Doğru etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Doğru etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ekim 2022 Cuma

Sahi bu çiçekler niye gülüyor?

Burada keder yok. Kederini insan getiriyor arkadaşım. (Tıpkı cehenneme odununu kendisi götüreceği gibi.) İnan olsun. Doğarken. O olmasa keder de varolmazdı. Gözün eksikliğiyle çirkinlik belirginleşti. Bizden evvel eksik gözler de yoktu. Bütünü görmeyi ilk biz ihmal ettik. Hatta İblis de bize bakarken kör oldu. Varlığa katılmış eksikliğiz biz. Sınırlarımızdan dolayı köreliyoruz. Bizden bakanı da köreltiyoruz. Seçemeyen gözlerimize vahiy lütfediliyor. Kabullenildikçe duvarlar duvarlardan korunuluyor. Varlık bizsiz eksikti üstelik. Ayın tutulması için bize ihtiyacı vardı. Mevsimleri dört sayacak idrak bizdeydi. Güneşin bir kandil olduğunu ancak biz farkederdik. Bizsiz herşey anahtarsız kilit. Tamamlanmamız için imtihan ediliyoruz. Tılsım bizimle açılacak. Belli. Veyahut ilk açılacak tılsım biziz. Biz tamamlanınca âlem de tamamlanacak. Gökler hep cennet olacak. Yerler hep çiçek kesilecek. Fanilik bekayla ödüllendirilecek. Melekler alkış tutacak. Sonlular sonsuzlaşacak. Tamamlanmazsak sonsuza dek cehennemde eksiğiz.

Hariç tutarsan bizi dünyanın neşesi yerinde. Nereden mi biliyorum? Çiçeklerinden. Yeryüzü de çiçek çiçek gülümsüyor arkadaşım. Farkedilmek istiyor. Muhabbetin tezahürü tebessümdür. Kim sevilmek istese tebessüm eder. Kim görülmek istese süslenir. Tebessüm daima öncesinden güzelidir. Öncesinden güzel ne görsek tebessüm bilmeliyiz. Etrafımızda tebessüm edenleri görmüyor musun? Bu kadar hüsün amaçsız olabilir mi? Toprak neden bu kadar takıştırıyor? Ki görünmemek güzelliği hikmetsiz kılar. Evet. Görünmeyecekse daha güzelin anlamı yoktur. Yoksa Hüda çiçeksiz de bitkileri çoğaltabilirdi. Meyvesiz de ağaçlar varolabilirdi. Kuru kozalağı çam ağacına yetmiyor mu? Şeftalinin güzelliğine ne mecburiyeti var? 

Hem nice çiçeksiz şey var da yayılmakta zorlanmıyorlar. Arzın herbir köşesini dolduruyorlar. Bunlar böyleyken onlar neden öyle? Galiba yüzleşmemiz gereken asıl soru şu arkadaşım: Varolan güzel olmaya mecbur mu? Varolmak güzel olmayı zaruri kılar mı? Güzel olmayanlar varolamıyorlar mı? Bir de üstüne çiçek kadar cennet olmaya ne gerek var? Sahi ya. Çiçek minyatür cennettir. Bahçen cennetin bir misal-i musağğarıdır. Bunu yaratanın ötekini de yaratacağından şüphe edilmez. Madem toprağı gül yapabilecek kudreti/sanatı vardır. Madem kışı bahar kılabilecek hikmetin sahibidir. Bu evreni de cennete çevirebilir. Belki biraz da bu yüzden mürşidim der: "(İnsan) Hem nasıl ki küçük bahçesini sever; öyle de; hadsiz ebedî Cenneti dahi müştakane sever." Çünkü sevmek bir kanundur. Kütleçekimi gibi. Çakıl taşını çeken göktaşını da çeker. Sevmeyi bilen güzelliği bilir. Ve güzellik de sevilmekten haberdardır sanki. Yârini beklemektedir.

Zâhirin doğruluğu güzelliktir. Bâtının güzelliği doğruluktur. Cemîl-i Mutlak şu dünyada ilk güzelliği muhatap kılmıştır bize. Güzele baktığımızda ölümü unuturuz. Mü'min-kâfir hepimiz hemfikir bir şekilde meftunu oluruz. Her neyi sevsek ona bir tahayyül beka sûreti veririz hatta. Sonsuzlaştırdığımızı severiz. Sevdiğimizi sonsuzlaştırırız. Doğruysa faniliğimizi hatırlatır. Doğru olan güzelliğin asıl sahibine işaret eder çünkü. Diğer parmağıyla da aslolmadığımızı imâ eder. Doğruya dair anlaşmazlıklarımız bitmez bir türlü. Neye güzel dediğimizse o kadar tartışılmaz. Bir çiçek herkes için güzeldir mesela. Bir bebek herkes için neşedir. Ama anlamı herkese bir değildir. Celle Celaluhu güzellikle tanıştırır önce. Güzel herkesi çağırır kendine. Mü'min-kâfir güzel hakkında tartışmaz. Sınav böyle başlar. Bitmesiyle başka şekildir. Onun umumî daveti içinde doğruyu aramaktır hüner. Doğru hatta bazen güzelden vazgeçmeyi de gerektirir.

Biz de bir kâfir gibi güzeli sevmekle başlıyoruz işe. Çiçeği seviyoruz işte. Fakat onu doğrunun kapısı kılmakla da terketmeye başlıyoruz. Çiçek kendisi için olmamakla terkediliyor. Mazruftan zarfa dönüşüyor. Güzelden geçmek zor imtihan. Burada sınanıyoruz. Bu güzelliğin amacında mesaj görüyoruz. Hayretimiz hevamıza galip geliyor. Oyalanmıyoruz. Aşıyoruz. Okuyoruz. Bu kadar güzel olmaya mecbur olmayan herşeyin güzelliğinde mesaj var. Arkasına yöneliyoruz. Her tasarımın arkasında bir matematik yok mu? Her matematiğin arkasında bir ilim görünmez mi? Üstelik her çiçeğin matematiği diğerinden başka. Lalelik başka, güllük başka, şebboyluk başka. Bir irade ile muhtemel matematikler içinde bir seçim gerekmez mi? Onları varlığa çıkarmaya kudret lazım değil mi? Bu ilme, iradeye, kudrete bir sahip bulmak gerek doğrusu. 

Allah'ı bulduktan sonra da iş bitmiyor. Çiçek kadar güzel birşey, onu yaratabilecek kadar güzel bir Allah, sanatını hiçlik çamuruna atmaya kıyar mı? Onca hikmetten sonra böyle hikmetsizlik işler mi? Hakîm olan emeğini abes eder mi? Ahiret gözkırpmaya başladı şimdi arkadaşım. Bitmedi. Yürüyelim. Güzellik görünmekle tamam olur. Halbuki gözümüzün yetmediği ne güzellikler var şu çiçekte. Onları görmek için de başka gözler gerekmez mi? İşte melek kardeşlere de iman ediverdik. Bitti mi? Hayır. Var. Bizimle bu kadar çiçek çiçek mektuplaşan Allahımız peygamberle de haberleşmez mi? Şu zor okunanların 'elif-ba'sını bir muallim vesilesiyle öğretmez mi? Öğretmezse şunca mektubu okunmamış kalmakla ziyan olmaz mı? Peygamberlere ve kitaplara iman de geldi dünyamıza işte. Durmayalım. Cennete bir kapı bulduk. Koşalım. 'İlim' dedik. Çiçekte ne güzellikler takdir edilmiş anladık. Kâfir-mü'min hepimiz güzelliğine hakverdik. Peki, çiçeği yaratan, 'çiçeğin nasıl birşey olacağını önceden bilmeden' onu yaratabilir mi? Takdirsiz, ölçüsüz, tayinsiz, bilmeksiz çiçeklik mümkün mü? İşte kadere imana da "Hoşgeldin!" demelisin artık arkadaşım.

Daldan dala atlayan şu yazı için beni hoşgör. Avuçlarım küçük. Doğruya yer vermeye çalıştıkça güzellikten kaybediyorum. Örtünüyorum. Halbuki güzelin tebliği daha umumîdir. Güzel doğrudan önce gelir. Güzelin doğruluğunda herkes hemfikir. Fakat doğrunun güzelliğinde hemfikir değiliz. Bu yazı güzel olsaydı daha çok sevilecekti. Fakat doğru olanı da Allah daha çok seviyor. Tesettür, mütesettirin, doğruyu güzele tercih ettiğinin resmidir. Allahım, senin sevgini, nâsın sevgisine tercih ediyorum. Sen de hakkımda rahmetini azabına tercih et. Taksiratımı affet. Âmin. Ve'l-hamdülillahi Rabbi'l-âlemîn.

11 Kasım 2017 Cumartesi

Bilmek için sanmalara ihtiyacımız var

"Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır. Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah Gâfur'dur, Rahîm'dir." (Furkan sûresi, 70)

Hayatta bana bahşedilen her 'e-bilme'nin aslında 'e-bilemediğimi' farketmek için verildiğini söylemiştim. Söylemiştim ama izah etmemiştim. Şimdi biraz ona dair konuşmak istiyorum. Bu süreç kanaatimce şöyle işliyor: 'Birşeyleri yapabiliyor olduğunu' sanmadığın sürece 'aslında hiçbirşey yapamadığını' anlayamıyorsun. Elma şekerinin önce eline verilip sonra çekilmesi lazım. Elinin veya dilinin veya gönlünün vehmî de olsa bir varlık tanıması lazım. Sen varlığı yoksunluğundan tanıyorsun. Ne demek bu? Belki biraz şu demek:

Bilmek için sanmalara ihtiyacımız var. Öyle olmadığını sanarsak 'öyle olduğunu' öğrenebiliyoruz. Öyle olduğunu sanarsak 'öyle olmadığını' farkediyoruz. Başka şekillerde sanmadığımız şeylerin asıl hallerini öğrenmek de zor oluyor. Bunu salt 'iman etme' olarak anlamayın. İhtimal vermek bile sanrıya girer. Hayal bile bir parça sanrıdır. Herşeyin zıttıyla bilindiği şu alemde sanrısal varlık hakikat için basacak yer olur. Fakat bu öyle tehlikeli bir ayak yeridir ki, Kur'an'daki ifadesiyle, emaneti yüklenmekte gökler ve dağlar bile çekingendirler.

Mürşidimin 'ene'yi ele alışı da böyledir. 30. Söz'ü okuyanlar bilir. Onun 'hendesedeki farazî hatlar gibi' vücutsuz bir kıyas aracı olduğuna dikkat çeker. Tıpkı paraleller ve meridyenler gibi. Dünya üzerinde öyle çizgiler yoktur. Gözle arasanız bulamazsınız. Ama haritada varsayılmazlarsa konum tesbiti de zordur.

Konum bütünün kendisi değil parçasıdır. Kuşatılamayan bir bütünle konum tesbiti yapılamaz. Bütünü farazî şekilde parçalara ayırmak sınırlı olanın onun üzerindeki tasarrufunu kolaylaştırır. Neden? Çünkü bütüne hâkim olamayan 'sınırlı' parçalara bir şekilde hâkim olabilir. (Veya olabileceğini sanır.) Sözgelimi: Kaybolan bir tekneyi bütün denizlerde aramaya güç yetiremeyecek kurtarma ekipleri için bu farazî bölümlemeler 'aramaya güç yetirebilecekleri' bir parçaya ulaşmalarını sağlar. Kayıbın konumu kuşatılabilecek bir parçaya indirgenebilirse aramaya teşebbüs edilebilir. Yoksa acze düşülür.

Eğer ene olmazsa biz de bunu yaşarız. Allah'ı anlamakta acze düşeriz. Kuşatabileceğimiz parçalara ulaşamadıkça isimlerini anlayamayız. (İsimler de aslında marifetullah yolunda bahşedilmiş parçalardır.) İşte Cenab-ı Hak bize bu parçaları da bahşetmiştir. Kuşatabildiğimiz parçalara halk dilinde 'benim' deriz.

İsimlendiririz. İsimlendirmek bir açıdan parçalamaktır. İnsan birşeyleri 'kendisinin' sanır ve sonra 'kendisinin olmadığını' bu 'kendisinin sanmasıyla' anlar. Kendi tarlasından mahsulü bir emekle aldığını gören çiftçi, yeryüzü tarlasında biten milyonlarca bitki için bir 'tarla sahibi' arayınca ve de hidayet-i ilahiye ile bulunca, o sonsuz kudret sahibinden kendi tarlasını sakınamayacağını da anlar. Sonsuz bir Allah'ı kendi sözde sahipliğiyle sınırlaması mümkün değildir.

İş başkadır. İş büyüktür. İş ancak tevhidin kaldırabileceği bir yüktür. Ve böylece yola başlarken vehmettiği sahipliğini terkeder. Tevekkül eder. Yolun sonunda terkettiği yolun başında sahip çıktığıdır halbuki. Demek Allah'ın ihsanıyla bu olmuştur. Yanlışı doğruya dönüşmüştür. Öyleyse diyebiliriz ki artık:

Sanrıların/sanmaların yaratılmasında da bir hikmet var. Öyle olduğunu sanmadan 'aslında öyle olmadığını' öğrenmek mümkün olmuyor. Çünkü yanlışa düşmeden doğruyu bölebilmek mümkün olmuyor. Hem mürşidim yine bir yerde diyor: Hayır küllidir. Şer cüz'idir. Belki de, biz, bölünce elimize geçen şerlerden korkarak 'her hayır elinde olan' bütünün Rabbimize sığınmaktayız/sığınabiliriz. Bu da bir çeşit 'kötülüklerin iyiliğe çevrilmesi' değil midir?

15 Eylül 2015 Salı

Kimdir bizim 'yerli'miz?

"İnsan neye sadakat gösterir?" Bencileyin bu sorunun cevabı şudur: "İnsan ancak 'emin olduğu şeye' sadakat gösterir." Bu anlamda sadakat, sınanmamışın değil, 'sınansa da doğru çıkacağından emin olunanın' arkasındaki duruşumuzu ifade eder. Kur'an'da buyrulan, "Eğer sâdıklardan iseniz delil getirin!" emri, sadakatin 'körükörüne itaat'ten ayrıldığı noktayı da fısıldar bize: Sadakat 'hakka' ve 'delil ile' gösterilen bir hürmettir. Emniyettir. Körükörüne itaatteyse hürmet gösterilenin ardında avlanılmak istenen başka şeyler/menfaatler vardır. Menfaat getireceği düşüncesi, hazdan başka delile ihtiyaç duymayan bir inanışla, (daha çok kapılmadır bu) irademizi işgal edebilir. Fakat, bir nefes, burada da sık karıştırılan bir mevzuu kurcalamaya ihtiyaç var:

Sâdığın ikna etmesi gereken karşı taraf değildir. Karşı tarafın iknası ikincil önemdedir. Zaten, karşı tarafın iknası/tasdiki üzerine bina edilmiş bir haklılık, hakiki haklılık da değildir. Hak tebliğde bulunur. Delillerini sunar. Fakat hakkın haksız tarafından tasdik edilmeye ihtiyacı olmaz. "Haksızlığı hak iddia edenlere karşı hak dâvâ etmek ve onlara müracaat etmek bir haksızlıktır, hakka karşı bir hürmetsizliktir." O kendi ayaklarıyla ayaktadır. Duruşu bağımsızdır. Teveccühün sarmaşığı değildir. Bediüzzaman'ın, "Hakikî lezzet ve muhabbet ve kemâl ve fazilet odur ki, gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zâtında bulunsun ve bizzat bir hakikat-i mukarrere olsun..." ifadesinde altını çizdiği gibi: Kemalini, lezzetini, muhabbetini, faziletini kendi üzerinden tanımlayabilen şeydir 'hakiki' olan. Sahte? Sahte ise aynadaki yansımadır. 'Var kalabilmek' için dahi dışardan desteğe muhtaçtır.

Yazılarımda sık alıntıladığım bir Asr-ı Saadet sahnesi var. Yine sırası geldi. Alıntılayayım. Hz. Aişe (r.anha) annemiz anlatıyor: "Bir adam Aleyhissalatuvesselamın huzuruna girmek için izin istemişti. Aleyhissalatuvesselam: 'Bir aşiretin kardeşi ne kötü!' buyurdu. Ama adam girince ona iyi davrandı. Yumuşak sözle hitap etti. Adam gidince: 'Ey Allah'ın Resulü! Adamın sesini işitince şöyle şöyle söyledin. Sonra yüzüne karşı mültefit oldun. İyi davrandın!' dedim. Şu cevabı verdi: 'Ey Aişe! Beni ne zaman kaba buldun? Kıyamet günü, Allah Teala'nın yanında mevkice insanların en kötüsü, kabalığından korkarak halkın kendini terkettiği kimsedir.'"[1]

Bu sahnenin kalbimi en çok avuçlayan yanı, yukarıda dikkat çekmeye çalıştığım, 'kemalini kendi üzerinden tanımlama' meselesine vurgu yapan halidir: 'Beni ne zaman kaba buldun?' Evet, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ahlakı 'kişiye göre' değildir. O, bizzat Kur'an'ın ahlakıyla ahlaklandığından ötürü, 'huluku'l-azim/pek büyük bir ahlak üzere'dir.

Peki Kur'an'ın ahlakıyla ahlaklanmak ne demek? Bence biraz şu demek: Ahlakına bir tanım, davranışına bir gereklilik, duruşuna bir delil gösterecekse, bunu Kur'an ve sünnet üzerinden yapar. Haklılığına başka dayanaklar aramaz. Konjonktüre göre değil. Muhatabının kaşesi üzerinden değil. 'İnsanlar öyle desinler!' diye hiç değil. İster Ebu Cehil konuşsun onla, isterse Hz. Ebu Bekir-i Sıddik, o yine Muhammedü'l-Emin'dir. Allah'ın emri üzere dosdoğrudur.

Dikkat ettiyseniz, sadakati konuştuğumuz şu zeminde, artık izzeti konuşmak kaçınılmaz oluyor. Çünkü sadakat, yani durduğun yerden emin olma, ister istemez izzetin varlığıyla mümkün ve de varlığından haber veriyor. Zaten 'duruşunu kendi üzerinden tanımlama' olarak altını çizdiğimiz şey de izzetle yakından ilgili birşey. Yani izzette bir 'kendine yeterlik' manası da mündemiç. Birisi hakkında "Çok izzetli bir adam. Kimseye 'eyvallah' etmez. İşini kendisi görür!" dediğimizde kastettiğimiz mana da buna yakındır.

'Gayrın tasavvuruna muhtaç olmama' meselesi, hem Allah'ın azametini konuştuğumuz zeminde, bu azametin nasıl bir büyüklüğe tekabül ettiğini, hem de izzetin mü'minde 'nasıl bir duruşun ismi' olduğunu anlamamızı sağlar. Çünkü Allah'ın izzeti aslında onun Samediyetiyle ilgilidir. Herşey ona muhtaçken o hiçbirşeye muhtaç değildir. Fakat mahlukatın izzeti Allah'tan başkasından yardım dilememeyle kaimdir.

Mü'minin izzeti, en temelde, meşruiyetini alanı sadece Kur'an ve sünnet olduğundan dolayı, ötekilerin tanımlamalarına/yargılarına göre şekil almaya muhtaç olmamasında saklıdır. Mü'minin, daha iman ederken, kapısından girdiği dünya budur. (Hadis-i şerifin, onu 'kendisinden emin olunan' olarak tarif etmesi, güzel ahlakındaki istikrara da işaret eder. Fısk ise bunun tam tersidir.) Artık ehl-i küfrün onun hakkında ne düşündüğü umurunda olmaz. O, kendini, özgü değerler dünyası içinde biçimlendirir/konumlandırır.

Biz izzeti daha çok 'Allah'tan başkasına el açmamak' şeklinde anlasak da, aslında Allah'tan başkasının doğru bulmasına, takdirine, onaylamasına, iltifatına da el açmamak bu manaya dahildir. Bu noktada Bediüzzaman'ın 23. Söz'de kullandığı demirciler çarşısı ve antika örneği ne kadar anlamlıdır:

"Meselâ, insanların san'atları içinde, nasıl ki maddenin kıymetiyle san'atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar; bazan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san'at bulunuyor. Belki, bazan, antika olan bir san'at bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte, öyle antika bir san'at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pîşe ve pek eski, hünerver san'atkârına nisbet ederek, o san'atkârı yad etmekle ve o san'atla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir. İşte, insan, Cenâb-ı Hakkın böyle antika bir san'atıdır."

İşte, izzet sahibi dediğimiz kişi, değerini artık demirciler çarşısında aramayı bırakandır. Eğer bir mü'min, kalbindeki imana rağmen, hâlâ ehl-i küfrün takdirini ve teşvikini bekliyorsa, onun da izzet ayarlarında bir oynama olduğu kesindir. Bu noktada, izzetin, 'kendini İslamî değerler üzerinden tanımla' ile ilgisi daha belirgin hale geliyor. Bu, onun anlam dünyasını görecelilikten kurtarıyor. Kâfirûn sûresinde de altı çizilen birşey bu. Artık çizgilerimiz netleşiyor. "Sizin dininiz size, benimkisi bana!" gücüne erişiyorsunuz.

Bu hakikaten büyük bir güçtür. İman, insanı sair mahlukata kul olmaktan kurtardığı gibi, imanın getirdiği izzet de insanı sair mahlukatın 'görelerinden' kurtarır. Tepkileri içinde mütehayyir kalmaktan azât eder. Ayet-i kerimenin ifadesiyle 'sanki gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibi' olmamayı sağlar.

Sözgelimi: Modernizmin günümüzdeki hâkim konumu ve bunun getirisi olan "Ancak benim gösterdiklerim doğru!" baskısına karşı, bu izzet-i İslamiye ile karşı koyabilirsiniz. Çünkü onun takdirini aramazsınız. Modernizm 'değerini demirciler çarşısında arayanları' etkileyen bir kültürel hegemonyadır. Günahkârın iltifatı da ancak teveccüh-i nâsın müptelasını etkiler. Yani müşteri olan etkilenir.

Bu noktada, ahirzaman insanlarına hitap eden mektuplarının başını hep 'aziz' ve 'sıddık' hitaplarıyla doldurmuş Bediüzzaman'ın, bu iki kelime arasındaki (yani 'izzet' ve 'sadakat' arasındaki) irtibata dikkatimizi çektiğini söylemek herhalde yanlış olmaz. Onun "Aziz sıddık kardeşlerim!" dediği her metinde aslında bize öğütlenen, hem zaten Risale metinlerinin de bize aşıladığı, 'kendi değerini İslamî olan üzerinden tarif etme' nasihatidir.

İzzeti olmayanın sadakati olmaz. Kendi gibi olmaya kanaat etmeyenin de izzeti olmaz. Değerini ötekinin iltifatına göre tarif edenin, ona göre şekil, fikir ve zikir değiştirmesi kaçınılmazdır. Sadakat ise, duruş değiştirme değil, duruşunda sebat etmedir. İzzetli kişinin şanıdır sadakat. Hakikat konusunda 'kendisine yeter' bir değerler dünyasında olduğuna emniyet etmeyen elbette onda sebat edemez. İkirciliklerden, çelişkilerden, 'acaba'lardan kurtulamaz.

Nitekim, Ebu Cehil gibi bir mel'unun ve Kureyş hâkim söyleminin, miracın inkârına dair oluşturmaya çalıştığı manipülasyona da, sâdıkların şahı olan Hz. Ebu Bekir (r.a.) böyle direnmiştir: "Bunu o mu söyledi?" Evet. Tek sorduğu budur. Olumlu yanıt alınca da cevabı rahat ve kesindir: "O söylemişse doğrudur." Hadis ilminin üzerinde yükseldiği temel de budur.

Yanlış anlaşılmasın. Bu kesinlikle körükörüne bir itaat değildir. Delillidir. Delili ise Aleyhissalatuvesselamın yanında geçirdiği hayatın şahit olduğu 'tavizsiz doğruluğu'dur. Fakat bu duruşun aynı zamanda izzetle de bir ilgisi vardır. Nasıl? Belki biraz şöyle: Hz. Ebu Bekir (r.a.), miracın 'inanılabilirliği'ni Kureyş'in hâkim söylemi üzerinden değerlendirmez. Umursamaz. O, İslam'ın kalbine yerleştirdiği Allah inancı üzerinden bakar miraca ve der: Benim inandığım Allah'ın kudreti böyle birşey yapmaya yeter. Çünkü o sonsuz kudret sahibidir. O yapabilirken ve Nebisi de yaptığını söylerken aksi nasıl mümkün olabilir?

Arkadaşım, burası cidden önemli, eğer Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) modern fiziğe inancı, tıpkı bazılarında olduğu gibi, Kur'an'ın tarif ettiği Allah'tan fazla olsaydı, elbette o fiziğin (bugünlük) inandığı sınırlı imkanlar yüzünden tereddüde düşebilirdi. Düşmedi. Sen de birgün hakikate onun gibi iman etmeyi becerebilirsen, ki duamız hep bu olsun, dünya karşına geçse ürkmeyebilirsin. Çünkü doğrularını kendi sisteminle ifade edersin. Bir dilenci gibi ötekilerin de sırtını sıvazlaması peşinde koşmazsın. Yine dikkat et, bizden ne kadar yoldan çıkan varsa, hep bu sırtı kaşınanlardan çıkıyor.



[1] Buhari, Edeb 38, 48; Müslim, Birr 73, (2591); Muvatta, Hüsnü'l-Hulk 4, (2, 903, 904); Ebu Davud, Edeb 6, (4791, 4792, 4793); Tirmizi, Birr 59, (1997)

1 Eylül 2015 Salı

Tavuğu verirken kazı aklından bile geçirmemek veya ihlas

"Sonra, duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: 'İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin' dedi. İkisi de: 'İsteyerek geldik' dediler." (Fussilet sûresi, 11)

Bir park yerindesin. Sağında solunda seninkinden başka araba yok. Belki bir tatil günü ve orası da işyerin. Arabalara ayrılmış bölümler var. Bölümler dediysem duvarlar/kilitler değil, çizgiler. Çizgiler ve belki en fazla numaralar. Elinde güç olmayan sınırlar. Senin bölümün hangisidir biliyorsun. Oraya parketmek zorunda değilsin. Arabayı parketmek zorunda bile değilsin. Öylece bırakabilirsin. Ama yapamıyorsun. İçinden bir ses 'doğru olanı yapmanı' hatırlatıyor. Dedim ya: Bir tatil günü. Yoğunluk yok.
Belki senden başka parkedecek araba bile yok. Arabanı nizamî parketmen o gün için doğru/zorunlu olmayabilir. Ama hayır. Sen yine de nizamî olanı tercih ediyorsun. İçinde bir yer sızlıyor. Dişağrısı gibi. Deli ediyor seni. Bundan dolayı ödüllendirilecek falan değilsin. Aksini yaparsan ceza görecek değilsin. Park yerinde elinde sopayla kimse beklemiyor. İçinde bir yer var, susturamadığın. O seni mecbur ediyor böyle yapmaya. Ve sen onun sıkıntısını gidermekle ödülünü pekala almış oluyorsun. Doğru olanı yapmaktan daha büyük ödül var mı? "Cenab-ı Hak, kemal-i kereminden, hizmetin mükafatını hizmet içinde derc etmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel içine de koymuştur..." Biliyorsun.

"Olması gereken şeylerin adını iyilik yapmak koymuşlar..." Sagopa'nın bir şarkısında geçiyordu. Kafana takılmıştı. Ve daha geçen gün okuduğum Piano Piano Bacaksız tokatlamıştı vicdanının yüzünü: "Namuslu olmak insanın doğal halidir..." Halbuki ben de onu bir ihsanmış gibi algılıyordum başkalarına. Fazladan birşey. Dünyaya 'o bunu haketmeksizin' kattığım bir güzellik. Tamamiyle benden. Yukarıdan bir bağış, biraz da kibirle. Kendimi 'veren el' gibi görüyordum onları yaparken. İbadet ederken bile Allah'a bağış yapar gibiydim. "Bugün dört rekat fazladan kıldım. İki sayfa fazla Kur'an okudum. Şu kadar sadaka/zekat verdim. Şöyle şöyle yardımlar ettim. Eh, epey fark attım diğer müslümanlara. Herhalde cehenneme gitmem!" Bunların tamamı kafanda dolanırken hissettiğin şey, hiç yalan söyleme şimdi, kibirdi. İyi birisi olmak istiyordum, ama bunu ihsan eder gibi istiyordum. Halbuki gerçekten iyi birisi olsaydım bunun iyi birisi olmak olduğunu bilmeyecektim. Korkum gitmeyecekti. Akıbetimden emin olmayacaktım. Bu bana 'olmazsa olmaz' gibi gelecekti. Kendimde bir 'ilerilik' görmeyecektim onları yapmakla.

"Kim olsa aynı şeyi yapardı!" Ah, ne güzel cümleydi o. Fakat ben onu kullanırken bile 'kim olsa aynı şeyi yapmayacak ancak ben yaparım' diye düşünüyordum. Âdettendi onu söylemek. Nakşibendîce ne 'terk-i hesti' ne de 'terk-i terk'i becerebilmiştim. İkisini de hatırlıyor. İkisini de arşivliyor. İkisiyle de gizli gizli övünüyordum. İyilik oradaydı. Yapmıştım işte onu. O zaman ben iyilerdendim. Allah'ı esir almıştım (hâşâ) onunla. Nazlanmaya hakkım vardı. Benden başkası yapamamıştı çünkü onu. Ben yapmıştım.

Sonra bir İşaratü'l-İ'caz okuması ve rastladığım bir ihlas tarifi rahatsız etti toz konduramadığım egomu: "İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır." Yani hiçbir şeyi düşünmememek yapmaktan başka. Ne 'ne olduğunu' ne 'ne olacağını' ve ne de 'nasıl bir kemale erdiğini' onunla. "Bana seni gerek seni..." diyebilmek cenneti düşünmeden. İyiliği sadece iyilik olduğu için, hatta iyilik olduğunu bile bilmeden, namusluluğun doğal/fıtrî halimiz olduğunu düşünerek yapmak onu. İkinci bir niyet karışmadan. Ötekinin de menfaat ihtimalini tartmadan/ikirciklenmeden hak olanı seçmek. Şer ile hayır arasında kaldığında, şerre olabilirlik kapısının açık olduğundan bile haberdar olmamak. Böyle olabilir mi bir insan?

Olurmuş meğer. Hz. Aişe annemiz anlatıyor: "Bir adam, Resulullah aleyhissalatuvesselamın huzuruna girmek için izin istemişti. Aleyhissalatuvesselam: 'Bir aşiretin kardeşi ne kötü!' buyurdu. Ama adam girince ona iyi davrandı, yumuşak sözle hitap etti. Adam gidince: 'Ey Allah'ın Resulü! Adamın sesini işitince şöyle şöyle söyledin. Sonra yüzüne karşı mültefit oldun, iyi davrandın...' dedim. Şu cevabı verdi: 'Ey Aişe! Beni ne zaman kaba buldun? Kıyamet günü, Allah Teala Hazretlerinin yanında mevkice insanların en kötüsü, kabalığından korkarak halkın kendini terkettiği kimsedir.'"[1]

Şimdi anlıyorum, mürşidimin, hakiki kemal hakkında neden şöyle söylediğini: "(...) hakikî lezzet ve muhabbet ve kemâl ve fazilet odur ki, gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zâtında bulunsun ve bizzat bir hakikat-i mukarrere olsun." Yani kim/ne diyecek diye bakmadan iyi olmak. "Bana ne getirecek?" veya "Bana ne zararı dokunacak?" demeden iyi olmak. Tavuğu verirken kazı aklına bile getirmemek. Gelse de memnun olmamak. O meziyet zatının bir özelliği olduğu için öyle olmak. Şıklardan doğruyu seçmek değil, diğer şıklardan haberdar bile olmamak. Doğru o olduğu için ve doğrudan başkası kaçınılmaz olduğu için öyle olmak. Sanıyorum Allah Resulü efendim de Hz. Aişe anneme bunu söylemek istiyordu. Ve arkadaşım, arabayı parkeden adam da bize bunu söyledi. Sen de işittin. Ben de yazdım. Çünkü yazmak doğrusuydu.




[1] Buhari, Edeb 38, 48; Müslim, Birr 73, (2591); Muvatta, Hüsnü'l-Hulk 4, (2, 903, 904); Ebu Davud, Edeb 6, (4791, 4792, 4793); Tirmizi, Birr 59, (1997)

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...