Geçtiğimiz cumartesi Avcılar'da Sezer Harman abi Katre Risalesi'ndeki 'dört hastalık' bahsini ders yaptı. Dinlerken aklıma Bediüzzaman Hazretlerinin 'neden bu dördünü seçtiği' sorusu takıldı. Öyle ya. Hastalıklarımız dörde münhasır değildi. Daha nice nice rahatsızlıklarımız vardı. Sonra X'te, eski adıyla Twitter'da, Fikret Çetin Hoca'nın şu paylaşımını gördüm:
"Damdam bin Cevs el-Yemamî'den rivayet edildiğine göre, Ebû Hureyre (r.a.) kendisine şöyle dedi: "Ey Yemamî! Sakın bir adama 'Allah seni affetmez' veya 'Allah seni asla cennete koymaz' deme!" Ben de şöyle dedim: 'Ey Ebû Hureyre! Bu, öfkelendiğimiz zaman kardeşimize ve arkadaşımıza söylediğimiz bir sözdür.' Bunun üzerine Ebû Hureyre (r.a.) şöyle dedi: 'Sakın bunu söyleme! Çünkü ben Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu işittim: İsrâiloğulları arasında iki adam vardı. Birisi ibadette çok gayretli, diğeri ise nefsine karşı müsrif idi. Bu ikisi birbirine kardeş gibiydiler. İbadet eden kimse, diğerini her günah işlerken görür ve ona 'Ey filan! Vazgeç artık!' derdi. Diğeri ise 'Beni Rabbimle baş başa bırak, sen bana gözcü olarak mı gönderildin?' derdi. Nihayet bir gün onu büyük bir günah işlerken gördü ve ona 'Vay haline! Vazgeç artık!' dedi. Diğeri yine 'Beni Rabbimle baş başa bırak, sen bana gözcü olarak mı gönderildin?' dedi. Bunun üzerine o (ibadet eden adam) şöyle dedi: 'Allah'a yemin olsun ki, Allah seni affetmez' veya 'Allah seni asla cennete koymaz!' Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: Allah o ikisine bir melek gönderdi ve ruhlarını aldı. İkisi de Allah'ın huzurunda toplandılar. Allah Teâlâ günahkâra şöyle buyurdu: 'Git, rahmetimle cennete gir.' Diğerine ise şöyle buyurdu: 'Sen beni biliyor muydun? Benim elimdekine gücün yeter miydi? Onu ateşe götürün!' Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: 'Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, o bir kelime söyledi ki, dünyasını ve ahiretini mahvetti.' Ebû Dâvûd (4901) Sahih-i İbn Hibban (5712)."
Ebubekir Sifil Hoca'nın yıllar önce okuduğum bir makalesinde de, Allah dostlarından birisine atfen, şu manada bir hikmet nakledilmişti: "Allah'ın kudretini sınırlayıcı konuşmaktan sakın." Sonra bu 'dört hastalık' ile 'kudrete sınır çizmek' arasında bir ilgi bulunduğunu düşünmeye başladım.
Mesela: Yeis, yani ümitsizlik hastalığı, şöyle tarif ediliyordu orada: "Arkadaş! Amele ve tâate muvaffak olamayan azaptan korkar, ye'se düşer. Böyle bir me'yusun gözüne, dinî meselelere münafi ednâ ve zayıf bir emare, kocaman bir burhan görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez, diğer emarelerin sâikasıyla ilân-ı isyan ederek İslâm dâiresinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak eder."
Devamında ise "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin! Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlar..." ayeti hatırlatılarak şifanın orada aranması salık veriliyordu. Elhamdülillah. Fakat biraz dikkat kesilince ayetin bize söylediği şöyle hikmetler de vardı sanki: "İsimleri Allah'ın kudretleridir. Her isim Allah'ın kudretinin bir tezahür şeklini bize öğretir. Günahları bağışlamak hususunda Allah'ı kimse aciz bırakamaz. Kimse bu noktada Onun kudretine sınır çizemez. 'Yaratış kudretinde' sınır olmadığı gibi 'bağışlama kudretinde' de sınır yoktur. el-Kadîr oluşunda sınırı olmadığı gibi el-Gafûr ve er-Rahîm oluşlarında da sınırı yoktur. Dilediğini bağışlama gücü vardır."
Ümitsizlik hastalığına müptela olansa, Allah'ı bu yönünden sınırlama cür'etinde bulunuyordu. "Benim gibisini de affetmez artık!" diyordu. Böyle demesinin altında "Benim gibisini de affedemez!" demek vardı. Halbuki Allah dilediğini bağışlayabilirdi. Biz ancak 'şirk' gibi 'bağışlamayacağını kendisinin vaadettiği' seyyieler hakkında "Cenab-ı Hak bunu bağışlamaz!" diyebilirdik. Yoksa iman sahiplerinden herhangi birisinin hangi günahının bağışlanıp-bağışlanmayacağı konusunda bilgi sahibi değildik. Sınırlayıcı konuşmaya da hiçbir hakkımız yoktu. Yeis hastalığına müptela olan insan bir açıdan Allah'ın kudretini sınırlama hadsizliğinde bulunduğu için ters yola giriyordu. Girdiği bu yol da onu, hafazanallah, Allah'ı bütünüyle inkâr etme vartasına kadar götürebiliyordu. Demek ki kudretini sınırlayıcı konuşmanın/düşünmenin sonu, eyvah, en nihayet o kudretin bütünüyle inkârıydı.
İkinci hastalık olan 'Ucb' da bundan farklı değildi. Yerinden tarifini alalım: "Arkadaş! Ye'se düşen adam, azaptan kurtulmak için, istinad edecek bir noktayı aramaya başlar. Bakar ki, bir miktar hasenat ve kemâlâtı var. Hemen o kemâlâtına bel bağlar. Güvenerek der ki: 'Bu kemâlât beni kurtarır, yeter' diye bir derece rahat eder. Halbuki, a'mâle güvenmek ucubdur, insanı dalâlete atar. Çünkü, insanın yaptığı kemâlât ve iyiliklerde hakkı yoktur. Mülkü değildir; onlara güvenemez..."
Dikkat edilirse ucb hastalığında 'ümitsizlik' yoktu. Evet. Fakat ümidin yanlış yere bağlanması vardı. Akıbetinin garantisi olarak âmâlini görmek, yine Allah'ı "Ben bu kadar hayır işledikten sonra artık atamaz cehenneme!" diye birşeylere mecbur görmek, hâşâ, Onu 'azaplandırışında sınırlamak' manasına geliyordu. Celalî isimlerine sınır çizmeyi çağrıştırıyordu. Halbuki, Hak Teala, dilediğine rahmet edebileceği gibi, dilediğine de azap edebilirdi. Onu bu yönden de sınırlandırmanın imkânı yoktu. Şânı nasıl dilerse öyle yapardı. Kemali nasıl iktiza ederse öyle davranırdı. Kimse de Onun kudretini tasarruftan alıkoyamazdı.
Yani ucbun arkasında da bir tür 'sınırlama' bize gök kırpmaktaydı. Ve bu kırpma da 'ümidi rahmetten kesip kendine bağlama' arızasına sahipti. Rahmetle irtibatı kopardığından ayetin nehyine dahil oluyordu. Çünkü ayet "Ümit kesme!" değil "Allah'ın rahmetinden ümidizini kesmeyin!" buyuruyordu. Ümidi rahmetten kestikten sonra başka şeyler üzerinden yaşatma da sahih bir tavır değildi. İnsana, hâşâ, 'Rabbü'l-Âlemîni istemediklerini yapmaya mecbur edebilme' sanrısı veriyordu. Halbuki gökleri ve yeri yaratan Zülcelal'i kimse hiçbirşeye mecbur edemezdi.
Üçüncü hastalık 'gurur'du. Mürşidim onu da şöyle izah ediyordu: "Evet, gurur ile, insan maddî ve mânevî kemâlât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkaların kemâlâtına tenezzül etmeyip kendi kemâlâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslâf-ı izâmın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar. Ve evhama mâruz kalarak, bütün bütün çizgiden çıkarlar. Halbuki, eslâf-ı izâmın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlar kırk senede bulamazlar."
Ben bu hastalığın da 'kudreti sınırlama' vartasına sahip olduğunu düşünüyorum. Ne anlamda? Allah'ın rızasına mâtuf bilgiyi senden-benden daha iyi bilir, daha fâzıl, daha kâmil, daha dakik vs. kullar yaratamayacağı suizannıyla bir sınırlamadır bu. Halbuki Allah bizden daha iyi bilenini, daha fâzılını, daha kâmilini, daha dakikini vs. yaratmaktan aciz değildir. Modern insanın kibri geçmiş asırların sosyolojilerinin kendisinden üstün olabileceği fikrine kat'iyyen yaklaşmaz. Evrimciliğin kem mürekkebini yalayan bütün seküler ilimlerde gelecek geçmişten üstündür. Daha iyisi geçmişte olamaz. O yüzden ahirzaman mütekebbirleri Allah dostlarının kemaline inanmazlar. Onları kendilerinden daha üst görmeyi sevmezler, kabullenmezler, beğenmezler. Bu da derslerinden mahrum kalmayı netice verir. Oysa bu da bir sınırlayıcılıktır. Allah'ın herşeye kudreti yeter. Dilerse insanların en hayırlılarını 1400 yıl önce getirir dünyaya. Onlar deveye binerler. Toprağa oturup elle yemek yerler. Fakat bize üstün sayılırlar. Gurur hastalığına tutulansa herkesi ya 'eşiti' veya sıklıkla 'gerisinde' gördüğünden nasip yolu ona kapanmış olur.
Dördüncü hastalık olan 'suizan'da ise daha temel birşey var. Suizan tastamam zaten 'kudrete sınır çizme' mahiyeti taşıyor: "Evet, insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, sû-i zan sâikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binaenaleyh, eslâf-ı izâmın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek sû-i zandır. Sû-i zan ise, maddî ve mânevî içtimaiyatı zedeler..."
Allah'ın hayır yaratması mümkün olan olaylardan, sözlerden, kişilerden sürekli 'şerre kapı aralayan' beklentiler içine girmek; sanki Allah'ı hasım gibi hayal etmek; yine Onu 'neyi yaratacağına mecbur etmek' gibi imâ taşır. Hüda'nın daha yaratışının tamamını sana göstermediği yerde "Bu kesin şöyle bed birşey olacak..." diye konuşursan "Ben kulumun zannı üzereyim!" buyuran Rabbe bir dua yollamış olursun. Halbuki Allah'ın kudreti en beklemediğin yerlerden dahi hayır yaratmaya kâdirdir. Üstelik, suizanda, yine 'mümkünü kendine indirgemek-hapsetmek' vartası vardır. "Ben böyle berbatsam herkes de benim gibi berbattır!" yanlış empatisi bulunmaktadır.
Evet. Gururun dibi kazındığında da suizan çıkar. Ucbun altına kazma iliştirilince de suizan fışkırır. Yeisin toprağında da suizan lağımı saklanır. Ve bu suizan, maalesef, Allah'ın kudretine dair sınırlamaların tezahürüdür. Eksik Allah tasavvuru yaşantıda da 'hastalıklı tavır' şeklinde görünür. Şu ölçü kesinlikle unutulmamalıdır arkadaşım: İnsan, Allah'ı bilmenin bir yoludur, fakat Allah'ı sınırlamanın bir yolu değildir.
Bu yazıyı da İmam Şafiî rahimehullaha atfen nakledilen bir hikmetle bitirelim: "İmam Şafii’ye 'Allaha karşı suizan nasıl olur?' diye soruldu. Şöyle cevap verdi: Vesveseli olmak, her an musibet gelecek gibi bir korku içine girmek ve elinde bulunan nimetin yok olacağını beklemek, Rahman ve Rahim olan Allah’a karşı kötü zandandır."
Ümitsizlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ümitsizlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
7 Temmuz 2025 Pazartesi
11 Ekim 2017 Çarşamba
Karamsarlık neden tehlikeli?
Şundan eminim: Ümitsizlik kabalaştırır. Çaresizlik insanı olduğundan daha kötü kılar. Kem yanlarını ortaya çıkarır. (Zaten aşikâr olanları da besler.) İyimserler için kaos bir felakettir. Seçilmemesi gereken şıktır. Kötünün kötüsüdür. En kötüdür. Karanlıktır. Karamsarlar içinse kaos bir merdivendir. Ardından ışığın beklendiği (ama bir dogma gibi beklendiği) iradeli bir karartmadır.
Bence bu da bir tür nihilizmdir. Fakat yarımca bir nihilizmdir. Karamsarlar, herşeyi hiçleştirmeye elbette vardırlar, ancak bunu hiçliği sahiden göze alarak, yani 'sonuçtan gerçekten bir hiç umarak' yapmazlar. Ardından bir varlık bekleyerek, yani varlığı yıkımdan umarak, yaparlar. (Pardon. Düzeltme: Yıkarlar.) Bu yönleri onları mürşidimin tabiriyle 'sofestailerden bile daha ahmak' yapar. Zira 'yapabilecekken yıkmak' bir aptallıktır. Bu şekliyle seçilen yolun 'salt bir aptallık olarak' kabul edilebilir bir yanı vardır. Fakat 'yıkmaktan yapmayı ummak' öncekiyle kıyas kabul etmeyecek şekilde katmerli bir aptallıktır. Kabul edilebilir yanı yoktur. Mürşidime göre saadet-i hayat için inkâr-ı uluhiyet yolunu tercih etmek tam da budur.
The Colony filmini izleyenler Laurence Fishburne ve Kevin Zegers'ın insan doğası üzerine yaptıkları sohbeti hatırlayacaklardır. Fishburne der ki orada: "Umut olmayınca insan hayal bile edemeyeceğin kötülükler yapabilir." Film de zaten böylesi bir sürecinin ardından 'ölü kardeşlerinin etini yiyebilecek kadar' yamyamlaşmış bir topluluğun gerilim yüklü öyküsünü anlatır. Karamsarlıkları hayatta kalma hırslarıyla birleşince onları hayvanlardan aşağı düşürmüştür. Kem yanlarını ortaya çıkarmıştır.
Ben, şimdilerde, Kur'an'da 'ölü kardeşinin etini yemek' olarak tarif edilen gıybetin de sinesinde böylesi bir ümitsizlik hastalığını sakladığını düşünüyorum. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Gıybet bir yıkım hamlesidir. Yüzü yıkmaya bakar. Yaralamaya çağırır. İçinizde çoktan yıkılmış birşeyin gıybetini edersiniz. Muhatabınızın gözünde de yıkılsın istediğiniz şeyin gıybetini edersiniz. Gıybet bu yönüyle öncesiyle ve sonrasıyla saldırıdır. Zarar görmesi istenen şeyin gıybeti yapılır.
Bu bana şunu da düşündürüyor: Birisinin gıybetini ettiğimizde aslında bir yönüyle ondan ümidimizi kesmiş oluyoruz. Yani onun (veya kendimizin) bir kemliği hakkında verdiğimiz 'değişmezlik hükmü' bizi 'gıybetini edebilir' kılıyor. Islahın mümkün olduğunu düşünmediğimiz yerde bir dedikodu fırtınasıdır başlıyor. Böyle yapmakla, ya kendimizi ıslah edemediğimiz için bizden daha iyi olanı seviyemize indirmeyi deniyoruz, yahut da muhatabımızın kem bir huyunun ıslah-ı gayr-ı kabil olduğunu düşündüğümüz için gıybet ederek zararından korunmaya çalışıyoruz.
Hem gıybet de iftiradan tam bu noktada ayrılıyor. Dikkatinizi çekmiştir: İnsan gıybet ettiği kadar iftira etmez. (Genelde böyledir bu.) Çünkü iftiranın doğru olduğuna inanmaz. İçi kendisini yadırgar. Eğer vicdanı tastamam çürümemişse, müfterinin kalbi, kendi iftirasının hiç geçmeyen sancısı yüzünden sızım sızım sızlayacaktır.
Lakin gıybette böyle olmuyor. Çünkü içimizde bir yerlerde söylediklerimizin doğru olduğunu düşünüyoruz. İyi birşeye hizmet ettiğimizi sanıyoruz. Kem kelamımızın hakikat olduğu veya ona hizmet ettiği düşüncesi bizi 'konuşabilir' kılıyor. (Yahut da biz öyle olabileceğini düşlüyoruz.) Bu neden böyle oluyor? Bence biraz şundan: İnsan, fıtraten kötülüğe karşı koymak istiyor, hem de bulabildiği her araçla bunu yapmak istiyor. Dil de bunlardan birisi.
Gıybet edilen husus eğer şahit olunan bir kötülükse (ki genelde böyledir) nefis buradan bir cerbeze üretebiliyor. Savunma güdüsüyle makulleştirebiliyor. Bazen de gıybeti edilen şeyin kemali bize içimizdeki zararı (uğrayacağımız zararı) hatırlattığı için acımızı gıybetiyle bastırıyoruz. Onu seviyemize indirmek, bizim gibi kusurlu birisi yapmak, yaralarımızı normalleştiriyor. Katlanılabilir kılıyor. (Acılar genelleştikçe sızlanmalar azalır.) Ve, nasıl oluyorsa oluyor, iftira için sızlayan yerlerimiz gıybet için sızlamaz oluyor. Bunu yaratılış hikmetine ters bulmuyor. Hemen aşıyor.
İşte, ben, müteaddit tecrübemle, bu yanlış eyleyişin bir çeşit ümitsizlikten beslendiği kanaatine sahip oldum. Hatta buradan yola çıkarak her günahın da bir çeşit 'ümit kesme' ile alakadar olabileceğini düşündüm. Öyle ya! O insanın, ardından andığımız kötü özelliklerinden başka birşey olabileceğine dair yitirdiğimiz umut, altına çektiğimiz çizgi, verdiğimiz değişmez hüküm, sahip olduğumuz kesin yargı, şer tayini, ardından söyleneceklerin 'dinen haksız dahi olsa' kendince bir hakikate oturmasını sağlar. İçimizde bir yerde, yine bir çeşit korunma güdüsünden beslenen, meşruiyet alanı oluşturur.
Siz de kendi hayatınızda bir tecrübe edin: Gıybet ettiğiniz insanların 'dilinize doladığınız özelliklerinin değişeceğine' veya 'tastamam öyle olmadıklarına' dair bir ümidiniz var mı? Bence, dikkatle baktığınızda, o insanlardan gıybet ettiğiniz yönleriyle ümidinizi kestiğinizi göreceksiniz. Yani: Değişmesini veya aslında sizin söylediğinizden başka birşey olmasını ummadığınız için bu kadar rahat gıybetini edebiliyorsunuz. Onda tevehhüm ettiğiniz zarardan korunmak için saldırıyorsunuz. İftira olduğunu düşünseydiniz böyle kolay konuşmazdınız. Etinin yenmeyeceğini düşünseydiniz ısırmazdınız. İşte burası benim ümitsizlik ile gıybet arasında kurduğum neden-sonuç ilişkisinin mihenk noktası.
Şimdi soralım: "Rahmetimden ümidinizi kesmeyin!" buyuran Allah, sadece kendisiyle olan ilişkimizde değil, diğer bireylerle olan ilişkimizde de bu sırrı gözetmemizi istiyor olamaz mı? Yani gıybet gibi daha birçok günah, bizim kesilen ümitlerimizin neticesi olarak beslenen, büyüyen, yeşeren kem yanlarımızın meyvesi olarak bizi bulamaz mı? Mesela: Hırsızlık, Allah'ın rezzakiyetinden ümit kesmenin; isyan, Allah'ın rahmetinden ümit kesmenin; cinayet, Allah'ın adaletinden ümit kesmenin vs... Her bir günah böylesi bir kesik ümidin sancısı olarak sinemizde yer tutamaz mı?
Ben şimdilerde böyle düşünüyorum ve mürşidimin "Yeis mani-i her kemaldir!" sözünü bu düzlemde anlıyorum. İnsanın gönlündeki iyi şeyler de kendi türünden yağmurlarla sulanıyor veya sulanmalı. Vücudî güzellikleri ümit toprağında taşımalı. Hayatın lezzetleri güzel düşüncelerle, güzel düşünceler ise güzel görmelerle beslenmeli. Sonuçta hem umut hem umutsuzluk içimizde birşeyleri yeşertiyor. Yokluk yokluğu, karanlık karanlığı, kötülük kötülüğü yetiştiriyor. Varın yokluğu yokluğun varlığını doğuruyor. Gündelik yaşamda da en iyi beslenen kazanıyor. (Allahu'l-alem.) İyisi mi iyi yanlarımızı iyilikle besleyelim. Yani şöyle yapalım: İyi olsun diye iyi diyelim.
Bence bu da bir tür nihilizmdir. Fakat yarımca bir nihilizmdir. Karamsarlar, herşeyi hiçleştirmeye elbette vardırlar, ancak bunu hiçliği sahiden göze alarak, yani 'sonuçtan gerçekten bir hiç umarak' yapmazlar. Ardından bir varlık bekleyerek, yani varlığı yıkımdan umarak, yaparlar. (Pardon. Düzeltme: Yıkarlar.) Bu yönleri onları mürşidimin tabiriyle 'sofestailerden bile daha ahmak' yapar. Zira 'yapabilecekken yıkmak' bir aptallıktır. Bu şekliyle seçilen yolun 'salt bir aptallık olarak' kabul edilebilir bir yanı vardır. Fakat 'yıkmaktan yapmayı ummak' öncekiyle kıyas kabul etmeyecek şekilde katmerli bir aptallıktır. Kabul edilebilir yanı yoktur. Mürşidime göre saadet-i hayat için inkâr-ı uluhiyet yolunu tercih etmek tam da budur.
The Colony filmini izleyenler Laurence Fishburne ve Kevin Zegers'ın insan doğası üzerine yaptıkları sohbeti hatırlayacaklardır. Fishburne der ki orada: "Umut olmayınca insan hayal bile edemeyeceğin kötülükler yapabilir." Film de zaten böylesi bir sürecinin ardından 'ölü kardeşlerinin etini yiyebilecek kadar' yamyamlaşmış bir topluluğun gerilim yüklü öyküsünü anlatır. Karamsarlıkları hayatta kalma hırslarıyla birleşince onları hayvanlardan aşağı düşürmüştür. Kem yanlarını ortaya çıkarmıştır.
Ben, şimdilerde, Kur'an'da 'ölü kardeşinin etini yemek' olarak tarif edilen gıybetin de sinesinde böylesi bir ümitsizlik hastalığını sakladığını düşünüyorum. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Gıybet bir yıkım hamlesidir. Yüzü yıkmaya bakar. Yaralamaya çağırır. İçinizde çoktan yıkılmış birşeyin gıybetini edersiniz. Muhatabınızın gözünde de yıkılsın istediğiniz şeyin gıybetini edersiniz. Gıybet bu yönüyle öncesiyle ve sonrasıyla saldırıdır. Zarar görmesi istenen şeyin gıybeti yapılır.
Bu bana şunu da düşündürüyor: Birisinin gıybetini ettiğimizde aslında bir yönüyle ondan ümidimizi kesmiş oluyoruz. Yani onun (veya kendimizin) bir kemliği hakkında verdiğimiz 'değişmezlik hükmü' bizi 'gıybetini edebilir' kılıyor. Islahın mümkün olduğunu düşünmediğimiz yerde bir dedikodu fırtınasıdır başlıyor. Böyle yapmakla, ya kendimizi ıslah edemediğimiz için bizden daha iyi olanı seviyemize indirmeyi deniyoruz, yahut da muhatabımızın kem bir huyunun ıslah-ı gayr-ı kabil olduğunu düşündüğümüz için gıybet ederek zararından korunmaya çalışıyoruz.
Hem gıybet de iftiradan tam bu noktada ayrılıyor. Dikkatinizi çekmiştir: İnsan gıybet ettiği kadar iftira etmez. (Genelde böyledir bu.) Çünkü iftiranın doğru olduğuna inanmaz. İçi kendisini yadırgar. Eğer vicdanı tastamam çürümemişse, müfterinin kalbi, kendi iftirasının hiç geçmeyen sancısı yüzünden sızım sızım sızlayacaktır.
Lakin gıybette böyle olmuyor. Çünkü içimizde bir yerlerde söylediklerimizin doğru olduğunu düşünüyoruz. İyi birşeye hizmet ettiğimizi sanıyoruz. Kem kelamımızın hakikat olduğu veya ona hizmet ettiği düşüncesi bizi 'konuşabilir' kılıyor. (Yahut da biz öyle olabileceğini düşlüyoruz.) Bu neden böyle oluyor? Bence biraz şundan: İnsan, fıtraten kötülüğe karşı koymak istiyor, hem de bulabildiği her araçla bunu yapmak istiyor. Dil de bunlardan birisi.
Gıybet edilen husus eğer şahit olunan bir kötülükse (ki genelde böyledir) nefis buradan bir cerbeze üretebiliyor. Savunma güdüsüyle makulleştirebiliyor. Bazen de gıybeti edilen şeyin kemali bize içimizdeki zararı (uğrayacağımız zararı) hatırlattığı için acımızı gıybetiyle bastırıyoruz. Onu seviyemize indirmek, bizim gibi kusurlu birisi yapmak, yaralarımızı normalleştiriyor. Katlanılabilir kılıyor. (Acılar genelleştikçe sızlanmalar azalır.) Ve, nasıl oluyorsa oluyor, iftira için sızlayan yerlerimiz gıybet için sızlamaz oluyor. Bunu yaratılış hikmetine ters bulmuyor. Hemen aşıyor.
İşte, ben, müteaddit tecrübemle, bu yanlış eyleyişin bir çeşit ümitsizlikten beslendiği kanaatine sahip oldum. Hatta buradan yola çıkarak her günahın da bir çeşit 'ümit kesme' ile alakadar olabileceğini düşündüm. Öyle ya! O insanın, ardından andığımız kötü özelliklerinden başka birşey olabileceğine dair yitirdiğimiz umut, altına çektiğimiz çizgi, verdiğimiz değişmez hüküm, sahip olduğumuz kesin yargı, şer tayini, ardından söyleneceklerin 'dinen haksız dahi olsa' kendince bir hakikate oturmasını sağlar. İçimizde bir yerde, yine bir çeşit korunma güdüsünden beslenen, meşruiyet alanı oluşturur.
Siz de kendi hayatınızda bir tecrübe edin: Gıybet ettiğiniz insanların 'dilinize doladığınız özelliklerinin değişeceğine' veya 'tastamam öyle olmadıklarına' dair bir ümidiniz var mı? Bence, dikkatle baktığınızda, o insanlardan gıybet ettiğiniz yönleriyle ümidinizi kestiğinizi göreceksiniz. Yani: Değişmesini veya aslında sizin söylediğinizden başka birşey olmasını ummadığınız için bu kadar rahat gıybetini edebiliyorsunuz. Onda tevehhüm ettiğiniz zarardan korunmak için saldırıyorsunuz. İftira olduğunu düşünseydiniz böyle kolay konuşmazdınız. Etinin yenmeyeceğini düşünseydiniz ısırmazdınız. İşte burası benim ümitsizlik ile gıybet arasında kurduğum neden-sonuç ilişkisinin mihenk noktası.
Şimdi soralım: "Rahmetimden ümidinizi kesmeyin!" buyuran Allah, sadece kendisiyle olan ilişkimizde değil, diğer bireylerle olan ilişkimizde de bu sırrı gözetmemizi istiyor olamaz mı? Yani gıybet gibi daha birçok günah, bizim kesilen ümitlerimizin neticesi olarak beslenen, büyüyen, yeşeren kem yanlarımızın meyvesi olarak bizi bulamaz mı? Mesela: Hırsızlık, Allah'ın rezzakiyetinden ümit kesmenin; isyan, Allah'ın rahmetinden ümit kesmenin; cinayet, Allah'ın adaletinden ümit kesmenin vs... Her bir günah böylesi bir kesik ümidin sancısı olarak sinemizde yer tutamaz mı?
Ben şimdilerde böyle düşünüyorum ve mürşidimin "Yeis mani-i her kemaldir!" sözünü bu düzlemde anlıyorum. İnsanın gönlündeki iyi şeyler de kendi türünden yağmurlarla sulanıyor veya sulanmalı. Vücudî güzellikleri ümit toprağında taşımalı. Hayatın lezzetleri güzel düşüncelerle, güzel düşünceler ise güzel görmelerle beslenmeli. Sonuçta hem umut hem umutsuzluk içimizde birşeyleri yeşertiyor. Yokluk yokluğu, karanlık karanlığı, kötülük kötülüğü yetiştiriyor. Varın yokluğu yokluğun varlığını doğuruyor. Gündelik yaşamda da en iyi beslenen kazanıyor. (Allahu'l-alem.) İyisi mi iyi yanlarımızı iyilikle besleyelim. Yani şöyle yapalım: İyi olsun diye iyi diyelim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
AK Parti Türkiye'de dinsizliği mi arttırıyor?
Mürşidim Münazarat'ta "Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir..." dedikten sonra ekliyor...
-
" Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsnüzanda bulunup da: 'Bu, apaçık bir iftiradır...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...