Carl Sagan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Carl Sagan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Eylül 2025 Salı

Yoksa Kur'an nükleer savaştan mı bahsediyor?

Stefan Zweig, Günlükler'de, I. Dünya Savaşı'nın Avrupa halkları üzerindeki etkilerine dair ilginç şeyler söyler. Tesbitlerinden birisi de şudur: "Herşey son bulsun diye inanmak, inanmak, inanmak istiyorlar. Modern insanın içinde unutulan bütün dinsel duyarlılık şimdi dışarı fışkırıyor."

Benzer bir etkiyi II. Cihan Harbi adına Bediüzzaman Hazretlerinin de umduğunu şu satırlarından anlıyoruz:

"Nev-i beşer, bu son Harb-i Umumînin eşedd-i zulüm ve istibdadıyla ve merhametsiz tahribatıyla ve bir düşmanın yüzünden yüzer mâsumu perişan etmesiyle ve mağlûpların dehşetli meyusiyetleriyle ve galiplerin dehşetli telâş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tâmir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azaplarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olması umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın, mahiyet-i insaniyesinin umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla ve ebed-perest hissiyat-ı bâkiye ve fıtrî aşk-ı insaniyenin heyecan içinde uyanmasıyla ve gaflet ve dalâletin, en sert, sağır olan tabiatın Kur'ân'ın elmas kılıcı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyasetin rû-yi zeminde pek çirkin, pek gaddârâne hakikî sureti görünmesiyle; elbette, hiçbir şüphe yok ki, şimalde, garpte, Amerika'da emareleri göründüğüne binaen, nev-i beşerin mâşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviyesi böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtraten beşerin hakikî sevdiği ve aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak..."

Carl Sagan, 'Nükleer Kış' kitabında, aynı değişimin 'muhtemel' bir III. Dünya Savaşı'nda da gerçekleşeceğini öngörüyor. Rus bilimadamı Adrei Sakharov'dan naklen 'inancın toplumu ele geçirmesi' diye tesmiye ettiği bu durum 'küresel felaketin şiddetine göre artacak' bir dönüşüm.

Evet. Dünyevîleşme çok kuvvetli bir bağımlılık. Hayatın tadı kaçmadığı sürece kendi isteğimizle bırakmak pek mümkün görünmüyor. En azından geniş kitleler tarafından reddi 'dünya hayatın gözden düşmesine' bağlı. Kur'an-ı Hakîm, Ebubekir Sifil Hoca'nın da derslerinde dikkatleri çektiği gibi, 'dünya hayat' demekle bu hayatın 'denîliğine' vurgu yapıyor. Ancak bugün albesini o kadar yüksek ki, paketi o kadar janjanlı ki, insanlar pervanelerin ateşe atıldığı gibi dünya hayata atılıyorlar. Nasihatçilerin nasihati ancak nefsi hüşyarlara tesir ediyor.

Fakat, belli ki, 'umumi felaketler' nehri tersine akıtmak kabiliyetine sahipler. Tıpkı düşen uçakta ateist kalmaması gibi. Muhammed Şevket Hoca da bir Buharî-i Şerif dersinde kıyamet alametlerinin böyle bir fonksiyon icra ettiğini anlatmıştı. Yani, kainat makinesi, beşeriyetin yanlış ameli/hayatı nedeniyle bozuldukça, alametler zuhura başlıyor. Ve bu alametler bize şöyle sinyal veriyor: "Bak, sadece senin hayatın değil, artık bu dünyanın da sonu yaklaştı, kendini düzelt."

Carl Sagan da, Nükleer Kış'ta, olası bir nükleer savaşın sonuçları üzerine görüşlerini beyan ediyor. Ona göre asıl felaket savaşın kendisi değil. Çünkü savaşın kendisinin insanoğlunun neslini kurutması mümkün değil. Ölümler ne kadar büyük olursa olsun savaşın etkilerinden uzakta kalmış coğrafyalar bulunması mümkün. Oralardaki insanlar üzerinden âdemiyet devam edebilir.

Ancak nükleer savaşın ardından uzun zaman sürecek olan yangınlar, gökyüzünün en üst katmanlarına kadar, öyle bir kurum-duman-toz zerkedecek ki, güneşten istifade etmek mümkün olmayacak. Yazı olmayan kışlar yaşanacak. Bu uzun kışların bozduğu dengeler nedeniyle meydana gelecek ölümlerin miktarı savaş sırasında yaşanan ölümleri de geçecek. Üstelik bu etkilerden kaçılabilecek yer de kalmayacak. Sagan, kitabında, bu görüşlerini araştırma sonuçlarıyla da destekliyor. Hatta küçük çapta bir benzerinin Endonezya'daki volkanik patlamanın ardından yaşandığını söylüyor. 1816'da havaya yükselen kurum-duman-toz nedeniyle Kuzey Yarımküre'de yaz görülmemiş. Açlıktan dolayı büyük ölümlerin yaşandığı o felaket senesi 'yazsız sene' olarak tarihte yer bulmuş. ('Kıtlık senesi' olarak isimlendirenler de var tabii.)

Sagan'ın kitabının henüz başlarındayken, Kur'an'da da zikredilen, 'göğü kaplayacak duman' hakikati aklıma geldi. Malumunuz, kıyamet alametlerinden birisi de, 'göğü kaplayacak duman'dır. İsmini de ayette geçen 'duhân/duman lafzından alan Duhân sûresinin 10. ayeti kısacık bir mealiyle şöyledir: "Sen göğün aşikâr bir duman çıkaracağı günü bekle." Devamıysa o dumanın mahiyetinden haber verir: "Bu pek elemli bir azaptır." İşte bu çağrışımı da sosyalmedyada paylaşmıştım. Lakin, acele etmişim, Sagan kendisi de bu ayeti kitabın sonlarına doğru alıntılıyormuş. (Ancak ayetin numarası '10' değil '1' olarak verilmiş.) Sonra o sayfanın da görüntüsünü paylaştım.

Demek Sagan da bu ayetten haberdarmış. Yaşanacaklara dair yaptıkları tahminlerle ayetin haber verdiği hakikat arasında bir bağ kurmuş. Kıyamet alametine benzetmiş. Akıllı adam. Bizim ahirzaman zıpçıktısı 'hadis inkârcılarına' benzememiş. 'Olmaz öyle şey' deyip tümden reddine koyulmamış. Olabileceğine ihtimal vermiş. Elbette en doğrusunu Allah bilir. Yaptığımız küçük aklımızla tevillerden ibaret. Bütün bu yazdıklarımla birlikte şöyle bir tahminim de var:

Mehdi aleyhisselamın tebliğinin muvaffakiyeti hakkındaki rivayetler, sanki, ahirzamanda bir/birçok etken nedeniyle, dünyevîleşmeye dönük akışın tersine evrileceğini düşündürüyor. Evet. Sanki bir/birçok etken sebebiyle dünyanın tadı bir hayli kaçacak. Ve insanlar uyanıp hakikati arıyacaklar. Bu arayış döneminde Mehdi aleyhisselamın tebliği azîm bir tesir uyandıracak. Tekrar aramıza dönen İsa aleyhisselamın da tebliği hristiyanlarda muvaffak olacak. Onlardan büyük bir kitle İslam'a girecek. İsa aleyhisselam Mehdi'nin arkasında namaz kılacak...

(Enteresandır, hikmetlidir, Duhân sûresinin 12. ayeti de kısa bir mealiyle şöyle buyuruyor: "O gün insanlar: 'Ey Rabbimiz! Bizden azabı kaldır. Artık biz inanıyoruz' derler.")

Bir yerde Bediüzzaman Hazretleri küfrün inşikakından ittihad-ı İslam'ın göründüğünü de söyler. Bu inşikak nedir? Amerika-Rusya mıdır? Amerika-Çin midir? Avrupa-Asya mıdır? Kimbilir. Birbirlerini güçten düşürecek bir çatışmadan bahsedildiğini anlıyoruz. Belki dünyanın tadını da bu çatışma kaçıracak. Ve 'tadı kaçma' bir musibet gibi görünse de arkasından 'uyanış' gelecek. Zaten bugün artık sıklıkla dillendirilen küresel ısınma, iklim değişikliği, çevre kirliliği vs. nevinden felaketler az-çok birşeylerin habercisi gibi... Bu musibetlerin İslam coğrafyasını daha az etkileyeceğini ama tersine büyük ölçüde küfür ehline ilişeceğini zannediyorum. O yüzden de İslamî medeniyetin yükselişine tanık olacağız. Elbette dünyanın bunları yaşamaya ömrü kaldıysa...

26 Mayıs 2018 Cumartesi

Ya evren de canlıysa?

Ünlü gökbilimci Carl Sagan'ın bir sözünü işittim (Bir Uzay Serüveni belgeselinde) bu yakınlarda. Demiş ki: "Biz evrenin kendisini tanıması için bir aracıyız." Bana çok etkileyici geldi. Neden? Çünkü ben de kimi yazılarımda böylesi bir eşik olduğumuzun altını çizmeye çalışmıştım. Hatta biraz da cüretle demiştim ki: İnsan bir karadeliktir. Şahit oldukları ondan geçerek başka bir âleme dönüşür. Kulluğumuzun Cenab-ı Hak katındaki kıymeti de buradan gelir. Biz âlemin anlamlandırıcılarıyız.

'Asıl hayata mazhar olanın ahiret olduğunu' hatırlatan ayet-i kerime de bir açıdan bunu söylüyor gibi geliyor bana. (Allahu'l-alem.) Yani bu dünya 'ahirete dönüşürken' insan eşiğini kullanıyor. Cenab-ı Hak böyle bir hikmetle varetmiş âdemoğullarını. Nasıl ki herşeyde türlü türlü berzahlar (eşik âlemler) yaratmış, sütü bile soğurken kaymaktan berzahla eşiklendirmiş; aynen öyle de; insanı da öteki âleme geçmeden önce kabir âleminde bekletiyor/bekletmiş.

Yani insana da eşikler yaratmış. Ergenliğini 'gençliği' ile 'çocukluğu' arasına bir eşik kılmış. Şimdiyi 'öncesi' ve 'sonrası' arasına bir eşik tayin etmiş. Hem insanı da âleme bir şuurlu eşik olarak yaratmış. İçinden şahitlikler geçirmiş. Geçişin kapısını onunla açmış. Kişisel imtihanını vesilesi kılmış. Ve nihayetinde 'içinden geçirdiği âlemin cinsine göre' bir âlem bulacak ahirette. İyiyse iyi olacak. Kötüyse kötü. Eşik, en nihayet, yüzü diğer tarafa dönük olarak kapatılacak. Cebinde cennet götürenler orada onu görecekler. Cebinde cehennem taşıyanlar orada onu bulacaklar.

Mürşidim bir yerde diyor ki:

"İnkılâplar neticesinde her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki her iki âlem arasında gidiş-geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise inkılâp bir değildir. Pekçok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir."

Diğer başka metinlerinde de Bediüzzaman'ın akıl, kalp veya vicdan gibi özelliklerimiz için 'berzah' ifadesini kullandığına şahit oluruz. İşte bir örnek: "Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur."

Yani birer 'eşik' olarak yaratılan bizler de içimizdeki 'geçişkenliği' böylesi yeteneklerimiz üzerinden sağlarız. Bilmeyiz belki yaşarken ne derece büyük bir iş eylediğimizi. Zamanı gösterdiği bilmeyen saat gibiyizdir çoğu zaman. Ancak burada şu nüans vardır: İnsan şuurlu bir varlıktır. Allah'ın varlığından ve kendi konumundan haberdar olanlar, buna iman edenler ve hakkını vermeye çalışarak yaşayanlar, kendileri üzerinden dönüşen âlemi nurlandırırlar.

Güzel isimler verirler. Güzel elbiseler giydirirler. Güzel anlamlara sarıp saklarlar. Güzel işler yaparlar. Güzel sözler söylerler. Bu güzel eşikliklerinden dolayı da Allah onları dönüşümünde pay sahibi oldukları âlemlerle ödüllendirir.

İşte, kanaatimce, kulluk böyle birşeydir. "Evrenin dönüşümünde eşik olmaktır." Bu ehemmiyeti nedeniyle insan vahiyle/nübüvvetle hakikatten haberdar edilir. Uymakla sorumlu tutulur. Kötü anlamlar vermesi (günah) yasaklanır. Güzel anlamlar vermesi (sevap) öğütlenir. Eşik, kendinden geçenleri dönüştürürken, dönüştürdüklerinin sıhhatinden mesuldür çünkü. Tıpkı bir havayolları şirketinin taşıdığı canlardan mesul olması gibi. Cehenneme giden her insan da yaşadıklarıyla, eyledikleriyle, söyledikleriyle, ettikleriyle bir cehennem yaratılmasından mesuldür.

Mürşidim, Cenab-ı Hakkın, 'kendisini inkâr edenleri' neden 'sonsuz bir cehennemle' cezalandırdığını ifade sadedinde diyor ki: "Katl ve küfür, tahrip ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal, zâhirî âdete göre, onbeş sene maktulün hayatını selb eder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esmâ-i İlâhîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemâlâtını inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyeti tekzip ve şehadetlerini reddetmek olduğundan, kâfiri, bin seneden ziyade esfel-i sâfilîne atar, 'halidîn'e hapseder."

Hepimizin elinde kan var! Buradan şuraya geçeceğim: Yukarıda insana nisbetle akıl, kalp ve vicdan gibi yeteneklerin bir tür 'geçiş âlemi' veya 'eşik âlem' olduğunu söylemiştik. Peki insanın kendisi için de içinde bulunduğu evrenin aklı, kalbi veya vicdanı olduğunu söyleyemez miyiz? Bu bana mümkün görünüyor. Nasıl ki, akıl bizde bir şube iken, maddi yeri belki o kadar küçük ki 'Şurasıdır!' deyip gösterilemiyor; aynen öyle de; insan da o kadar küçük ki evrende, evren 'kendi aklı nerede' bilemiyor, fakat akıllanıyor. İnsanla akıllanıyor. İnsanla kalpleniyor. İnsanla vicdanlanıyor. İnsanla anlamlanıyor. İnsanla duygulanıyor.

Carl Sagan'ın insana yüklediği 'aracılık' bu pencereden de anlaşılabilir. İnsanda akıl nasıl ki bir aracıdır, insan da evrende bir aracıdır, yani evrenin de aklı insandır. Bu büyük düzenin 'kuşatamadığımız bir canlının parçaları olduğunu' düşünürsek, ki Bediüzzaman da kimi metinlerinde böyle bir anlamı çağrıştırır şeyler söyler, biz o canlının aklıyız belki. (Melek kardeşler de diğer hücreleri.)

Kalbiyiz belki. Vicdanıyız belki. Kendini müstakil bir varlık sanan parçasıyız. Tıpkı kendi aklımız, kalbimiz veya vicdanımız gibi. (Belki hücrelerimizin içinde de kendisini böyle sanan mikro düzey canlılar var.) Öyle ya, arkadaşım, içimizdeki kentte yolculuk ederken onlar da kendilerini 'müstakil birer varlık' gibi dayatmazlar mı bize? "Benim dediğimi yap!" diye ayrı ayrı demezler mi?

O halde bu yazıyı da son paragrafın dayanağı olabilir bir yerle bitirelim: "Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nev'i hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küre kadar büyüse, ona benzemeyecek mi? Hayatı varsa, ruhu da vardır. İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki, bir cesetteki âzâ, eczâ, zerrat, izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor. Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i fert hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?"

Erdoğan Enver Sedat olmuyorsa biraz da Bediüzzaman sayesinde

Bediüzzaman Hazretlerini sevmemek için herkesin bir gerekçesi var. Mesela: Irkınızı dininizin önüne koyacak kadar müfrit bir Türkçüyseniz ...