İbadet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İbadet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mart 2023 Çarşamba

Evrenin başı güneşini nasıl takip ediyor?

Bu da pek bir yazıya benzemeyecek. Ders notu kabilinden olacak. Yine de karalamalıyım. Saklamanın en iyi yolu dilegetirmektir çünkü: Bediüzzaman'ın 33. Söz'ün 9. Pencere'sinde 'ibadât-ı umumiye'yi delil olarak sevketmesi kafamı karıştırdı arkadaşım. Evet. Çünkü ibadet 'ortak bir bilgi alanı' gibi gelmiyordu bana. Mü'minseniz ibadet edersiniz. Tamam. Allah kabul etsin. Değilseniz zaten böyle bir zemini kabul etmiyorsunuz. O halde oradan delil getirmek nasıl olabilir? 

Yani, "Ey münkir, bak herşey ibadet ediyor, bu kadar ibadet varsa mutlaka Mâbudları da vardır!" desem, münkir de bana şöyle demez miydi: "Bence hepsi yanlış yapıyorlar. Bir rüyaya kapılmış gidiyorlar. Onların zaten katılmadığım bir davranışları ile beni cerhedemezsin." Sonra, elhamdülillah, metnin içerisindeki bir detaya uyandım. 'İbadet' kavramını biraz dar ele aldığımı düşünmeye başladım. Deniliyordu ki mesela orada: "(...) bilmüşahede bütün zîhayatların kemâl-i intizamla ubûdiyetkârâne vazifeler görmeleri ve bilmüşahede anâsır gibi bütün cemâdâtın kemâl-i itaatle ubûdiyetkârâne hizmetleri, bir Mâbud-u Bilhakkın vücub-u vücudunu ve vahdetini gösterdiği gibi..." 

Tabii böyle metni alıntılayıp bırakınca olmayacak. İzahı da gerekecek. Tevfik Hüda'dan. Eh, evet, öncelikle soralım o zaman: İbadetle aslında ne yapmış oluyoruz? Düşünün. Düşünün. Düşünün. Evet. Süreniz doldu. Kağıtları gösterin. Zannediyorum 'şükür' diyeceksiniz, 'hamd' diyeceksiniz, 'tefekkür' diyeceksiniz, 'teslimiyet' diyeceksiniz. Daha nice güzel tarifi ekleyeceksiniz. Maşaallah. Diliniz  şeker yesin. Ve bunların hepsini de haklı olarak söyleyeceksiniz. İtiraz etmiyorum. Fakat bunlarla birlikte, ibadetle, birşeye daha muvaffak kılındığımızı düşünüyorum. Nedir? İhtimalleri teke düşürmektir. 

Peki 'ihtimalleri teke düşürmek' ne demek? 

İzah misalsiz olmaz. Namazımızı ele alalım. Size namazı 'sadece bir başlık' olarak verdiğimi düşünün mesela. İçeriğini kendiniz dolduracaksınız. (Yakında hadis inkârcıları da öyle şeyler yapacaklar gibi görünüyor.) Nasıl doldururdunuz? Beraberinde elinizde hiçbir dinî verinin bulunmadığı bir dünyayı da hayal etmenizi istiyorum. Hayy bin Yakzan gibisiniz. Beşeriyetle tanışıklığınız yok. Ne yapardınız? Takla mı atardınız? Yerde mi yuvarlanırdınız? Şınav mı çekerdiniz. Amuda mı kalkardınız? Allah'ı razı etmenin yolunu ne şekillerde arardınız? Hangi kelimelerle dilegetirirdiniz? Bireysel namaz tercihiniz nasıl olurdu

Hatta biraz daha geriye gidelim: 'İbadet' diye birşeyin başlık bilgisi kadarcık olsun bilgisi gelmemiş sayalım. Böyle bir cehaletten doğacak ihtimaller karşısında sizi ne/nasıl birliğe getirebilirdi? Acaba insan sayısı kadar din olmaz mıydı? İnsan sayısınca ahlak bulunmaz mıydı? Putların sayısı insan sayısını aşmaz mıydı? Doğru, insan sayısınca, hatta o insanların farklı şartlardaki doğru algılarıyla çoğalacak sayıda, artmaz mıydı? Demek, biz, sünnet-i seniyye ile somutlaşmış bir ibadet dünyasına kavuştuğumuzda, yüce bir birliğe de kavuşmuş oluyoruz. Muhtemellerin ekserini eleyerek teke dönüyoruz. Disipline ediliyoruz. (Ehl-i Sünnet dairesinde kaldıktan sonra mezhepler de meşrepler de meslekler de bizi disipline ediyorlar.)

Bakış açımızı genişletmek bu noktada başlıyor. İbadetin ilk tesirlerinden birisi bizde bu oluyorsa kainattaki disiplini/disiplinleri de bu zeminde kavramak mümkün olamaz mı? Yani, herbiri (tıpkı yukarıda 'namaz' misalinde olduğu gibi) farklı bir fizik, kimya, biyoloji ile amel edebilecek (hatta her anları farklı olabilecek) varlık dünyasını 'kanunlara bağlanmış bir şekilde' hareket ettiren de onların ibadetleri olabilir mi? Öyle ya. Biz namazda geçecek süreyi binlerce farklı şekilde geçirebilirdik. Çay içebilirdik. Yemek yiyebilirdik. Top oynayabilirdik. Televizyon izleyebilirdik. Ceptelefonumuzu kurcalayabilirdik. Ancak bir imama uyduk. Namaza durduk. O anda o imama iktida eden herkesin hareketleri tekleşti. Lisanları birleşti. Bir disiplinin kaydı altına girdiler. Muhtemellerin evreninden vazgeçtiler. Artık yalnız bir dünyaları var.

İşte 'anâsır gibi bütün cemâdâtın kemâl-i itaatle ubûdiyetkârâne hizmetleri' veya 'bütün zîhayatların kemâl-i intizamla ubûdiyetkârâne vazifeler görmeleri' ve bunlarla beraber musırrane zikredilen 'bilmüşahade'lik bizi "İbadetin 'ortak alanını' görmeye çağırıyor olabilir!" diye düşündüm. Herşeyin intizamı ibadeti olabilir. Çünkü, ibadet, ihtimalleri terkedip Allah'ın razı olduğu tekilliğe yönelmektir. Vahdetin bu şekilde umumen câri oluşu, yani herşeyin muhtemelleri terkle bire yönelmesi, biri arıyor oluşu, biri yapmaya adanması, bire tutunmak istemesi, birin etrafında dönmeye temayülü, bu karşı konulmaz evrensel yasa 'ibadât-ı umumiye' başlığını dolduruyor sayılabilir. Tabii bunca lafazanlığı 'Allahu a'lem' kaydını unutmadan yapıyoruz. Herşeyin en doğrusu Allah bilir. Dilimize dökülenler kırık aynamızda gözükenlerdir. Ama, siz de farketmişsinizdir, bu 'merkeziyet-ibadet' ilişkisinin mezkûr metni fehme yaklaştıran bir yanı var. 'Herşeyin ibadeti'ni kavramada bu yaklaşımın faydası dokunabilir.

Hepsini alsak uzun kaçardı. Metnin sonundan bir alıntıyla bitirelim: "(...) kâmil insanlardaki bütün makbul ibâdâtın ve o makbul ibâdâtın neticesinden hasıl olan füyuzat ve münacat, müşahedat ve keşfiyat, yine o Mevcud-u Lemyezel ve o Mâbud-u Lâyezâlin vücub-u vücudunu ve vahdetini ve kemâl-i rububiyetini gösterir." Evet. Gösterir. Eğer ışık aldıkları merkez tek olmasaydı ayçiçeklerinin başları bu kadar güneşi takip etmezdi. Arkadaşım, evrenin düzeni de, başının güneşini takip ediş şekli olmasın sakın?

23 Nisan 2022 Cumartesi

Deniz bizi ısırdıysa biz de denizi ısırdık

"Cesaretin dahi membaı imandır!" derken mürşidimin işaret ettiği birşeydir şu: İmanı olmayan hakikati savunamaz. İnanmak direnmenin mukaddimesidir. Ancak hikmetine-doğruluğuna inanılanın arkasında durulur-direnilir. Peki, diyeceksin ki şimdi, "Bâtıl nasıl avukat buluyor o zaman?" Bâtıl bâtıllığıyla avukat bulmuyor ki arkadaşım. İçindeki dane-i hakikat hatırına müdafiiler ediniyor çoğu zaman. Yahut da bâtıllığını kavrayamayan hamakatin elinde hak namına bayraklaştırılıyor. Veyahut da avukatının üzerinden eriştiği başka bir menfaat var. Üstlenmediği arzularını bu samanın altından yürütebileceğine kâni. Bâtılın arkasında duruyor ki hakkı gördüğü şey elinden alınmasın.

Hızır aleyhisselam "İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredeceksin?" diye sorarken böylesi bir hikmeti de imâ ediyordu belki. Musa aleyhisselamın tutunamadığı bir direnişe gönderme yapıyordu. (Allahu'l-a'lem.) Fakat suali cidden göz açıcıdır: Demek hakikat bilgisine sahip olunmayan şeyin sabrına erişmek zor. Metanetin de yaslanacağı okumalara ihtiyacı var. Hatırlarsan arkadaşım, Aleyhissalatuvesselama nübüvveti, "Yaradan Rabbinin adıyla oku!" emriyle geldi. Demek önce sabrın zemini inşa edildi kendisinde. Eşyanın içyüzü gösterildi. Arkasını görür oldu perdelerin. Sîretini sezer oldu olayların. Bu gavvaslıkla şeyler dünyasında başkalaştı. Sabretti. Sabretti. Sabretti. İbadette de sabretti. Takvada da sabretti. Musibetlere de sabretti. Onun sabrı okumasız açıklanamaz. Sabır direniştir. Savunmadır. Cesarettir. İmandır. Nice şenlik içyüzler hatırına kemlik sûretlere katlanılır. Yarının müjdeleri bugünün uğursuzluğunu aşılır kılar. 

Mücahide de gerektir ki cehdinin içyüzüne malik olsun. Yalnız kurşun atmasın yani. Kime attığını, niye attığını, ne attığını, (ve en önemlisi) kimin attığını (kendisini) da bilsin. İtikadımız önce bunu veriyor. Onda derinleştikçe 'kim'liğimizde, 'ne'liğimizde, dolayısıyla 'niteliğimizde' sabitleniyoruz. Pingpong topu değil gülle oluyoruz. İtikadı olmayansa hep kararsızdır. Temayülleri gayretinin akışını belirler. (Gündemler de temayyülerini.) Hatta belki o günübirlik kıpırtıları cihad sanmaktadır. Ama mücahid adandığı şeyin peşindedir. Eylemini imanında sabitlemiştir. Bu da kimliğinde daha sabırlı kılar onu. Daha devamlı kılar. Daha cesaretli kılar. Eğer bir irade dalgası oluşturmak istiyorsanız başlamanız gereken yer yumruklar değildir. Yanakta yumruk almaya hazır bir cesaret lazımdır. 

Bediüzzaman, itikadı savunmaya çağırırken bizi, "Defans yapalım!" demiyor sadece. Böyle anlamak eksik olacak arkadaşım. "Hücum edecekseniz de başlayacak yer burası!" demek istiyor. Hatta imanın kastı bizzat hücumdur. Müdafaa gibi görünürken bile saldırır. Vazgeçmediğinde hep kazanır. Kazanacaktır. Ulaşacaktır. Saracaktır. Dalga gelirken kaya kıpırdamıyorsa ne olmuş? Sonuçta pare pare edilen dalga değil mi? Kaya kayalığını unutmasın yeter. Kendisini tekrarlasın. Varlığını eda etsin. Dirensin. Taş olsun. Vazifesini pamukluk sanmasın. Suyu koynunda saklamasın. Okumalarından usanmasın. Fırtına dindiğinde onun da zamanı gelecektir. Evet. Tereddüt etmeyelim. Kaybettiğini sanandan başka kaybeden yok. Deniz bizi ısırdıysa biz de denizi ısırdık. Çok kere hem de.

11 Mart 2020 Çarşamba

Allah'ın ibadete ihtiyacı mı var?

Kızlar yine fena değil. Elhamdülillah. Fakat erkek yeğenlerimin tamamı yarım mideli. Hatta çoğu zaman beslenmeleri için zorlanmaları gerekiyor. Yani annelerinin şevkinin bittiği yerde babalarının cebri başlıyor. Yapacak birşey yok. Aile olmak biraz böyle. Geçenlerde Hamza Enes olanı beni birşeyler atıştırırken gördü. İzledi. İzledi. İzledi. Sonra şöyle buyurdu: "Amca, öyle iştahlı yiyorsun ki, benim bile yiyesim geliyor!" Öhöm! Ancak beyzademi tanıyanların takdir edeceği üzere büyük bir iltifattır bu. Evet. Tıpkı bir kaplumbağanın tavşana bakıp "Öyle güzel koşuyorsun ki benim de koşasım geliyor!" demesi gibi birşeydir. Ne yalan söyleyeyim muhterem kârilerim. Uzun zamandan beri böyle gururlanmamıştım. (En azından göbeğim çıktığından beri.) 'Maşaallah' çektim kendime. Fazla varsa sizden de alırım bir dal. Sigara değil canım. Maşaallah.

Allah hepimize sağlık versin. Huzur versin. İman versin. Âmin. İştah bunların derkenarı. Tek başına varolabilen birşey değildir o. Asgarî bir mutluluk düzeyi de ister. İlla zengin olmak bağlamında söylemiyorum. İnsan kuru ekmeği bile iştahla yiyebilir. Ondan yağlı köfteden fazla lezzet alabilir. Ramazan'da yaşıyoruz. Bir bardak suyu bile nasıl özlüyoruz. Asıl önemli olan kafa-beden-gönül sağlığıdır. Bu üçünün sağlığı yerinde olursa insan taşı sıksa bile mutluluk çıkarır.

'Mutluluk' dedim de aklıma geldi. Yeğenimle diyaloğumuzun devamı da var. İlgili olduğunu görünce, fırsat bu fırsat, tabağın kromunu kazır kertede bir gayretle dibindekileri süpürmemin hikmetini şöyle açıkladım: "Allah mutlu olsun istiyorum!" Aslında 'mutluluk' ifadesi Cenab-ı Hak için kullanılmaya çok uygun değil. Belki Bediüzzaman'ın şuunat bahsinde dediği gibi 'memnuniyet-i münezzehe' diye tabir etmeli. Yani kusurlardan tenzih etmeli. Yahut da en genel şekliyle "Allah razı olsun istiyorum!" denmeliydi. Fakat mutluluk kelimesini kullanarak yeğenimin dikkatini çekmeye çalıştım. Başarılı da oldum zannederim. Zira muhabbetimiz şöyle devam etti:

"Sen böyle yeyince Allah mutlu mu oluyor?"

"Elbette. Şöyle düşün: Okuldan eve geliyorsun. 'Açım!' diyorsun. Annen de sevdiğin yemeklerden yapıyor. Sen de iştahla yiyorsun. (Aynı benim yaptığım gibi.) Annen mutlu olmaz mı? Bir de aksini düşün: Annen özene bezene nice yemekler yapmış. Sen de şöyle bir bakıp hemen sofradan kalkıyorsun. Veya kenarından azıcık kaşıklayıp yüzünü asıyorsun. Veyahut da tabağın birazını yiyerek gerisini bırakıyorsun. Bunlar anneni mutsuz etmez mi?"

"Eder tabii."

"Hatta yemeği beğenip yesen bile 'Eline sağlık!' demediğinde bu anneni üzebilir. İşte biz bu yüzden yemeğin dibini sünnetlemeyi ibadet sayıyoruz. 'Bismillah' diyerek başlıyoruz. 'Elhamdülillah' diyerek kalkıyoruz. Başlarken de Ondan geldiğini hatırlıyor/hatırlatıyoruz, biterken de Ondan geldiğini anımsıyor/anımsatıyoruz. Böylece teşekkür etmiş oluyoruz."

Yeğenimle diyaloğumuz bu şekil. Fakat sonra düşündüm: Aslında tebessüm etmenin bile böylesi bir yanı var. Yani yaşarken mütebessim olmak, eğer niyet Allah'ın rızası olursa, gündelik hayatı ibadete çevirebilir. Zira bu da bir memnuniyet ifadesidir. Her an söylenen "Eline sağlık!" cümlesi gibidir. Sadece başkalarına değil kendisine de bir bağışta bulunur insan böylece. Bir sadaka verir. Hem içine bir pozitif enerji yayar hem de dışına. Memnuniyet paylaşıldıkça çoğalır.

Çocuklarımıza teşekkür etmeyi ahlak olarak aşılamak istiyoruz. Kendileri için yapılmış fedakârlıklara teşekkür etmelerini öğretmeye gayret ediyoruz. Bu öğretiş teşekküre muhtaç olduğumuz için değildir. Bir anne çocuğu teşekkür etmese de annelik eder. Fakat şunu da bilir: İnsaniyete yakışır kemale sahip olmak teşekkürle ilgilidir. Teşekkürü bilmeyen insan yarım kalır. Sevilmez. Tıpkı özür nedir bilmeyenlerin sevilmeyişi gibi. Yani 'tevbe' nasıl fıtrîdir. Yaratılışımızda vardır. Bizi tamamlar. 'Teşekkür' de öyledir. Onsuz da eksik kalırız. Yara alırız. Belki biraz da bu yüzden Aleyhissalatuvesselam buyurur: "İnsanlara teşekkür etmeyen Allah'a da şükretmez.”

'Teşekkür' diyoruz ama belki teşekkür sadece bir tezahür. Yahut da tezahürlerden birisi. Asıl gerisinde bir memnuniyet, bir farkediş, bir takdir, belki de bir minnet hissi yatıyor. Yani teşekkür eden insan kendisine edilen iyiliğin farkına vardığını gösteriyor. Bu farkındalığın şiddetine göre ahlaktaki karşılığı da değişiyor. Bazen minnet oluyor. Bazen hürmet oluyor. Bazen vefa duyuyor. Bazen aşka varıyor. Bazen de bu teşekkür bir ömür ruhunda asılı kalıyor. Ne zaman hatırına gelse "Ne güzel insandı!" deyu sevgisini yolluyor. Tıpkı babasıyla yaşayan bir oğul gibi.

Ve biz asla şöyle birşey demiyoruz: "Rahmetli, ne vefalı insandı, bir kere bile uğramadı!" Veya söylemiyoruz: "Ahmed, çok saygılı bir çocuktur, bir Allah'ın selamını dahi vermez." Veyahut hiç ağzımızdan çıkmıyor: "Ona o kadar iyilik borçluyum ki hiç yardımına koşmam!" Bunlar belki ancak bir ironi olarak, ilk cümlede altı çizilenin aslında ne kadar hakikatsiz olduğunu ifade etmek için, dilimizden dökülebiliyor. Yani, eylemsizlikle sıfatlar ispat edilmiyor, ancak yanlışlanıyor.

Tam da bu noktada mürşidimin "Cenab-ı Hakkın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var?" sorusuna verdiği cevap hatırımıza gelmeli işte: "Cenab-ı Hak, senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın. Mânen hastasın. (...) Acaba bir hasta, o hastalık hakkında şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: 'Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?' Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın."

Bunun şu yüzden hatırımıza gelmesini istiyorum: Biz, yukarıda zikrettiğim şekilde, çocuğumuzun teşekkür etme yeteneğine/ihtiyacına sahip olmasını onun kemalinin bir parçası olarak takdir edebiliyoruz. (Bunu ateist ebeveynler bile takdir edebiliyor.) Fakat gelgelelim: İbadet etmenin insanda ne türden bir fonksiyon gördüğünü bir türlü göremiyoruz. Evet. İbadet de bir teşekkürdür. Ve her teşekkür gibi bir ihtiyaçtır. Fıtratımızın parçasıdır. Onsuz eksik kaldığımızdır. Yara aldığımızdır. İnsan nasıl 'teşekkür etme yeteneği' gelişmezse odunlaşır. Ve çevresindekiler onun hamlığından, bencilliğinden, ilgisizliğinden, dikkatsizliğinden veya hissizliğinden sıkça dem vurmaya başlar. Aynen öyle de: İbadetsizlik de bu şekilde odunlaştırır. Varlığa karşı ilgisizleştirir. Farkında olunsun-olunmasın. Hamlaştırır. Bencilleştirir. Hissizleştirir.

Teşekkür etme ihtiyacı/yeteneği bizi nasıl etkileşimlerimize karşı duyarlı hale getiriyorsa ibadetler de aynı şekilde bizi şahitliklerimize karşı duyarlı hale getiriyor. Nankörlüğümüzü alıyor. Teşekkürsüzlük nasıl iyiliklerin önemsenmediğine bir ima içeriyorsa ibadetsizlik de böylesi bir ima içeriyor. Tabir-i caizse: "Siz teşekkür, takdir, tefekkür vs. etmeye değmezsiniz!" mesajı taşıyor. Dikkat edin: Eşler arasında 'değer görmeme' tartışmaları en çok bu minvalde yaşanıyor. Marifetin iltifata tâbi oluşu kainatın her yerinde işleyen bir kanun gibi kulluğumuza çağrışımlar gönderiyor. Her yerdeki geçerliliğiyle buradaki geçerliliğini de hissettiyor. Belki biraz da bu yüzden Bediüzzaman diyor: "Mevcudatın kemalleri Sânie müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadetle tezahür eder. İbadeti terk eden mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder."

Şöyle toparlamaya çalışayım: Ahlak iliklere kadar işlemiş bir alışkanlıktır. Alışkanlıkların en şiddetlisidir. Duyarlılık da bu nedenle bir alışkanlık işidir. Alışkanlıklarsa ancak düzenli tâlimler sayesinde ayakta dururlar. Ruhumuzu duyarlılığa alıştırmak istiyorsak teşekküre de alıştırmalıyız. Kula bakan yönü teşekkürdür. Allah'a bakan yönü şükürdür. Başta namaz olmak üzere ibadetlerdir. Biz ibadet ederek Allah'a bir bağışta bulunmuyoruz. Hâşâ. Onun hiçbirşeye ihtiyacı yok. Bilakis: Kendimizi odunlaşmaktan korumaya çalışıyoruz. Duyarsızlaşmaktan korumaya çalışıyoruz. Kalp ölümünü engellemeye gayret ediyoruz. Çünkü biliyoruz: Odunun yeri ateştir. Yeşerenin yeri cennettir. Üzerimize yağan yağmura, bakan güneşe, ısıtan toprağa bir tebessüm etmemiz gerek. Yoksa "Bu cansızdır!" deyu cehenneme atarlar. Allah saklasın.

12 Ekim 2018 Cuma

Hanımlar ne zamandan beri yasaklı?

"Bazı vilâyetlerde taife-i nisâdan samimî ve hararetli bir surette Nurlara karşı alâkalarını gördüğüm ve haddimden pek ziyade, onların Nurlara ait derslerime itimadlarını bildiğim sıralarda, mübarek Isparta'ya ve mânevî Medresetü'z-Zehraya üçüncü defa geldiğim zaman işittim ki, o mübarek âhiret hemşirelerim olan taife-i nisâ, benden bir ders bekliyorlarmış. Güya vaaz suretinde camilerde onlara bir dersim olacak..." Hanımlar Rehberi'nden.

Daha önce, erkeklerle aynı safta/hizada namaz kılmak isteyen bir genç kızımızın meşhur beyanı üzerine, "Ön safa koşanlar rıza mı arıyor?" başlıklı bir yazı kaleme almıştım. O yazıda şunun altını çizmeye çalışmıştım özellikle: Kadın-cami ilişkisi üzerinden koparılmaya çalışılan yeni bir fırtına var. Ve bu fırtına 'çok da ürkütmeyen adımlarla' yaklaşıyor. Zahirine bakarsanız onda sadece bir 'hak arayışı' var. Hatta, daha süslü ifadelerle, kadınların da erkekler kadar din konusunda bilgili olması gerektiğine, bunun da camilere devamla mümkün olabileceğine, oradaki duruşlarının da öyle 'gerilerde' falan değil 'erkeklerle eşit seviyede' olması lazım geldiğine dair atıflar var. Böylesi beyanları duymuş/okumuş herkes az-çok mevzuyu biliyordur.

Tafsilata girmeyeceğim. Yaşar Nuri Öztürk'ün sağlığında, kendisinin takipçileri oldukları söylenen bir grup, bazı camilerde böyle cemaatlar oluşturmaya başlamıştı. Karışık saflar, göbeği-bacağı-saçı açık kadınlar, aralarına serpiştirilmiş modern erkekler, herkes ellerini aynı şekilde bağlamış, namazların biçimi dahi tevhid edilmiş enteresan ayinlerdi bunlar. Bir rüzgâr gibi esip geçtiler. Çok şükür. Fakat şimdilerde işin rengi daha başka bir hal almaya başladı. Bu defa mütesettir, hatta sokakta görseniz ziyadesiyle ehl-i takva olduğunu tahmin edebileceğiniz hanımlar, camilerde ve ön saflarda hak iddiasında bulunuyorlar. (Batı'da özellikle çok desteklenen/uygulanan bir tutum bu.)

Bazı camilerde erkeklerin şaşkın bakışları altında ilk safların bir bölümünü işgal edip namaza durduklarını işittim. Bazı fotoğrafları ise haber sitelerinde gördüm. Şaşırdım. Bu daha değişik bir fitne gibi geliyor bana. Daha da tehlikeli görünüyor. Çünkü öncekilerin sekülerliği dışlarından zaten belli oluyordu. Ve avam-ı mü'minîn de bu sayede durumun 'dindarlık gayreti olmadığı' kolayca tayin edebiliyordu. Peki bu yeni akıma karşı ne yapacaklar? Nesinden hamiyetin kirli mehazını ayıracaklar?

Hatta bir tane de mayoyla namaz kılan hanım kızımız oldu. Subhanallah! Bunu da gördük kıyamet kopmadan önce. Belki içinizden başkaları başka başka rezillikleri duydular. Allah bilir. Malumatım bunlardan ibaret. Fakat bütün bu olanlar bana birşey sezdirdi. Hamiyet-i diniye görünümde yeni bir bid'a dalgasının, hanımlar (hem de dindar hanımlar), üzerinden geldiğini hissettim. Üstelik camilere doğru estiğini hissettim. Belki epeydir bu konuda çalışıyorlar da tezahürleri yeni yeni görünmeye başladı. Bilemiyorum. Ancak içimizde âkil olanların, önder olanların, abi olanların, hoca olanların bu durumda 'surların delinmesine' değil 'sağlamlığının korunmasına' temayül göstermesi şart. Doğrusu budur. Bediüzzaman'ın tabiriyle "Lâubâliler ruhsatlarla okşanılmaz; azîmetlerle, şiddetle ikaz edilir." Bu yüzden endişelerimizi arzetmekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Ne kadar 'sevilmez' hale gelsek de bunu yapıyoruz. Ve, inşaallah, hep yapacağız da.

Yani mesele 'kadınların camiye gidip-gitmemesi' meselesi değildir. Bu memlekette yaşamış hiçbir müslüman, çevresindeki kadınların, teravihlerde (veya kadınlara özel düzenlenen dinî etkinliklerde) camiye gittiğini görmeden büyümemiştir. Hatta metropollerde yaşamanın bir sonucu olarak, hanımların evlerine tekrar dönmelerinin namazı kaçırmalarına sebep olabileceği mesafelerde, her erkek eşini-annesini-bacısını camilere götürür. Şehirlerarası otobüs yolculuklarında, AVM'lerde, hatta terminallerde mutlaka bu yerlere bir/birkaç uğranır. Ve oralarda 'hanımlar mescidi' ve 'erkekler mescidi' ayrı ayrı olarak vardır. Yoksa da istenir. Talep edilir. Bizzat erkekler tarafından da yapılır bu.

Yani müslüman erkeklerin 'kadınları camiye göndermemek' diye bir yasak dünyasında yoktur. Ya ne vardır? Sahabe döneminden başlayarak gözetilmiş bir endişenin, o salih seleflerin uygulamalarındaki hikmete tevekkül edilerek, devam ettirilmesi vardır. Bir kadın "Ben beş vakit camiye devam edeceğim!" dese bu her müslüman erkeğe tuhaf gelir. Çünkü kadınların evlerinde kıldıkları namazların mescidlerde kılacakları namazlardan daha faziletli olduğuna dair rivayetler vardır. Bu kadınlara konulmuş bir cami yasağı değildir. Bu takdir edilmesi gereken bir endişedir. Hatta, şunu da açıklıkla ifade edelim, 'ahirzaman ablaları' gelene kadar kadınların da bu konuda bir kavgası-endişesi-dışlanmışlık hissi bulunmamıştır.

Aksine, kadınlar, cami dışı her alanın birer mescid, medrese, ilim ve ibadet yuvası haline gelmesinde büyük hizmetler görmüşlerdir. Ben iddia ediyorum: Hiçbir camide okunagelen cüzleri takip eden erkek sayısı, kadınların evlerinde organize ettikleri Kur'an etkinliklerini takip eden kadın sayısından fazla değildir. Camilerde devam eden tefsir-hadis derslerini takip eden erkek sayısı, aynı dersleri kendilerine has mekanlarda takip eden kadın sayısından fazla değildir. Hatta, hepimiz birer parçası olarak şahidi oluyoruzdur bu durumun, dinî seminerleri takip eden erkek sayısı asla kadın sayısına ulaşmamıştır. Bu bazen eleştiri konusu bile edilir. Özellikle Sözler Köşkü, Çay House veya Hayalhanem gibi grupların etkinliklerine gelen hanım sayısının fazlalığı nedeniyle aldıkları eleştiriler az mıdır? Çeşitli dinî internet programlarının dahi en devamlı, sebatlı, istekli takipçileri yine hanımlardır. (Bunu da ben TV111 tecrübemden biliyorum.)

Bence, asıl görülmesi gereken, hanımlar dindarlıklarını korumak veya arttırmak hususunda erkeklerden daha az camiye ihtiyaç hissediyorlar. Ortadaki durumu böyle düşünebilmek de mümkün. Çünkü, daha iyi organize olabiliyorlar, daha sağlam sohbet grupları oluşturabiliyorlar, daha düzenli bir din eğitimini her mekanda başarabiliyorlar. Bu noktada camilerin yardımına daha çok muhtaç olan, onlar değil, erkekler. Cuma namazı gibi ancak cemaatle yapılan bir ibadetin yalnız erkeklere farz olması bu noktadan da ele alınıp irdenelebilir. (Hatta bu irdelemeye Bediüzzaman'ın Kur'an'da geçen iki kullanım üzerinden, kadınların ittifaklarının kuvvetli, erkeklerin ittifaklarının zayıf oluşuna dair yaptığı okuma da eklenebilir.)

Yani, toparlarsam, bu cami tartışmalarında mevzu bana 'kadınların dindarlığı' gibi gelmiyor. Metropol şartlarında namazlarını rahatça kılabilmek için camileri kullanabilmeleri imkanının sağlanması gibi de gelmiyor. Bu imkanın sağlanmasına karşı hiçbir erkeğin itirazı yok zaten. Çünkü onlar da durumun farkındalar. (Girişteki metinde Bediüzzaman'dan bulunulan kadınlara vaaz talebini ve onun bu durumu hiç yadırgamamasını hatırlayalım.) Fakat erkekler şunun da farkındalar:

Kadın-cami ilişkisinde değişen birşeyler var. Ve belki bu değişkenlerdir ki, asırlar önce, bu ümmetin salih seleflerini kadınların camideki varlıklarını azaltmaya götüren tavsiyeleri vermeye veya ilgili rivayetleri nakletmeye sevketti. Ve ümmet de bu tavsiyeye ekseriyetle intibak etmekle icma desteğini vermiş oldu. Onayladı. Yalnız erkekler değil kadınlar da tutumlarıyla bu okumaya destek verdiler.

Siz hiç Rabia-i Adeviye'nin (k.s.) "Ben de erkeklerle aynı safta namaz kılacağım!" veya "Ben de beş vakit namazımı erkeklerle camide kılacağım!" gibi bir davaya girdiğini duydunuz mu? Ben hiç duymadım. Başka faziletli hanımlardan böyle bir dava işitmedik. Bu yepyeni birşey. Bunu bilelim.

Ve sakınalım. Yıktığımız şeylerin altındaki hikmeti okumamaktan sakınalım. Sinematografiye dair okuduğum kitaptan şöyle bir cümle aklımda kaldı: "Kuralları değiştirmek isteyenler önce o kuralların ne işe yaradığı öğrenmeli!" Bizim de 'ümmetin hep öyle uygulayageldiği şeylere' saldırılırken aklımızda şu kuralı tutmamız lazım. Uhud dağı kadar altınımızın bir dirhemine karşılık gelmediği insanlarla karşı karşıyayız. Dikkatli olmak zorundayız. Yoksa akıbetimizi mahvetmek işten bile değil. Allah, katından bir istikamet bağışlayarak, cümlemizi böyle bir akıbetten korusun. Kendi hevamızı onların hayâsından yüce göstermesin. Âmin.

26 Mayıs 2018 Cumartesi

Ya evren de canlıysa?

Ünlü gökbilimci Carl Sagan'ın bir sözünü işittim (Bir Uzay Serüveni belgeselinde) bu yakınlarda. Demiş ki: "Biz evrenin kendisini tanıması için bir aracıyız." Bana çok etkileyici geldi. Neden? Çünkü ben de kimi yazılarımda böylesi bir eşik olduğumuzun altını çizmeye çalışmıştım. Hatta biraz da cüretle demiştim ki: İnsan bir karadeliktir. Şahit oldukları ondan geçerek başka bir âleme dönüşür. Kulluğumuzun Cenab-ı Hak katındaki kıymeti de buradan gelir. Biz âlemin anlamlandırıcılarıyız.

'Asıl hayata mazhar olanın ahiret olduğunu' hatırlatan ayet-i kerime de bir açıdan bunu söylüyor gibi geliyor bana. (Allahu'l-alem.) Yani bu dünya 'ahirete dönüşürken' insan eşiğini kullanıyor. Cenab-ı Hak böyle bir hikmetle varetmiş âdemoğullarını. Nasıl ki herşeyde türlü türlü berzahlar (eşik âlemler) yaratmış, sütü bile soğurken kaymaktan berzahla eşiklendirmiş; aynen öyle de; insanı da öteki âleme geçmeden önce kabir âleminde bekletiyor/bekletmiş.

Yani insana da eşikler yaratmış. Ergenliğini 'gençliği' ile 'çocukluğu' arasına bir eşik kılmış. Şimdiyi 'öncesi' ve 'sonrası' arasına bir eşik tayin etmiş. Hem insanı da âleme bir şuurlu eşik olarak yaratmış. İçinden şahitlikler geçirmiş. Geçişin kapısını onunla açmış. Kişisel imtihanını vesilesi kılmış. Ve nihayetinde 'içinden geçirdiği âlemin cinsine göre' bir âlem bulacak ahirette. İyiyse iyi olacak. Kötüyse kötü. Eşik, en nihayet, yüzü diğer tarafa dönük olarak kapatılacak. Cebinde cennet götürenler orada onu görecekler. Cebinde cehennem taşıyanlar orada onu bulacaklar.

Mürşidim bir yerde diyor ki:

"İnkılâplar neticesinde her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki her iki âlem arasında gidiş-geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise inkılâp bir değildir. Pekçok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir."

Diğer başka metinlerinde de Bediüzzaman'ın akıl, kalp veya vicdan gibi özelliklerimiz için 'berzah' ifadesini kullandığına şahit oluruz. İşte bir örnek: "Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur."

Yani birer 'eşik' olarak yaratılan bizler de içimizdeki 'geçişkenliği' böylesi yeteneklerimiz üzerinden sağlarız. Bilmeyiz belki yaşarken ne derece büyük bir iş eylediğimizi. Zamanı gösterdiği bilmeyen saat gibiyizdir çoğu zaman. Ancak burada şu nüans vardır: İnsan şuurlu bir varlıktır. Allah'ın varlığından ve kendi konumundan haberdar olanlar, buna iman edenler ve hakkını vermeye çalışarak yaşayanlar, kendileri üzerinden dönüşen âlemi nurlandırırlar.

Güzel isimler verirler. Güzel elbiseler giydirirler. Güzel anlamlara sarıp saklarlar. Güzel işler yaparlar. Güzel sözler söylerler. Bu güzel eşikliklerinden dolayı da Allah onları dönüşümünde pay sahibi oldukları âlemlerle ödüllendirir.

İşte, kanaatimce, kulluk böyle birşeydir. "Evrenin dönüşümünde eşik olmaktır." Bu ehemmiyeti nedeniyle insan vahiyle/nübüvvetle hakikatten haberdar edilir. Uymakla sorumlu tutulur. Kötü anlamlar vermesi (günah) yasaklanır. Güzel anlamlar vermesi (sevap) öğütlenir. Eşik, kendinden geçenleri dönüştürürken, dönüştürdüklerinin sıhhatinden mesuldür çünkü. Tıpkı bir havayolları şirketinin taşıdığı canlardan mesul olması gibi. Cehenneme giden her insan da yaşadıklarıyla, eyledikleriyle, söyledikleriyle, ettikleriyle bir cehennem yaratılmasından mesuldür.

Mürşidim, Cenab-ı Hakkın, 'kendisini inkâr edenleri' neden 'sonsuz bir cehennemle' cezalandırdığını ifade sadedinde diyor ki: "Katl ve küfür, tahrip ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal, zâhirî âdete göre, onbeş sene maktulün hayatını selb eder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esmâ-i İlâhîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemâlâtını inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyeti tekzip ve şehadetlerini reddetmek olduğundan, kâfiri, bin seneden ziyade esfel-i sâfilîne atar, 'halidîn'e hapseder."

Hepimizin elinde kan var! Buradan şuraya geçeceğim: Yukarıda insana nisbetle akıl, kalp ve vicdan gibi yeteneklerin bir tür 'geçiş âlemi' veya 'eşik âlem' olduğunu söylemiştik. Peki insanın kendisi için de içinde bulunduğu evrenin aklı, kalbi veya vicdanı olduğunu söyleyemez miyiz? Bu bana mümkün görünüyor. Nasıl ki, akıl bizde bir şube iken, maddi yeri belki o kadar küçük ki 'Şurasıdır!' deyip gösterilemiyor; aynen öyle de; insan da o kadar küçük ki evrende, evren 'kendi aklı nerede' bilemiyor, fakat akıllanıyor. İnsanla akıllanıyor. İnsanla kalpleniyor. İnsanla vicdanlanıyor. İnsanla anlamlanıyor. İnsanla duygulanıyor.

Carl Sagan'ın insana yüklediği 'aracılık' bu pencereden de anlaşılabilir. İnsanda akıl nasıl ki bir aracıdır, insan da evrende bir aracıdır, yani evrenin de aklı insandır. Bu büyük düzenin 'kuşatamadığımız bir canlının parçaları olduğunu' düşünürsek, ki Bediüzzaman da kimi metinlerinde böyle bir anlamı çağrıştırır şeyler söyler, biz o canlının aklıyız belki. (Melek kardeşler de diğer hücreleri.)

Kalbiyiz belki. Vicdanıyız belki. Kendini müstakil bir varlık sanan parçasıyız. Tıpkı kendi aklımız, kalbimiz veya vicdanımız gibi. (Belki hücrelerimizin içinde de kendisini böyle sanan mikro düzey canlılar var.) Öyle ya, arkadaşım, içimizdeki kentte yolculuk ederken onlar da kendilerini 'müstakil birer varlık' gibi dayatmazlar mı bize? "Benim dediğimi yap!" diye ayrı ayrı demezler mi?

O halde bu yazıyı da son paragrafın dayanağı olabilir bir yerle bitirelim: "Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nev'i hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küre kadar büyüse, ona benzemeyecek mi? Hayatı varsa, ruhu da vardır. İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki, bir cesetteki âzâ, eczâ, zerrat, izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor. Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i fert hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?"

25 Aralık 2017 Pazartesi

Tevhid kainatın ismetidir

Geçtiğimiz günlerde 7. Şua'yı tekrar okurken farkettim. Mürşidim birşeye çok sık vurgu yapıyor. O da şudur: Şirkin şükür dağıtıcılığıdır. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Cenab-ı Hak, herşeyi insanın merkezde olduğu bir düzende, insanı ise şükrün merkezde olduğu bir düzende yaratmış/yaratıyor. İçiçe geçmiş dairelerin merkezinde veya şu ağacın meyvesinde 'şükür' var. Varoluşun en son dönüştüğü şey şükür. Sanki bu çarkın tüm işleyişi şu mahsul için. Varoluşun döngüsü hep nihayetinde ona hizmet ediyor. Ve ona hizmet ettikçe de değer kazanıyor. Bu pencereden bakarak diyor ki mürşidim:

"Şu kâinatın Hâlık-ı Hakîmi, kâinatı bir ağaç hükmünde halk edip, en mükemmel meyvesini zîşuur, ve zîşuurun içinde en câmi meyvesini insan yapmıştır. Ve insanın en ehemmiyetli, belki insanın netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı ve semere-i hayatı olan şükür ve ibadeti, o Hâkim-i Mutlak ve Âmir-i Müstakil, kendini sevdirmek ve tanıttırmak için kâinatı halk eden o Vâhid-i Ehad, bütün kâinatın meyvesi olan insanı ve insanın en yüksek meyvesi olan şükür ve ibadetini başka ellere verir mi? Bütün bütün hikmetine zıt olarak, netice-i hilkati ve semere-i kâinatı abes eder mi? Hâşâ ve kellâ, hem hikmetini ve rububiyetini inkâr ettirecek bir tarzda, mahlûkatın ibadetlerini başkalara vermeye rıza gösterir mi?"

Külliyat içinde bu dersi içerir çok yer var. Özetle öğrettikleri ise şu: Dünya tarlasını şükür mahsulü için yaratan Allah, sebeplerin/nedenlerin eline de bir yaratma gücü verip, murad ettiği mahsulü onlarla paylaşmaz. Eğer almak dilediği şu mahsulse, ki belli ki öyledir, o halde mahsulün 'kime ait olacağını' şaşıracağı bir 'şirk sistemi' kurmaz. Makbul seçeneklerin sayısını arttırarak zatına hasredilmesini istediği ibadetin, şükrün veya hamdin başka ellere dağılmasına yol açmaz. Yok, eğer açtıysa, bu sefer adresi şaşıranlara hesap sormak gibi bir adaletsizlik yapmaz. Vahyinde 'Yalnız kendisine ibadet etsinler diye' yarattığını söylemez. Şart koşmaz. Çünkü yaratıcıların sayısını arttırarak adresleri çoğaltan da kendisidir. Yani yaratışından nihayet kemalde olduğu anlaşılan bir Allah, kullarını, hem 'şaşırtan' hem de 'şaşırdıkları için hesap soran' olamaz.

Buradan şuraya geleceğim: Biz peygamberlerin ismetine neden inanırız? Sadece kudsî metinlerde öyle haber verildiği için mi? Hayır. Hem kudsî metinlerde öyle haber verildiği için hem de akıl/mantık bunu zorunlu kıldığı için inanırız. Ne demek bu? Açmaya çalışayım: Eğer bir peygamber 'günah işleyebilir' olursa tebliğ ettiği şeriatın içinde de pekâlâ böyle günahlar işleyebilir.

Mesela: Bir peygamber (hâşâ) yalancı olursa insanlığa ilettiği hakikatlerin içerisine de 'Sinek küçüktür ama mide bulandırır' tarzı bir zehir damlar. Böyle bir şüphe oluştuktan sonra şeriatın ne kadarı tastamam vahiy, ne kadarı vahiy değil, beşer bunu ayıramaz/anlayamaz hale gelir. Çünkü akıl gayba dair bilgilere şehadet alemindeki bilgiler gibi yakîn kesbedemez. Miraç olmuş mudur olmamış mıdır? Namaz beş vakit mi emredilmiştir yoksa Aleyhissalatuvesselam (hâşâ) kendisi mi bu rakamı uygun görmüştür? Hz. Ebubekir (r.a.) gibi "O söylüyorsa doğrudur!" mertebesine ulaşmadan bir yere gidemeyiz. Kur'an "O ancak kendisine vahyolunanı söyler!" derken bu türden muhtemel kirleri de temizler.

Yani demem o ki: Böyle şeylerin tamamından kurtuluşumuz 'ismete iman' iledir. Ve ismet de, görüldüğü üzere, Cenab-ı Hakkın Hakîm isminin muktezasıdır/gereğidir. Eğer bir nebi gönderip de ona ismet vermezse Hak Teala gönderdiği mesajın ne kadarının güvenilir olduğunu-olmadığını tesbitte insanlık müşküle düşer. Ayıramaz. Tayin edemez. Bir cümlesinin yalan oluşu diğer bütün cümlelerinde de aynı tereddüdün oluşabilmesine sebep olur. Bu yüzden biz iman ederiz ki: Nübüvvette ismet vardır. Bu zaruridir. İsmeti olmayan nebi de olamaz. Hem zaten o güzeller güzelinin güzel ahlakı bu ismetin en açık delilidir.

İşte, nasıl ki, ismeti olmayan nebi olamaz, Vahdet sahibi olmayan da Allah olamaz. İhlas sûresinin ilk ayetinin verdiği dersle: "Allah tektir." Kainatı hiçbir yardım almadan yaratmıştır. Başka hiçbirşeyin hilkate müdahalesi yoktur. Yaratışının sistemi tevhiddir. Tevhiddir ki; kainattaki her fiili isimleriyle bağlamamızı, yaratışında sıfatlarının/şuunatının izlerini aramamızı ve eriştiğimiz her nimette ona şükretmemizi sağlar. Eğer kainat tevhid ile yaratılmış olmazsa, tıpkı ismet meselesinde olduğu gibi, kime inanacağımızı şaşırırız biz. Kime teşekkür edeceğimizi şaşırırız. Kime ibadet edeceğimizi şaşırırız. Adresler çoğalır. Kafamız karışır. Müşküle düşeriz. Bu açıdan diyebiliriz ki:

Yaratışın kusursuzluğu da tevhid iledir. Bu sayede ibadetin tek mercii Allah olur. Yoksa, ismetsizlikte bir nebinin hangi sözüne inanacağımızı şaşıracağımız gibi, tevhidsizlikte de hangi yaratış için kime teşekkür edeceğimizi şaşırırız. Hangi yaratışı Allah'ın eseri gözüyle okumamız gerektiğini şaşırırız. Hangi yaratıştan onun sıfat ve esmasına dair okumalar yapacağımızı şaşırırız. İşte bu yüzden derim ki: Tevhid de kainatın ismetidir.

9 Mayıs 2017 Salı

Bütüne bakmak parçanın miracıdır

"Evrensel bakış her zaman trajedinin etkisini dağıtır. Yeterince yükseğe tırmanabilirsek, o trajedinin, artık trajik görünmediği bir yüksekliğe de erişebiliriz." Irvin D. Yalom, Nietzsche Ağladığında'dan.

Sivas'tan İstanbul'a taşındığımızda kendimi hapse düşmüş gibi hissetmiştim. Sanki gökyüzüm ellerimden alınmıştı. Zara'dayken yüksekçe bir yerde ikamet ederdik. Evimizin penceresi karşımızdaki dağları engelsiz bir şekilde görürdü. O manzaraya bakmanın beni rahatlattığını hatırlıyorum. Beden ona eşlik edemese de, göz, görebildiği her yeri mülkü sanarak rahatlıyor. Birisi size 'Dur!' deyinceye kadar, gitmeseniz de, dağlar sizindir. Ne kadar az duvar o kadar çok huzur. İstanbul'a geldiğimizde Yenibosna'da kaldık bir süre. Kuleli semti, yolu düşenler bilirler, tıkabasa apartmanla dolu sıkıntılı bir yerdir. Oraya düşenin, genel anlamda ise İstanbul'un böylesi semtlerine düşenlerin, Allah yardımcısı olsun. Hele göze duvarın olmadığı bir yerden geliyorsa alışmak iki kere zor. Ben o yılları içime çöktüğüm bir dönem olarak anımsıyorum.

İhya'da hadis olarak geçen, fakat senedine dair zaaflar bulunduğunu işittiğim, hakikatli bir söz var: "Üç kişiye acıyın: Cahiller arasında kalmış âlime, zenginken fakir düşene, kavmin ulusu iken aşağı hale düşene.” Ben bunlardan birisini yaşadıklarım üzerinden anlayabiliyorum. Zenginken fakir düşmek sadece maddiyat anlamında olan birşey değil. Bence Anadolu'yu bırakıp metropole yerleşen her insan bir açıdan 'zenginken fakir düşenler'dendir. Peki hangi açıdan böyledir? Bence yaşam kalitesi açısından. Anadolu'da yaşanan hayatın dinginliğini hiçbir metropolde bulamazsınız. Çünkü dağları yoktur.

İstanbul'da yaşadığım şu on yıllar boyunca en çok hissettiğim, daha doğrusu hissedemediğim şey, zaman. Sanki haftalar günden de kısaldı. Yılları avucumdan akıp giden su gibi görüyorum. Sivas'tayken böyle değildi. Zamanın "İşte orada!" denilebilecek kadar havada asılı kaldığı bir hayattı orada yaşanan. Belki bunun bir sebebi hareketlilik. Hareket zamanı farkedilmez kılıyor. Bir diğer sebebi detay çokluğu. Detaylar çoklaştığında zamanı tadımlamak zorlaşıyor. Bütün bunlardan çıkardığım dersse şu: Zamanın farkındalığı bir parça durgunluk istiyor. Biraz hayatın kenarına çıkmanız gerekiyor. Kenardan olanı-biteni izlemelisiniz. Mürşidimin tabiriyle, tam bir "Pencerelerden seyret, içlerine girme..." durumu. Belki namazın da zamanla ve onun farkındalığıyla böyle bir ilgisi var. Namaz hayattan kenara çekildiğiniz bir pencere yani. Dağlarınızı oradan görüyorsunuz. Şehrin dışına çıkılmadan dağlar görülmez.

Namaz, her ne kadar hareket içerse de, aslında günün içindeki 'durmalar'dan oluşuyor. Huşû, tadil-i erkan, zikr gibi ayrıntıları bizi hareketten ödün verip zamanda asılı kalmaya zorluyor. Tabir-i caizse: Zamana daha fazla maruz kalabilmek için namaz kılıyoruz. Onun olmadığı bir hayatta herşey o kadar hızlı ki. Ve o kadar ötekisiz ki. Hareketin aslında bir sarhoşluk olduğunu insan durduğu kısımlarda anlıyor. Bence namazın bu yönüyle de hayata kattığı bir ötekilik var. Nasıl ki, karanlığın varlığı ancak ışıkla anlaşılıyor, aynen öyle de, zamanın varlığı namazın durgunluğunda farkediliyor. Eğer namazlarımız namaz olabilirse... İnşaallah.

Benzer şeyleri oruç hakkında da söyleyebilirim. Oruçlu olmadığım günlerde namazı vakt-i evvelinde kılmakta zorlanırım. Hatta bazen namaz arası vermekte dahi zorlanırım. Nefis dünyasını bölmek istemez. Ancak oruçluyken adeta zaman açılır. Bazen yapacak işlerimin kalmamasından dolayı "Bari namaz kılayım!" diyecek noktaya gelirim. Bunu bana söylettiren ve yaptıran oruçtur. Çünkü oruç da hayatın içindeki fiilerde bir azalma meydana getirir. Bu durgunluktan oluşan boşlukta zaman açılır. Açılan zaman sizi onu farklı şekillerde doldurmaya çağırır. Goethe'nin şöyle dediğini okumuştum bir kitapta: "Şiir hayatın geriye dönüp kendine bakmasıdır." Ben de benzer birşeyi ibadetler hakkında söyleyebilirim. Hem zaten Fred Reed Bir Zamanlar Biz Birdik'te diyor: "Bir oruç eylemi hareketsizliğinde doğrulanır hale gelir."

Hazır 'öteki farkındalığı' meselesine değinmişken dağların bana hissettirdiği başka birşeyden daha bahsetmek istiyorum. Ki bunu deniz bana asla vermedi. Dağlar bir öteki farkındalığıdır. Dağları gördüğünüz zaman, hele benim gördüğüm şekliyle (yani deniz dalgaları gibi dizilmiş şekliyle) âleminizden başka âlemlerin varlığını da hatırlar ve rahatlarsınız. Evet. Dünya sizinkinden ibaret değildir. Evet. Orada başka dünyalar da vardır. Evet. Sizinkinden başka hayatlar da yaşanmaktadır. Evet. Belki onların düşleri de sizin yaşadığınız yer üzerinedir. Her neyse... Bu başkalık farkındalığı hayalgücünün (ve belki başka birçok latifenin) rızkı gibi birşeydir. Gözü rahatlattığı gibi gönlü de rahatlatır.

Denizde bunu bulamam. Deniz bir düzlük. Benim gibi miyoplar için kısa bir düzlük üstelik. Dağa göre pek bir sıradanlık. Hem öteki algısını oluşturacak yüksekliği yok. Belki adalar? O da görülebilen bir yerdeyseniz. O nedenle denize bakmaktan dağlardan aldığım ferahı hiçbir zaman almadım. Demek: Ben bir bozkır çocuğuyum. Sonsuzluğu sahil çocukları gibi algılamıyorum. Girintiler ve çıkıntılar, yükselişler ve alçalışlar, kahverengiler ve yeşiller... Bütün o değişimler bana kendi âlemimden ötede âlemler olduğunu hatırlatıyor. Hele yüksekçe bir yere çıktığımda! 'Benim Rabbim!' dediğim Allah'ı 'Âlemlerin Rabbi!' olarak da görüyorum. Çünkü yaşadığım yer o sonsuzluk içinde çok küçük kalıyor.

Nebilerin ve velilerin hayatında dağların neden farklı bir yeri var? Aleyhissalatuvesselam nübüvvetinden evvel neden bir dağda inzivaya çekildi? Dervişler neden arzı adım adım yudumluyor? Belki bunlar da birer küçük miraç. Tıpkı namazın mü'minin miracı olması gibi. Seni 'Rabbimden' çıkarıp 'Rabbu'l-âlemin'e taşıyan herşeyde miracın bir izi var. Gönle genişlik veren tesirinde hissediyorsun bunu. Ötekine dair yaşadığın her farkındalık, zihninde veya kalbinde, bir ferahlığa dönüşüyor.

Namaz, seni, yaşadığın zamanın dışında bir eyleme dünyasına çağırıyor. Oruç, seni, bir yıl boyunca yaşadığın tekdüzelikten dışarı fırlatıyor. Dağlar, seni, sadece şehrin gürültüsünden kurtarmakla kalmıyor başka dağların varlığından da haberdar ediyor. Tıpkı Mirac-ı Ahmedî'de Aleyhissalatuvesselamın başka âlemleri görmesi gibi... Sözü çok uzattım. Seni de sıktım. En nihayet şunu diyeceğim: Tefekkür de bir miraçtır. Çünkü bütüne baktırır. En azından bütünü arattırır. Bütüne bakmak parçanın miracıdır. Ne zaman baksan onu miracın bil. Ne zaman parçada boğulsan o miraca çık.

26 Nisan 2016 Salı

Kur'an hayata nasıl inzal eder?

“Evet, Peygamberin delil-i sıdkı, herbir hareket, herbir hâlidir. Nebiyy-i Kureyşî’nin herbir hâli ve hareketi mazbut-u ümmettir. Çünkü menabi-i şeriattır.” Şuaat Risalesi’nden.

Kur’an üzerine varolduğumuz manaların cemi gibi. Yani toplanması. Rahman bahşı olarak haritamızın avuçlarımıza bırakılması. Elhamdülillah. Sünnetse, bu cemin hayatla şerhi, nüzulü, dersi. Bana öyle geliyor ki arkadaşım: Sünnetle bildirilen salih amellerin tamamı ‘vahyî bir hakikate dokunduğu için’ kıymetli. Ve onlara dikkat çekildiğinde çekildiğimiz Kur’an’daki manalardır. Mesela: Bakara sûresinde Kur’an’ın nüzulüyle Ramazan ayı arasında kurulan ilgi vahyin oruç olup dünyamıza dahlolmasına işaret gibi. Nüzul, öyle bir nüzul, hayata karışıp. Hilkatinin çamuruna yağıp. Yağmur gibi toprağına erer, içersin. Demir gibi, varlığına karılır, kullanırsın. İnzal olan herşeyde bu sır var.

Derece derece oluyor anlamalar. Nüzul bu sebepten süreç işi. Kalp de bir arştır ama arş-ı âlâ başkadır. Arş, bir taht-ı tasarruf ifadesi, tecellinin yoğunlukla hissedildiği yer. Sen de sende olanı kalp arşına değince farkedersin. Kötü söz seni kulağından kırmaz arkadaşım. Kalbinden kırılırsın. Güzellik gözünden âşık etmez. Kalbinden avlanırsın. Hep bir farkediş şu hissedişlerimiz ama farklı mertebelerde. Güneşin doğması başka. Gözünü açman başka.

Mürşidim de bu sadedde şöyle demiyor mu: “Demek, Bismillâhirrahmânirrahîm, sahife-i âlemde bir satır-ı nuranî teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin kudsî ünvanıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yani Bismillâhirrahmânirrahîm, yukarıdan nüzûl ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arşa bağlar. İnsanî arşa çıkmaya bir yol olur.”

Besmelenin burada bir yükseliş çağrısı, bir mirac-ı Kur’anî, bir burak-ı hakikat olarak ‘insanî arşa çıkmaya’ yol sayılması ilginç değil mi arkadaşım? Halbuki her zaman dilimizde gezinmektedir. Bilinmektedir. Fakat demek ki sahiden bilinmemektedir.

O ‘satır-ı nuranî’nin/ışıkyolunun izini sürüp âlemleri yaratanın ‘seni de yaratan’ olduğu farketmen (gaibane muhatabiyet) ve âlemleri yaratmasının seni ‘aradan çıkarması’ anlamına gelmediğini bilmen (hazırane muhatabiyet), sır belki burada saklanıyor. Besmele aşama aşama bunu öğretiyor. Vahdetin tefekkürüyle sarılmayan yaralarını Ehadiyetin sıcaklığı gideriyor. Evet. Allah, Allah içre Rahman, Rahman içre Rahîm’dir. Sakın bu üçlüyü birbirinden ayırma. Hepsine ihtiyacın var. Hepsini bilmelisin. Çünkü sen âdemsin.

Âdemiyettensin. Her isimle ayrı ayrı terbiye edilmelisin. Besmele de bu makamda şöyle bir tedris içeriyor: 1) Vahidiyeti bildirmesiyle kendini abartmamanı sağlıyor. Çünkü sair mahlukat gibisin: Yaratılansın, esbabdansın, abdiyette onlarla birsin. Varlığınla kibredemezsin. 2) Ehadiyet, hüzne kapılmamanı, yalnızlık hissetmemeni elveriyor. Çünkü sana özel yaratılan şeyler de var. ‘An’ının eşi yok! Has lütuflar kapısı açık. Dua için kalp ahizesi her zaman elinde ve Rahman u Rahîm’in numarası asla meşgul çalmıyor.

Namazın da yine bu kadar ehemmiyetli olması belki Kur’an’ın talimiyle ilintili arkadaşım. Öyle ya. İlk sûrelerimizi niye ezberledik biz? Namaz olmasaydı pekçoğumuz bir kısacık sûre bile ezber etmeden bitiriverirdik ömrümüzü kanaatimce. İnsan muhtaç olmadığı neyi ezberliyor bu zamanda? “Hafıza yerine internetimiz var!” diyeceksin. Ama namazda internete bakamazsın ki. Zaten içinde Fatiha yoksa namaz da olmuyor. Çünkü hayata Kur’an dahil olmuyor. Demek amellerin tamamı içinde Kur’an’ın manaları geçtiği için kıymetli. Ve onlara dikkat çekildiğinde aslında dikkat çekilen Kur’an’dır. Fatiha ise Kur’an’ın annesidir. En şefkatli sûresidir. Namaz bir açıdan onun en sık-sıkı talimidir.

Şimdi istersen “Namazı tam kılın, zekâtı hakkıyla verin, rükû edenlerle beraber rükû edin...” ayetini bu pencereden de tefekkür et. Belki de namazınla cemaat namazının arasında bir zekatlık mesafe var. Kur’an şefkatli. Uyarıyor seni: “Zekat vermeden cemaat olunmaz. Kalplerinizin birbirine ısınması zekat iledir...” Demem o ki: Sünnet-i seniyyede yeralıp bize miras kalan her amel, isterse küçücük bir âdâb olsun, esasında Kur’an’ın hayata bir dahloluş şeklidir. Ondan hissesiz kalmak, Kur’an’ın, lafızlarından değil belki, ama arkalarındaki mananın hayata iniş şekillerinden mahrum kalmaktır. Bu nedenle sünneti dinden çıkaranın Kur’an da hayatından çıkar. Küser. Terkeder. Kendisi ne kadar aksini başardığını düşünürse düşünsün. Sünnetten hissesiz kalan hayatından Kur’an’ı budamıştır.

11 Şubat 2016 Perşembe

Kuşların özgür olduğunu kim söyledi?

Kuşlar kadar özgür olmanın bedeli kuşlar kadar ürkek olmaktır. Aslında sorun özgürlüğün nasıl tanımlandığı ile ilgilidir. Eğer özgürlük 'daha az bağlılık' olarak tarif edilirse, bedeli olarak birşeyi alır elimizden: Ünsiyet. Ünsiyet nedir? Ünsiyet tanıdıklığın sıcaklığıdır. Alışkanlığın rahatlığıdır. Hem tanıdıklıktan, hem alışkanlıktan gelen bir emniyet hissidir. İnsan bir mekana bağladığı zaman özgürlüğünden bir parça ödün veriyorsa eğer, karşılığında aldığı şey de küçük görülmemelidir: Hep aynı yerde olmanın verdiği güven. Akşam işten eve döndüğünde bulacağı çatı. Aşinalığın kolaylığı. Hayatı zorlaştıracak sürprizlerin bir nebze duvarların ardında kalması. Bunlar huzurun mümkün olabilmesi için ödediğimiz bedelin sonuçlarıdır. Tabir-i caizse, biz özgürlüğü ünsiyetin emniyet hissi için rüşvet veririz. Birşeylere bağlanırız ki, boşluğa düşmekten kurtulalım.

Evliliği de aynı kapsamda ele almak istiyorum. Bu yorumum belki çok seküler bulunacak kimileri tarafından, fakat riski göze alacağım. İnsan evlendiğinde eline geçen nedir? Yine böylesi bir ünsiyet kolaylığı değil midir? Kafasındaki ve omzundaki yüklerin büyük bir kısmını, bir hayatı beraber yaşayacağı kişinin kafasıyla ve omuzlarıyla paylaşarak sıradışılığın yükünü azaltmış olur evlenen.

İhtimal hesapları, gençliğin (mürşidimin ifadesiyle) 'akıldan ziyade hissi dinleyen' yönüne bir zenginlik gibi görünebilir. Fakat insan yaşlandıkça, hissinden ziyade aklının sözünü dinlemeye başladıkça ve bedeni "Ben bu ihtimallerin hepsine yetişemeyeceğim!" diye bağırdıkça ister istemez bir kanaatkarlık sarar benliğini. Eller küçüktür ve tutulacak çok şey vardır. Ellerin hırsı azalır. Akıl, daha az şeyi tutmanın daha rahat taşımak noktasında faydası olduğunu farkeder. "Din kolaylıktır..." buyuruyor Efendimiz aleyhissalatuvesselam. Bundan ilham ile diyebilirim ki: Evet, her çiçekten bal almaya çalışan şaşkın sefil olmaktansa, şeriatın dairesinde amel eden bir kanaatkar olmak kolaylıktır.

Günahların 'kolay'ı, takvanın ise 'zor'u temsil ettiğini düşünürüz. Bunun da hata olduğu kanaatindeyim. Evet, yıkmak elbette yapmaya göre 'eylemsel' bir kolaylık içerir. Fakat 'varlıksal/vücudî bir kolaylığa sahip olduğundan bahsedilemez. Günah, varlıksallıktan yoksun eylemlerden oluşur. Varlıksallıktan yoksun olduğundan dolayı da ona bu anlamda bir kolaylık yüklenemez. Ancak tensel/nefsi zevkler, hatta onların bile yarın büyük bedelleri olacak aceleci yanı bakımından kolaylıkları olur günahların. Ancak an'ı aştığınız anda, zaman müfessirliğini gösterir ve eylemsel olanın varlıksal olmadığını yüzünüze çarpar.

"Elhasıl: Gençlik gidecek. Sefahette gitmişse, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle suiistimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere veya taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere veya mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı hâlinden, gençlik saikasıyla israfat ve suiistimalden gelen hastalıktan eninler, eyvahlar cevabını işittiğiniz gibi, hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençlik saikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta, ehl-i keşfü'l-kuburun müşahedesiyle ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehadetleriyle, ekser azaplar, gençlik suiistimalâtının neticesi olduğunu bileceksiniz."

Bediüzzaman, Üçüncü Söz'de, sağdan gidecek olan yolcunun saadetinin 'mugaddî hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecbur' oluşuyla bir ilgisi olduğunu söylüyor. Kıssaya daha genel bakalım: Birisi göze alıyor bu yükü, diğeri ise 'zahirî bir hıffet'i tercih ediyor. Yolculuk süreçlerinde ise halleri şöyle:

"O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra, şu bahtiyar nefer sağa gider. Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur. Öteki bedbaht nefer ise askerliği bırakır, nizama tâbi olmak istemez, sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur; fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir. Hem herkese dilenci, hem herşeyden, her hadiseden titrer bir surette gider. Ta mahall-i maksuda yetişir; orada âsi ve kaçak cezasını görür."

Özgürlük, hiçbirşeyle bağlanmamak anlamında bir özgürlük, hayr-ı mahzı veya katıksız mutluluğu temsil eder mi? Hiçbirşeyle bağlı olmamak ve her dilediğini yapmak 'hayat kalitesinin' tek geçer akçesi olduğunu bize dayatabilir mi? Kuş örneğinden devamla konuşmak istiyorum: Olamaz gibi geliyor bana. Çünkü kuş, kuş kadar özgür olabilmek için bir hiffet/hafiflik bedeli ödemek zorundadır. Yanında kendisini korumaya yarayacak güçlü pençeler/kaslar bulunduramaz. Kalın bir kabuk da taşıyamaz sırtında. Ona bu zahirî özgürlüğü kazandıran şeyler aslında daha kolay incinir olmasına da sebep olur. Belki bu zayıflıklarındandır kuşların bazı türlerinin göçmen olması. Hafifliği ve naifliği aynı coğrafyada kalarak kışı geçirmesine müsait değildir. Fakat görece özgür olmayan(!) çok hayvan vardır ki; kışı da, yazı da aynı yuvada geçirirler.

Kuş, bir mevsim boyunca sevdiği şeyleri arkasında bırakmak zorundadır başka iklimlere uçarken... Özgürlüğü, onu ayrılıklara müptela kılmıştır. Ve tedirgindir. Konduğu her yerde ürkektir, çünkü kolay incinir ve incitilir bir haldedir. En ufak harekette yükseklere kanatlanarak hayatta kalmaya çalışır. Onun kadar özgür olmayan birçok hayvan vardır ki, böyle korkulardan azade yaşarlar. Peki, bunca tedirginlik bedeli ödendikten sonra, kuş hâlâ özgür müdür?

İman etmenin de böyle bir yükü ve o yükün ardından gelen bir kolaylığı var. Ateist, günde beş vakit namaz kılan ve yılda bir ay oruç tutan mü'mine göre, daha özgür hissedebiliyor kendisini. Hatta bunu hünermiş gibi savunabiliyor da. Fakat kazandığı bu zahirî hafifliğin kuşun halinden ne farkı var? Özgürlük yalnız 'az bağımlılıkla' değil, 'az korkuyla' da ilgili birşey. Ateist hakikaten korkusuz mudur?

"Evet, her hakikî hasenât gibi, cesaretin dahi menbaı imandır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir..." diyor mürşidim. Neden? Çünkü imanın sağladığı bir diğer kolaylık da varlıkla kurulabilecek ülfet ilişkisidir. Kafir bu ilişkiden mahrumdur. Tevhide iman etmiş bir mü'min, varlıkla ilişkisi sırasında (ve hatta kendi içinde sâdır olabilecek her duruma karşı da) bir yoruma/anlamlandırışa sahiptir. Hepsine dair bir devayı, ta Kur'an'dan ve sünnetten başlayan bir tedris ile, ders almaktadır. Hayatta karşısına çıkacak hiçbir soru/sorun çalışmadığı yerden çıkmaz. Çünkü Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatı her anıyla nümune-i imtisal olarak önünde durmaktadır. Ve yaşadıklarının mutlaka onun yaşadıklarına benzeyen/bağlanacak bir yanı vardır. İmanın içerdiği intisab bir açıdan da bu ünsiyetle (ünsiyeti sağlayan anlam dünyasıyla) kurulan bir bağdır. Anlamlandırdığı şeyden korkmaz insan.

Hasta mı oldunuz? Hz. Eyyub'dan (a.s.) başlar dersiniz. İnsanların içinde yalnız mı kaldınız? Hz. Nuh'tan (a.s.) başlar dersiniz. Güçlü bir zalime karşı hakkı söylemeniz mi gerekiyor? Hz. Musa'dan (a.s.) başlar dersiniz. Bu açıdan diyebilirim ki; hiçbir mü'min hayatını tek başına yaşamaz. O bir hayatı İslam tarihiyle ve oradan kendi dünyasın akseden misallerle ve derslerle birlikte yaşar. Hadiste buyrulurur: "Mü'min mü'minin aynasıdır." Bu mübarek miras ağırlık yapacak iki kıyyelik bir silah gibi görünebilir. Ama aslında zorluklara karşı ayakta kalmanızı sağlayacak bir güçtür. Uçup kaçmanıza gerek kalmaz. Kalır ve anlamlandırırsınız.

İman bizi herşeyin anlamlı olduğu bir dünyaya davet ediyor. İbadetler bu anlamları tekrar ederek onları kalbimizde diri tutmamızı ve ateşini harlandırmamızı sağlıyor. Bu ünsiyet dünyasından yoksun kaldıktan sonra 'her istediğini yapmanın' ne faydası olabilir ki insana? Takva işte bu açıdan bir güçlüğün değil kolaylığın namıdır. Tevekkül bu tanıdıklığa dönük teslimiyettir. Allah'ın marifetiyle ilişkili olarak yarattıklarıyla ilişkiniz de hoşlaşır. Allah'ın şuunatı ve isimleri her eserinin ardından size göz kırpar. Kendi dünyanıza bakın: Sevdiğinizin kulağınızı çekmesi bile size iltifat gibi gelir. Çünkü failin iyiliği fiile sirayet eder. Yabancınızın yanağınızı okşaması bile korkutur. Çünkü faile dair bilinmezlik korkusu fiile de işler. Hasılı: Kuşların özgür olduğunu kim söyledi? Özgür olan korkmayanlardır.

2 Şubat 2016 Salı

Sünnet meşruiyetini pedagojiye mi sormalı?

Hastalık insanın zayıflığını tavaf etmesi gibi. 'Onun merkezde ve devamlı olduğu, tekrar be tekrar karşına çıktığı, senin etrafında döndüğün...' bu ritüel aynı zamanda içerde bir yerde kabul etmek istemediğin birşeyi davranışsal olarak kabul ettiğini gösteriyor. "Evet, ben acizim. Kabul etmek istemesem de bu böyle!" Şuuruna bir çizik atılıyor her hasta oluşunda. Mürşidimin ifadesiyle menfi/mecbur bırakıldığın bir ibadet/tavaf bu. Hatta bir adım ilerisinde tekrarlanan her ihtiyaç (nefes almak, yemek, içmek...) bir acizlik tavafı.

Bu sıralar çok tutan bir modernist tavır da hikmetine eremediği amel-i salihlere 'hurafe' yaftasını yapıştırmak. Ancak bu sapma daha derinlerde başka bir sapmadan besleniyor. Bence insanın 'kabul'u ('yakîn' mi demeli) iki şekilde mümkün: Bir itikadî, iki ibadetî... Yahut da kabulün iki rengi var: Birisi, dinamik olan aklın içinde yer tutuyor ve oradan kalbe doğru ilerliyor. İkincisi, statik olan şuurun davranışlarla sürekli bir etki altında bırakılmasına dayanıyor. Ve yine zamanla kalpte yer tutmayı başarıyor. İkisinin de amacı kabul edilen şeye bir 'tarafgirlik' yaratmak. Aklın baştan gittiği anlarda dahi, kalpte kök tutmuş olan kabulün etkisinden çıkmamış olmak. Modern zamanlarda birincisine rağbet ikincisinden ziyade. Fakat bana sorarsanız, ikincisinin başarısı birincisinden fazla.

İbadetler neyi/ne kadar kabul ettiğimizi de ortaya koyuyor biraz. Fakat bunu yokluğuna karine olmakla değil, varlığını geliştirici/destekleyici olmakla yapıyor. Altını kalınca çizmek lazım: Amel imanın bir cüzü/parçası değildir. Amelde eksiği olanın imansızlığına hükmedilmez. Ancak amelin külliyetinden imanın sıhhatine dair bir okuma yapılabilir. Zaten amel-iman arasında bu şifa-yara ilişkisi olmasa, dinî metinlerde amel-i salihe bu denli vurgu yapılması anlamsız olurdu. Ve amel-iman arasında bir şekilde bağlantı kuran ayet ve hadislerin yorumlanması da müşkülleşirdi. Bu müşkülü, biz, ameli imanın parçası kılmayarak, ama imanı zengileştirdiğini de gözardı etmeyerek aşabiliyoruz: Amel-i salih yapmaya muhtacız. Çünkü amel-i salih manen hasta olduğumuz yerlere 'davranışsal kabulleriyle' şifa sunuyor.

Peki, nedir bu 'davranışsal kabul' demekle kastettiğim? Bunu çeşitli şekillerde örneklendirebilirim. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'kulun Rabbine en yakın olduğu anı secde anı' olarak tarif edişi, bir açıdan da, bu 'davranışsal kabul'ün yoğunluğunun zirve noktasını 'secde' temsil ettiği içindir. Yani insan, ancak Allah gibi gördüğü şeye secde eder veya secde öyle bir davranıştır ki, Allah gibi birşeyin varlığının kabulü arkasında ve ancak onun (veya onun emrettiği şeyin) karşısında gerçekleştirilir. Secde eden insan, günde beş vakit, Allah'ın varlığını davranışsal olarak içinde inşa eder. Ettiğini ve edildiğini ilk gördüğü andan itibaren...

Bu büyüklük kabulü aynı zamanda kendisi için de bir küçüklük kabulüdür. Küçük olan adımlarını büyük olanın emirlerine bakarak atmaya başlar. Bu tüm dünyanızı şuur boyutunda etkileyen birşeydir. Bediüzzaman Hazretleri'nin Ramazan Risalesi'nde orucun hikmetlerine dair yaptığı bir vurgu da, onun, Allah'ın azametine karşı azametli bir tavr-ı ubudiyetkarene sergileme imkanı vermesidir:

"İnsanlar, gaflet perdesi altında ve esbab dairesinde, o vaziyetin ifade ettiği hakikati tam göremiyor, bazan unutuyor. Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i iman, birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelînin ziyafetine davet edilmiş bir surette, akşama yakın 'Buyurunuz' emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubûdiyetkârâne göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli Rahmâniyete karşı, vüs'atli ve azametli ve intizamlı bir ubûdiyetle mukabele ediyorlar. Acaba böyle ulvî ubûdiyete ve şeref-i keramete iştirak etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar?"

Ramazan orucu, resme büyük bakabildiğiniz nisbette, sizin 'davranışsal kabul'ünüzde izler bırakır. Tıpkı yukarıdaki secde örneğinde olduğu gibi, 'Buyurunuz' denmezse ekmeğe el atılamayacak birisini dünyanıza katar. Bunun öyle olduğunu davranışsal bir şekilde kabul edersiniz. Bir mü'minin, çocukluğundan itibaren, ilmihal ve itikad derslerinden de evvel aldığı davranışsal ders budur. Ve bu yüzden çocukları ibadetlere özendirmek, güzellikle alıştırmak ve hatta büyüklerin ibadetlerinin şahidi kılmak kıymetlidir. Yine mürşidim yağmur duası hakkında diyor ki:

"Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir; fakat asıl hakikî, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, onun tayınını veren babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayınını ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir Zât, onu besliyor, rızkını veriyor. Hattâ en küçücük bir çocuk da, daima aç olduğu vakit validesine yalvarmaya alışmışken, o yağmur duasında, küçücük fikrinde büyük ve geniş bu mânâyı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir Zât, hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının fâidesi olmaz. Öyleyse Ona yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur."

Pedagojinin 'tam imanlı bir çocuk'la işi olur mu bilmiyorum. Hatta neyi tam olarak idealize ettiğinden de emin değilim. Ama herhalde sünnet-i seniyyeye ittiba için onun fikrini soracak değiliz. Çünkü sünnetin meşruiyetini pedagojiden değil, pedagojinin meşruiyetini sünnetten sınayanlardanız. Ben, kendi adıma, ardındaki hikmeti zihniniz kuşatsın veya kuşatamasın, her amel-i salihin, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın her sünnetinin (ve hatta o sünnetteki en ince detayların) davranışsal bir kabul eğitimi verdiği kanaatindeyim. Eğer modern pedagojinin boyu o pencereye yetişmemişse yapmamız gereken pencereyi kötülemek değil, pedagojiye "Büyü de gel!" demektir. Yine Ebubekir Sifil Hoca'dan bir alıntıyla bitirelim: "Hayatından 'yağmur duası' olgusunu kovmuş bulunan bir anlayışın, yağmur duasına çıkılırken niçin özellikle yaşlıların, çocukların ve hayvanların da götürülmesine dikkat edildiğinin, niçin eski elbiselerin giyilmesinin tavsiye edildiğinin ve duayı yapanın niçin cübbesini içini dışına giydiğinin idrakine ermesini beklemek beyhudedir." Öyle ya; dünya etraflarında dönüyor sananların, Kabe'yi tavaf etmeyi hurafe görmeleri normaldir.

29 Ekim 2015 Perşembe

Kapına o gülleri kim bıraktı?

"Demek iman bir mânevî tûbâ-i cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u cehennem tohumunu saklıyor." İkinci Söz'den.

Tevhid öyle bir bütünlüktür ki varlıkta öncelik-sonralık bırakmaz. Ezel nazarında toplar herşeyi. Kader kitabında toplar. 'Emir/nehiy-muhatap' üçgeninde dahi bu bütünlüğün izleri okunur. Yani, Allah birşeyi emrettiğinde veya nehyettiğinde bizlere, sırtımıza yük bırakır gibi istemez. Bize rağmen istemez. Bize karşı istemez. Hesapta olmayan birşeymiş gibi gelmez o bize. Ya? İstediği şey aslında canımızın da çektiğidir. Kısa bir mealiyle "Bundan başka, duman halindeki göğe yöneldi ve hem ona, hem de yeryüzüne 'İsteseniz de, istemeseniz de gelin' buyurdu. İkisi de 'İsteyerek geldik' dedi!" diyen Fussilet sûresi de aslında bunu söyler. Çünkü canımız da Allah'ın bir mahluku olarak tevhid bütünlüğüne uygun yaratılmıştır. Ezelde görülmüştür. Kaderde yazılmıştır. Vahid-i Ehad ne emretse veya yasaklasa 'canı isteyerek' gelir veya gider. Hepsi üzerine yaratıldıkları yasaları tanır.

Evet. Elhamdülillah ki Elhamdülillah. Şeriatta her ne varsa aynı zamanda cana da iyi gelendir onlar. Maruf o bütünlüğe tanıdık olandır. Münker tanıdık gelmeyendir. Reddedilendir. Fakat irade bazen 'ruha iyi gelen'le 'nefse iyi gelen'i birbirinden ayıramaz olur. İnsan tek parça değil bir şirket gibidir. Yaratılışının farklı adaları ve her bir adanın kendine göre bir varlık algısı/kaygısı vardır. Nefsin varlık algısı/kaygısı daha cismanî ve aceleciyken ruhun varlık algısı/kaygısı daha bâkî şeylere bakar. Kalp de bir derece öyledir. Vicdan da. Akıl da. Fakat nefsimiz, cismaniyetimizi varlığımızın tek parçası sandığımız ölçüde, sesi en baskın çıkandır. Ve kendi varlık algısının/kaygısının diğer bütün parçalardan daha önemli olduğuna bizi inandırmaya çalışır. Başarır da çoğu zaman.

Kim kendisine müracaat etse görür bunu: Ruh varlığını hayrı yapmakta ve şerden kaçmakta buluyor. 'Lezzet-i ruhaniye' dediğimiz şeyler de hayırlı olanı yapmaktan gelen 'geçmeyen lezzet'ler. Ne kadar güzel şey yapsak o kadar geçmeyen lezzet sahibi oluruz. Diyelim: Zor durumda olan bir arkadaşımıza, tam da en ihtiyaç duyduğu bir vakitte, yardım ettik. Bu yardım, bir lezzet-i ruhanî, yani geçmeyen bir ferahlık olarak bizde kalır. Ne zaman hatırlasak mutlu oluruz. Ne zaman anımsasak lezzet duyarız. Allah, ruhun ve kalbin varlık algısına uygun ameller yaptıkça, içimize küçük cennetler bırakır. Rızasına uygun ameller sayısınca cennet zerrecikleri oluşturulur kalbimizde. (Günahta ise, hadis-i şerifte de buyrulduğu gibi, kalp karartan cehennem lekecikleri oluşur.) Cennetlik insan daha cennete gitmeden önce kalbiyle cennete dönüşür. Yüreğinde cenneti yaşar. Dilinde cenneti konuşur. İçinde öteki dünyaya bir delil/nümune bulur. Hem inşaallah. Hem elhamdülillah.

Bu noktada artık diyebiliriz ki: Vicdan sahibine 'tevhid bütünlüğünde iyi gelecek' şeyleri hatırlatan bir çağrı cihazı gibi öter durur. Fıtrat, tevhid bütünlüğünün bir parçası olarak, o tevhid bütünlüğüne uygun hareket edildiğinde ferahlar, aksi yönde gidildiğinde sızılanır. Bediüzzaman'ın tabiriyle 'fıtrat-ı zişuur' olan vicdan 'ne için yaratıldığını-yaratılmadığını' farkeden, hisseden, sezen, sezdiren, hissettiren bir farkındalıktır. Şuurumuz başka birçok alt-şuurun üzerine kurulmuş ve renklerinden beslenen bir üst-şuurdur. Nasıl? Ne demek? Kastettiğim parçalardan herbirinin onlara kulak verdiğimiz ölçüde farkındalığımıza sinyal göndermeleri. İnsan ne zaman bu sinyallere kendini kapatırsa kalbi mühürlenir.

Mürşidimin Birinci Söz'ün ahirinde dediği "Mün'im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir..." tesbiti 'ücreti nasıl anladığımızla' bizdeki karşılığı bulacak birşey. Şöyle ifade edeyim onu da: Her insan bu üç ihtiyacı duyar. Yani size birisi bir iyilik ettiğinde veya nimetlendirildiğinizde onu edenin/eyleyenin ismini anmak, ona teşekkür etmek ve onun bu iyiliği/nimeti niye size verdiğini düşünmek istersiniz. Kendisine ona erişmekle sevindiği birşey verilen hangi insan bu üç ihtiyacı duymaz? Kapınıza bir gül bırakılsa, bırakanın ismini bilmek/anmak, niye bıraktığını merakla tefekkür etmek ve ona teşekkür etmek istemez misiniz?

O halde bilmeliyiz ki: Allah'ın bizden istediği ücret insanların istediği türden değildir. Önce 'amel' sonra 'ücret' tasarımı yapılmamıştır onda. Ücret ve amel arasında mesafe yoktur. Yani emir/nehiy ile saadet arasında mesafe yoktur. Abdurreşid Şahin abinin Holografik Bakış programında sıklıkla söylediği gibi: "İbadetin karşılığı değil kendisi saadettir." Tevhid bütünlüğünde hepsi aynı andadır. Ezel hepsini bir görür. Kader hepsini bir yazar. Amel lezzetten ayrılmaz. Saadet eylemden koparılmaz. İman cennetin parçasıdır. Zaten bize emredilenler canımızın da istediği şeylerdir. Yani cennet için çabalamak cenneti yaşamaktır. Bir şartla ki: Can canlılığını Karun gibi kendi ürünü sanmaya. Allah'ın mülkünü mülk edinmeye. Eğer, varlığı sana bağışlanmış hediyeler gibi görmeye başlarsan, hakkında endişe ettiklerinin bile nimet olduklarını görürsün. Varlığa dair ne varsa nimettir. Fakat, maalesef, yalnızlığın sancısını tatmayan kapısına bırakılmış güllerin sahibini aramaz.

1 Eylül 2015 Salı

Tavuğu verirken kazı aklından bile geçirmemek veya ihlas

"Sonra, duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: 'İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin' dedi. İkisi de: 'İsteyerek geldik' dediler." (Fussilet sûresi, 11)

Bir park yerindesin. Sağında solunda seninkinden başka araba yok. Belki bir tatil günü ve orası da işyerin. Arabalara ayrılmış bölümler var. Bölümler dediysem duvarlar/kilitler değil, çizgiler. Çizgiler ve belki en fazla numaralar. Elinde güç olmayan sınırlar. Senin bölümün hangisidir biliyorsun. Oraya parketmek zorunda değilsin. Arabayı parketmek zorunda bile değilsin. Öylece bırakabilirsin. Ama yapamıyorsun. İçinden bir ses 'doğru olanı yapmanı' hatırlatıyor. Dedim ya: Bir tatil günü. Yoğunluk yok.
Belki senden başka parkedecek araba bile yok. Arabanı nizamî parketmen o gün için doğru/zorunlu olmayabilir. Ama hayır. Sen yine de nizamî olanı tercih ediyorsun. İçinde bir yer sızlıyor. Dişağrısı gibi. Deli ediyor seni. Bundan dolayı ödüllendirilecek falan değilsin. Aksini yaparsan ceza görecek değilsin. Park yerinde elinde sopayla kimse beklemiyor. İçinde bir yer var, susturamadığın. O seni mecbur ediyor böyle yapmaya. Ve sen onun sıkıntısını gidermekle ödülünü pekala almış oluyorsun. Doğru olanı yapmaktan daha büyük ödül var mı? "Cenab-ı Hak, kemal-i kereminden, hizmetin mükafatını hizmet içinde derc etmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel içine de koymuştur..." Biliyorsun.

"Olması gereken şeylerin adını iyilik yapmak koymuşlar..." Sagopa'nın bir şarkısında geçiyordu. Kafana takılmıştı. Ve daha geçen gün okuduğum Piano Piano Bacaksız tokatlamıştı vicdanının yüzünü: "Namuslu olmak insanın doğal halidir..." Halbuki ben de onu bir ihsanmış gibi algılıyordum başkalarına. Fazladan birşey. Dünyaya 'o bunu haketmeksizin' kattığım bir güzellik. Tamamiyle benden. Yukarıdan bir bağış, biraz da kibirle. Kendimi 'veren el' gibi görüyordum onları yaparken. İbadet ederken bile Allah'a bağış yapar gibiydim. "Bugün dört rekat fazladan kıldım. İki sayfa fazla Kur'an okudum. Şu kadar sadaka/zekat verdim. Şöyle şöyle yardımlar ettim. Eh, epey fark attım diğer müslümanlara. Herhalde cehenneme gitmem!" Bunların tamamı kafanda dolanırken hissettiğin şey, hiç yalan söyleme şimdi, kibirdi. İyi birisi olmak istiyordum, ama bunu ihsan eder gibi istiyordum. Halbuki gerçekten iyi birisi olsaydım bunun iyi birisi olmak olduğunu bilmeyecektim. Korkum gitmeyecekti. Akıbetimden emin olmayacaktım. Bu bana 'olmazsa olmaz' gibi gelecekti. Kendimde bir 'ilerilik' görmeyecektim onları yapmakla.

"Kim olsa aynı şeyi yapardı!" Ah, ne güzel cümleydi o. Fakat ben onu kullanırken bile 'kim olsa aynı şeyi yapmayacak ancak ben yaparım' diye düşünüyordum. Âdettendi onu söylemek. Nakşibendîce ne 'terk-i hesti' ne de 'terk-i terk'i becerebilmiştim. İkisini de hatırlıyor. İkisini de arşivliyor. İkisiyle de gizli gizli övünüyordum. İyilik oradaydı. Yapmıştım işte onu. O zaman ben iyilerdendim. Allah'ı esir almıştım (hâşâ) onunla. Nazlanmaya hakkım vardı. Benden başkası yapamamıştı çünkü onu. Ben yapmıştım.

Sonra bir İşaratü'l-İ'caz okuması ve rastladığım bir ihlas tarifi rahatsız etti toz konduramadığım egomu: "İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır." Yani hiçbir şeyi düşünmememek yapmaktan başka. Ne 'ne olduğunu' ne 'ne olacağını' ve ne de 'nasıl bir kemale erdiğini' onunla. "Bana seni gerek seni..." diyebilmek cenneti düşünmeden. İyiliği sadece iyilik olduğu için, hatta iyilik olduğunu bile bilmeden, namusluluğun doğal/fıtrî halimiz olduğunu düşünerek yapmak onu. İkinci bir niyet karışmadan. Ötekinin de menfaat ihtimalini tartmadan/ikirciklenmeden hak olanı seçmek. Şer ile hayır arasında kaldığında, şerre olabilirlik kapısının açık olduğundan bile haberdar olmamak. Böyle olabilir mi bir insan?

Olurmuş meğer. Hz. Aişe annemiz anlatıyor: "Bir adam, Resulullah aleyhissalatuvesselamın huzuruna girmek için izin istemişti. Aleyhissalatuvesselam: 'Bir aşiretin kardeşi ne kötü!' buyurdu. Ama adam girince ona iyi davrandı, yumuşak sözle hitap etti. Adam gidince: 'Ey Allah'ın Resulü! Adamın sesini işitince şöyle şöyle söyledin. Sonra yüzüne karşı mültefit oldun, iyi davrandın...' dedim. Şu cevabı verdi: 'Ey Aişe! Beni ne zaman kaba buldun? Kıyamet günü, Allah Teala Hazretlerinin yanında mevkice insanların en kötüsü, kabalığından korkarak halkın kendini terkettiği kimsedir.'"[1]

Şimdi anlıyorum, mürşidimin, hakiki kemal hakkında neden şöyle söylediğini: "(...) hakikî lezzet ve muhabbet ve kemâl ve fazilet odur ki, gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zâtında bulunsun ve bizzat bir hakikat-i mukarrere olsun." Yani kim/ne diyecek diye bakmadan iyi olmak. "Bana ne getirecek?" veya "Bana ne zararı dokunacak?" demeden iyi olmak. Tavuğu verirken kazı aklına bile getirmemek. Gelse de memnun olmamak. O meziyet zatının bir özelliği olduğu için öyle olmak. Şıklardan doğruyu seçmek değil, diğer şıklardan haberdar bile olmamak. Doğru o olduğu için ve doğrudan başkası kaçınılmaz olduğu için öyle olmak. Sanıyorum Allah Resulü efendim de Hz. Aişe anneme bunu söylemek istiyordu. Ve arkadaşım, arabayı parkeden adam da bize bunu söyledi. Sen de işittin. Ben de yazdım. Çünkü yazmak doğrusuydu.




[1] Buhari, Edeb 38, 48; Müslim, Birr 73, (2591); Muvatta, Hüsnü'l-Hulk 4, (2, 903, 904); Ebu Davud, Edeb 6, (4791, 4792, 4793); Tirmizi, Birr 59, (1997)

4 Nisan 2015 Cumartesi

Allah bilmekle değişir mi?

Hak Teala katından çokça rahmetler bağışlasın ona. Esad Coşan Hocaefendi merhum, bir Râmuzu’l-Ehâdis dersinde, “Bir saat tefekkür bir sene (nafile) ibadetten hayırlıdır!” hâdisini izah sadedinde diyordu ki: Bazı olur, değil yalnız bir sene yaptığımız ibadetler, bir ömür yaptığımız ibadetler dahi, bir saatlik tefekkürümüzün neticesinde gerçekleşir. Mesela: Gayrimüslimin biri, düşünüp farketse ki, İslam hak dindir. Ve yüreğinden gele gele bir kelime-i şahadet söyleyip daireye girse ardından. Ondan sonra yapacağı tüm ibadetler o bir vakitlik tefekkürün neticesidir. Yine bir mü’min, herhangi bir ibadet hakkındaki tefekkürünün neticesinde, ‘devamlı olma’ kararına varsa, daha sonra yapacağı bu türden ibadetlerin tamamı o saatin meyvesi olarak gerçekleşir. (Takva, tevbe ve istiğfar ile ilgili kararlar da elbette yine bu sadeddendir. Hepsinin kararı tefekkürlerinde alınır.)

Birşeyi bilmek, hem daha iyi bilmek, onu değiştirmek olmasa da ‘dünyandaki bilinişini değiştirmek’ manasına geldiğinden ve bu bilgi değişikliği aynı zamanda seni de değiştirdiğinden, öğrenmek ‘kendini değiştirmek’ anlamına gelebilir. (Çünkü kendini değiştirmek nihayetinde şeyler hakkındaki düşüncelerimizi değiştirmektir. Şeylerden bağımsız bir değişim yoktur. İnsan âlemiyle birlikte değişir. Değiştiği de yine âlemindeki karşılıklarından anlaşılır.) İşte bu yönüyle diyebiliriz ki: Tefekkür bir değiştiricidir. ‘Kendiliği’ değiştirmenin bir yoludur. Bir taleptir. Duadır. Evet. Bilmek ister istemez ‘etkilenmek’tir. İnsanın dışındaki/içindeki (âfâktaki/enfüsteki) dünyaya dair eriştiği her bilgi, bir şekilde ondan etkilenmesiyle, yani farketmesiyle, şahitliğiyle mümkün olur. Farketmediği şeyin bilgisinden değişmez insan. Şahit olmadığını ıskalar. Bu kadar girizgâhın üzerine artık şunu da ekleyebiliriz arkadaşım: Âdemoğlu tefekkür etmekle Subhaniyet, Ezeliyet, Ebediyet sahibi olan Allah’ı (hâşâ) değiştirmez. O eksiklerin/sınırlıların şânı olan değişmekten münezzehtir. Değişmek noksaniyetin getirisidir. Noksanlık ilahlıkla bir olmaz. Noksanlık mahlukata yakışır. Taallümle tekemmül bizim mesaimizdir. Yani ‘daha önce öyle bilmeyen’ aynasını değiştirebilir insan.

Allah’ı farklı farklı isimleriyle, sıfatlarıyla, şenleriyle, yönleriyle tanımak; o tanıyışın mübarek uyandırıcılığı daha önce bizde bulunmadığından ötürü; değil ‘Rabbü’l-Âlemîn’ olan Allah’ı, belki ‘Benim Rabbim’ diye bildiğin Allah’ı kendi dünyamda değiştirmektir. Çünkü ‘Benim Rabbim’ ancak bildiğim/ulaşabildiğim bir marifetle ‘Rabbim’dir. Bilişimin sınırları marifetimi de sınırlar. Aynanın yaraları yansıttığını da yaralar. Rabbü’l-Âlemîn kusursuzdur. ‘Benim Rabbim’se, (hâşâ) Rabbimden dolayı değil, ama cahilliğimden ötürü kusurlanabilir. Arkadaşım, izahlarımın Zât-ı Subhanî’nin ‘varlığı/yaratışı’ ekseninde değil, ‘farkedilişi/bilinişi’ mahiyetinde şekillendiğini sanırım yeterince açıkladım. Kuvvetle altını yeniden çizmek istiyorum. Hem mürşidim bu sadedde dediği birşeyi de hatırlatmak arzuluyorum. Çünkü o benden güzel söylüyor: “İşte, şu sırdandır ki, kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der: (...) ‘Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.’ Demiyor, ‘Rabbü’l-Âlemînden haber veriyor.’ Hem der: ‘Kalbim Rabbimin âyinesidir, arşıdır.’ Demiyor, ‘Rabbü’l-Âlemînin arşıdır.’ Çünkü kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicapların nisbet-i ref’i derecesinde mazhar-ı hitap olabilir.”

Tefekkür işte bu yönüyle ‘değiştirici’dir arkadaşım. Allah’ın kalpteki marifetini arttırmak, dolayısıyla o kalbi değiştirmek, dolayısıyla dünyamdaki herşeyin anlamını da zenginleştirmektir. Âlemden âleme geçmektir. Bu pencere değiştirme, mesela ‘Vahid olan Allah’ın marifetinden ‘Ehad olan Allah’ın marifetine geçme, ister istemez kişiye yeni bir pozisyon alma meyli verir. Zikredilen manzara değil nazar değişikliğidir. Gösterilenin değil görünenin değişimi. Marifet ahlakı bu çekiçle şekillendirir. Ahlak marifetle gelen dönüşüme ilelebed direnemez. (Alışkanlık sûnî bir fıtrattır. Direnen inad değil alışkanlıktır. Terkedemediği sevdası değil pişmanlığıdır. Pişmanlıksa tevbeye yakındır. Hatta hadisin ifadesiyle dahildir.) Evet, ne mutlu, hepimizin kalbi Esmaü’l-Hüsna önünde günebakanlar gibi duruyor. Şems-i Sermedimiz hidayetiyle ışıldıyor. Elhamdülillah. Bağışı ne yandan gelirse yüzümüzü o yana çeviriyoruz. Ne kadar pencere bulsak o kadar seviniyoruz. Ne kadar bilsek o kadar yeşeriyoruz. Peygamberlerin istiğfarları da ancak makamlarındaki yükselişle açıklanıyor:

“O vaziyette esbab bilkülliye sukut etti. Çünkü o halde ona necat verecek öyle bir Zat lâzım ki, hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semâya geçebilsin. Çünkü onun aleyhinde gece, deniz ve hût ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar eden bir Zat onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsaydılar, yine beş para faydaları olmazdı. Demek esbabın tesiri yok. Müsebbibü’l-Esbabdan başka bir melce olamadığını aynelyakin gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için, şu münâcât birden bire geceyi, denizi ve hûtu musahhar etmiştir.”

Hz. Hızır ve Hz. Musa efendilerimin (Allah’ın selamı ikisinin de üzerine olsun) Kur’an’da geçen kıssasını hatırlayalım: Hz. Hızır, Hz. Musa’ya nasıl itiraz etmişti: “İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredeceksin?” Buradaki içyüz/ilm-i ledün hatırlatması, bize, ahlakın (özelde sabır ahlakının) içyüzü bilme çabasıyla (yani tefekkürle) ne denli ilgili olduğunu da hatırlatmıyor mudur? Yani, tabir-i caizse, “Aslında ne olduğunu/hikmeti bilirsen ancak sabredebilirsin!” diyor bize Hz. Hızır âdeta.

Fakat, nefes alalım, burada bir parantez daha açmaya ihtiyacım var:

Allahu’l-a’lem, ilm-i ledün, bir ‘bütüne bakış’ refleksidir. Parçadan bütüne, tecelliden şuunata, görünenden gayba bir tevekkül ahlakıdır. Zaten Muhakemat’ta ‘Hayır küllîdir’ denilmiştir. Demek hayır daha bütüncül bakışlara kendini gösteren birşeydir. Bizim kısacık marifetimizi Sahib-i Mirac aleyhissalatuvesselamın marifetinin yanında toz zerresi kılan da budur. (O şecere-i hilkatin bütününü görmüştür.) Detaylar, her detay nazarı/dikkati bir parçalamak olduğundan, bazen hayrı şer gibi gösterebilir bize. Hayrın görülmediği her yerde kaçılması gereken yer bütündür. Bütünün sahibidir. Şer cüzîdir. Yalnız saçının ıslaklığına bakan yağmura kızabilir. İlm-i ledün belki burada zamana yayılmış bir hikmet/amaç külliyetini de kasteder. Varlığın içyüzü de zamana yayılmış bütünlüğüdür. O bütünlükte gözükendir. “Hakikî hakaik-i eşya esmâ-i İlâhiyedir.”

Ki, Hz. Hızır da, yaptıklarının hikmetini ‘zamanın bütüncüllüğüne bakınca anlaşılacak’ nedenlerle açıklar. (Yine biliyoruz ki, dünyada yarım kalmış gibi görünen pekçok şeyin devamı/cevabı, ahirettedir.) Bu hususta ‘istiaze’ de yeniden tefekkür edilebilir. Yani Allah’a sığınmak da, arızası aşılamayan parçadan bütüne kaçmaktır aslında. Parçalayıcının (İblis’in) şerrinden bütünün sahibine (Allah’a) sığınmak! (Başka bütün şerlerden/şerirlerden yine öyle.) İblis’in ‘insana secde edenler bütünlüğü’nden de kopan bir parça olduğunu hatırlamak yerinde olur şimdi. Bir diğer açıdan, o, Allah’a itaatsizliğin ilk parçasıdır. Bütünden koptuğu gibi koparmayı da görev bilmiştir.

Parantezi kapatalım. Tefekkür ve ahlak arasındaki bağıntıyı bize aslında Fatiha sûresi de söylüyor. İlk üç ayette ‘Rabbü’l-Âlemin, Rahman ve Rahim, Hesap gününün sahibi’ olarak tanıdığın Allah karşısında, bu marifetin bir karşılığı olarak, yeni bir duruş sergilemeye kendini mecbur biliyorsun. İşte o zaman dördüncü ayet devreye giriyor arkadaşım. Kısa manası ile şöyle: “Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz.” Yani, Fatiha’da, yukarıdan aşağıya biraz şu da hissediliyor sanki: “Allah böyle, böyle, böyle ise; ben de artık şöyle, şöyle, şöyle olmalıyım. Öyle bir Allah’ın kulu böyle olmalıdır. Öyle bir manzaraya karşı benim konumum böyle değişmelidir. Evet. Onun marifetinde yeni bir aşamaya geldim, etkilendim, bu beni de değişmeye zorlar.”

Tıpkı günebakan misalinde olduğu gibi: Marifet güneşin dünyanda ifade ettiği konumu etkiliyor. Sen de o yeni marifete göre yeni bir ahlak seçiyorsun. Elhamdülillah. Hadiste vurgulanan ‘bir saatlik tefekkürün’ ifade ettiği ibadet kıymeti, yani ‘bir senelik ibadet’ kıymeti, zaten o ibadetin motor gücü tefekkür olduğundan ayrıca anlamlı. Bizde işaret ettiği sırsa pek büyük. Allah’ı ne kadar bilirsen o kadar ahlakını değiştirirsin. İbadetin de zaten ahlakının bir parçasıdır. Ve yine Kur’an, Fatır sûresinde, son sözü söylüyor bize: “Kulları arasından ancak âlimler hakkıyla Allah’tan korkar.”

21 Mayıs 2013 Salı

Tebessüm, kime sadaka?

Benim namazla hukukum aslında eskidir. İlkokul yıllarından itibaren dönem dönem başlamış ve bırakmışımdır. Ta ki, yirmi yaşıma kadar... Yirmi yaşımda, bir manevî sarsıntı neticesi açlıkla sarıldığım seccade, değil yalnız ahiretime umut, dünya hayatım için de kurtuluş olmuştur. (Huzurundan umut kesilmeyen Allah’a hamdolsun.) Bu kurtuluşun/umudun detayları bir tarafa, o günlere dair analizlerimi konuşmak istiyorum bu yazıda sizlerle. Geçmişte neyi yanlış yaptığımı, yirmi yaşımda ise neyi doğru anladığımı tartışmak istiyorum. Hem böylece belki, fakr’a dair bir sır da bize nazar edecek, inşaallah. Muvaffakiyet Allah’tan ve hamd her zaman Ona.

Şimdi, geçmişime geri dönelim: İlkokulun masumiyeti, ortaokul ve lisenin saf taklitçiliği içinde uyanamadığım şey neydi ki; ben, defaatle başladığım namazlarımı birkaç ay sonra nedametsiz bırakıyordum? Öyle ya! Namazların kıymetini biliyordum. Ailemde kılanlar da vardı. Buna rağmen benim dünyamda nasıl bir eksiklik vardı ki; kıymetini bildiğim bir ibadeti hakkını vererek yapamıyordum?

Bunu çok sorguladım. Çünkü aynı Ahmet’in yirmisinden sonra namazlarına devam edişi, önceki sebatsızlığını anlamamı güçleştiriyordu. Yıllar sonra, aradığıma, Bediüzzaman’ın bir cevabında rastladım. Orada Üstad Hazretleri, özetle; “Cenab-ı Hakkın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var?” şeklinde sorulan bir suale şöyle yanıt veriyordu: “Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; manen hastasın.” O zaman jeton düştü kafamda: Ben o zamana kadar namaza muhtaç olduğumu ve bende birşeyleri tedavi ettiğini hiç düşünmemiştim!

Evet, bunu bir itiraf olarak değil yalnız, bu zaman müslümanlarının bir gerçeği olarak kabul etmemiz gerek: Bizim, daha küçük yaştan itibaren aldığımız dinî eğitim, ibadetleri/yasakları bize ihtiyaç olarak öğretmiyor, hissettirmiyor. Daha çok onları (affınıza sığınarak söylüyorum) bir bonus kazanma aracı gibi tarif ederek ve faziletlerine vurgu yaparak özendirmeye çalışıyorlar. Bu dünyadan uzak, ahirete dönük yüzünü anlatıyorlar.

Ve böyle bir tedrisat da en nihayet, ortaokul ve lise yıllarındaki Ahmet gibi “Cenab-ı Hakka hediye verir, hatta—haşa—Onun bir ihtiyacını karşılar gibi...” ibadetler yapmamıza neden oluyor. Risalelerdeki o sorunun beslendiği mantık, bu aslında. Bizim namaz başta olmak üzere bütün ibadetlerle ilişkimiz bu yönüyle sorunlu. Birşey bağışlar gibi, artı puan kazanmaya çıkmışız gibi yapıyoruz onları. Açlık çekerek değil. Bu, aslında modern insanın kendisine vehmettiği kusursuzluğa da bir kapı açıyor. Kusursuz insan, çevresi için ne yaparsa, bunu fedakârlık olarak yapıyor. İhtiyaç olduğundan değil. Her yaptığı bağış. Her yaptığı bonus.

Hatta bu gözle “Tebessüm sadakadır” hadisini bile tekrar bir izah etmemiz gerekiyor kendimize: Neşeli olmanın insanın bizzat kendi psikolojisine müspet tesirinin ispatlandığı bugünlerde, bu sadaka kimedir? Yalnız topluma yapılmış bir bağış mıdır? Yoksa insanın bizzat kendisinin de nasiplendiği birşeyler, tedavi olan ‘manevî yaralar’ var mıdır? Yani bu sadaka Allah tarafından, tebessüm suretiyle yapılan, sende bir ihtiyaç giderme midir? Yoksa sen muhtaç olmadığın halde (hâşâ) avantadan insanlara tebessüm mü sunmaktasın? İtiraf et nefsine: Bağışta bulunan mısın? Bağışta bulunulan mısın? Nasıl hissediyorsun ibadetleri yaparken kendini? Mesela zekatını verirken?

Bize yapılan her kudsî tavsiyeyi ve amel-i salihi bu gözle (yani ihtiyaç gözüyle) tekrar gözden geçirmemiz gerek. Yalnız farzları değil, sünnetleri de... Ki ancak böyle böyle onları ihtiyaçlarımız gibi açlık hissederek yerine getirebiliriz. Ekmeğe ihtiyaç, meyveye duyulan ilgiye benzemez. Ondaki ihlas, ötekinde yakalanmaz. Risale-i Nur’un mesleğinin bir esası da fakr’dır. Ben bu fakr’ı, biraz da, işte böyle ibadetlere/takvaya açlık hissetmek olarak anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Bonusları sonra düşünüp önce açlığa ve nedenlerine konsantre olmak... Ki bunun Ene Risalesi’ndeki ifadesi de şudur:

“Nübüvvet ise, ‘Gâye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlâhiye ile ve secâyâ-i hasene ile tahallûk etmekle beraber aczini bilip kudret-i İlâhiyeye ilticâ, zaafını görüp kuvvet-i İlâhiyeye istinat, fakrını görüp rahmet-i İlâhiyeye itimad, ihtiyacını görüp gınâ-i İlâhiyeden istimdâd, kusurunu görüp afv-ı İlâhîye istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlâhîye tesbihhan olmaktır’ diye, ubûdiyetkârâne hükmetmişler.”

Nur mesleğinin fakr esasına dayanması, aslında insanın modern zamanlarda kendisine dayatılan ‘kusursuzluğu’ reddedip muhtaçlığına tekrar vurgu yapmasıdır bence. Kainata ‘veren’ olarak değil, ‘alan’ olarak temas ettiği noktaları itiraf edip açığa çıkarmasıdır. Girizgâhı itiraftır. Bu da bir tefekkür kapısıdır ve bu kapıdan girenler ibadetlerinde daha sebatkâr ve ihlaslı olurlar. Irvin Yalom’un da Bugünü Yaşama Arzusu’nda dediği gibi: “Tedavi, suçlamanın bitip kişinin sorumluluklarını kabul ettiği yerde başlar.”

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...