Bu bakış açısını, Ebu'l-Feth el-Beyanunî'nin Mezhep Meselesi ve Fıkhî İhtilaflar kitabında okuduğumu hatırlıyorum, bilmana nakledeceğim: Cenab-ı Hak, Kur'an'da herşeye tafsilatıyla yer vermeyerek, sünnete bir alan bırakmıştır. Sünnet de herşeyin tafsilatını vermeyerek içtihada bir alan bırakmıştır. Yani dolayısıyla 'içtihad' Alîm-i Hakîm'in muradıdır. Hak Teala, bir hikmete, belki de sırr-ı imtihana binaen kullarının 'hakkı tesbitte iradelerini/gayretlerini sarfedecekleri' bir boşluk da ikram etmiştir. Tıpkı doğruyu-yanlışı diniyle bildirip fakat seçmekte serbest bıraktığı gibi. Mucizelerle akla kapı açıp ama ihtiyarı elimizden almadığı gibi. Mezhep imamları da bu boşlukları yine Kur'an'dan ve sünnetten aldıkları usûllerle doldurarak bize hayırlı bir miras emanet etmişlerdir.
İnsan büsbütün boşluğa terkedilemez ama boşluksuz da yapamaz. Pedagojiye/psikolojiye dair şöyle-böyle okuma yapan herkes insan iradesinin gelişiminde boşlukların ne büyük bir kıymete sahip olduğunu bilir. Hatta denilebilir ki: İnsanı insan eden ona bırakılan boşluklardır. Âdemoğlunu robottan boşlukları ayırır. Bildiği bütün doğruları çocuğunun üzerine yığan, hata yapma şansı tanımayan, arzulayabileceği herşeyi hemencecik önüne döken ebeveyn olmak hüner değildir aslında. Çünkü bu tavır hayata katılacak 'yeni insanı' en yalın ifadesiyle güdükleştirir. Hatta bir eşikten sonra iradesizleştirir. Seçme yeteneğini yeterince kullanamayan çocuğun bu eksiklikle ilişkili olarak diğer latifeleri de gelişemez. Yeterince akletmez, hissetmez, duygulanmaz, gayret göstermez. Mücadelesi bu yönüyle beşerin hazinesidir. İmtihan edildikçe kabiliyetleri açılır. Sorunlarla karşılaştıkça çözüm üretmekte güçlenir. Boşluklardan çabaya âşık bir bereket yaratılır.
Çocuk büyüdükçe meme ağzından alınmalıdır. Çocuk büyüdükçe lokmayı ağzına koymak bırakılmalıdır. Çocuk büyüdükçe rızkını kendisi kazanmalıdır. Ebeveyninin ona yaşı ile uyumlu olarak bıraktığı boşlukta çocuk kendi varlığını bulur. Eğer bu boşluk bırakılmazsa çocuk varlığını da arttıramaz. Dünyaya geldiği ilk günün dar alanında yaşamını sürdürmeye çalışır. Bu yönüyle diyebiliriz ki: Allah'ın kullarına bir ikramı da boşluklarıdır. Herşeyi hazır olarak önünde bulmamasıdır. İradesine pay bırakılmasıdır. Gayretine alan açılmasıdır. Belki, Cenab-ı Hak, imtihanı bu hikmetle de bizlere yaşatmaktadır.
Zaten, sanki biraz da bu yüzden, yani fıtrata nakşedilen bu hususiyete binaen, iradesine yeterince pay bırakılmadığını düşünen çocuklar sonraları ebeveynlerine isyan ederler. Özellikle ergenlik döneminde bu isyanların en şiddetlileri yaşanır. Çocuğun imtihanı başlamaktadır. Mesuliyet yaşı gelmiştir. İrade bu mesuliyeti taşımanın psikolojisiyle gerilir de gerilir. Herkese çatmaya başlar. Kendisinden başka her iradenin tahakkümüne, en şefkatli şekilleriyle dahi görse onları, taarruz eder. Kızar. Bağırır. Uzaklaşır. Kendine bir alan inşa etmeye çalışır.
Buradan hızlıca şuraya geçelim: Geçenlerde Melikşah Sezen Hoca'nın İmâm Mâturîdî'nin Tefsir Literatürüne Tesiri kitabını okurken ilginç bir bilgiye rastladım. Dirayet tefsirlerinin ortaya çıkış sürecine dair önemli bir hikmeti içeriyordu kanaatimce. Alıntılayayım:
"Tüm ayet-i kerimeler hakkında Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve's-sellemin izahatının bulunmaması, yine bütün ayet-i kerimelerin esbab-ı nüzûlüne dair rivayetin mevcut olmaması ve bu mevzularda elde olan rivayetlerin de bir kısmının (sıhhat şartları açısından) muteber olmaması gibi durumların, dirayet unsurlarının da ilahî kelamı anlamaya teksif edilmesine ortam hazırladığı söyenebilir. Bununla birlikte Nebiyyi Zîşan sallallahu aleyhi ve's-sellemden nakledilen bazı haberlerin ashabını bu gibi istidlal ve istimbata yönlendirdiğini göstermesi de bu uğraşın şerî cevazı olarak kabul edilmiştir."
Yani dirayet tefsirlerinin yazılması da bir murad-ı ilahîdir. Kur'an'ın ve sünnetin dirayet unsurlarına ayetleri anlamada bıraktığı boşluk, o boşluğu doldurmak için bu unsurların sevki, muhteşem ve muazzez bir eser külliyatıyla ümmetin buluşmasına vesile olmuştur. Bunlardan ilkinin müellifi İmam Maturîdî (r.a.) olduğu gibi ahirzamanda kıymetlilerinden birisinin müellifi de Bediüzzaman Said Nursî'dir. Evet. Elhamdülillah. Allah hepsinden razı olsun. Bizi de şefaatlerine nail eylesin. Âmin.
Müsaadenle konuyu şuraya da getireceğim arkadaşım. Bazı platformlarda soruluyor: Bediüzzaman neden bütün Kur'an ayetlerini tefsir etmemiştir? Ben bunun cevabının da yukarıda konuştuğumuz boşluk sırrıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Hatta Rahman sûresinin tefsiri gibi hususlarda talebelerine bıraktığı 'şevklendirici açık kapı'nın da böyle bir hikmetin işareti olduğunu düşünüyorum. Yani mürşidimiz öylece durmamızı istemiyor. Bizim de öğrettiği usûlü kuşanarak ardından marifet üretmemizi arzu ediyor. Bu yüzden bizi kendi varlığımızı ortaya koyabileceğimiz boşluklarla muhatap ediyor. Bu zahirde 'yarım kalmışlık'lar aslında yarımlık değil. Bazen birtek yarımlık sayesinde o yarımlıkla muhatap olan herkes yeni bir parça üretiyor. Bu defa başta bütün ortaya konulsa 'az' kalacak olan yarım kalarak 'çok'lanıyor. Buna ilaveten şunu da söylemek isterim: Hayatta muhatap olduğumuz her yarımlığa böyle bir bereket perspektifinden bakabiliriz gibi geliyor bana. Yani onları 'çoğalmanın vesilesi' olarak görerek yoksunluklarıyla barışabiliriz. Allahu'l-a'lem. Bunu da bir düşün isterim arkadaşım.
Pedagoji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Pedagoji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
9 Haziran 2019 Pazar
16 Kasım 2016 Çarşamba
Allah, anne ve babayı, çocuklarına karşı karşılıksız bir sevgiyle neden doldurmuştur?
Askerliğini kısa dönem yapan birisi olarak farkettiğim birşeydir: Askere 19'unda gitmiş birisiyle 27'sinde gitmiş birisinin itaati aynı olmuyor. Ve aynı şekilde askere 27'sinde gitmiş birisiyle 19'da gitmiş birisinin komutanına yüklediği anlam/karizma da aynı olmuyor. Olgunluğun böyle bir yanı da var. Daha çok sorguluyor. Daha az kapılıyor. Daha az asker oluyor. Evet, daha az asker olduğumuz, hem uzun dönemlerin hem de komutanlarımızın hemfikir olduğu birşeydir. Bu açıdan 15 Temmuz'un ardından harp okullarının kapatılması kadar normal karşılayacağım birşey yok.
O yaşlarda askeri sistem içine girmiş birisinin emir-komuta zincirinin hilafına hareket edebilmesi, demokrasiye saygı duyabilmesi veya kendisini halktan bir parça olarak görmeye devam etmesi, sonra giren birisine göre, daha zor. Yine Erdoğan'ın profesyonel askerliğe yanaşmaması da bu noktadan anlaşılır birşey. İçindeki erlerin hâlâ halkın evladı olduğu bir ordu elbette halkına kurşun sıkmakta profesyonel ordudan çekinceli olacaktır. Nitekim 15 Temmuz'da bunun hüsn-ü misallerini gördük.
2001 yapımı A.I. Artificial Intelligence (Yapay Zeka) filminin sordurduklarından birisidir: Allah, anne ve babayı, çocuklarına karşı karşılıksız bir sevgiyle/şefkatle neden doldurmuştur? Eskiden bu soruya daha farklı cevaplar verebilirdim. Fakat bugün, dünyayı yeni yeni anlamaya başladığımız o zayıf çağın psikolojimizi bozmaması için böyle bir himayenin şart olduğunu düşünüyorum. Bu aslında biraz da sinn-i kemale ermeden öncemizin insanlığa yakışır bir izzet içinde tamamlanması için gerekli. Yakınlarımızın beklentisiz sevgisi dünyalıların kalbimizi yormamaları açısından da kıymetli...
Beklentili sevgiler, hele böylesi acizlikle ve muhtaçlıkla dolu olduğumuz bir dönemde, bizi iradelerinin ellerinde maymuna çevirebilecek şeyler. (Mezkûr filmde, esas çocuğumuzun, anne sevgisini kazanmak için katlandıklarını hatırlayın.) Üstelik, çocuğun, etrafında yaşanılan her duygulanımı büyüklerinden daha ciddiye aldığı düşünülürse, süreç katmerli bir işkenceye dönüşebilir. George Orwell, Kitaplar ve Sigaralar'da, yatılı okul yıllarını anlattığı bölümde şöyle diyor: "Birşeyden oldukça eminim, o da, yatılı okulların gündüz okullarından daha kötü olduğu. Evi bir sığınak olarak elinin altında olan bir çocuk daha şanslıdır."
Çocukların erken yaşlarda yatılı okula gönderilmesinin İngiliz eğitim sisteminin en büyük hatalarından birisi olduğunu düşünen Orwell, St Cyprian's'ta yaşadığı olaylardan o kadar etkilenmiştir ki, meşhur 'kara ütopyası' 1984'ü bu 'etkilenmişliğin' izleriyle doldurmuştur. 1984'ün okurları, her ne kadar onu bir Sovyet Rusya veya 'otoriter devlet' eleştirisi olarak bilseler de, Orwell'ın yatılı okul hayatına dair anlattıkları bu kitaptan çok açık izler taşır. Okul müdürü hakkında kurduğu şu cümleler adeta Big Brother'ın tarifidir: "Okulun içinde olsun dışında olsun, her yetişkinin, kuralları ihlal etmemizi engellemek için gönüllü olarak işbirliği yapacağını varsayıyordum. Sambo herşeye kadirdi. Ajanlarının her yerde olması doğaldı."
Orwell'ın yatılı okul sistemi hakkında öfkelendiği şey (bir yatılı okul mezunu olarak içtenlikle katılıyorum buna); daha doğruyu ve yanlışı birbirinden ayıramadıkları bir çağda, çocukların, 'küçük düşürücü bir yalakalıkla' birilerine yaranmak zorunda bırakılmasıdır. Garantisiz, menfaatçi ve istismarcı sevicilerle muhatap olmalarıdır. Evden ve ebeveynlerinden uzaklaşmaları, hayatlarının neredeyse tamamının okul idarecilerinin ellerine bırakılması ve bu idarecilerin de sevmek için (belki sadece 'aferin'den ibaret bir sevmek için) çocuklara her hatalarında kendilerini yetersiz/aptal hissettirmeleri... bütün bunlardır Orwell'ı yatılı sisteme düşman eden.
"Bana para yatırmıştı ve yatırdığı parayı prestij olarak geri almayı hedefliyordu. (...) En çok çeken yoksul ama zeki çocuklardı. Beyinlerimiz, para yatırdığı birer altın madeniydi ve bizi sıkıp kâr payını çıkarmalıydı. (...) Yetenekli çocukların kariyerini rekabete dayanan bir sınava bağlama faaliyeti, yalnızca oniki ya da onüç yaşında olduğu düşünüldüğünde, en iyi ihtimalle kötü birşey."
FETÖ ile devlet arasındaki gerilimin ayyuka çıkışını hatırlayalım: Dersanelerin kapanıyor olmasıydı FETÖ'yü devlete düşman eden. Öncesindeki hiçbir gerilim FETÖ'nün kontrolünü kaybetmesine ve cepheyi (kamuoyunun da haberdar olabileceği bir şekilde) genişletmesine sebep olmamıştı. Bunun örgüte vuracağı finansal darbe bir yana, ben, asıl mahrumiyetin örgütün insan kaynaklarında yaşanacağını yazmıştım o dönemde. Neden? Çünkü kariyerin sınav rekabetine bağlı olduğu bir düzende dersane sahibi olmak sadece dersane sahibi olmak değildir. Çocukluk psikolojisinden uzaklaşmamış bireylerin size muhtaç olmasıdır. Hele o çocuğu daha erken yaşlarda, diyelim Orwell'ın yatılı okula gittiği yıllarda, ele geçirmek, hayatını da ele geçirmektir. Zira ebeveyninden uzaklaşıp hayatının büyük bir dönemini sizinle geçiren bir çocuk daha kolay endoktrinasyona tâbi tutulabilir.
Hele bu çocuk bir de fakirse elde edilmesi daha kolaydır. Gördüğü iyiliklerle büyüklerine(!) borçlanan/bağlanan bir çocuk, vefasını göstermek için, gerekirse ailesini bile karşısına alabilir. Geçmişte, FETÖ'nün içinde, ailesi tarafından bulunmamak için adını değiştiren, evini boşveren, yerini saklayan, yurtdışına çıkması veya okulu bırakması istense bile ebeveynine danışmayacak olan birçok birey vardı. İnsanlar bu hale nasıl gelebildi? Kanaatimce, bunlar, hayatlarının sonraki yıllarında 'beklentili sevgilerine' muhatap oldukları insanların bağımlısı olarak ebeveynlerinden uzaklaşmışlardır.
Ancak bu noktada şuna dikkat etmek gerekir: Bu çocukları beklentili insanlara muhtaç eden de ebeveynlerinin 'beklentili sevgileri'dir. İyi bir üniversite olsun, kariyer olsun, iş olsun... Beklentiye giren ebeveyn çocuğunu 'koşulsuz sevgi' ekseninden uzaklaştırır. Çocuk kendisini bu koşulları sağlamaya mecbur hisseder. İzzetini/iradesini yitirmesine neden olsa bile başarmasına yardım edecek insanlara yapışır. Araç, amacın önüne geçer ve en nihayet ebeveyn çocuğunu başkaları hesabına kaybeder.
İşte, sıla-i rahim hakkında İslam'da (özellikle hadis-i şeriflerde) varolan vurgunun bir hikmeti de buradan bize gözkırpıyor. Dikkat edin: Toplumsal veya bireysel hayatımıza bela olan her ideoloji, her akım, her örgüt, önce çocukların/gençlerin aileleriyle olan bağlarına zarar veriyor. Koparırsa kazanıyor. Bediüzzaman'ın dinsizlik salgını hakkında kullandığı 'herkesin çocuklarını kendisine alıp' ifadesi, öncesi ve sonrasıyla beraber tefekkür edildiğinde, bu ince hikmet adına da önemli şeyler söylüyor:
"Hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin, hususan millet-i İslâmiyenin üssü'l-esası, akrabalar içinde samimâne muhabbet ve kabile ve taifeler içinde alâkadarâne irtibat ve İslâmiyet milliyetiyle mü'min kardeşlerine karşı, mânevî, muavenetkârâne bir uhuvvet ve kendi cinsi ve milletine karşı fedakârâne bir alâka ve hayat-ı ebediyesini kurtaran Kur'ân hakikatlerine ve nâşirlerine sarsılmaz bir rabıta ve iltizam ve bağlılık gibi, hayat-ı içtimaiyeyi esasıyla temin eden bu rabıtaları inkâr etmekle ve şimaldeki dehşetli anarşistlik tohumunu saçan ve nesil ve milliyeti mahveden ve herkesin çocuklarını kendine alıp karâbet ve milliyeti izale eden ve medeniyet-i beşeriyeyi ve hayat-ı içtimaiyeyi bütün bütün bozmaya yol açan kızıl tehlikeyi kabul etmekle ancak Nur şakirtlerine medar-ı mes'uliyet cemiyet namını verebilir."
İsterseniz, bunu, o günkü gibi sosyalizm veya komünizme, isterseniz biraz daha içimize taşıyıp modernizm ve reformizme uygulayın. Aynı şeyi göreceksiniz: Cemiyetlerin (cemaatlerden farklı olarak) yapısı böyledir. Cemaatler sıla-i rahimi tetiklerken, cemiyetler sıla-i rahimi keser atar. Daha somut konuşalım: Uydurulmuş din/indirilmiş din muhabbetinin ardında yatan şey, yine bir 'herkesin çocuklarını kendisine alma' operasyonudur.
Bugün ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasını ve büyüklerini aşağılamaktan çekinmeyen şu dil, tıpkı geçmişteki emsalleri gibi, sıla-i rahmimize kastediyor. Kökümüzle rabıtamızı kesiyor. Halbuki bir bünyeye fayda verecek olan söylem, o bünyenin bütünü/geçmişini inkâr etmeyecek, uyum sağlayacak olan bir söylemdir. Hangi böbrek kalbini veya ciğerini kötülediği vücutta işe yarar? Bizim, cemaatlere (cemiyet haline gelmemeleri adına) getirdiğimiz makul eleştirilerin yanında, şu sıla-i rahim üzerine de eğilmemiz lazım. Sistem hangi noktalarda çocukların ebeveynleriyle bağlarının kopmasını tetikliyor? Bu soruya cevap arayalım. Ebeveynleriyle bağı kopan çocukların sokulamayacakları bir şekil yok. Kurtuluş en önce ailede. Ve çocuğun en güvenli sığınağını kaybetmemesinde. Çünkü hiçbir çocuk muhtaçlığının ardında izzetini yitirmedikçe 'kullanılır' olmaz.
2 Şubat 2016 Salı
Sünnet meşruiyetini pedagojiye mi sormalı?
Hastalık insanın zayıflığını tavaf etmesi gibi. 'Onun merkezde ve devamlı olduğu, tekrar be tekrar karşına çıktığı, senin etrafında döndüğün...' bu ritüel aynı zamanda içerde bir yerde kabul etmek istemediğin birşeyi davranışsal olarak kabul ettiğini gösteriyor. "Evet, ben acizim. Kabul etmek istemesem de bu böyle!" Şuuruna bir çizik atılıyor her hasta oluşunda. Mürşidimin ifadesiyle menfi/mecbur bırakıldığın bir ibadet/tavaf bu. Hatta bir adım ilerisinde tekrarlanan her ihtiyaç (nefes almak, yemek, içmek...) bir acizlik tavafı.
Bu sıralar çok tutan bir modernist tavır da hikmetine eremediği amel-i salihlere 'hurafe' yaftasını yapıştırmak. Ancak bu sapma daha derinlerde başka bir sapmadan besleniyor. Bence insanın 'kabul'u ('yakîn' mi demeli) iki şekilde mümkün: Bir itikadî, iki ibadetî... Yahut da kabulün iki rengi var: Birisi, dinamik olan aklın içinde yer tutuyor ve oradan kalbe doğru ilerliyor. İkincisi, statik olan şuurun davranışlarla sürekli bir etki altında bırakılmasına dayanıyor. Ve yine zamanla kalpte yer tutmayı başarıyor. İkisinin de amacı kabul edilen şeye bir 'tarafgirlik' yaratmak. Aklın baştan gittiği anlarda dahi, kalpte kök tutmuş olan kabulün etkisinden çıkmamış olmak. Modern zamanlarda birincisine rağbet ikincisinden ziyade. Fakat bana sorarsanız, ikincisinin başarısı birincisinden fazla.
İbadetler neyi/ne kadar kabul ettiğimizi de ortaya koyuyor biraz. Fakat bunu yokluğuna karine olmakla değil, varlığını geliştirici/destekleyici olmakla yapıyor. Altını kalınca çizmek lazım: Amel imanın bir cüzü/parçası değildir. Amelde eksiği olanın imansızlığına hükmedilmez. Ancak amelin külliyetinden imanın sıhhatine dair bir okuma yapılabilir. Zaten amel-iman arasında bu şifa-yara ilişkisi olmasa, dinî metinlerde amel-i salihe bu denli vurgu yapılması anlamsız olurdu. Ve amel-iman arasında bir şekilde bağlantı kuran ayet ve hadislerin yorumlanması da müşkülleşirdi. Bu müşkülü, biz, ameli imanın parçası kılmayarak, ama imanı zengileştirdiğini de gözardı etmeyerek aşabiliyoruz: Amel-i salih yapmaya muhtacız. Çünkü amel-i salih manen hasta olduğumuz yerlere 'davranışsal kabulleriyle' şifa sunuyor.
Peki, nedir bu 'davranışsal kabul' demekle kastettiğim? Bunu çeşitli şekillerde örneklendirebilirim. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'kulun Rabbine en yakın olduğu anı secde anı' olarak tarif edişi, bir açıdan da, bu 'davranışsal kabul'ün yoğunluğunun zirve noktasını 'secde' temsil ettiği içindir. Yani insan, ancak Allah gibi gördüğü şeye secde eder veya secde öyle bir davranıştır ki, Allah gibi birşeyin varlığının kabulü arkasında ve ancak onun (veya onun emrettiği şeyin) karşısında gerçekleştirilir. Secde eden insan, günde beş vakit, Allah'ın varlığını davranışsal olarak içinde inşa eder. Ettiğini ve edildiğini ilk gördüğü andan itibaren...
Bu büyüklük kabulü aynı zamanda kendisi için de bir küçüklük kabulüdür. Küçük olan adımlarını büyük olanın emirlerine bakarak atmaya başlar. Bu tüm dünyanızı şuur boyutunda etkileyen birşeydir. Bediüzzaman Hazretleri'nin Ramazan Risalesi'nde orucun hikmetlerine dair yaptığı bir vurgu da, onun, Allah'ın azametine karşı azametli bir tavr-ı ubudiyetkarene sergileme imkanı vermesidir:
Ramazan orucu, resme büyük bakabildiğiniz nisbette, sizin 'davranışsal kabul'ünüzde izler bırakır. Tıpkı yukarıdaki secde örneğinde olduğu gibi, 'Buyurunuz' denmezse ekmeğe el atılamayacak birisini dünyanıza katar. Bunun öyle olduğunu davranışsal bir şekilde kabul edersiniz. Bir mü'minin, çocukluğundan itibaren, ilmihal ve itikad derslerinden de evvel aldığı davranışsal ders budur. Ve bu yüzden çocukları ibadetlere özendirmek, güzellikle alıştırmak ve hatta büyüklerin ibadetlerinin şahidi kılmak kıymetlidir. Yine mürşidim yağmur duası hakkında diyor ki:
Pedagojinin 'tam imanlı bir çocuk'la işi olur mu bilmiyorum. Hatta neyi tam olarak idealize ettiğinden de emin değilim. Ama herhalde sünnet-i seniyyeye ittiba için onun fikrini soracak değiliz. Çünkü sünnetin meşruiyetini pedagojiden değil, pedagojinin meşruiyetini sünnetten sınayanlardanız. Ben, kendi adıma, ardındaki hikmeti zihniniz kuşatsın veya kuşatamasın, her amel-i salihin, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın her sünnetinin (ve hatta o sünnetteki en ince detayların) davranışsal bir kabul eğitimi verdiği kanaatindeyim. Eğer modern pedagojinin boyu o pencereye yetişmemişse yapmamız gereken pencereyi kötülemek değil, pedagojiye "Büyü de gel!" demektir. Yine Ebubekir Sifil Hoca'dan bir alıntıyla bitirelim: "Hayatından 'yağmur duası' olgusunu kovmuş bulunan bir anlayışın, yağmur duasına çıkılırken niçin özellikle yaşlıların, çocukların ve hayvanların da götürülmesine dikkat edildiğinin, niçin eski elbiselerin giyilmesinin tavsiye edildiğinin ve duayı yapanın niçin cübbesini içini dışına giydiğinin idrakine ermesini beklemek beyhudedir." Öyle ya; dünya etraflarında dönüyor sananların, Kabe'yi tavaf etmeyi hurafe görmeleri normaldir.
Bu sıralar çok tutan bir modernist tavır da hikmetine eremediği amel-i salihlere 'hurafe' yaftasını yapıştırmak. Ancak bu sapma daha derinlerde başka bir sapmadan besleniyor. Bence insanın 'kabul'u ('yakîn' mi demeli) iki şekilde mümkün: Bir itikadî, iki ibadetî... Yahut da kabulün iki rengi var: Birisi, dinamik olan aklın içinde yer tutuyor ve oradan kalbe doğru ilerliyor. İkincisi, statik olan şuurun davranışlarla sürekli bir etki altında bırakılmasına dayanıyor. Ve yine zamanla kalpte yer tutmayı başarıyor. İkisinin de amacı kabul edilen şeye bir 'tarafgirlik' yaratmak. Aklın baştan gittiği anlarda dahi, kalpte kök tutmuş olan kabulün etkisinden çıkmamış olmak. Modern zamanlarda birincisine rağbet ikincisinden ziyade. Fakat bana sorarsanız, ikincisinin başarısı birincisinden fazla.
İbadetler neyi/ne kadar kabul ettiğimizi de ortaya koyuyor biraz. Fakat bunu yokluğuna karine olmakla değil, varlığını geliştirici/destekleyici olmakla yapıyor. Altını kalınca çizmek lazım: Amel imanın bir cüzü/parçası değildir. Amelde eksiği olanın imansızlığına hükmedilmez. Ancak amelin külliyetinden imanın sıhhatine dair bir okuma yapılabilir. Zaten amel-iman arasında bu şifa-yara ilişkisi olmasa, dinî metinlerde amel-i salihe bu denli vurgu yapılması anlamsız olurdu. Ve amel-iman arasında bir şekilde bağlantı kuran ayet ve hadislerin yorumlanması da müşkülleşirdi. Bu müşkülü, biz, ameli imanın parçası kılmayarak, ama imanı zengileştirdiğini de gözardı etmeyerek aşabiliyoruz: Amel-i salih yapmaya muhtacız. Çünkü amel-i salih manen hasta olduğumuz yerlere 'davranışsal kabulleriyle' şifa sunuyor.
Peki, nedir bu 'davranışsal kabul' demekle kastettiğim? Bunu çeşitli şekillerde örneklendirebilirim. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'kulun Rabbine en yakın olduğu anı secde anı' olarak tarif edişi, bir açıdan da, bu 'davranışsal kabul'ün yoğunluğunun zirve noktasını 'secde' temsil ettiği içindir. Yani insan, ancak Allah gibi gördüğü şeye secde eder veya secde öyle bir davranıştır ki, Allah gibi birşeyin varlığının kabulü arkasında ve ancak onun (veya onun emrettiği şeyin) karşısında gerçekleştirilir. Secde eden insan, günde beş vakit, Allah'ın varlığını davranışsal olarak içinde inşa eder. Ettiğini ve edildiğini ilk gördüğü andan itibaren...
Bu büyüklük kabulü aynı zamanda kendisi için de bir küçüklük kabulüdür. Küçük olan adımlarını büyük olanın emirlerine bakarak atmaya başlar. Bu tüm dünyanızı şuur boyutunda etkileyen birşeydir. Bediüzzaman Hazretleri'nin Ramazan Risalesi'nde orucun hikmetlerine dair yaptığı bir vurgu da, onun, Allah'ın azametine karşı azametli bir tavr-ı ubudiyetkarene sergileme imkanı vermesidir:
"İnsanlar, gaflet perdesi altında ve esbab dairesinde, o vaziyetin ifade ettiği hakikati tam göremiyor, bazan unutuyor. Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i iman, birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelînin ziyafetine davet edilmiş bir surette, akşama yakın 'Buyurunuz' emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubûdiyetkârâne göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli Rahmâniyete karşı, vüs'atli ve azametli ve intizamlı bir ubûdiyetle mukabele ediyorlar. Acaba böyle ulvî ubûdiyete ve şeref-i keramete iştirak etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar?"
Ramazan orucu, resme büyük bakabildiğiniz nisbette, sizin 'davranışsal kabul'ünüzde izler bırakır. Tıpkı yukarıdaki secde örneğinde olduğu gibi, 'Buyurunuz' denmezse ekmeğe el atılamayacak birisini dünyanıza katar. Bunun öyle olduğunu davranışsal bir şekilde kabul edersiniz. Bir mü'minin, çocukluğundan itibaren, ilmihal ve itikad derslerinden de evvel aldığı davranışsal ders budur. Ve bu yüzden çocukları ibadetlere özendirmek, güzellikle alıştırmak ve hatta büyüklerin ibadetlerinin şahidi kılmak kıymetlidir. Yine mürşidim yağmur duası hakkında diyor ki:
"Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir; fakat asıl hakikî, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, onun tayınını veren babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayınını ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir Zât, onu besliyor, rızkını veriyor. Hattâ en küçücük bir çocuk da, daima aç olduğu vakit validesine yalvarmaya alışmışken, o yağmur duasında, küçücük fikrinde büyük ve geniş bu mânâyı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir Zât, hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının fâidesi olmaz. Öyleyse Ona yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur."
Pedagojinin 'tam imanlı bir çocuk'la işi olur mu bilmiyorum. Hatta neyi tam olarak idealize ettiğinden de emin değilim. Ama herhalde sünnet-i seniyyeye ittiba için onun fikrini soracak değiliz. Çünkü sünnetin meşruiyetini pedagojiden değil, pedagojinin meşruiyetini sünnetten sınayanlardanız. Ben, kendi adıma, ardındaki hikmeti zihniniz kuşatsın veya kuşatamasın, her amel-i salihin, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın her sünnetinin (ve hatta o sünnetteki en ince detayların) davranışsal bir kabul eğitimi verdiği kanaatindeyim. Eğer modern pedagojinin boyu o pencereye yetişmemişse yapmamız gereken pencereyi kötülemek değil, pedagojiye "Büyü de gel!" demektir. Yine Ebubekir Sifil Hoca'dan bir alıntıyla bitirelim: "Hayatından 'yağmur duası' olgusunu kovmuş bulunan bir anlayışın, yağmur duasına çıkılırken niçin özellikle yaşlıların, çocukların ve hayvanların da götürülmesine dikkat edildiğinin, niçin eski elbiselerin giyilmesinin tavsiye edildiğinin ve duayı yapanın niçin cübbesini içini dışına giydiğinin idrakine ermesini beklemek beyhudedir." Öyle ya; dünya etraflarında dönüyor sananların, Kabe'yi tavaf etmeyi hurafe görmeleri normaldir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...