Araba etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Araba etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Aralık 2024 Perşembe

Cem Yılmaz'ın arabası sırat köprüsünden geçer mi?

Haberlere bakıyorum arkadaşım. Ve kendime pek hayret ediyorum. Çocuk nefsim her âdemin eline geçen varlığın spotuyla heyecanlanıyor. "Ronaldo senede şu kadar kazanıyor..." yazıyor mesela. Bakıyorum. İçimde bir dalgalanma var. "Cem Yılmaz'ın araba koleksiyonu şu kadar..." deniliyor bir manşette. Dikkat ediyorum. İçimde bir cilvelenme oluyor. Halbuki imanımla bütün bunların boş olduğunu biliyorum. Bana yüzbin altın da verilse Ronaldo'nunki gibi veya Cem Yılmaz'ınki gibi yüzü fanilikten ötesine bakmayan bir hayat istemezdim. Korkardım. En nihayetinde hepsi hiçliğe gidecek olduktan sonra bu kadar biriktirmenin ne anlamı var? Asıl sahiplik o ki, kazandığın dane kadar da olsa, asla elinden çıkmasın. İşte müslümanın umudu dünya sahrasında beka avlamaktır.

Mürşidim 13. Lem'a'nın 4. İşaret'ine şöyle yüksek bir giriş yapıyor: "Adem şerr-i mahz ve vücud hayr-ı mahz olduğunu ehl-i tahkik ve ashâb-ı keşif ittifak etmişler. Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."

İmtihanımızı çetrefilli kılanın da bu olduğunu düşünüyorum. Evet. Hem şeriatı rahmet kılan da burası. Âlem 'ademî görünen ademîlikler' ile 'vücudî görünen vücudîlikler'den ibaret değil. Bir de 'vücudî görünen ademîlikler' ile 'ademî görünen vücudîlikler' var. Mesela? Mesela: Sadaka. Sadaka zahirde yokluksal görünüyor. Verdiğin zaman malın azalıyor. Fakat, Hakîm-i Kerîm, Hadid sûresinde mealiyle buyuruyor: "Sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlarla Allah’a güzel bir borç verenlere harcadıkları şey kat kat fazlasıyla geri ödenir. Üstelik, onlar için bitmez tükenmez, pek değerli bir mükâfat vardır." Demek ki o ademî değil. Kabuk ehline ademî görünen bir vücudîliktir. Cihad da böyledir. Oruç da böyledir. Hatta namaz da böyledir. Aldığından çok daha fazlasını verir.

Diğer tarafta da 'faiz' var. Faiz de zahirde varlıksal görünüyor. Aldığın zaman malın artıyor. Fakat, Alîm-i Hakîm, Bakara sûresinde yine kısa bir mealiyle buyuruyor: "Allah, malı artırdığı sanılan faize bereket vermez ve eksilte eksilte sonunda mahveder. Buna karşılık malı eksilttiği sanılan zekât ve sadakaları bereketlendirir. Allah, nankörlükte ve günahta ısrarlı olanların hiçbirini sevmez." Demek ki o da vücudî değil. Yine kabuk ehline vücudî görünen bir ademîliktir. İşte, Kur'an'la-sünnetle belirlenen şeriat, tam bu noktada gerekliliktir. Zira, akıl 'vücudî görünen vücudîliği' veya 'ademî görünen ademîliği' tanıyabilse de, tersi durumlarda perdelerini aşamaz. Bütünün Sahibinin ezel denen manzar-ı âlâdan haber vermesi gerekir. Haberdar ettiği hakikatler sayısınca Ona hamdolsun.

O halde 'dalâlet, şer, musibetler, mâsiyetler ve belâlar...' kabilinden her varsa onun aslında bir ademîlik bulmalıyız. Bulamayanlara bulup göstermeliyiz. Gösterirsek vücudî sanmakla aldananların gözleri açılabilir. Başta kör nefsimiz olmak üzere, cümle nefisler, kem lezzetlerinden vazgeçebilir. Yoksa? Yoksa kurtulmak da yok. Zira nefis bu dünyada vücudî görünen herşeyi vücudî olarak kabul ediyor. Ademî görünen herşeyi de ademî sayıyor. Onun gözleri ileri derecede miyoptur. Uzağı seçemez. Vicdan gibi yapamaz. Öteye bakamaz. O yüzden belki de, Bediüzzaman Hazretleri, ahirzamanın irşad usûlünü tayin ederken şu hususa dikkat çekiyor: "Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetten kurtarmanın çare-i yegânesi, aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlûp etmektir."

Bu çeşit bir cihad her türlü araçla yapılabilir. Romanla olabilir. Sinemayla olabilir. Tiyatroyla olabilir. Zira böylesi yöntemler zaman kayıtlarından da kurtarırlar bir ölçüde. Akıbette çekilecekleri günümüze getirebilirler. Yani hayırda kullanılırlarsa 'rabıta' faydası verebilirler. Evet. Nefis neticeyi görmeden sezemez. Tatmadan bilemez. Batmadan çıkamaz. Miyopa resmi yaklaştırmak zorundayız. Onu körlükten kurtarmak ancak yaklaştırmakla olur.

Hayırlı olan herşeyde bir 'vücudîlik' var. "Mehmed Ahmed'den daha cömert!" dediğimde bir varlıksallık kastediyorum. "Ahmed Mehmed'den daha uzun!" dediğimde de kastettiğim yine bir varlıksallık. İki varlık arasında bir kıyas yaparak kendi 'hayır' tayinimi kurguluyorum. Tayin ettiğim hayır sahiden 'hayır' mı? Bunu ancak bana Bütünün Sahibi söyleyebilir. Zira vücudî olanın hakikati de Vacibü'l-Vücud'un razılığına dayanır. Âl-i İmran sûresinde şöyle denilir: "De ki: Ey mülkün sahibi olan Allahım! Sen, mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çekip alırsın. Dilediğini aziz eder, dilediğini hor ve hakir kılarsın. Bütün hayır Senin elindedir. Senin herşeye gücün yeter."

Arkadaşım, bütün kainatı bir makine gibi düşün, kendini de o makinede bir dişli olarak hayal et. Senin dişlin makineyle uyumlu çalışıyorsa, onunla bir düzen hareketteyse, hareketinde bereket olduğundan bahsedilebilir. Yoksa eylemlerinde varlıksallık yoktur. Vücudîliklerin hep ademîliktir. Münkir bu âleme kendi çarkıyla ne katarsa katsın nihayetinde düzenden dışarıya düşer. Düzenden dışarıya düştüğü için de cezalandırılır. Hem bu dünyada hem ahirette cezalandırılır. Ahiret cezasını teşhis edememesi nefsinin miyopluğu nedeniyledir. Öyle ya! Körler uçurumlardan korkmazlar. Niye korksunlar? Görmezler ki. Derinliğin endişesi miyopluklarında kaybolur. Ancak onlar bastonları alındığında korkarlar. Ayakları boşa geldiğinde korkarlar. Iraktaki tehlikelerdense havfları yoktur.

Ankebut sûresine ismini veren ayette de kısa bir mealiyle buyruluyor ki: "Allah'tan başka veli edinenlerin hali, örümceğin durumu gibidir. Örümcek de bir yuva yapar; fakat yuvaların en zayıfı örümceğin yuvasıdır—keşke bilseler!" Hakikaten de örümceğin ağını uzaktan gördüğünde birşey var sanırsın. Halbuki elini sürdüğün anda sanki yokolur. Yani 'aslının yokluk olduğunu' fısıldar sana. Sadece sûretten ibaret olduğunu fısıldar. İşte, arkadaşım, Deccal'in 'cennet sûretindeki cehennemleri' ve 'cehennem sûretinde cennetleri' de örümcek yuvasına benziyor.

Fitnesi, vücudî görünen ademîlikler üreterek, asıl vücudîlikleriyse ademî göstererek genişliyor. Bu nedenle bir komedyene hayret ediliyor da İslam âlimine hayret edilmiyor. Tumturaklı albenisi pek fazla. Her tarafı sarmış gibi. Çok çok şeyler üretmiş gibi. Lakin yekünü örümceğin yuvası. Elini sürsen dağılıp gidecek. Çüpçürük ip gibi kopacak. Subhanallah. Örümcek yuvasının nasıl birşey olduğunu anlatamıyoruz kimseye. Çünkü sinekleştik. Her eylemsel artığa müşteri olduk. İnsan nefsinin peşine düşüp sinekleştikçe örümcek yuvası da ona sahileşir. Artık tutar da bırakmaz. Yutar da hissettirmez. Demek ağı teşhis edebilmek için önce sinekleşmekten kurtulmak gerek. Her manipülasyona kapılmamak gerek. Her koku için oradan oraya vızıldamamak gerek. Biraz da bundan belki, mürşidim, 4. İşaret'i şöyle bitiriyor:  "İşte, ey ehl-i iman! Şeytanların bu müthiş tahribatına karşı en mühim silâhınız ve cihazat-ı tamiriyeniz istiğfardır ve 'Eûzü billâh' demekle Cenab-ı Hakka ilticadır. Ve kal'anız Sünnet-i Seniyyedir."

Evet. Durması gereken yeri bilen daha az manipüle olur sahiden. O zaman Hüdamızdan herdaim dileyelim arkadaşım: Ayaklarımızı ehl-i sünnet dairesinde sabit kılsın. Yerimizi iyi bilirsek, inşaallah, oramız-buramız daha ayrı ayrı oynamaz. Ayrı ayrı oynadığı yerler azalır en azından. Arızalar için de 'istiğfar' ederiz. Nihayetinde sadece âdemiz. Herşeyden evvel ümidimiz Rahman u Rahim Sultanımızın merhametidir. Dilenmekten asla vazgeçmeyiz. Eh, hikâyemiz ceddimizin hatasıyla/tevbesiyle başladı, ahiri de elbette böyle bir umuda yaslanacaktır, vesselam.

1 Eylül 2015 Salı

Tavuğu verirken kazı aklından bile geçirmemek veya ihlas

"Sonra, duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: 'İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin' dedi. İkisi de: 'İsteyerek geldik' dediler." (Fussilet sûresi, 11)

Bir park yerindesin. Sağında solunda seninkinden başka araba yok. Belki bir tatil günü ve orası da işyerin. Arabalara ayrılmış bölümler var. Bölümler dediysem duvarlar/kilitler değil, çizgiler. Çizgiler ve belki en fazla numaralar. Elinde güç olmayan sınırlar. Senin bölümün hangisidir biliyorsun. Oraya parketmek zorunda değilsin. Arabayı parketmek zorunda bile değilsin. Öylece bırakabilirsin. Ama yapamıyorsun. İçinden bir ses 'doğru olanı yapmanı' hatırlatıyor. Dedim ya: Bir tatil günü. Yoğunluk yok.
Belki senden başka parkedecek araba bile yok. Arabanı nizamî parketmen o gün için doğru/zorunlu olmayabilir. Ama hayır. Sen yine de nizamî olanı tercih ediyorsun. İçinde bir yer sızlıyor. Dişağrısı gibi. Deli ediyor seni. Bundan dolayı ödüllendirilecek falan değilsin. Aksini yaparsan ceza görecek değilsin. Park yerinde elinde sopayla kimse beklemiyor. İçinde bir yer var, susturamadığın. O seni mecbur ediyor böyle yapmaya. Ve sen onun sıkıntısını gidermekle ödülünü pekala almış oluyorsun. Doğru olanı yapmaktan daha büyük ödül var mı? "Cenab-ı Hak, kemal-i kereminden, hizmetin mükafatını hizmet içinde derc etmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel içine de koymuştur..." Biliyorsun.

"Olması gereken şeylerin adını iyilik yapmak koymuşlar..." Sagopa'nın bir şarkısında geçiyordu. Kafana takılmıştı. Ve daha geçen gün okuduğum Piano Piano Bacaksız tokatlamıştı vicdanının yüzünü: "Namuslu olmak insanın doğal halidir..." Halbuki ben de onu bir ihsanmış gibi algılıyordum başkalarına. Fazladan birşey. Dünyaya 'o bunu haketmeksizin' kattığım bir güzellik. Tamamiyle benden. Yukarıdan bir bağış, biraz da kibirle. Kendimi 'veren el' gibi görüyordum onları yaparken. İbadet ederken bile Allah'a bağış yapar gibiydim. "Bugün dört rekat fazladan kıldım. İki sayfa fazla Kur'an okudum. Şu kadar sadaka/zekat verdim. Şöyle şöyle yardımlar ettim. Eh, epey fark attım diğer müslümanlara. Herhalde cehenneme gitmem!" Bunların tamamı kafanda dolanırken hissettiğin şey, hiç yalan söyleme şimdi, kibirdi. İyi birisi olmak istiyordum, ama bunu ihsan eder gibi istiyordum. Halbuki gerçekten iyi birisi olsaydım bunun iyi birisi olmak olduğunu bilmeyecektim. Korkum gitmeyecekti. Akıbetimden emin olmayacaktım. Bu bana 'olmazsa olmaz' gibi gelecekti. Kendimde bir 'ilerilik' görmeyecektim onları yapmakla.

"Kim olsa aynı şeyi yapardı!" Ah, ne güzel cümleydi o. Fakat ben onu kullanırken bile 'kim olsa aynı şeyi yapmayacak ancak ben yaparım' diye düşünüyordum. Âdettendi onu söylemek. Nakşibendîce ne 'terk-i hesti' ne de 'terk-i terk'i becerebilmiştim. İkisini de hatırlıyor. İkisini de arşivliyor. İkisiyle de gizli gizli övünüyordum. İyilik oradaydı. Yapmıştım işte onu. O zaman ben iyilerdendim. Allah'ı esir almıştım (hâşâ) onunla. Nazlanmaya hakkım vardı. Benden başkası yapamamıştı çünkü onu. Ben yapmıştım.

Sonra bir İşaratü'l-İ'caz okuması ve rastladığım bir ihlas tarifi rahatsız etti toz konduramadığım egomu: "İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır." Yani hiçbir şeyi düşünmememek yapmaktan başka. Ne 'ne olduğunu' ne 'ne olacağını' ve ne de 'nasıl bir kemale erdiğini' onunla. "Bana seni gerek seni..." diyebilmek cenneti düşünmeden. İyiliği sadece iyilik olduğu için, hatta iyilik olduğunu bile bilmeden, namusluluğun doğal/fıtrî halimiz olduğunu düşünerek yapmak onu. İkinci bir niyet karışmadan. Ötekinin de menfaat ihtimalini tartmadan/ikirciklenmeden hak olanı seçmek. Şer ile hayır arasında kaldığında, şerre olabilirlik kapısının açık olduğundan bile haberdar olmamak. Böyle olabilir mi bir insan?

Olurmuş meğer. Hz. Aişe annemiz anlatıyor: "Bir adam, Resulullah aleyhissalatuvesselamın huzuruna girmek için izin istemişti. Aleyhissalatuvesselam: 'Bir aşiretin kardeşi ne kötü!' buyurdu. Ama adam girince ona iyi davrandı, yumuşak sözle hitap etti. Adam gidince: 'Ey Allah'ın Resulü! Adamın sesini işitince şöyle şöyle söyledin. Sonra yüzüne karşı mültefit oldun, iyi davrandın...' dedim. Şu cevabı verdi: 'Ey Aişe! Beni ne zaman kaba buldun? Kıyamet günü, Allah Teala Hazretlerinin yanında mevkice insanların en kötüsü, kabalığından korkarak halkın kendini terkettiği kimsedir.'"[1]

Şimdi anlıyorum, mürşidimin, hakiki kemal hakkında neden şöyle söylediğini: "(...) hakikî lezzet ve muhabbet ve kemâl ve fazilet odur ki, gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zâtında bulunsun ve bizzat bir hakikat-i mukarrere olsun." Yani kim/ne diyecek diye bakmadan iyi olmak. "Bana ne getirecek?" veya "Bana ne zararı dokunacak?" demeden iyi olmak. Tavuğu verirken kazı aklına bile getirmemek. Gelse de memnun olmamak. O meziyet zatının bir özelliği olduğu için öyle olmak. Şıklardan doğruyu seçmek değil, diğer şıklardan haberdar bile olmamak. Doğru o olduğu için ve doğrudan başkası kaçınılmaz olduğu için öyle olmak. Sanıyorum Allah Resulü efendim de Hz. Aişe anneme bunu söylemek istiyordu. Ve arkadaşım, arabayı parkeden adam da bize bunu söyledi. Sen de işittin. Ben de yazdım. Çünkü yazmak doğrusuydu.




[1] Buhari, Edeb 38, 48; Müslim, Birr 73, (2591); Muvatta, Hüsnü'l-Hulk 4, (2, 903, 904); Ebu Davud, Edeb 6, (4791, 4792, 4793); Tirmizi, Birr 59, (1997)

'İsmet Özel anakronizmi' İslamcılığı zehirliyor

"Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak..."  Münazarat'tan....