10 Ağustos 2025 Pazar

Allah'a 'baba' denir mi?

“Rahmân evlat edindi, dediler. Tenzih ederiz O Subhan'ı. Doğrusu onlar ikram olunmuş kullardır.”
(Enbiya sûresi, 26)

Geçtiğimiz gün sosyalmedyada bir tartışma döndü. Ebrar Akbulut Hanım'ın Diyanet TV'de katıldığı bir programda Kâmuran Şipal'in Dua Çiçeği kitabından yaptığı alıntı kamuyu ikiye böldü. Bir kısmı 'Allah baba' ifadesindeki kastın kötü olmadığını söyledi. Diğer bir kısım da ifadeyi tehlikeli buldu. Müfritlerin ifratı kendine... Fakat bu vesileyle ben de mevzua dair tefekkürlerimi dilegetirmek istedim. Tevfik Allah'tan. Hamd da yalnızca Ona. Bismillah her hayrın başıdır. Bismillah...

Şöyle bir yerden başlayalım arkadaşım: Enbiya sûresinde, "Rahman evlat edindi" diyenlere cevap verilirken, Cenab-ı Hakkın Subhaniyet’i hatırlatılır. Tekrar tekrar dikkat kesinilesi bir hikmettir bu. Evet. Bir isimle/isimde şaşıranlara diğer bir isim anımsatılır. Bir sıfatla/sıfatta şaşıranlara başka bir sıfat çağrıştırılır. Meallendirmeye çalışanlar da ifadeyi bir nebze tefsir ederler bazen. Subhaniyetin içeriğini açıklarlar. Allah razı olsun. Bu 'beraberlik' neden gereklidir peki? Çünkü Allah sadece Rahman değildir. Ya? 'Rahman' ve de 'Subhan’dır. Rahmanlığı düşünülürken Subhaniyeti de mutlaka akılda tutulmalıdır.

Yani 'sanki buyrulmaktadır ki' arkadaşım: Haydi, Allah'a, Rahmaniyeti itibariyle, galat olarak bu kusuru yakıştırdınız, tamam, ama unuttuğunuz birşey var: Rahmaniyetiyle, o sonsuz şefkatiyle, evlat edinmeye müsait gördüğünüz Hüda sadece Rahman değildir. Aynı zamanda Subhaniyeti de vardır. Ve Subhaniyeti iktiza eder ki onda böyle nakiseler bulunmasın. Böyle ihtiyaçlardan müberra olsun. Çünkü, çocuk edinmek, evlada ihtiyaç duymak, eksiklik emaresidir.

Biricikliğinde istiğnası olmayan, yetinemeyen, eksik kalan evlat hasreti duyar. Yalnızlığa dayanamayan ikincisini arar. Allah’sa Samediyet sahibidir. Herşey Ona muhtaçken O hiçbirşeye muhtaç değildir. İlah ancak böyle olur. Böyle olmayan ilah da olamaz. Yarattığına ihtiyaç duymak tezattır. Öyleyse, eğer o ismin manasını da hatırda tutsaydınız, dengeyi bulurdunuz. Dengeyi bulmak tek isimde ifrat yorumlara girişmekle olmaz. Parçayı bütüne galip getirmekle olmaz. Bütünün manasını elden geldiğince kuşanarak, tefekkür ederek, hatırda tutarak, olur. İstikamet külliyete hâkimiyetle tebellür eder.

Zaten Bediüzzaman Hazretlerinin de, hassaten Kur’an’daki fezlekeler üzerinden, Esmaü’l-Hüsna hakkında şöyle bir tefekkür geliştirdiğini zannediyorum: Cenab-ı Hakkın, güzel isimlerini yalnız yalnız, tek tek, ayrık ayrık zikretmektense, ikili terkipler şeklinde vahyetmesinin ‘isimlerin beraber okunması’ veya ‘biri anılırken ötekinin de unutulmaması’ anlamında bir mesaj içerdiğini düşünüyor. Evet, böylesi bir hikmetin ardına düşmüş olmalı ki, uyanışının meyvesi olarak da bir yerde diyor:

“Belki herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ: Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir.” Bunu Sözler’de diyor. Daha önce telif ettiği Mesnevî-i Nuriye’de ise daha başka birşeyi dilegetiriyor: “Kezâlik, Esmâ-i İlâhiye’den bir hüceyreye veya bir mikroba tecellî eden bir isim, kâinatı ihata eden isim ile müttehiddir. Çünkü müsemmâları birdir. Meselâ: Bütün kâinata taalluk ve tecellî eden Alîm ismiyle bir zerreye taallûk eden Hâlık ismi, müsemmâda müttehiddirler.”

Sair metinlerinde de mezkûr geçişgenliğin derslerini görüyoruz:

“Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbü’l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe’n ve namları vardır. Ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef’âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmâl eder tasarrufâtı vardır. Ve rengârenk san’atında ve masnûatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyeti vardır.”

Uzatmayayım, Risale-i Nur’u bu gözle şöyle bir karıştırsanız, bahsettiğim şeye birçok misal siz de gösterebilirsiniz. Hatta Sanî-i Hakîm, Halık-ı Kerîm, Kadîr-i Rahîm vs. gibi terkipleri sıkça kullanması da buna delil sayabilirsiniz. Elhamdülillah. Doğrusu, itiraf ederim, Risale-i Nur'u okuyana kadar, Kur’an’daki bu ‘isim birliktelikleri’ne gereğince dikkat etmemiştim. Yani bu birliktelikte bir hikmet olabileceğini düşünmemiştim. Onları tek tek düşünüyordum. Kopuk kopuk tefekkür ediyordum. Birlikteliklerinden görünen büyük resme bak(a)mıyordum. Adacıklar gibi tahayyül ediyordum. Sıradağlar gibi tasavvur etmiyordum. Geçişlere uyanamıyordum. Bir ahenk kollamıyordum. Tarifleri birbirleriyle konuşmazlardı.

‘Adacıklar’ demekle kastettiğim ise, arkadaşım, Kon-Tiki kitabında Thor Heyerdahl’ın gözümü açtığı birşey. O bunu ‘bilimin branşlaşmasındaki handikap’ hakkında kullanıyor. Uzmanlaşmaların ‘diğer alanlara körleşmeyi’ getirdiğini belirtiyor. Bu tehlikenin modern dünyanın önündeki en büyük tehlikelerden birisi olduğuna dikkat çekiyor:

“Uzmanlara saygı duymayı ama onların yeterlilikleri konusunda uyanık olmayı küçük yaşta öğrenmiştim. Bir insan bir alanda kendisini ne kadar geliştirirse başka alanlarda o kadar bilgisiz demekti. Günümüzde bilim öylesine uzmanlaşmış durumda ki, araştırmacıların konularında derinleşmelerinin bedeli, genelde alanın bütününü göremez duruma gelmeleriyle ödeniyor. Bu nedenle uzmanların akılalmaz bilgisizlikler göstermeleri, ortak kuramlar arasında büyük boşluklar oluşması, ama hiç kimsenin onların uzmanlıklarını sorgulayamaması gibi bir durum çıkıyor ortaya.”

Bence şirkin teolojisi de isimler/tanımlar arasındaki bu kopukluktan besleniyor. Bütünselliği/külliliği sezemeyenler tevhid mülkünü parsel parsel dağıtıyorlar. Lütfen Esmaü'l-Hüsna'ya dair tefekkürlerinize tekrar bakın. Bu tanımlar ‘aynı zatın isimlerinden bahsettiklerini’ ne kadar hissettiriyorlar? Bir ismin tanımını/tarifini öğrendiğiniz zaman, diğer isim ondan kopuk, yabancınız bir adacık olarak mı kalıyor? Yoksa tanımdan tanıma geçiş yapabilecek kapıları açık bulabiliyor musunuz? Zihniniz oraları nasıl adımlıyor? Geçişler yapabiliyor mu? Başka isimler bulabiliyor mu? Sahi isimleri nasıl öğreniyorsunuz?

Esmaü'l-Hüsna’yı bu şekilde, yani ada ada, kavramaya çalışmak tam bir ezbercilikti. Başaramadım da zaten. Çünkü 99 ayrı şeyi ezberliyordum. ‘Birbirine bakan şen ve namları olan’ 99 şeyi değil. Ayrı sarayın 99 kapısını değil. Balık tutmuyordum sizin anlayacağınız. Hazır tutulmuş balıklarla beslenmeye alışmıştım. Aynı Zat’ın isimleri gibi öğrenmiyordum onları. 99 farklı şeyi, sorulunca cevap vermek için, hafızamdan kopya çekiyordum. Hiçbir isim başka bir ismin burcunda yüzüme bakmıyordu. Tefekkür koridorlarının bütün yan kapıları kilitliydi. Bir yerden ötekine geçilmiyordu. Zeka yürüyemiyordu. Bunu görüyordum. Fakat şeffafiyeti kendi başıma görebilmem zordu. Bir irşad lazımdı.

Şimdi bu pencereden bakınca nur talebelerinin üzerinde bir vazife daha olduğunu düşünmekteyim. Bir Esma Sözlüğü oluşturmak, ama Bediüzzaman’ın ders verdiği gibi, isimden isime baktırır bir sözlük. Birinden diğeri geçişi öğreten bir sözlük. Buna alıştıran, zihinde refleks haline getiren, yollarını kolaylaştıran bir lügatçe: “İşte, Sâni-i Zülcelâl, bütün masnuatını öyle bir tarzda yapmış ki, ekserisi, hususan zîhayat kısmı, çok esmâ-i İlâhiyeyi okutturur. Güya herbir masnuuna ayrı ayrı, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiş, yirmi perdeye sarmış; her gömlekte, her perdede ayrı ayrı esmasını yazmış.”

Biz böyle bir sözlüğü de çalışmalıyız. Esma’dan herbirisini birer adacık, bütünden kopuk parçacıklar olarak değil, ‘geçiş tefekkürünü de ders verecek şekilde bir sözlük’ hazırlamalıyız. Hak Teala’nın Furkan-ı Hakîm’inde bu tarz birlikteliği sık kullanması, Bediüzzaman’ın mezkûr geçişin sağlıklı tefekkür için şart olduğunu öğretmesi, birer işaret taşı olmalı. Günü gelince bir nur talebesi yapar inşaallah. Güncenilmesin. Hayalimi yazıyorum. Hayal de duadır. Dua da hayaldir. Yazımı bir dua olarak bıraktım. Duamı bir yazı olarak bıraktım. Eğer kabule kârin ise, elbette, böyle bir tedrisin de yolu açılacaktır. 

Bitirirken başlangıç noktamıza da bir atıf yapalım: Çocuklara Allah'ı sevdirmek amacıyla yapılan çalışmaların da bu Esmaü'l-Hüsna dengesine dikkat etmesi gerekir. Evet. "Ne de olsa sonuçta fayda hâsıl olacak!" diye düşünüp 'Allah baba' gibi terkiplere girilmemesi lazım gelir. Zira bu terkipler aynı zamanda tefekkür kapılarıdır. Yanlış kapılardan giren yanlışını büyütür. Tenzihe dikkat etmeyen teşbihe düşer. Teşbihe düşen şirke kapı aralar. Durulması gereken yerlerde mü'min taş kesilmelidir. Müslümanlar Allah'ın rahmetini anlatırken böyle sınırları geçmemeye dikkat ederler. Akaid âlimlerimiz bizi bu konularda çok uyarırlar. Zira bizzat Kur'an-ı Hakîm 'böylesi eşiklerin aşılmamasını' emretmiştir. Yani, arkadaşım, Allah adına reddetmiştir. O yüzden 'fayda cerbezesine' kanmamalı, Hüda'yı kendisini târif ettiği gibi tarifle yetinmeli, ifratlardan sakınılmalıdır. Cenab-ı Hak rüşdümüzü bize ilham eylesin. Ayaklarımızı hidayetinin yolundan ayırmasın. Âmin. Âmin. Âmin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'a 'baba' denir mi?

“Rahmân evlat edindi, dediler. Tenzih ederiz O Subhan'ı. Doğrusu onlar ikram olunmuş kullardır.” (Enbiya sûresi, 26) Geçtiğimiz gün sosy...