Rahman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Rahman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ağustos 2025 Pazar

Allah'a 'baba' denir mi?

“Rahmân evlat edindi, dediler. Tenzih ederiz O Subhan'ı. Doğrusu onlar ikram olunmuş kullardır.”
(Enbiya sûresi, 26)

Geçtiğimiz gün sosyalmedyada bir tartışma döndü. Ebrar Akbulut Hanım'ın Diyanet TV'de katıldığı bir programda Kâmuran Şipal'in Dua Çiçeği kitabından yaptığı alıntı kamuyu ikiye böldü. Bir kısmı 'Allah baba' ifadesindeki kastın kötü olmadığını söyledi. Diğer bir kısım da ifadeyi tehlikeli buldu. Müfritlerin ifratı kendine... Fakat bu vesileyle ben de mevzua dair tefekkürlerimi dilegetirmek istedim. Tevfik Allah'tan. Hamd da yalnızca Ona. Bismillah her hayrın başıdır. Bismillah...

Şöyle bir yerden başlayalım arkadaşım: Enbiya sûresinde, "Rahman evlat edindi" diyenlere cevap verilirken, Cenab-ı Hakkın Subhaniyet’i hatırlatılır. Tekrar tekrar dikkat kesinilesi bir hikmettir bu. Evet. Bir isimle/isimde şaşıranlara diğer bir isim anımsatılır. Bir sıfatla/sıfatta şaşıranlara başka bir sıfat çağrıştırılır. Meallendirmeye çalışanlar da ifadeyi bir nebze tefsir ederler bazen. Subhaniyetin içeriğini açıklarlar. Allah razı olsun. Bu 'beraberlik' neden gereklidir peki? Çünkü Allah sadece Rahman değildir. Ya? 'Rahman' ve de 'Subhan’dır. Rahmanlığı düşünülürken Subhaniyeti de mutlaka akılda tutulmalıdır.

Yani 'sanki buyrulmaktadır ki' arkadaşım: Haydi, Allah'a, Rahmaniyeti itibariyle, galat olarak bu kusuru yakıştırdınız, tamam, ama unuttuğunuz birşey var: Rahmaniyetiyle, o sonsuz şefkatiyle, evlat edinmeye müsait gördüğünüz Hüda sadece Rahman değildir. Aynı zamanda Subhaniyeti de vardır. Ve Subhaniyeti iktiza eder ki onda böyle nakiseler bulunmasın. Böyle ihtiyaçlardan müberra olsun. Çünkü, çocuk edinmek, evlada ihtiyaç duymak, eksiklik emaresidir.

Biricikliğinde istiğnası olmayan, yetinemeyen, eksik kalan evlat hasreti duyar. Yalnızlığa dayanamayan ikincisini arar. Allah’sa Samediyet sahibidir. Herşey Ona muhtaçken O hiçbirşeye muhtaç değildir. İlah ancak böyle olur. Böyle olmayan ilah da olamaz. Yarattığına ihtiyaç duymak tezattır. Öyleyse, eğer o ismin manasını da hatırda tutsaydınız, dengeyi bulurdunuz. Dengeyi bulmak tek isimde ifrat yorumlara girişmekle olmaz. Parçayı bütüne galip getirmekle olmaz. Bütünün manasını elden geldiğince kuşanarak, tefekkür ederek, hatırda tutarak, olur. İstikamet külliyete hâkimiyetle tebellür eder.

Zaten Bediüzzaman Hazretlerinin de, hassaten Kur’an’daki fezlekeler üzerinden, Esmaü’l-Hüsna hakkında şöyle bir tefekkür geliştirdiğini zannediyorum: Cenab-ı Hakkın, güzel isimlerini yalnız yalnız, tek tek, ayrık ayrık zikretmektense, ikili terkipler şeklinde vahyetmesinin ‘isimlerin beraber okunması’ veya ‘biri anılırken ötekinin de unutulmaması’ anlamında bir mesaj içerdiğini düşünüyor. Evet, böylesi bir hikmetin ardına düşmüş olmalı ki, uyanışının meyvesi olarak da bir yerde diyor:

“Belki herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ: Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir.” Bunu Sözler’de diyor. Daha önce telif ettiği Mesnevî-i Nuriye’de ise daha başka birşeyi dilegetiriyor: “Kezâlik, Esmâ-i İlâhiye’den bir hüceyreye veya bir mikroba tecellî eden bir isim, kâinatı ihata eden isim ile müttehiddir. Çünkü müsemmâları birdir. Meselâ: Bütün kâinata taalluk ve tecellî eden Alîm ismiyle bir zerreye taallûk eden Hâlık ismi, müsemmâda müttehiddirler.”

Sair metinlerinde de mezkûr geçişgenliğin derslerini görüyoruz:

“Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbü’l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe’n ve namları vardır. Ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef’âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmâl eder tasarrufâtı vardır. Ve rengârenk san’atında ve masnûatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyeti vardır.”

Uzatmayayım, Risale-i Nur’u bu gözle şöyle bir karıştırsanız, bahsettiğim şeye birçok misal siz de gösterebilirsiniz. Hatta Sanî-i Hakîm, Halık-ı Kerîm, Kadîr-i Rahîm vs. gibi terkipleri sıkça kullanması da buna delil sayabilirsiniz. Elhamdülillah. Doğrusu, itiraf ederim, Risale-i Nur'u okuyana kadar, Kur’an’daki bu ‘isim birliktelikleri’ne gereğince dikkat etmemiştim. Yani bu birliktelikte bir hikmet olabileceğini düşünmemiştim. Onları tek tek düşünüyordum. Kopuk kopuk tefekkür ediyordum. Birlikteliklerinden görünen büyük resme bak(a)mıyordum. Adacıklar gibi tahayyül ediyordum. Sıradağlar gibi tasavvur etmiyordum. Geçişlere uyanamıyordum. Bir ahenk kollamıyordum. Tarifleri birbirleriyle konuşmazlardı.

‘Adacıklar’ demekle kastettiğim ise, arkadaşım, Kon-Tiki kitabında Thor Heyerdahl’ın gözümü açtığı birşey. O bunu ‘bilimin branşlaşmasındaki handikap’ hakkında kullanıyor. Uzmanlaşmaların ‘diğer alanlara körleşmeyi’ getirdiğini belirtiyor. Bu tehlikenin modern dünyanın önündeki en büyük tehlikelerden birisi olduğuna dikkat çekiyor:

“Uzmanlara saygı duymayı ama onların yeterlilikleri konusunda uyanık olmayı küçük yaşta öğrenmiştim. Bir insan bir alanda kendisini ne kadar geliştirirse başka alanlarda o kadar bilgisiz demekti. Günümüzde bilim öylesine uzmanlaşmış durumda ki, araştırmacıların konularında derinleşmelerinin bedeli, genelde alanın bütününü göremez duruma gelmeleriyle ödeniyor. Bu nedenle uzmanların akılalmaz bilgisizlikler göstermeleri, ortak kuramlar arasında büyük boşluklar oluşması, ama hiç kimsenin onların uzmanlıklarını sorgulayamaması gibi bir durum çıkıyor ortaya.”

Bence şirkin teolojisi de isimler/tanımlar arasındaki bu kopukluktan besleniyor. Bütünselliği/külliliği sezemeyenler tevhid mülkünü parsel parsel dağıtıyorlar. Lütfen Esmaü'l-Hüsna'ya dair tefekkürlerinize tekrar bakın. Bu tanımlar ‘aynı zatın isimlerinden bahsettiklerini’ ne kadar hissettiriyorlar? Bir ismin tanımını/tarifini öğrendiğiniz zaman, diğer isim ondan kopuk, yabancınız bir adacık olarak mı kalıyor? Yoksa tanımdan tanıma geçiş yapabilecek kapıları açık bulabiliyor musunuz? Zihniniz oraları nasıl adımlıyor? Geçişler yapabiliyor mu? Başka isimler bulabiliyor mu? Sahi isimleri nasıl öğreniyorsunuz?

Esmaü'l-Hüsna’yı bu şekilde, yani ada ada, kavramaya çalışmak tam bir ezbercilikti. Başaramadım da zaten. Çünkü 99 ayrı şeyi ezberliyordum. ‘Birbirine bakan şen ve namları olan’ 99 şeyi değil. Ayrı sarayın 99 kapısını değil. Balık tutmuyordum sizin anlayacağınız. Hazır tutulmuş balıklarla beslenmeye alışmıştım. Aynı Zat’ın isimleri gibi öğrenmiyordum onları. 99 farklı şeyi, sorulunca cevap vermek için, hafızamdan kopya çekiyordum. Hiçbir isim başka bir ismin burcunda yüzüme bakmıyordu. Tefekkür koridorlarının bütün yan kapıları kilitliydi. Bir yerden ötekine geçilmiyordu. Zeka yürüyemiyordu. Bunu görüyordum. Fakat şeffafiyeti kendi başıma görebilmem zordu. Bir irşad lazımdı.

Şimdi bu pencereden bakınca nur talebelerinin üzerinde bir vazife daha olduğunu düşünmekteyim. Bir Esma Sözlüğü oluşturmak, ama Bediüzzaman’ın ders verdiği gibi, isimden isime baktırır bir sözlük. Birinden diğeri geçişi öğreten bir sözlük. Buna alıştıran, zihinde refleks haline getiren, yollarını kolaylaştıran bir lügatçe: “İşte, Sâni-i Zülcelâl, bütün masnuatını öyle bir tarzda yapmış ki, ekserisi, hususan zîhayat kısmı, çok esmâ-i İlâhiyeyi okutturur. Güya herbir masnuuna ayrı ayrı, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiş, yirmi perdeye sarmış; her gömlekte, her perdede ayrı ayrı esmasını yazmış.”

Biz böyle bir sözlüğü de çalışmalıyız. Esma’dan herbirisini birer adacık, bütünden kopuk parçacıklar olarak değil, ‘geçiş tefekkürünü de ders verecek şekilde bir sözlük’ hazırlamalıyız. Hak Teala’nın Furkan-ı Hakîm’inde bu tarz birlikteliği sık kullanması, Bediüzzaman’ın mezkûr geçişin sağlıklı tefekkür için şart olduğunu öğretmesi, birer işaret taşı olmalı. Günü gelince bir nur talebesi yapar inşaallah. Güncenilmesin. Hayalimi yazıyorum. Hayal de duadır. Dua da hayaldir. Yazımı bir dua olarak bıraktım. Duamı bir yazı olarak bıraktım. Eğer kabule kârin ise, elbette, böyle bir tedrisin de yolu açılacaktır. 

Bitirirken başlangıç noktamıza da bir atıf yapalım: Çocuklara Allah'ı sevdirmek amacıyla yapılan çalışmaların da bu Esmaü'l-Hüsna dengesine dikkat etmesi gerekir. Evet. "Ne de olsa sonuçta fayda hâsıl olacak!" diye düşünüp 'Allah baba' gibi terkiplere girilmemesi lazım gelir. Zira bu terkipler aynı zamanda tefekkür kapılarıdır. Yanlış kapılardan giren yanlışını büyütür. Tenzihe dikkat etmeyen teşbihe düşer. Teşbihe düşen şirke kapı aralar. Durulması gereken yerlerde mü'min taş kesilmelidir. Müslümanlar Allah'ın rahmetini anlatırken böyle sınırları geçmemeye dikkat ederler. Akaid âlimlerimiz bizi bu konularda çok uyarırlar. Zira bizzat Kur'an-ı Hakîm 'böylesi eşiklerin aşılmamasını' emretmiştir. Yani, arkadaşım, Allah adına reddetmiştir. O yüzden 'fayda cerbezesine' kanmamalı, Hüda'yı kendisini târif ettiği gibi tarifle yetinmeli, ifratlardan sakınılmalıdır. Cenab-ı Hak rüşdümüzü bize ilham eylesin. Ayaklarımızı hidayetinin yolundan ayırmasın. Âmin. Âmin. Âmin.

31 Temmuz 2025 Perşembe

Ancak anahtarı kilidi için nimettir

Mürşidim diyor ki: "Evet, nimet içinde in'âm görünür, Rahmân'ın iltifatı hissedilir." Ben kendimce bu sözü şöyle tefekkür ediyorum: 'Nimetlenme' denilen hâdise asla parçalardan birisiyle açıklanamaz. Eğer ben birşeyden fayda aldıysam, bu, ikimiz arasında gözetilmiş bir alakadan kaynaklanabilir ancak. Sözgelimi: Anahtar-kilit ilişkisini düşünelim. 'Açılma-kilitlenme' denilen faydaları elde ediyorum anahtar-kilit ilişkisinden. Fakat bu faydayı elde edebilmemiz için 'anahtar' ile 'kilit'in birbirine uyumlu olması lazım. Yani, mesela, bir çorba kaşığını anahtar olarak kullanamam. Bir kürdanla da kilidi açmam mümkün değil. Haydi, 'Elimde anahtar var' diyelim, fakat anahtar o kilidin anahtarı olmazsa da 'açılma-kilitlenme' faydalarını elde edebilmem mümkün değil. Yani 'açılma-kilitlenme' nimetleri ancak anahtar-kilit düzeneğinin birbirine göre takdir edilmesiyle mümkün olabilir. Eğer anahtar kilide göreyse açılır. Eğer kilit anahtara göreyse kilitlenir. Kapımı güvenlikli bir şekilde kullanabilmem bu kapsama bağlı.

Yine, misal; anahtarı üreten başka bir firma, kilidi üreten başka bir firma olsaydı; ve bu iki firma 'ne üretecekleri' üzerine bir tevhide sahip olmasalardı; sonuçta ortaya çıkacak anahtar-kilit bana lazım gelen hizmeti vermeyecekti. Çünkü birbirleriyle uyumlu olmayacaklardı. O yüzden, eğer üzerine anlaşılmış bir standartlar dizisi yoksa, her ürünün birlikte çalıştırılacağı sair cihazlar aynı firmadan alınmaya çalışılır. Başka firmadan alırsanız uyumsuzluk yaşayabilirsiniz. Hatta bazen bu hassasiyet o kadar artar ki, vida bile vidaya benzemez, firmasının cihazından başkasına uymaz. İşte bütün bunlar, arkadaşım, bizi 'tevhide' imana doğru götürüyor. Uyum tevhidin delilidir. Ve şu kainatta herbirşey yine herbirşeyle birlikte çalışır-çalışabilir. Bu derece uyumlu olmaları da nimettir.

Yazıyı yazarken soluduğum hava kimbilir kaç yerde daha çalıştı benden önce? Yazmadan önce içtiğim su kimbilir daha nerelerde hizmet gördü? Birbirlerini yadırgamadan çalıştılar milyarlarca yıl boyunca. Bu muvaffakiyetli hizmetin bizi götüreceği yer tevhidden başkası olamaz. Zira tevhid ile ancak böylesi bir uyum sağlanabilir. Hepsini yaratan aynı Allah olduğu için parçalar birbirleriyle bu denli uyum içinde aynı fizik, kimya, biyoloji vs. dairelerinde çalışabilmektedirler. "Evet, nimet içinde in'âm görünür, Rahmân'ın iltifatı hissedilir..." cümlesi bu nokta-i nazarda da manidardır. Bütünü görür bir rahmet sahibinin iltifatı sayesinde şeyler arasında uyum gözetilmiş, bu uyumun bir tezahürü olarak da 'nimet' ortaya çıkmıştır. 'Nimet' bir yalnızlık sonucu oluşamaz. Yani, nimet varsa, yalnızlık yoktur. Yalnız olunmadığı için nimetlenilebilmiştir. Mutlak yalnızlık nimetin hitâmıdır.

Hatta 'anlamak' bile. Anlamak hem 'anlayacağı' hem 'anlaşılacağı' ister. Bunlar arasında uyum olmasını gerekli kılar. İnsan anlamak noktasında öyle bir merkeziyete sahiptir ki tüm kainatın idraki sanki onun üzerinden olmaktadır. Hatta, âdemoğlu, kainatın kendisini anlamasının da yoludur. Çünkü o da yaratıldığı âlemin parçasıdır. Her neyse arkadaşım. Mevzuu dallandırmayayım. Tefekkürümün icmali bu tür manalardan ibaretti. Hem dualar eder hem dualar beklerim. Cenab-ı Hak hidayetini kalbimizden ayırmasın. Onla uyumumuzu bozdurmasın. Âmin.

14 Ağustos 2023 Pazartesi

Allah’ı bilmek Allah’ı bilmekten ibaret değildir

Tevafukları seviyorum. Had bildiren bir yanları var çünkü. Evet. Eğer dahlin olmayan süreçlerle bir uyum yakalıyorsan kendinde, o halde, sen ‘kendilik nakışının’ nakkaşı değilsin. Nakkaşın nakışında bir detaysın ancak. Seni de onları da o öyle eyliyor. O öyle eylediği için senle onlar arasında uyum var. Tevhidin mühr-ü kereminden aranızda kardeşlik görünüyor. Yaradınınız istediği gibi denk getiriyor sizi. Bir şiirin kafiyeleri gibi. Varlığa, bu yolla, dilediği şekilde ahenk katıyor. Nakışların elleri nakkaşlıktan çekiliyor. Zira herbirisinin yalnız kendisiyle ilgisi var. Peki yalnız kendisiyle ilgilenebilenlerin büyük resme oynayabilmeleri mümkün mü? Değil. Fakat, neyse, konuyu dağıtıyorum. ‘Tevafukların had bildirmesine memnunum’ diyordum. Doğrudur. Akıllı keçi çobanın her taşından memnun olur. Çünkü belki bu sayede çok kereler hayatı kurtulmuştur. Bir uçuruma düşmekliği engellenmiştir. Bir kurdun ağzından alınmıştır. Böyledir. Had bildiren herşey aslında nimettir. Haddi olmayanın güvenliği de olmaz.

Arkadaşım, işte, bu neviden bir tevafuk daha yaşadım geçenlerde. 29. Lem’a’nın tercümesindendi dersi verilen: "Elhamdülillahın lâm-ı istiğrakla işaret ettiği umum hamdlerle hamd edilmesi lazım olan nimetlerden birisi de Rahmâniyet nimetidir. Evet, Rahmaniyet, zevilhayattan rahmete mazhar olanların sayısınca nimetleri tazammun etmiştir. Çünkü bilhassa insan herbir zîhayatla alâkadardır. Bu itibarla insan her zîhayatın saadetiyle saidleşir ve elemleriyle müteessir olur. Öyleyse, herhangi bir fertte bulunan nimet, arkadaşlarına da bir nimettir. Ve kezâ, validelerin şefkatleriyle nimetlenen çocukların sayısınca nimetleri tazammun edip ona göre hamdlere, senâlara kesb-i istihkak edenlerden birisi de Rahîmiyettir. Evet, annesiz aç bir çocuğun ağlamasından müteessir ve acıyan bir vicdan sahibi, elbette validelerin çocuklarına olan şefkatlerinden zevk alır, memnun ve mahzuz olur. İşte, bu gibi zevkler birer nimettir, hamd ve şükürler ister. Ve kezâ, kâinatta mündemiç hikmetlerin bütün envâ ve efradı adedince hamd ve şükürleri iktiza edenlerden birisi de Hakîmiyettir. Zira insanın nefsi, Rahmâniyetin cilveleriyle, kalbi de Rahîmiyetin tecelliyatıyla nimetlendikleri gibi, insanın aklı da Hakîmiyetin letaifiyle zevk alır, telezzüz eder. İşte, bu itibarla ağız dolusu ile ‘Elhamdülillah’ söylemekle, hamd ü senâları istilzam eder.”

Sanki üstümden yük alınıyormuş gibi bir ferahlama yaşadım ben de okundukça. Sonra sordum nefsime: “Bu ferahlama neden ileri geliyor?” Yani ‘Elhamdülillah’ denilecek şeyleri öğrenmek, Allah’ın marifetine dair sırlardan haberdar olmak en başta elbette, hatta bizzat ‘Elhamdülillah’ demenin mübarek zatı, nasıl bizi rahatlatıyor? Bunları bilmekle yaşadığımız psikolojik/kalbî inşirahın takip edilebilecek adımları var mı? İzlenir mi? Avlanır mı? Tasvir edilebilir mi? Kendim için etrafını çevirmeye çalışayım bir. Belki başkaları da istifade ederler.

Eve döndüm. ‘Şiir Okuma Kılavuzu’ idi ismi diğer bir denizin. İçine daldım. Bahtıma şöyle bir inci çıktı oradan da: “İnsan kendini azaltmak için kendini bilir.” Azıcık önünden-arkasından da katarak seçtirmeye çalışayım: “(…) Oysa din yolunda kendini bilen insan kendi emniyet bölgesini keşfeder. Bunu yapabildiği oranda beşerî duyumlarından kendi emniyetini tehlikeye sokan kısmı yontar. Yani insan kendini tasarlayabilsin diye kendilik bilgisine ulaşır ve buna mukabil insan kendisini azaltmak için kendini bilir. (…) Akrabalığın değerine işaret eden bilgelik ve din ‘kendini bil’ buyruğuyla otlarla, yağmurla ve kanbağından başlayarak bütün insanlarla ilişkide insana nasıl bir yerin biçildiğini anlatır. Kendini bil ve çevrimdeki yerine yaraşan davranışı yerine getir. Demek ki insanoğlu dine bağlanarak kendini bilme cehdini göstermekle ister istemez kendine hayatiyet veren ilkeye uymayı kabullenir. Bu kabulleniş, bu teslimiyet, insanın kendine ‘ben’ dediği alanın sönükleşmesine, ilkenin belirginleşmesine sebep olur. (…) Kendisini bilen insan gittikçe azalmayı öğrenir. Kendilik bilgisi insana, insanlara olan ihtiyacını arttırır. Kendini bilen insan yardımın insanlardan gelmeyeceğini de bilir.”

Arkadaşım, galiba, Allah’ı bilmek yalnızca Allah’ı bilmek anlamına gelmiyor. Evet. Allah’ı bilmekte Allah’ı bilmekten çok daha fazlası var. Mesela: İnsan, Allah’ını bildiği zaman, kendisinin de Allah olmadığını öğrenmiş oluyor. Yani, Allah’ın marifetine dair her hakiki biliş, her uyanış, her kabulleniş, içimizde bir yerde, bir yanlış algımızın yahut bir münkir iddiamızın veyahut bir münafık sanrımızın yıkılmasını sağlıyor. İçimizde de doğruya hidayet ediliyoruz Allah’ı bilmekle. Zira Allah’ı bilmedikçe cehaletten doğan boşluğu kendimizle doldurmaya çalışıyoruz. Elimizde putlarımızdan başkası kalmıyor. Put sahibi olmak içinse önce put olmak gerekir. İlk putumuz bu yüzden kendimiziz. Halbuki kendimiz hiçiz. Elbette Rabbü’l-Âlemîn’in ilmine, iradesine, kudretine sahip değiliz.

Altına girdiğimiz yükü kaldırmamız mümkün değil. Herşey olduğu gibi üstümüze düşüyor. Biz de onlarla birlikte aşağılara yuvarlanıyoruz. Sıkılıyoruz. Bunalıyoruz. Her zihayatın saadeti/elemi derdimize dönüşüyor. Tüm bebeklerin muhtaç oldukları şefkat gönlümüzde sorumluluk doğuruyor. “Aman!” dedirtiyor hepsi. Hepsi için herşeyden “Aman!” diliyoruz. Faniliğin anlamına ihtiyacımız var. Anlamsız yaşanmaz. Faniliğe anlamsızken katlanılmaz. Herşeye bir anlam yüklemek gerektiğini de aklımıza yük ediyoruz. Lakin anlamı yüklemek de haddimiz değil ki. Tükürükle tutturulmuş taşlar gibi dökülüyor felsefeler. Kadavraya yapılmış makyaj gibi sırıtıyor ideolojiler. Varlığın anlamı yaratılışından gelmeli. Özünde olmalı. Üstüne yamanmamalı. Fanilik yama tutmaz. Ancak aslını ortaya döker. Foyaları meydana çıkarır. Ölçülerini kuşatamayanların uydurduğu hiçbir elbise modelin üstüne yakışmaz. Elbise el-Muhît’ten biçilmeli. Onu takdir eden Rabbü’l-Âlemîn olmalı. Ezelden bakmalı. Ebede kadar görmeli. İşte Rahmaniyetin, Rahîmiyetin, Hakîmiyetin ‘Elhamdülillah’ denilecek birşeye dönüşmesi buradan kaynaklanıyor zannederim arkadaşım. Üçünün (ve daha fazlasının) bende yaptığı ferahlamayı da böyle anlarım.

Evet. Allah’ın Allahlığın şânına hakkıyla sahip olması her defasında beni biraz daha bölgeme çekilmeye zorluyor. Bu ric’at canıma da minnet geliyor. Zira taş yerinde ağırdır. Traktör yolunda Ferrari’nin işi zordur. Formula pistinde de traktör rezil olmaktan kurtulamaz. “Kendini bilen Rabbini bilir!” nasıl bir hakikattir, aynen öyle de, “Rabbini bilen kendini bilir!” de o derece hakikattir. Çünkü, birinde ne olduğunu bilir, ötekinde ne olmadığını öğrenir. İnsan, ne olduğunu bilirken de öğrenir, ne olmadığını öğrenirken de değerlenir. Nihayetinde ‘olması gereken yere’ çekildikçe huzurunun katsayısı artar: “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur!” Öyledir. Allah’a Allah dediğinde sana kulluktan başka çare kalmaz. Tevazunun aslı budur. Tevazu vazedildiğin gibi olmaktır.

16 Eylül 2018 Pazar

Siz hiç 'lades' oynadınız mı?

Siz hiç 'lades' oynadınız mı? Hani şu kemikle oynanan oyun? Dikkatin sınandığı... Bir saniye. Çok bodoslama oldu. Oradan başlamayalım. Şuradan girmek daha doğru olur: Mürşidim bir yerde 'besmele' hakkında diyor ki: "Bismillâhirrahmânirrahîm, yukarıdan nüzûl ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arşa bağlar. İnsanî arşa çıkmaya bir yol olur." İşte, ben, bu cümlelerin (ve de içerisinde yeraldıkları 14. Lem'a'nın 2. Makamı'nın) bana sezdirdiği birşeyi, doğruluğunu-yanlışlığını takdirlerinize bırakarak, paylaşmak istiyorum. (Tevfik ise Allah'tan.) Fakat öncesinde yine 'lades' konusuna döneceğiz.

Başka türlü de oynandığı oluyordur belki ama, biz çocukken ladesi tavuğun (aynı ismi taşıyan) kemiğiyle oynardık. Bu lades kemiğini (veya eklemdi) birbirinden ayırırken taraflar karşılıklı olarak 'bu oyunu oynayacaklarına dair' sözleşirlerdi. Oyunun kuralları ise belliydi: Taraflardan birisi diğerine uzattığı herhangi birşeyi aldırmayı başarabilirse kazanırdı. Fakat işin bir de inceliği vardı: Alan taraf o nesneyi 'Aklımda!' demeden almalıydı. Eğer diyerek alırsa oyunu kaybetmiş sayılmazdı. Bu yüzden yarışmacılar sürekli birbirlerinin dalgınlık anlarını kollarlardı. Rakibin dikkati uyanık olduğu sürece bu yarışmayı kazanmak zordu.

Her neyse... Burada çok oyalanmadan asıl konumuz olan 'besmele'ye geçelim. Ve soralım: "Besmele bize neyi anlatıyor? Neyi kazandırıyor? Söylerken neyi kastediyoruz?" Bu sorulara dair yazılmış belki binlerce mübarek metin vardır. Ve hepsi de hazineyi bir mücevherinden yakalamıştır. Biz de Bediüzzaman'ın ifadeleri üzerinden payımız olan bir mücevheri yakalamaya çalışacağız.

Peki bunu nasıl yapacağız? Bunu 'besmele'deki 'ferşi arşa bağlayan yolu' anlamaya çalışarak yapacağız. Ve evveliyetle şunu göreceğiz: Besmelenin iki parçasında birbirlerini gerektirir bir 'ilgi' var. Nasıl bir ilgi? 'Bismillah/Allah adıyla' ile 'Rahman ve Rahim isimleri' arasındaki bir 'gereklilik ilgisi.' Daha mı karmaşık oldu? Doğrudur. Ben de yazarken toparlamaya çalışıyorum. O halde şöyle yapalım. Bir soru eşliğinde açmayı deneyelim: 'Allah' ne demektir? 'Allah' dediğinde bir müslüman nasıl bir anlam dünyasını kasteder?

Sizi bilmem ama, ben bu kelimeyi andığım anda, yanına hemen 'ekber' kelimesi geliveriyor. O kadar birbirlerini gerektiren şeyler ki! Birisini söylemek hemencecik diğerini çağrıştırıyor.

Evet. Allah herşeyden önce 'ekber' olandır. Yani aşinası olduğumuz bütün büyüklük kıyaslamalarının üstünde olandır. Yani 'sonsuz' olandır. Sınırlıların (yani bizlerin) yoktan varlığa çıkışını açıklayacak sonsuzluklar ondadır. Kudreti sonsuzdur. İlmi sonsuzdur. İhsanı sonsuzdur. Cömertliği sonsuzdur. Zaten ancak bu 'sonsuzluğu' sayesinde cevabını bulamadığımız soruların cevabı 'o' olur. Açıklanamayanlar onunla açıklanır. Yanıtı verilemeyenler onunla yanıtlanır. İçinden çıkılamayanlar onunla 'çözülebilir' olur. Yani, içinde yaşadığımız âlem sınırlı olsa da, onda yaşananları, yapılanları, yaratılanları açıklayabilmek ancak bir sonsuzluk ile mümkündür.

Bu, bir açıdan, 'matematik' ile 'varoluş' arasındaki ilgiye benzer. Sayısal sistem nereye kadar uzanır? Rakamlar nerede biter? En son sayı kaçtır? Biz, biliyoruz ki, 'en son sayı' diye birşey yoktur. Rakamsal sistem, kaçınılmaz bir kabulleniş olarak, sonsuza uzandığını söyler. (Basamakların isimleri ise işlem seviyelerine çıkıldıkça verilir.) Ve bu sonsuza uzanma sayesinde evrende olan herşeyi formülize etmek mümkün olur. Hatta, bırakınız evrenin sonuna doğru gitmeyi, Pi sayısının virgülden sonraki kısmının durumu açıklamak için bile sonsuzluğun varlığının kabulü gerekir. Yani, sonsuzluk, rastladığımız her nesnenin ardında öylece durmaktadır. Belki "Herşeyin hazineleri bizim yanımızdadır!" ayetinin bir sırrını, ism-i Kayyum penceresinden, bize böylece fısıldamaktadır.

Yine dağıtıyorum. Asıl meselemize dönelim. Peki, isimleri/sıfatları böylece sonsuz olan bir ilahın, bizi yaratmasının sebebi nedir? İhtiyaç? Hâşâ. Sonsuz olanın eksikliği yoktur ki tamamlamak için birşeylere/birilerine ihtiyaç duysun. Mahlukatının ne 'varlığına' ne de 'ibadetine' ihtiyacı yoktur.

Fakat onun, masivasına karşı, 'sonsuzluğunun kemalinden gelen' bir ilgisi vardır. Ne ilgisidir bu? Yaratılmış, dolayısıyla sınırlı, dolayısıyla sınırlarının ötesine aciz, dolayısıyla muhtaç, dolayısıyla herdaim yardım dileyen mahlukatına karşı bir rahmet ilgisi. İhsanlarla sevindirebilmek için masivasının vücudlarını yokluktan varlığa çıkaracak kadar şefkatli bir ilgi. Büyüklüğünün kemalini, kemalinin güzelliğini, güzelliğinin mükemmelliğini, mükemmelliğinin kusursuzluğunu isbat eden bir ilgi. Her isminin, ilminin, dikkatinin güneş ışığı misali tüm detaylara nüfuz ettiğini gösterir bir ilgi.

Evet. Cenab-ı Hakkın bize dikkatinin 'zatının kemaliyle' ilgisi büyüktür. Yoksa, hâşâ, onun bize muhtaçlığı yoktur. Bizim ona 'onun yaratamadığı/yaratmadığı' birşeyi verebilme imkanımız yoktur. Zaten, Samed olan Allah'ın, karşılayabileceğimiz bir ihtiyacı da yoktur. O, ilah olması hasebiyle, ihtiyaçlara muhtaç olmaktan münezzehtir. Fakat kemalinden gelen bir fazlı olarak bizimle ilgilenir.

İşte, Cenab-ı Hakkın bu kemalî ilgisini, en çok 'rahmet' üzerinden okuruz şu dünyada. Yani, rahmet, hiçbirşeye muhtaç olmayanın fazl u keremi olarak, âdeta üzerimize titrer. Ve sanki besmele, içinde Rahman ve Rahim isimlerinin anılışıyla, şu manayı ifade ediyor olur:

"Allah'ın yaptığım herşeyde anmalıyım. Çünkü Allah yaptığım herşeyle ilgili. Bunu nereden çıkarıyorum? Çünkü o Rahman ve Rahim. Her işinde kereminin izleri var. Herşeye rahmet tecellileri olduğu gibi bana özel rahimiyet tecellileri de var. Vahidiyetle herşeyin sahibi o olduğu gibi Ehadiyet ile benim sahibim olduğunu gösteriyor. Nuru bana da dokunuyor. Ben de, işte, 'besmele'yi söylediğimde bu ilginin 'Aklımda!' olduğunu ifade etmiş oluyorum. Hem o ilgiyi hatırlıyorum hem de çevreme hatırlatıyorum. Çünkü 'insanî arşa' ancak böyle çıkılıyor. Yani, Allah'ın Rahman ve Rahim oluşu benimle ilgilenmesini, benimle ilgilenmesi ise (şuurlu bir canlı olarak) benim de bu ilginin farkında olduğumu beyan etmemi gerektiriyor. İnsan arşına 'farkındalığından' çıkıyor."

Bu bir tür 'şuur/dikkat geliştirme eğitimi' gibi de düşünülebilir bence arkadaşlar. Hani Cibril Hâdisi'nde geçen 'ihsan makamı'nı yakalamanın, yani Allah'ı görüyor gibi yaşamanın, bir güzel eğitimi. Mü'min her işinde 'besmele'yi söyledikçe, hatırladıkça, hatırlattıkça Allah'ın kendisine olan ilgisini de hatırlamış/hatırlatmış oluyor.

Oyunu kaybetmemek için bu şuur gerekiyor. Çok kusurlu bir benzetme oldu fakat zihne yaklaştırdığı için kullanmasını seviyorum. Besmele, bir açıdan, dünya imtihanında şeytana, nefsimize veya her türden gaflete karşı 'Aklımda!' demenin bir yolu gibi görünüyor: "Evet. Onun adı aklımda! Dolayısıyla, ey imtihan, Rabbimin bana karşı olan ilgisini unutmadım." Ve Kur'an-ı Hakîm'de de buyruluyor: "Üzerine Allah'ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin!"

7 Nisan 2016 Perşembe

Rahim'in farkına varmak...

"Bismillâhirrahmânirrahîm'in bir cilvesini şöyle gördüm ki: Kâinat simasında, arz simasında ve insan simasında, birbiri içinde birbirinin nümunesini gösteren üç sikke-i rububiyet var." Sözler'den.

Cenab-ı Hak bize 'Allah' olduğunu, Allah içre 'Rahman' olduğunu, Rahman içre 'Rahim' olduğunu neden bu kadar sık hatırlatıyor? Çünkü bunu bilmeye ihtiyacımız var. Samediyet penceresinden bakınca görüyoruz ki; her tekrar, mükerrer ihtiyacımızın karşılığı. Öğün sayısı açlık sayısınca. Demek; bizim Allah'ın Allah olduğunu, Allah içinde/yanında Rahman olduğunu, Rahman içinde/yanında Rahim olduğunu bilmeye ihtiyacımız var. Onu biliş, bu 'içiçelik' hatırda tutulmadan yapılmamalı. Allah'ın hangi ismini bilsek, içinde başka bir ismin de bize gözkırptığını unutmamalı. Ki Kur'an'da yeralan fezlekeler de bize aynı sırrı ders veriyor: Allah hem Alîm hem Hakîm'dir. Hem Rauf hem Rahim'dir. Hem Semî hem Alîm'dir. Hem Ganî hem Hamîd'dir.

Bu, esma tefekkürünün en önemli parçalarından birisini oluşturur: İsimler arasındaki geçişler... Fiilden isme uzanan dikey bilişi, isimden isme yatay bir marifete dönüştürmek bu farkındalıkla mümkündür. Rahman olanın aynı zamanda Rahim olduğunu, Rahmaniyetinin Rahimiyeti de iktiza ettiğini bilmek gerekir esmayı tefekkür ederken. Tıpkı Alîm olanın Hakîm de olması gerektiğini bilmek gibi... Her işini hikmetle yapıyorsa demek ki herşeyi biliyor da yapıyor. Herşeyi biliyorsa elbette her eylediğini de o ilimce/hikmetle eyliyor. Rahman olan Allah'ın kainatı kuşatan Rahmaniyet tecellileri de bize şunu söyletiyor:

Allah, eğer bu kadar Rahman'sa, benim diğerlerinden ayrıldığım noktalarda da bana özel ikramları olmalı. Bu güneş farklılıklarımda da beni gölgede bırakmaz. Farklılığımı gözetememenin aczi ona dokunamaz! Benim yüzüm başka insanlara her noktada benzemediği gibi bahtım da benzemez. Bahtım benzemediği gibi kalbim de benzemez. Kalbim benzemediği gibi derdim de benzemez. O vakit, Rabbimin Rahmaniyetinin en ince dairelere kadar tasarrufu olmalı. Ki o da Rahimiyettir. Farklı olana yetişen 'hususi imdad'dır.

"Sonra, o kavânin-i külliye ve desâtir-i umumiye meydanlarında esmâlarını tecellî ettirip tenvir etti. Sonra, bu kanun-u küllînin tazyikinden feryad eden fertlere, Rahmânü'r-Rahîm isimlerini hususî bir surette imdada yetiştirdi."

Hususi imdatlardır en çok bizi Allah'ın kudretinden ümitvâr kılan. Yaşadığımız halet nasıl bir karanlık olursa olsun, o Şems-i Sermed'in ziyasının bizi ıskalamayacağını biliriz. Hiçbir başkası, ne kadar büyük olursa olsun, bizi gölgede bırakamaz. Rahimiyet Rahmaniyetin kemali için gereklidir. Tıpkı Hakîm ismi için Alîm isminin gerekli oluşu gibi.

Biliriz ki: Allah'ın Rahmaniyeti (hâşâ) kontrolsüz bir saçış/bağış değildir. En küçük mahlukatının en ince derdini bilip, ona has devaları da o büyük dağıtış içinde gözeten kemalde bir bağıştır. İşte bugün üç aylara giriyoruz. Bize bağışladığı imanlı zamanlar içinde Rahman ismini görüyoruz, mübarek vakitlerin içinde ise Rahimiyetini okuyoruz. Çünkü bu özel alanlara/has ikram dairelerine ihtiyacımız var. Kervan göçüp dağlar başında yalnız kaldığımız zamanlar var. Besmele diyor ki bize: Dikkatli olun! Rahman olan aynı zamanda Rahim'dir. Geride kalmışlara has ikramları da vardır. Hayatınızın içindeki özel ikramları sakın ha sakın gözden kaçırmayın! En çok siz olduğunuz yerden/kalbinizden ve en çok şuurda olduğunuz yerden/dikkatinizden Allah'a bağlanın.

"Demek, Bismillâhirrahmânirrahîm, sahife-i âlemde bir satır-ı nuranî teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin kudsî ünvanıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yani, Bismillâhirrahmânirrahîm, yukarıdan nüzûl ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arşa bağlar, insanî arşa çıkmaya bir yol olur."

Mucizat-ı Ahmediye'den 'Bitki Zekası' çıkar mı?

Stefano Mancuso'nun 'Bitki Zekası' isimli eseri bazı konulara bakışımı zenginleştirdi diyebilirim. Mesela 'zeka' konusu....