, Yunus sûresindeki bir ayet-i kerimenin de yardımıyla, bu metne bakışım biraz değişti. 'Değişti' derken 'renklendi' veya 'zenginleşti' gibi manaları kastediyorum. Evet. Ne oldu peki? Anlatayım: Şu 'pencere' meselesini biraz da 'frekans' gibi düşünmeye başladım. "Hop, az yavaş gel, ne demek frekans?"
Onu anlamak içinse bir parça eski radyoların çalışma şeklini bilmeniz lazım. Eskiden nasıl bulurduk dinlemek istediğimiz istasyonu hatırlayanınız var mı? Radyonun irice bir düğmesi olurdu. Onu çevirirdik. Dinlemeyi arzuladığımız radyonun frekansına yaklaştığımız zaman önce hafiften hafiften sesi gelirdi. Cızırtılarla karışık olurdu bu ses genelde. Sonra yaklaştıkça cızırtılardan kurtulurdu. Netleşirdi. Aman, sakın, eğer düğmeyi fazla hızlı çevirirsek bu defa da diğer tarafa geçmekten dolayı cızırtılarla karşılaşırdık. Yani her şekilde alıcının ayarının vericiye, ne eksik ne fazla, tam uygun olması lazımdı. Olmazsa ses cızırtılanırdı.
İşte Yunus sûresinin 75. ayeti bu sadedde buyuruyor ki: "Sonra bunların arkasından Musa ile Harun’u ayetlerimizle Firavun’a ve cemaatine gönderdik. İman etmeyi kibirlerine yediremediler ve günahkâr bir kavim oldular." Bu ayetten başka kibrin hidayete engel olduğunu anlatan birçok ayet-i kerime var. Bir tanesi de şöyle mesela: "Allah: Ey İblis! O benim kudretimle yarattığıma secde etmene ne engel oldu? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun, dedi." Evet. Daha bunlar gibi birçok ayette, kibir, ayetleri görememenin, hidayete erememenin, hakikati farkememenin sebebi olarak zikrediliyor.
Tabii Ahmed kardeşiniz bu ayetleri böyle tokat tokat karşısında görünce düşünmeden edemiyor: Kibri böylesine tuzak kılan ne? Onun da cevabını bencileyin şöyle veriyorum: Kibir bizim çevremizle olan etkileşimimizi azaltır. Bizi küçültür. Aldıklarımızı/alabileceklerimizi ufaltır. Evet. Kibirli bir insan, her ne kadar çevresiyle ilişki içerisinde olsa da görünürde, etkileşimi ancak zahirdedir. Hiçbir parmağın içine dokunmasına izin vermez. Enfüsündeki hiçbir taşı yerinden oynatmaz. Kendisini işgal ettiği yerden etmez. Edecek olanlara da fırsat vermez. Tıpkı İblis'in Âdem aleyhisselam ile kendisine öğretileceklere fırsat vermemesi gibi.
Halbuki, başta hidayet olarak, tüm irfanî öğrenmelerin yeri insanın içidir. İnsan değişmesi gerekenin kendisi olduğunu kabul etmeye başladığında ancak tesir etmeye başlar hidayet. Psikoloji de dahil olmak üzere tüm ruhî şifalar böyledir. Orada değişmesi gereken hiçbirşeyin olmadığını düşünen, ne kadar bilgili de olsa, en fazla bir İblis olur. Öğrendikleri olduğuna körkütük inandığı yerin basamaklarına dönüşür. Uymuyorsa da tevil edilir. Hem kendisini en yukarıda gördüğünden bencilliğini de tetikler. Daha yukarıda olan elbette daha fazla savunulmalıdır. Daha merkezde olmalıdır. İsrafını da çoğaltır. Daha yukarıda olana daha fazla pastadan pay ayrılmalıdır. O herkesten daha fazlasını hakeder.
İş burada da kalmaz. Hırs başlar. Hakettiği yerin hep 'daha fazlası' olduğu düşüncesinden dolayı karamsarlık da işgal etmeye başlar her yanını. Çünkü karamsarlık dışa dönük cezalandırmadır. İnsanın özüne dokunulmasını, benliğinin yargılanmasını, egosunun sınanmasını engellemek için giyindiği bir zırhtır. Başarısızlık anında kendini sorgulamaktansa suçu dışarıda aramak daha kolay gelir.
Yani kibrin yüzünü nereye çevirirsek çevirelim özünde bir etkileşimsizlik yatıyor. Bir küçülme vukû buluyor. Kibirli insan içindeki hiyerarşiyi besleyecek bilgileri kabul ediyor sadece. Beslemeyenleri reddediyor. Fakat doğru elbette kişilere göre eğilip-bükülmekten müstağnidir. Bu nedenle de o dar eşikten, delikten, dehlizden geçmez. Müşteri aramaz.
Kibirli hidayete yüz vermez. Çünkü önce hidayet ona yüz vermez. İşte, arkadaşım, ben de kendime şu hisseyi aldım: Hidayet bağışlayan metinler karşılarında bir parça kararsız insanlar isterler. Uygun frekansları budur çünkü. Onların istasyonlarından nasiplenmek istersen sen de kendini havf/korku ve reca/ümit arasında tut. Aman düğmeyi iki tarafa doğru da fazla çevirme. Duyulması gerekeni duyamazsın. Ne 'yeis'e ne 'ucb'a sığınamazsın.
Bu metinden bencileyin anladığımı aktarmamı istersen diyebilirim ki: Eğer bir insanın işgal ettiği yerin adamı olup olmadığını anlamayı dilersen orada kalmak için sergilediği tavırlara bakacaksın. Eğer koltuk onu bozmuyorsa, yani nerede olduğunu çevresine hissettirmek-kabullendirmek için kasım kasım kasılmıyorsa, yapmacık tavırlar sergilemiyorsa, dengesizleşmiyorsa, bil ki: O adam durduğu yerin adamıdır. Hele bir de makamıyla birlikte tevazu artıyorsa, işgal ettiği koltukla birlikte gönlü de yüceliyorsa, çevresine ulaşabilmek için daha fazla eğiliyorsa, bil ki: O adamın asıl yeri şu an durduğundan da yücedir. Yani özetlersem: Parmaklarının ucunda dikilmeye çalışması gösterir ki: Küçüktür. Penceresi ona göre yüksektir. Kibirleniyordur. Eğilmesi gösterir ki: Büyüktür. Penceresi ona göre alçaktır. Tevazulanıyordur. İşte kişinin ahlakından tuttuğu koltuğun adamı olup olmadığı böylece anlaşılır.
Fakat bugünlerde, Yunus sûresindeki bir ayet-i kerimenin de yardımıyla, bu metne bakışım biraz değişti. 'Değişti' derken 'renklendi' veya 'zenginleşti' gibi manaları kastediyorum. Evet. Ne oldu peki? Anlatayım: Şu 'pencere' meselesini biraz da 'frekans' gibi düşünmeye başladım. "Hop, az yavaş gel, ne demek frekans?"
Onu anlamak içinse bir parça eski radyoların çalışma şeklini bilmeniz lazım. Eskiden nasıl bulurduk dinlemek istediğimiz istasyonu hatırlayanınız var mı? Radyonun irice bir düğmesi olurdu. Onu çevirirdik. Dinlemeyi arzuladığımız radyonun frekansına yaklaştığımız zaman önce hafiften hafiften sesi gelirdi. Cızırtılarla karışık olurdu bu ses genelde. Sonra yaklaştıkça cızırtılardan kurtulurdu. Netleşirdi. Aman, sakın, eğer düğmeyi fazla hızlı çevirirsek bu defa da diğer tarafa geçmekten dolayı cızırtılarla karşılaşırdık. Yani her şekilde alıcının ayarının vericiye, ne eksik ne fazla, tam uygun olması lazımdı. Olmazsa ses cızırtılanırdı.
İşte Yunus sûresinin 75. ayeti bu sadedde buyuruyor ki: "Sonra bunların arkasından Musa ile Harun’u ayetlerimizle Firavun’a ve cemaatine gönderdik. İman etmeyi kibirlerine yediremediler ve günahkâr bir kavim oldular." Bu ayetten başka kibrin hidayete engel olduğunu anlatan birçok ayet-i kerime var. Bir tanesi de şöyle mesela: "Allah: Ey İblis! O benim kudretimle yarattığıma secde etmene ne engel oldu? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun, dedi." Evet. Daha bunlar gibi birçok ayette, kibir, ayetleri görememenin, hidayete erememenin, hakikati farkememenin sebebi olarak zikrediliyor.
Tabii Ahmed kardeşiniz bu ayetleri böyle tokat tokat karşısında görünce düşünmeden edemiyor: Kibri böylesine tuzak kılan ne? Onun da cevabını bencileyin şöyle veriyorum: Kibir bizim çevremizle olan etkileşimimizi azaltır. Bizi küçültür. Aldıklarımızı/alabileceklerimizi ufaltır. Evet. Kibirli bir insan, her ne kadar çevresiyle ilişki içerisinde olsa da görünürde, etkileşimi ancak zahirdedir. Hiçbir parmağın içine dokunmasına izin vermez. Enfüsündeki hiçbir taşı yerinden oynatmaz. Kendisini işgal ettiği yerden etmez. Edecek olanlara da fırsat vermez. Tıpkı İblis'in Âdem aleyhisselam ile kendisine öğretileceklere fırsat vermemesi gibi.
Halbuki, başta hidayet olarak, tüm irfanî öğrenmelerin yeri insanın içidir. İnsan değişmesi gerekenin kendisi olduğunu kabul etmeye başladığında ancak tesir etmeye başlar hidayet. Psikoloji de dahil olmak üzere tüm ruhî şifalar böyledir. Orada değişmesi gereken hiçbirşeyin olmadığını düşünen, ne kadar bilgili de olsa, en fazla bir İblis olur. Öğrendikleri olduğuna körkütük inandığı yerin basamaklarına dönüşür. Uymuyorsa da tevil edilir. Hem kendisini en yukarıda gördüğünden bencilliğini de tetikler. Daha yukarıda olan elbette daha fazla savunulmalıdır. Daha merkezde olmalıdır. İsrafını da çoğaltır. Daha yukarıda olana daha fazla pastadan pay ayrılmalıdır. O herkesten daha fazlasını hakeder.
İş burada da kalmaz. Hırs başlar. Hakettiği yerin hep 'daha fazlası' olduğu düşüncesinden dolayı karamsarlık da işgal etmeye başlar her yanını. Çünkü karamsarlık dışa dönük cezalandırmadır. İnsanın özüne dokunulmasını, benliğinin yargılanmasını, egosunun sınanmasını engellemek için giyindiği bir zırhtır. Başarısızlık anında kendini sorgulamaktansa suçu dışarıda aramak daha kolay gelir.
Yani kibrin yüzünü nereye çevirirsek çevirelim özünde bir etkileşimsizlik yatıyor. Bir küçülme vukû buluyor. Kibirli insan içindeki hiyerarşiyi besleyecek bilgileri kabul ediyor sadece. Beslemeyenleri reddediyor. Fakat doğru elbette kişilere göre eğilip-bükülmekten müstağnidir. Bu nedenle de o dar eşikten, delikten, dehlizden geçmez. Müşteri aramaz.
Kibirli hidayete yüz vermez. Çünkü önce hidayet ona yüz vermez. İşte, arkadaşım, ben de kendime şu hisseyi aldım: Hidayet bağışlayan metinler karşılarında bir parça kararsız insanlar isterler. Uygun frekansları budur çünkü. Onların istasyonlarından nasiplenmek istersen sen de kendini havf/korku ve reca/ümit arasında tut. Aman düğmeyi iki tarafa doğru da fazla çevirme. Duyulması gerekeni duyamazsın. Ne 'yeis'e ne 'ucb'a sığınamazsın.
28 Nisan 2017 Cuma
Tevbe nasıl iyileştirir?
Mürşidim bir yerde diyor ki: "Zaaf gururun madenidir." Ben bu ifadeyi, Virginia Woolf'ün Pazartesi ya da Salı'da söylediği, "Bizi aldatan bizi kurtarır!" cümlesiyle beraber anlamayı tercih ediyorum. Hakikaten de tüm 'gururlanmaların' yani 'aldanışların' özünde bir 'zaaftan kurtulma arzusu' vardır. Bizdeki kullanımları her ne kadar kelimeyi 'kibir/büyüklenme' manasına doğru kaydırsa da Arapçada 'gurur' aslında 'aldanma' demektir. Ve bu pencereden bakınca şunu söylemek mümkündür: Kibir hiç kuşkusuz bir aldanıştır. Benliğini aslında olduğundan üstün/aşkın birşey sanmak veya sanrılamaktır. Fakat, dikkat edelim, bu aynı zamanda bir anlam daraltmasıdır. Çünkü her aldanış kibir değildir. Daha doğrusu: Aldanış sadece kibirden ibaret değildir. İnsan kendisi hakkında kibirden farklı şekillerde de aldanır.
Zayıflığımızın sancıdığı her konuda kendimizi aldatma ihtiyacı duyarız. Bu, aynı zamanda, 'kendimize rağmen yaşamaya devam etmemizin' tek yoludur. Varoluşundan itibaren kusursuzu aramaya müptela kılınmış insan, sadece başkalarındaki arızalara değil, kendisindeki kırışıklıklara da dayanamaz. Kendisindeki kusurlara bakarak Allah'ı tenzih etmesi için verilmiş yetisiyle yanlış adreste oyalanmasının sonucudur bu. O bıçak üzerinde işlemeye başladığında canı öyle acır ki, şifanın tek yolunu, kendisini tenzih etmekte görür.
Bu bir iyileşme değil sürekli bir anestezidir. Diş ağrısını bir ömür asprinle giderme çabasıdır. Çünkü hakikat-i halde bunu başaramaz. Hayatının her köşesinde fondan düşmeyen bir müzik ona kusurlarını hatırlatır. Çarptığı her duvar, ayağına takılan her taş, gördüğü her vefasızlık, seçtiği her yanlış şık, geç kaldığı her buluşma, aldatıldığı her alışveriş... ona aslında kusurlu olduğunu fısıldar. Buna rağmen anesteziden vazgeçmek istemez. Acısıyla yüzleşmeye cesaret edemez. Peki ne yapar? Zaafından gururla kaçar. Kendisini aldatarak kendisini kurtarır. Kusurunu kabul etmektense onu inkar eder veya tevil eder veya görmezden gelir veya ondan dolayı kendisini değil başkalarını suçlar.
Kibrin kelime üzerinde bir anlam daraltmasına neden olabileceğini bu eşikten bakarak söyledim. Kendimizdeki kusuru kabul etmeden bahaneler ürettiğimiz, başkalarını suçladığımız veya tevil ile kendimizi kurtarma arayışına girdiğimiz her olayda aslında bir 'gururlanma' yaşarız. Ebeveyni ile yaşadığı sorunlarda kusuru tamamen onlarda gören ergen de, onlarla yaşadığı sorunlarda suçu tastamam çocuklarına yükleyen ebeveyn de bir 'gururlanma' yaşar. Fakat bu gururlanma kibir türünden değildir. Tenzih türündendir. İnsanın kendisini tenzih etmesinin dolayısıyla bir kibir olduğunu söylemek mümkündür. Ancak bunun hayata her aksedişinin kibir şeklinde olduğunu söylemek yanlıştır.
Tevbenin koruyuculuğu tam da bu noktada devreye girer. Tevbe, velev ki tevbe-i nasuh olmasa (yani ilgili olduğu günahtan tastamam kurtulmak başarılamasa da) ortaya koyduğu pişmanlık, itiraf ve istiğfar ile doğrunun hayatlarımıza maruz kalmasını engeller. 'Doğrunun hayatlarımıza maruz kalması' ne demektir? Bu arıza, Hz. Ömer'e (r.a.) atfen de işittiğim, şu meşhur kelam-ı kibarın ifade ettiği gibidir: "İnandığınız gibi yaşamazsınız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız." Evet, inandığı gibi yaşamayan, 'yaşadığına inanmamak' veya 'inanmadan yaşamak' katlanılır olmadığı için, yaşadığı gibi inanmaya başlar. Zira, fıtratı tarafından kulağına sürekli doğru seçenek fısıldanan, vicdan ve akıl sahibi bir insan için 'yalanı yaşamak' mümkün değildir.
Dolayısıyla biz de yalanı 'doğru olduğuna inanarak' yaşanılır kılarız. Kendimizi aldatarak kendimize katlanırız. "Çok âşığın var diyorlar./ Yalan de yeter bana..." diyen şarkının bize haber verdiği halet-i ruhiye de budur. Hadis-i şeriflerde veya ehl-i sünnet ve'l-cemaat büyüklerinden bize ulaşan nasihatlerde 'tekrar tekrar tevbe edilmesi' konusunda yapılan yoğun tahşidat/vurgu, sadece güzel bir âdetin yerine getirilmesi gibi değil, hakikatin korunması için de gözetilmesi gereken bir hassasiyettir. Hakikat hakikat kaldığı sürece oraya varabilme umudu vardır. Ama hakikat tahrişe maruz kaldığında gidilecek yer kalmaz. Kalpler mühürlenir. Çünkü sahipleri tarafından tanımlar yanlış karşılıklarla mühürlenmiştir.
Özetle şunu demek istiyorum: Tevbe ettiğin sürece, en azından, kem hayatından pâk hakikati korursun. Tevbeyi bıraktığın zaman, hakikat hayatına, imanın günahına, ahlakın hatalarına maruz kalmaya başlar. İtiraf, istiğfar veya en azından kabul edilmeyen zaaf bulaşıcıdır. Senden sana, senden senin daha derin katmanlarına, fiilinden ahlakına, ahlakından imanına ve (senin nazarında) suçu olmayan başkalarına bulaşır. Bu madeni 'gurur'a değil 'tevbe'ye işlettirelim. Bediüzzaman'ın, 1. Lem'a'da, Hz. Yunus'un (a.s.) "Ben nefsime zulmettim!" itirafını da içeren duasını ve 2. Lem'a'da Hz. Eyyub (a.s.) duası üzerinden "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var!" hakikatini anlatmasını tesadüf olarak görmemeli. Bu sıralanış bize itiraf ve tevbenin küfre karşı nasıl bir duvar olduğunu da öğretiyor. Allahu'l-alem.
Zayıflığımızın sancıdığı her konuda kendimizi aldatma ihtiyacı duyarız. Bu, aynı zamanda, 'kendimize rağmen yaşamaya devam etmemizin' tek yoludur. Varoluşundan itibaren kusursuzu aramaya müptela kılınmış insan, sadece başkalarındaki arızalara değil, kendisindeki kırışıklıklara da dayanamaz. Kendisindeki kusurlara bakarak Allah'ı tenzih etmesi için verilmiş yetisiyle yanlış adreste oyalanmasının sonucudur bu. O bıçak üzerinde işlemeye başladığında canı öyle acır ki, şifanın tek yolunu, kendisini tenzih etmekte görür.
Bu bir iyileşme değil sürekli bir anestezidir. Diş ağrısını bir ömür asprinle giderme çabasıdır. Çünkü hakikat-i halde bunu başaramaz. Hayatının her köşesinde fondan düşmeyen bir müzik ona kusurlarını hatırlatır. Çarptığı her duvar, ayağına takılan her taş, gördüğü her vefasızlık, seçtiği her yanlış şık, geç kaldığı her buluşma, aldatıldığı her alışveriş... ona aslında kusurlu olduğunu fısıldar. Buna rağmen anesteziden vazgeçmek istemez. Acısıyla yüzleşmeye cesaret edemez. Peki ne yapar? Zaafından gururla kaçar. Kendisini aldatarak kendisini kurtarır. Kusurunu kabul etmektense onu inkar eder veya tevil eder veya görmezden gelir veya ondan dolayı kendisini değil başkalarını suçlar.
Kibrin kelime üzerinde bir anlam daraltmasına neden olabileceğini bu eşikten bakarak söyledim. Kendimizdeki kusuru kabul etmeden bahaneler ürettiğimiz, başkalarını suçladığımız veya tevil ile kendimizi kurtarma arayışına girdiğimiz her olayda aslında bir 'gururlanma' yaşarız. Ebeveyni ile yaşadığı sorunlarda kusuru tamamen onlarda gören ergen de, onlarla yaşadığı sorunlarda suçu tastamam çocuklarına yükleyen ebeveyn de bir 'gururlanma' yaşar. Fakat bu gururlanma kibir türünden değildir. Tenzih türündendir. İnsanın kendisini tenzih etmesinin dolayısıyla bir kibir olduğunu söylemek mümkündür. Ancak bunun hayata her aksedişinin kibir şeklinde olduğunu söylemek yanlıştır.
Tevbenin koruyuculuğu tam da bu noktada devreye girer. Tevbe, velev ki tevbe-i nasuh olmasa (yani ilgili olduğu günahtan tastamam kurtulmak başarılamasa da) ortaya koyduğu pişmanlık, itiraf ve istiğfar ile doğrunun hayatlarımıza maruz kalmasını engeller. 'Doğrunun hayatlarımıza maruz kalması' ne demektir? Bu arıza, Hz. Ömer'e (r.a.) atfen de işittiğim, şu meşhur kelam-ı kibarın ifade ettiği gibidir: "İnandığınız gibi yaşamazsınız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız." Evet, inandığı gibi yaşamayan, 'yaşadığına inanmamak' veya 'inanmadan yaşamak' katlanılır olmadığı için, yaşadığı gibi inanmaya başlar. Zira, fıtratı tarafından kulağına sürekli doğru seçenek fısıldanan, vicdan ve akıl sahibi bir insan için 'yalanı yaşamak' mümkün değildir.
Dolayısıyla biz de yalanı 'doğru olduğuna inanarak' yaşanılır kılarız. Kendimizi aldatarak kendimize katlanırız. "Çok âşığın var diyorlar./ Yalan de yeter bana..." diyen şarkının bize haber verdiği halet-i ruhiye de budur. Hadis-i şeriflerde veya ehl-i sünnet ve'l-cemaat büyüklerinden bize ulaşan nasihatlerde 'tekrar tekrar tevbe edilmesi' konusunda yapılan yoğun tahşidat/vurgu, sadece güzel bir âdetin yerine getirilmesi gibi değil, hakikatin korunması için de gözetilmesi gereken bir hassasiyettir. Hakikat hakikat kaldığı sürece oraya varabilme umudu vardır. Ama hakikat tahrişe maruz kaldığında gidilecek yer kalmaz. Kalpler mühürlenir. Çünkü sahipleri tarafından tanımlar yanlış karşılıklarla mühürlenmiştir.
Özetle şunu demek istiyorum: Tevbe ettiğin sürece, en azından, kem hayatından pâk hakikati korursun. Tevbeyi bıraktığın zaman, hakikat hayatına, imanın günahına, ahlakın hatalarına maruz kalmaya başlar. İtiraf, istiğfar veya en azından kabul edilmeyen zaaf bulaşıcıdır. Senden sana, senden senin daha derin katmanlarına, fiilinden ahlakına, ahlakından imanına ve (senin nazarında) suçu olmayan başkalarına bulaşır. Bu madeni 'gurur'a değil 'tevbe'ye işlettirelim. Bediüzzaman'ın, 1. Lem'a'da, Hz. Yunus'un (a.s.) "Ben nefsime zulmettim!" itirafını da içeren duasını ve 2. Lem'a'da Hz. Eyyub (a.s.) duası üzerinden "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var!" hakikatini anlatmasını tesadüf olarak görmemeli. Bu sıralanış bize itiraf ve tevbenin küfre karşı nasıl bir duvar olduğunu da öğretiyor. Allahu'l-alem.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Hüseyin Yılmaz beni asla yıldıramaz :)
Efendim, elhamdülillah, Hüseyin Yılmaz abinin "Bediüzzaman erkek değil miydi?" başlıklı yazısını okumak lütfûna eriştim. Haddim o...
-
" Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsnüzanda bulunup da: 'Bu, apaçık bir iftiradır...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...