Arkadaşım, hakkında daha önce de konuşmuştuk, hatırlarsın: Seküler ilimler/bilimler varlığın gaybına 'yokmuş gibi' davranırlar. Düzenleri bunun üzerinedir. Sistemleri buna kurgulanmıştır. Amaçları varlığı 'varlığın üstüne çıkarmadan' açıklamadır. Neden-sonuç ilişkilerini maddî mukarenet düzeyinde çözmektir. Böylece 'daha düşük boyutta' gözleri keskinleşir. Konsantrasyonları artar. Yani esbap dairesindeki etkileşimleri okuma seviyeleri yükselir. Lakin bedeli olarak eşyanın aşkın yanlarına körleşirler. Yabancılaşırlar. Yadırgarlar. Bu nedenle yalnız şöylesi ilimlerden/bilimlerden hayata bakanlar manevî alanda hamlaşırlar. Mürşidim de bu sadedde der: "Maddiyatta tevaggul eden mâneviyatta gabileşir." Çünkü 'mukaranet' (yakınlık) ilişkilerini 'yaratıcılık' diye algılayan bir düzlem kıstaslarınca 'karin' (yakın) olmayanı da yaratıcılıktan öteler. Mesleğince 'ihtimal dışı' bırakır.
Durumu bir misalle açıklamak istiyorum: Bizim oralarda 'körkösnü' olarak tâbir edilen bir köstebek türü vardır. İşte bu hayvan karanlıkta kendisine lazım olan görüşe hakkıyla sahiptir. Fakat ışık âleminin aşkınlaştırdığı yüzeye çıktığında sanki üzerine bir aptallık çöker. Deliğinin yanında oturan düşmanını bile farketmez olur. Bu onun eksikliği midir? Hayır. Asla. Hâşâ. Çünkü varlık anlamı daha çok toprağın altıyla ilgilidir. Sahip olduğu diğer duyularla birlikte Allah onu 'oraya gayet yetebilir' şekilde inşa etmiştir. (Maşaallah ona.) Lakin böyle bir körkösnü gündüz âleminin gözcüleriyle (mesela kartallarla) dalga geçse, görüşünün topraktaki başarısıyla övünse, hikmet bilirler bu ahmaklığına katıla katıla gülerler.
Arkadaşım, mikroskopunki de bir görüştür, amma ona yaslanarak teleskopluğu inkâr etmesi caiz olmaz. Hatta gözün gördüğü düzeyi dahi reddederse beyanlarına artık hezeyan gözüyle bakılır. Çünkü gerçekliği yalnız kendi boyutunda sanmış olur. Halbuki öyle değildir. Hiç öyle değildir. Hülasası o ki arkadaşım: Allah bu âlemi perdeler içinde yaratmıştır. Perdeyi perdeye sarmıştır. Hatta kimi Allah dostları perdelerin 70.000 kadar olduğunu söylerler. (Elbette 70.000 ifadesi çokluktan kinayedir. Asıl sayısını ancak Allah bilir.) Biz bu perdeleri 'farklı görüş seviyeleri' olarak da anlayabiliriz arkadaşım. Yani yarattıkları Rabbimizi görüş kabiliyetimize göre 70.000'den aşkın seviyede gösterirler. Bazılarında apaçık gösterirler. Bazılarında zorun zoru gösterirler. Bir sırr-ı imtihan gereği âlemin yaratılışı böyledir.
"İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsanın san'atıyla Hâlıkın san'atı arasındaki fark: İnsan kendi san'atının arkasında görünebilir; amma Hâlıkın masnuu arkasında yetmiş bin perde vardır. Fakat, Hâlıkın bütün masnuatı def'aten bir nazarda görünebilirse, siyah perdeler ortadan kalkar, nuranîler kalır."
Yine mürşidimin ifadesiyle "Âlem-i şehadet avâlimü'l-guyûb üstünde tenteneli bir perdedir." Çocukluğunda tüllerle şöyle bir oyunu sen de oynamışsındır mutlaka arkadaşım. Arkasındayken perdeye odaklanırsan yanız onu görürsün. Ötesine odaklanırsan illa ötesi görünür. Kameraların ayarları da gördüklerini (dolayısıyla körlüklerini de) şekillendirir. Kuantumcuların 'gözlemci' ile 'gözlenen' arasında varolduğunu savundukları ilişki de bu hikmetle bir parça anlaşılır olur sanki. Evet. Kaçınılmaz şekilde herkes odaklandığıyla imtihan olur. Âdeta kendi dünyasına yalnız odaklandığını davet eder. Kadrajını o seçer.
Yalnız onu görür. Onu bilir. Onda körleşir. Ona garkolur. Ardını göstermeyen perdesi olur. Arkasına geçirmeyen duvarı olur. En sevdiği şeylerin insan için 'en zorlu imtihan vesilesi' olduklarını söyleyen ayetlerin hikmetini buradan da tefekkür et. Neye en çok dikkat ediyorsan onda körleşiyorsun. En iyi gördüğün başka şeylere körlüğün. Yani görmeyi seçen körlüğü de seçer. Enesine varlık biçenin de boğulduğu onun 'sahibini yutacak kadar kalınlaşan' varlığıdır. Ve bazen de... Dur yahu. Yerinden alayım: "Ve bazan da kavî bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetini mânâ-yı ismiyle tamamen cezb eder. Helâkete sebep olur."
Belki bu yüzden Refet abinin sorusuna Bediüzzaman'ın verdiği cevap şu şekildedir: "Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re'fet'i kasden görürsün. (...) İşte birinci sûrette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir. Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. Akis mânâ-yı ismîdir."
Buradan şuraya geçeceğim arkadaşım: Misalleriyle karşılaştıkça daha açık bir şekilde farkediyorum. Sosyoloji gibi beşerî ilimlerle meşgul olanlar imanlarına karşı giderek gabileşiyorlar. "Bu herkeste böyle olur!" demiyorum. Sakın yanlış anlama. Ancak onların körleştirici yanını bilmeyenlerde şu arıza daha sık tezahür ediyor. Çünkü böyleleri körkösnü gibi kendi ilminin/biliminin görüşünü bütün gözlerin üstüne koyuyor. Toprağın altındaki başarısını 'tek geçer akçe' sayıyor. Solucanları avlamadaki muvaffakiyetine yaslanarak yılan avlayan kartalları küçümsüyor. Hatta bazen avcılıklarına da inkâr ediyor. Zira kendisinin avcılığı ile bir cinsten değil. Körkösnü için toprağı kazmayan avcı olamaz. Avlanamaz. Avcılığa dair anlattığı herşey yalandır. Masaldır. Uydurmadır. Kösnünün methi ancak kösnülüğedir.
İşte, arkadaşım, kösnü bizim hakikatimizde fendir. Kartal bizim âlemimizde hikmettir. Kur'an'ın hikmeti de bu anlamda fen için bir parça acayipliktir. Zira toprağı kazmadan avlanır. Doğrudan gaybdan haber verir. Fenciler bundan hoşlanmaz. Çünkü sistemini anlayamazlar. Anlamak da istemezler. Mikroskopları böyle teleskop bilmez. Pençeleri böyle kanatları kavramaz. Gökyüzü denilen boyuta akılları hiç çıkmamıştır. O nedenle mürşidim, belki en çok da 'insaniyeti sadece beşeriyeti içinde açıklamaya konsantre bilimler' hakkında, şöyle uyarır bizi: "Herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatı göremez."
Yine bir yerde de Aleyhissalatuvesselama karşı bu Deccalî bakışın sebep olacağı yıkıma dair diyor ki: "Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayarana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (a.s.m.) bidâyet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazarla bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini idrak edemez. Ve derece-i kıymetine vasıl olamaz. (...) Binaenaleyh, Nebiy-yi Zîşanın (a.s.m.) mebde-i hayatına ait ahvâl-i suriyesinden zayıf birşey işitildiği zaman üstünde durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı."
İslam akidesini salt sosyolojiyle, psikolojiyle vs. kalıplandırmaya çalışanlarımızın hali böyle mi ama arkadaşım? Aksine onlar kabuğa bakıyorlar. Kışırla meşgul oluyorlar. Ezelî olanı terkedip şimdiye dadanıyorlar. Çünkü müsteşrik hocalarından böyle bir kolaylık öğrendiler. Rağbet gördüler. Körkösnülüğü maharetli bildiler. Kartallığın rahmetli zahmetini unuttular. Yılanları bıraktılar. Solucan avladılar. Yataydaki neden-sonuç tekerlemeleri içine silkelemek herşeyi öyle keyifli geldi ki aşkın/kuşatıcı olanın dikeyin hikmetini boşverdiler. Yani ki kitabın süsüne daldılar. Kapağında dağıldılar. Kağıdına aldandılar. Manasını-yazarını unuttular.
Yalnız adı müslüman böylelerinin 'namazı yahudilerden aldığımızı' veya 'mehdi ile ilgili hadislerin sosyolojik ihtiyaçlardan doğduğunu' veyahut 'kıssa-i nebeviyenin yaşanmışlığından değil psikolojik etkisinden dolayı Furkan'da yeraldığını' ve hatta 'Aleyhissalatuvesselam Efendimizin diğer dinlerden öğrendikleri üzerinde çalışarak İslam'ı şekillendirdiğini' duyarsan şaşırmamalısın. Zira onlar gökte bulmak istemediklerini yerde arıyorlar. Nasreddin Hoca'nın karanlıkta kaybolanı ışıklı yerde araması gibi. Evet. Yatayda açıklayamadıkları hiçbir sebebe inanmazlar onlar. Toprakta olmayan hiçbir nedenden sonuç çıkarmazlar.
Gözleri bu kadardır. Görüşleri bu kadardır. Fazlasını istemezler. Fazlasını kavramazlar. Isıyı arttırınca suyun daha çabuk kaynadığını tabulaştırmış bir kafanın İbrahim aleyhisselamın selametli serinliğini anlamasını bekleyemezsin. Onun için bu 'olabilir' değildir ki. Belki biraz da bu yüzden şu karanlık mesleğe girenlerin ilk inkâr ettikleri 'peygamber mucizeleri' oluyor. Çünkü işittiklerini yüzey şablonlarına uyduramıyorlar. Kösnülüğe yakıştıramıyorlar. Kartalların haberini tevil ediyorlar. "Uçmamıştır da toprağın altında uçar gibi gitmiştir!" diyor mesela. "Kudüs'e, semaya, miraca değil de Mekke'nın dışına yürümüştür bir parça."
Seni bilmem arkadaşım. Fakat ben bunları gördükçe peygamber mucizelerinin bir hikmetini daha kavrıyorum. Evet. Mucizelere iman mü'minlerin 'Allah-peygamber-din' yaklaşımlarında bir eşiktir. Bir turnusoldur. Bir sıçrama tahtasıdır. Bu eşikten geçemeyenler 'yüzeye sınırlı bir Allah'a-peygambere-dine' iman edebilirler ancak. Yani yüzey elverdikçe iman edebilirler. Bu yüzden Einstein onaylayıncaya kadar, değil hadisler, Kur'an ayetleri bile şüpheli gelir onlara. Heidegger yanaklarından makas almayınca üretilen fikirler de bâtıldır. Fakat mucizelere iman ederlerin ufku, arkadaşım, başkalaşır. Fiziği aşkınlaşır. Perdeleri incelir. Elhamdülillah. Demek tavus kuşunun zerafetini kabuğunda aramayalım diye de gönderilmiştir şu mucizeler. Böylece biliriz ki: Peygamberler de beşerdir. Ama sadece beşer değildirler. Aşkındırlar. Başkadırlar. Fizikli bir fizikötesidirler. Onları sırf madde düzleminde anlamaya çalışan körkösnülerin varacağı ancak kabuktur. Postacılıktır. Bizse, ehl-i sünnetiz, postacıların peygamberliğine iman etmeyiz. Gözlerimiz Kur'an'ın semasına açıldığından beri, yüzbin elhamdülillah o semaya hidayet edene, kösnülüğe heveslenmeyiz arkadaşım.
Deccal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Deccal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
18 Haziran 2021 Cuma
12 Haziran 2021 Cumartesi
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) musilajdan bahsediyor mu?
Mürşidim Hakikat Çekirdekleri'nde diyor ki: "Zaman ihtiyarlandıkça Kur'ân gençleşiyor. Rümuzu tavazzuh ediyor." Ve ekliyor: "Nur 'nar' göründüğü gibi bazan şiddet-i belâğat dahi 'mübalâğa' görünür." Onun 'vahy-i metlûv'a dair bu elmas tesbitini ben 'vahy-i gayr-i metlûv' hakkında da kullanmak istiyorum. Evet. Kur'an zamanla gençleştiği gibi hadisler de zamanla gençleşiyor. Onlardaki remizler tavazzuh ettiği gibi şunlardakiler de tavazzuh ediyor. Özellikle ihbar-ı gaybla ilgili hadislerde, ki ehemmiyetli bir kısmı ahirzaman hâdisatı hakkındadır, bunun misallerini bollukla görüyoruz. Hatta, daha biz görmeden, mürşidim bir kısmını lûtfen gösteriyor. Mesela diyor ki yine: "Deccal'ın çıktığı vakit umum dünya işitecek olan kaydı telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar."
Öyledir. Seküler âkillerin imkan algısı zamanla gelişir. Dün "İmkansız!" dediklerine bugün "Sıradan!" deyiverirler. Dün "Olur mu öyle şey?" diye karşı çıktıklarına bugün "Nasıl kabullenmezsin canım?" diye tepki gösterirler. Eh, nihayetinde insandırlar, acizdirler, fakirdirler. Ancak birer mahlukturlar. Dolayısıyla sınırlıdırlar. Böyle böyle öğrenirler. Yanıla yanıla doğrulurlar. Ağır ağır yetişirler. Vahiyle kuşanmış aklınsa imkana bakışı elbette daha yüksektir. Çünkü gözleri açılmıştır. Çünkü gaybla tanıştırılmıştır. Çünkü 'herşeye gücü yeten' bir Allah'a iman edildikten sonra 'olabilecekler' yalnız buyruğu olarak sabit olup-olmadıklarıyla yargılanabilir. Eğer sabitse 'dilediği gibi yaratmak' şânının gereği olan bir Rabbin yapıp-yapamadığı sorgulanmaz artık. Belki ancak "Yaptım!" buyurduğunun kainattaki delillerine bakılır. Alınacak dersler tefekkür edilir. İzdüşümleri rasat edilir. İşte biraz da bu nedenle hadislerin tahlili öncelikle naklin sıhhati üzerinden yapılır. Yani Ebu Bekir radyallahu anhın Miraçtaki sıddıkıyet tavrı takınılır: "Bunu o mu söyledi?" diye sorulur sadece habercilere. Onay alınınca da iş bitirilir: "O söylediyse doğrudur." Yoksa ahirzaman nâdânları gibi denmez: "Nasıl söyler aklım almıyor. Hiç olur mu öyle şey? İslam akıl dinidir. Böyle akla sığmayan şeyler hadis olamaz. Sıhhati sabit olsa bile olsa cık, asla, kat'a, yok, hayır, ııı-ıh, inanamayız."
Onların 'cık'lanmaları kendilerine. Bizse kendimize gelelim: Risale-i Nur'da bahsi geçen bir tanesinin daha hakikatini yaşadığımızı düşünüyorum bugünlerde arkadaşım. En azından anlaşılmasını sağlayacak bir pencereyi kazandığımızı zannediyorum. Nedir? 'Müsilaj' adı da verilen 'deniz salyası' olayıdır. "Denizin de salyası olur muymuş?" demeyesin ha. Belki 'salya' kelimesi yerine 'kusmuk' desek daha doğru olacak. Evet. Kusmuk. Düpedüz kusmuk bu. Deniz kusuyor yüzümüze. Öyle ya: Neyin midesi bozulsa kusmaya başlar. İçindeki zehri dışına taşırır. Denizin de tadı kaçırıldığı zaman kusması mümkünmüş işte. Marmara'daki acı görüntü sayesinde bunu da öğrenmiş olduk. Yanısıra şu sırra da dokunmuş olduk bence arkadaşım:
"Hadîste var ki: 'Hatta deniz dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zâlimlerden şekvâ ediyorlar ki, onların yüzünden yağmur kesilir, hatta bizim de nafakamız azalır!' derler. Evet, bu zamanlarda öyle günahlar, zulümler oluyor ki rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor, mâsum hayvanlar da azap çekerler." Mürşidim bunu devrindeki kuraklığın hikmetini anlatmaya çalışırken söylüyor. Şimdi bu yazıyı okuyan dünyacılar hop oturup hop kalkacaklar da "Herşeyi dine bağlamayın yahu!" diye kükreyecekler belki. Nasıl bağlamayalım arkadaşım? Herşeyi yaratanın herşeyle ilgisi olmaz mı? Eh biz de tevhide iman ediyoruz. Yani "Rabbimiz bir!" diyoruz. O halde Rabbimiz bir olduğu için meselelerimiz de bir. Yani birbiriyle ilişkili. Birbirine bakar. İlla bir olan Allah'a, emirlerine, rızasına, şeriatına bir atfı olacaktır şu yaşanılanın da.
Yani demek istiyorum ki: Böylesi hadislerde dikkatimiz çekilen biraz da tabiata verebileceğimiz zararlardır belki. Potansiyelimizdir. Mübalağa olduğunu düşünenler de yine şiddet-i belağatı anlayamanlardır. Evet. "Aleyhissalatuvesselam bir işarî manada müsilajdan bahsediyor..." diyebiliriz o zaman arkadaşım. Çünkü 'herşeyi bilen' Allah'ın bildirmesiyle Habib-i Edibi de bilir ki: İnsan böyle tehlikeli bir canlıdır. Komşularına yapabileceklerinde 'çok zalim' ve sonuçlarının ne olacağını farketmede 'çok cahil'dir. Kendi evini eliyle yakar da yangının içinde de gülerek oturur. Emaneti yüklendiği günden beri bu riskle yaşamaktadır. Başı dönmüştür. Elindekini malı sanmaktadır. Böyle olduğunu nereden mi anlıyoruz arkadaşım? Rikkatsizliğinden. Dikkatsizliğinden. Zira emanetçilik en çok rikkat/dikkat işidir. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bize bizden gelecek zararlardan bizi koruduğu gibi denizdeki dostlarımızı da korusun. Âmin.
Öyledir. Seküler âkillerin imkan algısı zamanla gelişir. Dün "İmkansız!" dediklerine bugün "Sıradan!" deyiverirler. Dün "Olur mu öyle şey?" diye karşı çıktıklarına bugün "Nasıl kabullenmezsin canım?" diye tepki gösterirler. Eh, nihayetinde insandırlar, acizdirler, fakirdirler. Ancak birer mahlukturlar. Dolayısıyla sınırlıdırlar. Böyle böyle öğrenirler. Yanıla yanıla doğrulurlar. Ağır ağır yetişirler. Vahiyle kuşanmış aklınsa imkana bakışı elbette daha yüksektir. Çünkü gözleri açılmıştır. Çünkü gaybla tanıştırılmıştır. Çünkü 'herşeye gücü yeten' bir Allah'a iman edildikten sonra 'olabilecekler' yalnız buyruğu olarak sabit olup-olmadıklarıyla yargılanabilir. Eğer sabitse 'dilediği gibi yaratmak' şânının gereği olan bir Rabbin yapıp-yapamadığı sorgulanmaz artık. Belki ancak "Yaptım!" buyurduğunun kainattaki delillerine bakılır. Alınacak dersler tefekkür edilir. İzdüşümleri rasat edilir. İşte biraz da bu nedenle hadislerin tahlili öncelikle naklin sıhhati üzerinden yapılır. Yani Ebu Bekir radyallahu anhın Miraçtaki sıddıkıyet tavrı takınılır: "Bunu o mu söyledi?" diye sorulur sadece habercilere. Onay alınınca da iş bitirilir: "O söylediyse doğrudur." Yoksa ahirzaman nâdânları gibi denmez: "Nasıl söyler aklım almıyor. Hiç olur mu öyle şey? İslam akıl dinidir. Böyle akla sığmayan şeyler hadis olamaz. Sıhhati sabit olsa bile olsa cık, asla, kat'a, yok, hayır, ııı-ıh, inanamayız."
Onların 'cık'lanmaları kendilerine. Bizse kendimize gelelim: Risale-i Nur'da bahsi geçen bir tanesinin daha hakikatini yaşadığımızı düşünüyorum bugünlerde arkadaşım. En azından anlaşılmasını sağlayacak bir pencereyi kazandığımızı zannediyorum. Nedir? 'Müsilaj' adı da verilen 'deniz salyası' olayıdır. "Denizin de salyası olur muymuş?" demeyesin ha. Belki 'salya' kelimesi yerine 'kusmuk' desek daha doğru olacak. Evet. Kusmuk. Düpedüz kusmuk bu. Deniz kusuyor yüzümüze. Öyle ya: Neyin midesi bozulsa kusmaya başlar. İçindeki zehri dışına taşırır. Denizin de tadı kaçırıldığı zaman kusması mümkünmüş işte. Marmara'daki acı görüntü sayesinde bunu da öğrenmiş olduk. Yanısıra şu sırra da dokunmuş olduk bence arkadaşım:
"Hadîste var ki: 'Hatta deniz dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zâlimlerden şekvâ ediyorlar ki, onların yüzünden yağmur kesilir, hatta bizim de nafakamız azalır!' derler. Evet, bu zamanlarda öyle günahlar, zulümler oluyor ki rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor, mâsum hayvanlar da azap çekerler." Mürşidim bunu devrindeki kuraklığın hikmetini anlatmaya çalışırken söylüyor. Şimdi bu yazıyı okuyan dünyacılar hop oturup hop kalkacaklar da "Herşeyi dine bağlamayın yahu!" diye kükreyecekler belki. Nasıl bağlamayalım arkadaşım? Herşeyi yaratanın herşeyle ilgisi olmaz mı? Eh biz de tevhide iman ediyoruz. Yani "Rabbimiz bir!" diyoruz. O halde Rabbimiz bir olduğu için meselelerimiz de bir. Yani birbiriyle ilişkili. Birbirine bakar. İlla bir olan Allah'a, emirlerine, rızasına, şeriatına bir atfı olacaktır şu yaşanılanın da.
Hem şu da var: Ahirzamanda insanlığın israfı, zorbalığı, zararı, kibri, küfrü, zulmü öyle bir noktaya vardı ki tabiat kardeş de artık yaka silkiyor bizden. "Yeter be adamlar!" diyor. Küresel ısınma, buzullardaki erime, çevre kirliliği, plastik atıklar, ozon tabakasındaki delik, artan depremler, çoğalan kasırgalar, nesli tükenen hayvanlar, küresel salgınlar, radyoaktif çöpler vs. Bunların herbiri aslında yuvamızın bizden bir şikayeti, bir kızgınlığı, bir alerjisi, bir tepkisi değil mi? Midesi açılınca bilmem kaç kilo poşet bulunan balık bile lisan-ı haliyle mezkûr hâdisin tasdikçisi sayılmaz mı? Garibin pet şişe takılmış ağzıyla, yüzgecindeki naylon parçasıyla, tenindeki kimyasal izlerle cidden yüzleşsek Rabbine şikayetini işitmeyecek miyiz? Nasıl etmesin ki? Çünkü düzenlerini bozduk. Çünkü emaneti mülkümüz sanarak acı işler ettik. Zalimlikte deniz diplerine kadar eriştik. Kaçabileceklerin alanı kalmadı artık. Derinlikler bile gadrimizden paylarını alıyorlar.
Yani demek istiyorum ki: Böylesi hadislerde dikkatimiz çekilen biraz da tabiata verebileceğimiz zararlardır belki. Potansiyelimizdir. Mübalağa olduğunu düşünenler de yine şiddet-i belağatı anlayamanlardır. Evet. "Aleyhissalatuvesselam bir işarî manada müsilajdan bahsediyor..." diyebiliriz o zaman arkadaşım. Çünkü 'herşeyi bilen' Allah'ın bildirmesiyle Habib-i Edibi de bilir ki: İnsan böyle tehlikeli bir canlıdır. Komşularına yapabileceklerinde 'çok zalim' ve sonuçlarının ne olacağını farketmede 'çok cahil'dir. Kendi evini eliyle yakar da yangının içinde de gülerek oturur. Emaneti yüklendiği günden beri bu riskle yaşamaktadır. Başı dönmüştür. Elindekini malı sanmaktadır. Böyle olduğunu nereden mi anlıyoruz arkadaşım? Rikkatsizliğinden. Dikkatsizliğinden. Zira emanetçilik en çok rikkat/dikkat işidir. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bize bizden gelecek zararlardan bizi koruduğu gibi denizdeki dostlarımızı da korusun. Âmin.
10 Temmuz 2019 Çarşamba
Deccal'in de sapı bizden...
Zaman ahirzamandır. Belli ki kıyamete gidiyoruz. Bazı bozulmaların önü alınamayacak. Çünkü kendi toplumsallıklarını da inşa ettiler. Fıtrata benzer alışkanlıklara dönüştüler. Tevillerini ürettiler. Bunları yenemeyebiliriz. Yani bu kavgayı tastamam kazanamayabiliriz. Pes etmemiz mi lazım peki? Hayır. Asla. Pes etmek kitabımızda yazmıyor. Edemeyiz. Ölünceye kadar cihada mecburuz çünkü. Vazifeliyiz. Maddi olmazsa manevi. Kılıçla olmazsa yazmakla. Hakikati savunmaya devam edeceğiz. Bunu yapacağız, çünkü hakikati savunmak sadece dünya ile, dünyadaki muvaffakiyet ile ilgili birşey değil, işin ahirete bakan boyutu da var. Ahirette selamet bulmamız da bu dünyada doğru yerde durmamıza bağlı. 'Vazifemizi yapıp vazife-i ilahîyeye karışmamak' tam da böylesi zamanlarda lazım bir düstur. Bir denge.
Bediüzzaman'ın 5. Şua'da yaptığı tefsirlere/tevillere bakarken de yine bunlar geliyor aklıma. Mesela: 'Ahirzamanda bir erkeğin kırk kadına nezaret edeceğini' söyleyen rivayetleri ele alırken dedikleri. Evet. Kadın toplumsallığının öncesindeki hiçbir zamana benzemediği bir devirde yaşıyoruz. Araba lastiği reklamında bile kadın görüyoruz. Başımızı çevirdiğimiz her yerde canlı-cansız kadınlar var. Ve bu kadınların görünürlükleri de geçmiştekine benzemiyor. Albenili. Kurgulu. Vurgulu. Çeşitli. İmalı. Edalı. İşveli. Manipülatif. En yalın ifadesiyle 'daha çok' görünüyor artık kadınlar.
Sistem de onları daha çok görünmeye teşvik ediyor. Alkışlıyor. Ödüllendiriyor. Gösterdikçe yükselecekleri seküler cennetler vaadediyor onlara. Kafasının içiyle, emeğiyle, ürettikleriyle değil; balık suratıyla, makyajıyla, dekoltesiyle veya objektife şöyle bir döndüğü kıçının kenarıyla milyon dolarlar kaldıran fenomenlerle dolu piyasa. Dolmaya da devam ediyor üstelik. Erkeğin kendisini tutması zor. Tamam. Ama kadınınki daha da zor. Erkek bakmakla günaha giriyor. Kadınsa olmakla. Ahirzamandır. Herkesin kendisini bile-isteye içine atabileceği cennet görünümlü cehennemleri vardır elbette. İmtihan bu. Nefisle konuşanların tesirsiz kalması mümkün değil üstelik.
Mevzuun başı 5. Şua'daki hadis-i şerif tevilleriyle de alakalı. Ahirzamanda kadınlar çoğalacak. Erkekler azalacak. Bunu tastamam sayı ile de anlayabiliriz görünürlükteki şiddet üzerinden de. Zira Dünya Savaşları'nda ölenlerin çoğu erkek. Erkeklerin bu kadar büyük sayılarla sosyal hayattan çekilmesi, kadınları, onların bıraktığı alanları, önceleri mecburen, doldurmaya itiyor. İşler bir şekilde dönmeli. Ekmek bir şekilde kazanılmalı. Evet. Kadın toplumsallaşması en külliyetli boyutlarıyla Dünya Savaşları'nda başlıyor. Hatta Bediüzzaman'ın da üzerine konuştuğu, yani 'kadınlar yuvalarına dönmeli' dediği mesele, Birinci Dünya Savaşı'nın ardından aydınlar-âlimler arasında vukû bulan meşhur bir tartışmanın parçasıdır. Şükûfe Nihal 'yuvalarına dönmek istemeyen kadınlar' penceresinden durumu şöyle izah eder:
"Uzun süren harp kadını kolundan tutarak zorla sokağa fırlattı. Erkeksiz ve aç kalan kadın, taş taşıdı, sokak süpürdü. Okuyan, şuuru işleyen, insanlığını idrak eden kadın da hayatında tek bir kıymet tanıdı: Şeref ve hürriyet. (...) Dışarıda çalışmak, kadın için belki daha yorucu, daha yıpratıcı, daha mütevazı bir hayat temin eden, lakin şerefli ve sigortalı bir şeydi. Bugün kâşanelerin sultanı iken yarın erkeğin bir kaprisi yüzünden kırılmak, ortada kalmak tehlikesi yoktu. İşte bir yandan iktisadî, bir yandan içtimaî sebepler yüzünden, kadın evinden çıktı, bir daha dönmeyecek."
Döner mi, dönmez mi, doğrusu kesin bir yargım yok. Ancak işin aldığı hal 'dönmeme' ihtimalinin giderek arttığını gösteriyor. Tamam. Bu kadınlar içinde 'fıtratının iktizasının evde yaşamak olduğunu' kabullenip bile-isteye, takliden değil tahkiken, hatta tecrübeyle evine dönmek isteyenler çıkıyor. Hatta bunu savunarak da dile getirebiliyorlar. Fakat toplumsal algı, biraz da Batının yıllardır sürdürdüğü endoktrinasyonun sonucu olarak, evde olan kadını küçük görüyor. Hanımlar dahi evhanımını 'olan' değil 'ne yazık ki kalan' olarak görüyorlar. Eğitimli kadınlarsa evhanımı olduklarında yarım kalmışlık hissediyorlar. Neden? Çünkü alışkanlıklar da ikinci bir fıtrattır. Günümüz kadını iki fıtrat içine sıkışmış bir haldedir. Hem evhanımı olup hem de toplumun 'maşaallah'ını aldığı devirleri görmediğinden 'Çocuk da yaparım kariyer de!' telaşını gütmektedir. Büyük resimde görünense yıkıntıdır. Çelişkilerden/çatışmalardan zaferler çıkmaz çünkü.
Bu konuda 'muhafazakâr siyaset'in temsilcilerinin de pek muhafazakâr davrandığı söylenemez. Zira kadın kolları faaliyetinin etkisi onları da epeydir baştan çıkarmıştır. Sahada kazanılan gücü dinî veya henüz sonuçları net seçilemeyen toplumsal endişelerle reddetmek kolay imtihan değildir. Zaten AB süreci epeyden beri tam bir kafa karışıklığıdır. AB salt ekonomik bir birlik değildir. AB, ekonomi süslü toplumsal nötralizasyon, daha doğrusu kitlesel homojenleşmeyi savunan bir ideolojidir. Evet. Öncelikle ideolojidir AB. Liberalizmdir. İslamcılığın, beka sorununu siyasi düzeyde bir "Bu toprağı kim yönetecek aga?" mevzusuna indirgemesi, toprağı yönetenlerin isimleri aynı ama içleri başka başka olmasını engelleyememesini netice vermiştir. Bugünün mü'mine hanımları, elbette genellemeler hatalıdır, eskisinden daha okumuş ancak daha esnektir. Hem de hiç esnememesi murad edilen konularda.
5. Şua bize 'hürriyet-i nisvan' meselesinin Deccal'in güç kaynaklarından birisi olacağını da söylüyor. Doğrusu bunu beklemiyor değildik. Asıl şaşırdığımız ise hürriyet-i nisvan başlığının zahir-i şeriata muhalefet etmeden açılan yeni cephesidir. Bir kadın "İstediğim yerimi açarım. Din bana karışamaz. Dininiz sizin olsun!" dese, müslümanlar buna bir çerçeve çizer, "Bu zaten dışarıdaymış!" deyu rahatlarlar. Hatta mü'mine kadınlar adına da endişelenmezler. Zira mü'mine kadınlar böylesi bed bir telkinden etkilenmezler. Fakat bugünlerde iş fenalaştı. Görece dindar hanımlar, yani görünüş itibariyle dindarlığı temsil edenler, eliyle savunulan bir hürriyet-i nisvan var.
En yakın misali: Tesettüründen taviz vermeyen ama erkeklerle aynı safta namaz kılabilmeleri gerektiğini savunan bir genç mü'mine grubuyla karşı karşıyayız. Grup diyorum. Zira az değiller. Hepsi bu açıklıkta/cür'ette olmasa da fıkıhtan müsaade istemeden 'gidebilecekleri yere kadar gitmeyi' düşünüyorlar. Şimdiye kadar gidememelerini ise 'gelenek' diye 'nerede dinden ayrıldığı belli olmayan' birşeye yüklüyorlar. İşin bu kısmı çok düşündürüyor. Çünkü bu grup ayetlerden/hadislerden kendilerine göre teviller de üretiyorlar. Sürekli dinî referanslı fakat meşru usûllere sahip olmayan bir argümantasyon peşindeler. Giderek de ustalaşıyorlar. Bu da sapmalarını kitleselleştiriyor. Çevrelerindeki gençler onlardan etkileniyor. İş büyüyor. Birkaç kişilik sapmalar bid'a fırkalara dönüşüyor. Allah sonumuzu hayretsin.
İstanbul Sözleşmesi eşliğinde başlayan ve çeşitli derneklerin kadın faaliyetlerine kadar uzanan yakın zamanlı tartışmalarda da ben bu meselenin izlerini görüyorum. Şu anda "Bu işte Allah'ın razı olduğu ne?" diye sorana rastlamadım. Sorduğunuzda 'Kadının toplumdaki yeri...' falan filan bir sürü şey söyleniyor. Kardeşim, onu sormuyoruz, sen bu mevzuda 'rıza' arıyor musun? Yoksa faaliyetin tastamam seküler faaliyet mi? Eğer öyleyse, tamam, fakat sen dindar görünüyorsun. Yaptıkların dinden sanılıyor. Görece dindar saydığımız bir iktidarın kanatları altında çalışıyorsun. Eylemlerinin o iktidarın tasarruflarına etkisi var. Veya 'var gibi' görünüyor.
Hoş, onlar da artık böylesi şeyleri ne kadar önemsiyorlar, bilemiyoruz. Ancak iş kem bir yere doğru gidiyor. Çünkü dindarlık S-400 füze sistemi, ihracaatta yükselen rakamlar, büyüyen ekonomi, siyasi nüfûz gibi şeyler cinsinden değildir. Dindarlık öncelikle 'itikad' sonrasında 'amel'dir. Doğru bir itikadı inşa edemediğimiz sürece, gelecek nesillere taşıyamadığımız sürece, sandıktaki zaferler ancak 'kemiyet zaferleri'leridir. Keyfiyete dönüşmezler. Kemiyetin zaferleri ise geçicidir. Ki geçiyor da. Gördünüz. Eğer bu işi büsbütün hürriyet meselesi sanırsanız, haberiniz olsun, siz hiçbir seküler fırka kadar hürriyet veremezsiniz. Onlar kadar dünyayı boyayamazsınız. Gençler de oylarını artık size vermezler. Şu işin bir tedbirini almak, düşünmek, kafa yormak gerekmez mi? Eh, ne diyelim, Cenab-ı Hak bizi istikamete uyandırsın. Âmin.
Bediüzzaman'ın 5. Şua'da yaptığı tefsirlere/tevillere bakarken de yine bunlar geliyor aklıma. Mesela: 'Ahirzamanda bir erkeğin kırk kadına nezaret edeceğini' söyleyen rivayetleri ele alırken dedikleri. Evet. Kadın toplumsallığının öncesindeki hiçbir zamana benzemediği bir devirde yaşıyoruz. Araba lastiği reklamında bile kadın görüyoruz. Başımızı çevirdiğimiz her yerde canlı-cansız kadınlar var. Ve bu kadınların görünürlükleri de geçmiştekine benzemiyor. Albenili. Kurgulu. Vurgulu. Çeşitli. İmalı. Edalı. İşveli. Manipülatif. En yalın ifadesiyle 'daha çok' görünüyor artık kadınlar.
Sistem de onları daha çok görünmeye teşvik ediyor. Alkışlıyor. Ödüllendiriyor. Gösterdikçe yükselecekleri seküler cennetler vaadediyor onlara. Kafasının içiyle, emeğiyle, ürettikleriyle değil; balık suratıyla, makyajıyla, dekoltesiyle veya objektife şöyle bir döndüğü kıçının kenarıyla milyon dolarlar kaldıran fenomenlerle dolu piyasa. Dolmaya da devam ediyor üstelik. Erkeğin kendisini tutması zor. Tamam. Ama kadınınki daha da zor. Erkek bakmakla günaha giriyor. Kadınsa olmakla. Ahirzamandır. Herkesin kendisini bile-isteye içine atabileceği cennet görünümlü cehennemleri vardır elbette. İmtihan bu. Nefisle konuşanların tesirsiz kalması mümkün değil üstelik.
Mevzuun başı 5. Şua'daki hadis-i şerif tevilleriyle de alakalı. Ahirzamanda kadınlar çoğalacak. Erkekler azalacak. Bunu tastamam sayı ile de anlayabiliriz görünürlükteki şiddet üzerinden de. Zira Dünya Savaşları'nda ölenlerin çoğu erkek. Erkeklerin bu kadar büyük sayılarla sosyal hayattan çekilmesi, kadınları, onların bıraktığı alanları, önceleri mecburen, doldurmaya itiyor. İşler bir şekilde dönmeli. Ekmek bir şekilde kazanılmalı. Evet. Kadın toplumsallaşması en külliyetli boyutlarıyla Dünya Savaşları'nda başlıyor. Hatta Bediüzzaman'ın da üzerine konuştuğu, yani 'kadınlar yuvalarına dönmeli' dediği mesele, Birinci Dünya Savaşı'nın ardından aydınlar-âlimler arasında vukû bulan meşhur bir tartışmanın parçasıdır. Şükûfe Nihal 'yuvalarına dönmek istemeyen kadınlar' penceresinden durumu şöyle izah eder:
"Uzun süren harp kadını kolundan tutarak zorla sokağa fırlattı. Erkeksiz ve aç kalan kadın, taş taşıdı, sokak süpürdü. Okuyan, şuuru işleyen, insanlığını idrak eden kadın da hayatında tek bir kıymet tanıdı: Şeref ve hürriyet. (...) Dışarıda çalışmak, kadın için belki daha yorucu, daha yıpratıcı, daha mütevazı bir hayat temin eden, lakin şerefli ve sigortalı bir şeydi. Bugün kâşanelerin sultanı iken yarın erkeğin bir kaprisi yüzünden kırılmak, ortada kalmak tehlikesi yoktu. İşte bir yandan iktisadî, bir yandan içtimaî sebepler yüzünden, kadın evinden çıktı, bir daha dönmeyecek."
Döner mi, dönmez mi, doğrusu kesin bir yargım yok. Ancak işin aldığı hal 'dönmeme' ihtimalinin giderek arttığını gösteriyor. Tamam. Bu kadınlar içinde 'fıtratının iktizasının evde yaşamak olduğunu' kabullenip bile-isteye, takliden değil tahkiken, hatta tecrübeyle evine dönmek isteyenler çıkıyor. Hatta bunu savunarak da dile getirebiliyorlar. Fakat toplumsal algı, biraz da Batının yıllardır sürdürdüğü endoktrinasyonun sonucu olarak, evde olan kadını küçük görüyor. Hanımlar dahi evhanımını 'olan' değil 'ne yazık ki kalan' olarak görüyorlar. Eğitimli kadınlarsa evhanımı olduklarında yarım kalmışlık hissediyorlar. Neden? Çünkü alışkanlıklar da ikinci bir fıtrattır. Günümüz kadını iki fıtrat içine sıkışmış bir haldedir. Hem evhanımı olup hem de toplumun 'maşaallah'ını aldığı devirleri görmediğinden 'Çocuk da yaparım kariyer de!' telaşını gütmektedir. Büyük resimde görünense yıkıntıdır. Çelişkilerden/çatışmalardan zaferler çıkmaz çünkü.
Bu konuda 'muhafazakâr siyaset'in temsilcilerinin de pek muhafazakâr davrandığı söylenemez. Zira kadın kolları faaliyetinin etkisi onları da epeydir baştan çıkarmıştır. Sahada kazanılan gücü dinî veya henüz sonuçları net seçilemeyen toplumsal endişelerle reddetmek kolay imtihan değildir. Zaten AB süreci epeyden beri tam bir kafa karışıklığıdır. AB salt ekonomik bir birlik değildir. AB, ekonomi süslü toplumsal nötralizasyon, daha doğrusu kitlesel homojenleşmeyi savunan bir ideolojidir. Evet. Öncelikle ideolojidir AB. Liberalizmdir. İslamcılığın, beka sorununu siyasi düzeyde bir "Bu toprağı kim yönetecek aga?" mevzusuna indirgemesi, toprağı yönetenlerin isimleri aynı ama içleri başka başka olmasını engelleyememesini netice vermiştir. Bugünün mü'mine hanımları, elbette genellemeler hatalıdır, eskisinden daha okumuş ancak daha esnektir. Hem de hiç esnememesi murad edilen konularda.
5. Şua bize 'hürriyet-i nisvan' meselesinin Deccal'in güç kaynaklarından birisi olacağını da söylüyor. Doğrusu bunu beklemiyor değildik. Asıl şaşırdığımız ise hürriyet-i nisvan başlığının zahir-i şeriata muhalefet etmeden açılan yeni cephesidir. Bir kadın "İstediğim yerimi açarım. Din bana karışamaz. Dininiz sizin olsun!" dese, müslümanlar buna bir çerçeve çizer, "Bu zaten dışarıdaymış!" deyu rahatlarlar. Hatta mü'mine kadınlar adına da endişelenmezler. Zira mü'mine kadınlar böylesi bed bir telkinden etkilenmezler. Fakat bugünlerde iş fenalaştı. Görece dindar hanımlar, yani görünüş itibariyle dindarlığı temsil edenler, eliyle savunulan bir hürriyet-i nisvan var.
En yakın misali: Tesettüründen taviz vermeyen ama erkeklerle aynı safta namaz kılabilmeleri gerektiğini savunan bir genç mü'mine grubuyla karşı karşıyayız. Grup diyorum. Zira az değiller. Hepsi bu açıklıkta/cür'ette olmasa da fıkıhtan müsaade istemeden 'gidebilecekleri yere kadar gitmeyi' düşünüyorlar. Şimdiye kadar gidememelerini ise 'gelenek' diye 'nerede dinden ayrıldığı belli olmayan' birşeye yüklüyorlar. İşin bu kısmı çok düşündürüyor. Çünkü bu grup ayetlerden/hadislerden kendilerine göre teviller de üretiyorlar. Sürekli dinî referanslı fakat meşru usûllere sahip olmayan bir argümantasyon peşindeler. Giderek de ustalaşıyorlar. Bu da sapmalarını kitleselleştiriyor. Çevrelerindeki gençler onlardan etkileniyor. İş büyüyor. Birkaç kişilik sapmalar bid'a fırkalara dönüşüyor. Allah sonumuzu hayretsin.
İstanbul Sözleşmesi eşliğinde başlayan ve çeşitli derneklerin kadın faaliyetlerine kadar uzanan yakın zamanlı tartışmalarda da ben bu meselenin izlerini görüyorum. Şu anda "Bu işte Allah'ın razı olduğu ne?" diye sorana rastlamadım. Sorduğunuzda 'Kadının toplumdaki yeri...' falan filan bir sürü şey söyleniyor. Kardeşim, onu sormuyoruz, sen bu mevzuda 'rıza' arıyor musun? Yoksa faaliyetin tastamam seküler faaliyet mi? Eğer öyleyse, tamam, fakat sen dindar görünüyorsun. Yaptıkların dinden sanılıyor. Görece dindar saydığımız bir iktidarın kanatları altında çalışıyorsun. Eylemlerinin o iktidarın tasarruflarına etkisi var. Veya 'var gibi' görünüyor.
Hoş, onlar da artık böylesi şeyleri ne kadar önemsiyorlar, bilemiyoruz. Ancak iş kem bir yere doğru gidiyor. Çünkü dindarlık S-400 füze sistemi, ihracaatta yükselen rakamlar, büyüyen ekonomi, siyasi nüfûz gibi şeyler cinsinden değildir. Dindarlık öncelikle 'itikad' sonrasında 'amel'dir. Doğru bir itikadı inşa edemediğimiz sürece, gelecek nesillere taşıyamadığımız sürece, sandıktaki zaferler ancak 'kemiyet zaferleri'leridir. Keyfiyete dönüşmezler. Kemiyetin zaferleri ise geçicidir. Ki geçiyor da. Gördünüz. Eğer bu işi büsbütün hürriyet meselesi sanırsanız, haberiniz olsun, siz hiçbir seküler fırka kadar hürriyet veremezsiniz. Onlar kadar dünyayı boyayamazsınız. Gençler de oylarını artık size vermezler. Şu işin bir tedbirini almak, düşünmek, kafa yormak gerekmez mi? Eh, ne diyelim, Cenab-ı Hak bizi istikamete uyandırsın. Âmin.
1 Mayıs 2019 Çarşamba
Mustafa Öztürk nereye koşuyor (5)
Efendim, Starkoğulları'ndan Arya Stark ablamızın, Gece Kralı nam-ı menhusu ile meşhur buzlu badem evladının amel defterini dürüp eline vermesiyle cümle Game of Thrones izleyenleri handan u şadan olduk. Bu küçücek kızın minyonluğuna bakmadan "Ulan cümle hortlakların pir-i freezei! Soğuktan korksak Winterfell'de yaşamazdık. Dur sana dalağından azıcık antifreeze vereyim!" deyu bıçağını aşketmesi, Gece Kralı'nın, magazin medyasının eğlence mekanı mesaisine dayanan şöhret-i kazibesini de derhal tuzla buz eyledi. Herhalde Kurtlar Vadisi Irak'ta Necati Şaşmaz ağabeyimizin Billy Zane'e sabitlediği bıçaktan sonra en çok alkış alan hareket de bu oldu. Yiğitliği seviyoruz efendim. Yapacak birşey yok.
İşin geyik kısmını hızlı geçelim. Ben asıl dizide 'kuzeydeki duvarı aşarak' insanlığa tasallut eden White Walkers/Beyaz Yürüyenler güruhunun ahirzaman ile ilgili rivayetlere, özellikle ye'cüc-me'cüc ile ilgili olanlara, benzerliğine dikkat çekmek istiyorum muhterem kârilerim. Hatta kuzeyden gelişi itibariyle Deccal'e dair tasvirlerle Gece Kralı arasında dahi bir benzerlik kuruyorum. (Belki onlar da kendilerine ulaşmış, her ne kadar her tarafı tahrifle bulanmış olsa da, kutsal metinlerin benzer nakillerinden faydalanıyorlar.) Hani Bediüzzaman 5. Şua'da Deccal'in Üç Günü meselesini tefsir ederken der:
"Büyük Deccalın kutb-u şimâlî dairesinde ve şimal tarafında zuhur edeceğine kinaye ve işarettir. Çünkü kutb-u şimâlînin mevkiinde bütün sene, bir gece bir gündüzdür. Bir gün şimendiferle bu tarafa gelse, yaz mevsiminde bir ay mütemadiyen güneş gurub etmez. Daha bir gün otomobil ile gelse, bir haftada daima güneş görünür. Ben Rusya'daki esaretimde bu mevkie yakın bulunuyordum. Demek Büyük Deccal, şimalden bu tarafa tecavüz edeceğini mu'cizâne bir ihbardır." Yani, Allahu'l-a'lem kaydıyla söyleyelim, rivayetlerden çıkarıldığı kadarıyla Deccal fitnesinin de yayılışı kuzeyden güneye doğru olacaktır. Çünkü şimal kuzey demektir.
Fakat bundan ziyade ilgimi çeken şey, kârilerim, dizideki büyük kuzey duvarının, bize hem Kur'an'da hem hadis-i şeriflerde haber verilen Sedd-i Zülkarneyn'e yaptığı gönderme. Evet. Kıssayı bilenler bilirler. Bilmeyenler için özet geçeyim: Zülkarneyn aleyhisselam büyük fetih yolculuğu sırasında ye'cüc-me'cüc isminde vahşi bir topluluğun eziyet ettiği insanlara rastlar. Onlar Zülkarneyn aleyhisselamdan korunmak için yardım isterler. O da sed/duvar yapma fikrini verir. Kimi metalleri de kullanarak aşılması/yıkılması epey güç bir duvar yaparlar. Kur'an-ı Hakîm bu seddin yıkılışıyla kıyametin birbirlerine yakın olduklarını söyler. Zaten alametlerinden birisi de bu seddin yıkılışıdır.
Bediüzzaman, Lem'alar'da bu konu hakkındaki soruyu yanıtlarken, kıssayı, 20. Söz'de öğrettiği şekilde 'küllî kanunların ucu' olarak okumayı tavsiye eder. Yani, ona göre her zamanda sedler, sed yapıcı Zülkarneyn aleyhisselam misali mürşidler ve o seddi aşmaya çalışan ye'cüc-me'cücler vardır. Yerinden okuyalım:
"Âyât-ı Kur'âniyenin zikrettiği hâdisât-ı cüz'iyeler, küllî hâdisâtın uçları olduğu cihetle, Zülkarneyn olan İskender-i Kebirin nübüvvetkârâne irşâdâtıyla akvâm-ı zâlime ile milel-i mazlume ortasında hâil ve gaddarların garetlerine mâni olacak meşhur Sedd-i Çin'in binasını kurduğu gibi; İskender-i Rumî misilli müteaddit cihangirler ve kuvvetli padişahlar maddî cihetinde, ve mânevî âlem-i insaniyetin padişahları olan bir kısım enbiya ve bazı aktab dahi mânevî ve irşadî cihetinde, o Zülkarneyn'in arkasında gidip, iktidâ edip, mazlumları zalimlerden kurtaracak çarelerin mühimlerinden olan dağlar ortalarında sedleri, sonra dağlar başlarında kaleleri kurmuşlar. Ya bizzat maddî kuvvetleriyle veyahut irşad ve tedbirleriyle tesis etmişler."
Devamında ise şehir surlarının, kalelerin ve kale savunmasında kullanılan topların da bu kanunun fertleri olduğunu belirtir. Hadi, bir cesaret, popülere temas etmekten de kaçınmayalım: S-400 gibi savunma sistemlerinin dahi bu kıssadan bir hissesi vardır Bediüzzaman'a göre. Yani mürşidliğin şanı gerektirir ki: Zalimin mazluma tasallutuna karşı savunma hatları oluştursun. Saldırının kolaylığını engellesin. Hatta bir yerde irşad edici eserleri de aynı kanunun gölgesine perçinler:
"Hıristiyan dinini mağlûp eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı bu vatanı mânevî istilâsına karşı Risale-i Nur bir sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur'ânî vazifesini görebilir."
Şimdi, muhterem kârilerim, sözü buradan alıp başka bir yere götüreceğim. Götüreceğim ki seriye verdiğimiz başlığın da yazıda bir hakkı olsun. Efendim, benim, Zülkarneyn aleyhisselam kıssasından ve oradaki sedden çıkardığım bir ders de şudur: Sabiteler olmadan değişkenler ayakta duramaz. Veya şöyle söylemeli: Değişkenlerin hayatı sabitelerinin sağlamlığına bağlıdır. Veyahut da şu şekilde toparlamalı: Çevresine 'fesaddan koruyucu sabiteler' inşa edilmemiş değişkenlikler çabuk bozulurlar. Evet. Kendimce böyle bir ders çıkarırım ve bu dersin en küçük hücreden en büyük sisteme kadar bir geçerliliği olduğunu hissederim.
Yani, nasıl ki hücrelerin 'seçici-geçirgen' zarları vardır, aynen öyle de, dünyanın da her geleni içeriye buyur etmeyen bir atmosferi vardır. Belki galaksilerin de öyledir. Belki daha üst sistemlerde de böyle bir koruma kanunu hüküm sürmektedir. Hepsini bilemem ama şunu bilirim: Ben de imanımın sabiteleri sayesinde şeytanın, nefsin veya vehmin tasallutundan korunmuş olurum. Marifetullahla eriştiğim 'emniyetli varlık algısı' sayesinde evren kalbimin içinde baskı uygulayamaz bana. Kainatı 'nazarında pek fena bir memlekete düşenlerden' daha başka algılarım. Mürşidim yine bu sadedde der:
"Ey insan! Kur'ân'ın desâtirindendir ki, Cenâb-ı Hakkın mâsivâsından hiçbir şeyi, ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi mahlûkiyet nisbetinde de birdirler."
İşte, en nihayet, asıl söylemek istediğimize yaklaştık: Bence 'vahyin mahiyetine' dair Gece Kralı Mustafa Öztürk tarafından yeniden hortlatılan Beyaz Yürüyen fitnelerin cevabı da burada saklıdır. Vahiy, lafız surlarıyla korunmadığı sürece, mana şehri (Umberto Eco'nun tabiriyle) 'aşırı yorumcu' ye'cüc-me'cüclerin fesadından kurtulamaz. Herşeyi istedikleri her anlama getirebileceklerin zulmünden korunması için vahyin lafzının da, tıpkı meyveyi hayatta tutan bir kabuk gibi, beraberinde olması lazımdır. Çünkü kabuğu soyulanlarda görülmektedir ki fesad çabuklaşmaktadır. Kur'an'dan evvelki kitapların tahrifinin bir etkeni de 'tercüme üstüne tercümeye' uğramasıdır. Bu tercümeler nedeniyle onların nurları uçmuş dumanları kalmıştır.
"Meselâ, nasıl ki bir hayvanın veyahut bir meyvenin derisi soyulsa, muvakkat bir zarafet gösterir; fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabanî ve paslı ve kesif ve ârızî deri altında siyahlanır, taaffün eder. Öyle de, şeâir-i İslâmiyedeki tabirat-ı Nebeviye ve İlâhiye, hayattar ve sevabdar bir cilt, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çıplak, bir derece görünür. Fakat, ciltten cüdâ olmuş bir meyve gibi, o mübarek mânâların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider. Nur uçar, dumanı kalır." Yine başka bir yerde der: "Libas değiştirilir fakat cilt değişse vücuda zarardır."
Peki, tarihselciliğin sözüne gelip, Kur'an'ın Aleyhissalatuvesselam'a mana olarak geldiğini, lafızlarını ise kendisinin şekillendirdiğini söylersek biz Kur'an-ı Hakîm'e ne yapmış oluruz? el-Cevap: Onun etrafındaki muhkem surları teşkil eden lafızların cildiyetini yıkmış oluruz. Onları libas yerine koymuş oluruz. Elbise gibi çıkarılabileceklerini, değiştirilebileceklerini ve 'sabitliklerine çok da takılmamak gerektiğini' kastederiz. Böylece artık çıplak bedenleriyle herşeyin içine girebilirler. Her kıyafeti giyebilirler. Ne söylediklerini sağlam çizgilerle belirleyen lafızlarının kudsîyeti kalmadığına göre her yeni tasarımcıyla bambaşka birşey söyleyebilirler. Yani, sünnetin fonksiyonu Kur'an için neyse, Kur'an'ın lafızlarının naklolan mana için yüklendiği fonksiyon da odur. Koruyuşudur. Sünnetin somutluğu nasıl Kur'an'ın çarpıtılmasına karşı mübarek bir sed oluşturuyorsa, Kur'an'ın lafızları da mananın 'farklı dile getirişler' içinde kaybolmasına karşı mübarek bir sed oluşturur.
İşte Mustafa Öztürk vb.'lerinin asıl ima ettikleri şey de bir parça budur. Onlar, Cenab-ı Hakkın, hayatlı en küçük hücreden içinde has bir denge bulunan en büyük galaksiye kadar câri olan bir kanununun vahyinde geçerli olmadığını/olmamışlığını savunuyorlar. Elmayı bile kabuğuyla yaratan Allah'ın vahyini cildi sayılacak lafızlardan eksik olarak gönderdiğini iddia ediyorlar. Bu iddiaya hakverebilmek mümkün mü? Bir mü'minin buna içi elverir mi? Türkiye'nin kuzeyinde dünyaya gelmiş bu hocamızı(!) Winterfell Savaşı'ndan ibret almaya davet ediyoruz. Yoksa 'Fitne is coming!' yani.
İşin geyik kısmını hızlı geçelim. Ben asıl dizide 'kuzeydeki duvarı aşarak' insanlığa tasallut eden White Walkers/Beyaz Yürüyenler güruhunun ahirzaman ile ilgili rivayetlere, özellikle ye'cüc-me'cüc ile ilgili olanlara, benzerliğine dikkat çekmek istiyorum muhterem kârilerim. Hatta kuzeyden gelişi itibariyle Deccal'e dair tasvirlerle Gece Kralı arasında dahi bir benzerlik kuruyorum. (Belki onlar da kendilerine ulaşmış, her ne kadar her tarafı tahrifle bulanmış olsa da, kutsal metinlerin benzer nakillerinden faydalanıyorlar.) Hani Bediüzzaman 5. Şua'da Deccal'in Üç Günü meselesini tefsir ederken der:
"Büyük Deccalın kutb-u şimâlî dairesinde ve şimal tarafında zuhur edeceğine kinaye ve işarettir. Çünkü kutb-u şimâlînin mevkiinde bütün sene, bir gece bir gündüzdür. Bir gün şimendiferle bu tarafa gelse, yaz mevsiminde bir ay mütemadiyen güneş gurub etmez. Daha bir gün otomobil ile gelse, bir haftada daima güneş görünür. Ben Rusya'daki esaretimde bu mevkie yakın bulunuyordum. Demek Büyük Deccal, şimalden bu tarafa tecavüz edeceğini mu'cizâne bir ihbardır." Yani, Allahu'l-a'lem kaydıyla söyleyelim, rivayetlerden çıkarıldığı kadarıyla Deccal fitnesinin de yayılışı kuzeyden güneye doğru olacaktır. Çünkü şimal kuzey demektir.
Fakat bundan ziyade ilgimi çeken şey, kârilerim, dizideki büyük kuzey duvarının, bize hem Kur'an'da hem hadis-i şeriflerde haber verilen Sedd-i Zülkarneyn'e yaptığı gönderme. Evet. Kıssayı bilenler bilirler. Bilmeyenler için özet geçeyim: Zülkarneyn aleyhisselam büyük fetih yolculuğu sırasında ye'cüc-me'cüc isminde vahşi bir topluluğun eziyet ettiği insanlara rastlar. Onlar Zülkarneyn aleyhisselamdan korunmak için yardım isterler. O da sed/duvar yapma fikrini verir. Kimi metalleri de kullanarak aşılması/yıkılması epey güç bir duvar yaparlar. Kur'an-ı Hakîm bu seddin yıkılışıyla kıyametin birbirlerine yakın olduklarını söyler. Zaten alametlerinden birisi de bu seddin yıkılışıdır.
Bediüzzaman, Lem'alar'da bu konu hakkındaki soruyu yanıtlarken, kıssayı, 20. Söz'de öğrettiği şekilde 'küllî kanunların ucu' olarak okumayı tavsiye eder. Yani, ona göre her zamanda sedler, sed yapıcı Zülkarneyn aleyhisselam misali mürşidler ve o seddi aşmaya çalışan ye'cüc-me'cücler vardır. Yerinden okuyalım:
"Âyât-ı Kur'âniyenin zikrettiği hâdisât-ı cüz'iyeler, küllî hâdisâtın uçları olduğu cihetle, Zülkarneyn olan İskender-i Kebirin nübüvvetkârâne irşâdâtıyla akvâm-ı zâlime ile milel-i mazlume ortasında hâil ve gaddarların garetlerine mâni olacak meşhur Sedd-i Çin'in binasını kurduğu gibi; İskender-i Rumî misilli müteaddit cihangirler ve kuvvetli padişahlar maddî cihetinde, ve mânevî âlem-i insaniyetin padişahları olan bir kısım enbiya ve bazı aktab dahi mânevî ve irşadî cihetinde, o Zülkarneyn'in arkasında gidip, iktidâ edip, mazlumları zalimlerden kurtaracak çarelerin mühimlerinden olan dağlar ortalarında sedleri, sonra dağlar başlarında kaleleri kurmuşlar. Ya bizzat maddî kuvvetleriyle veyahut irşad ve tedbirleriyle tesis etmişler."
Devamında ise şehir surlarının, kalelerin ve kale savunmasında kullanılan topların da bu kanunun fertleri olduğunu belirtir. Hadi, bir cesaret, popülere temas etmekten de kaçınmayalım: S-400 gibi savunma sistemlerinin dahi bu kıssadan bir hissesi vardır Bediüzzaman'a göre. Yani mürşidliğin şanı gerektirir ki: Zalimin mazluma tasallutuna karşı savunma hatları oluştursun. Saldırının kolaylığını engellesin. Hatta bir yerde irşad edici eserleri de aynı kanunun gölgesine perçinler:
"Hıristiyan dinini mağlûp eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı bu vatanı mânevî istilâsına karşı Risale-i Nur bir sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur'ânî vazifesini görebilir."
Şimdi, muhterem kârilerim, sözü buradan alıp başka bir yere götüreceğim. Götüreceğim ki seriye verdiğimiz başlığın da yazıda bir hakkı olsun. Efendim, benim, Zülkarneyn aleyhisselam kıssasından ve oradaki sedden çıkardığım bir ders de şudur: Sabiteler olmadan değişkenler ayakta duramaz. Veya şöyle söylemeli: Değişkenlerin hayatı sabitelerinin sağlamlığına bağlıdır. Veyahut da şu şekilde toparlamalı: Çevresine 'fesaddan koruyucu sabiteler' inşa edilmemiş değişkenlikler çabuk bozulurlar. Evet. Kendimce böyle bir ders çıkarırım ve bu dersin en küçük hücreden en büyük sisteme kadar bir geçerliliği olduğunu hissederim.
Yani, nasıl ki hücrelerin 'seçici-geçirgen' zarları vardır, aynen öyle de, dünyanın da her geleni içeriye buyur etmeyen bir atmosferi vardır. Belki galaksilerin de öyledir. Belki daha üst sistemlerde de böyle bir koruma kanunu hüküm sürmektedir. Hepsini bilemem ama şunu bilirim: Ben de imanımın sabiteleri sayesinde şeytanın, nefsin veya vehmin tasallutundan korunmuş olurum. Marifetullahla eriştiğim 'emniyetli varlık algısı' sayesinde evren kalbimin içinde baskı uygulayamaz bana. Kainatı 'nazarında pek fena bir memlekete düşenlerden' daha başka algılarım. Mürşidim yine bu sadedde der:
"Ey insan! Kur'ân'ın desâtirindendir ki, Cenâb-ı Hakkın mâsivâsından hiçbir şeyi, ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi mahlûkiyet nisbetinde de birdirler."
İşte, en nihayet, asıl söylemek istediğimize yaklaştık: Bence 'vahyin mahiyetine' dair Gece Kralı Mustafa Öztürk tarafından yeniden hortlatılan Beyaz Yürüyen fitnelerin cevabı da burada saklıdır. Vahiy, lafız surlarıyla korunmadığı sürece, mana şehri (Umberto Eco'nun tabiriyle) 'aşırı yorumcu' ye'cüc-me'cüclerin fesadından kurtulamaz. Herşeyi istedikleri her anlama getirebileceklerin zulmünden korunması için vahyin lafzının da, tıpkı meyveyi hayatta tutan bir kabuk gibi, beraberinde olması lazımdır. Çünkü kabuğu soyulanlarda görülmektedir ki fesad çabuklaşmaktadır. Kur'an'dan evvelki kitapların tahrifinin bir etkeni de 'tercüme üstüne tercümeye' uğramasıdır. Bu tercümeler nedeniyle onların nurları uçmuş dumanları kalmıştır.
"Meselâ, nasıl ki bir hayvanın veyahut bir meyvenin derisi soyulsa, muvakkat bir zarafet gösterir; fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabanî ve paslı ve kesif ve ârızî deri altında siyahlanır, taaffün eder. Öyle de, şeâir-i İslâmiyedeki tabirat-ı Nebeviye ve İlâhiye, hayattar ve sevabdar bir cilt, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çıplak, bir derece görünür. Fakat, ciltten cüdâ olmuş bir meyve gibi, o mübarek mânâların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider. Nur uçar, dumanı kalır." Yine başka bir yerde der: "Libas değiştirilir fakat cilt değişse vücuda zarardır."
Peki, tarihselciliğin sözüne gelip, Kur'an'ın Aleyhissalatuvesselam'a mana olarak geldiğini, lafızlarını ise kendisinin şekillendirdiğini söylersek biz Kur'an-ı Hakîm'e ne yapmış oluruz? el-Cevap: Onun etrafındaki muhkem surları teşkil eden lafızların cildiyetini yıkmış oluruz. Onları libas yerine koymuş oluruz. Elbise gibi çıkarılabileceklerini, değiştirilebileceklerini ve 'sabitliklerine çok da takılmamak gerektiğini' kastederiz. Böylece artık çıplak bedenleriyle herşeyin içine girebilirler. Her kıyafeti giyebilirler. Ne söylediklerini sağlam çizgilerle belirleyen lafızlarının kudsîyeti kalmadığına göre her yeni tasarımcıyla bambaşka birşey söyleyebilirler. Yani, sünnetin fonksiyonu Kur'an için neyse, Kur'an'ın lafızlarının naklolan mana için yüklendiği fonksiyon da odur. Koruyuşudur. Sünnetin somutluğu nasıl Kur'an'ın çarpıtılmasına karşı mübarek bir sed oluşturuyorsa, Kur'an'ın lafızları da mananın 'farklı dile getirişler' içinde kaybolmasına karşı mübarek bir sed oluşturur.
İşte Mustafa Öztürk vb.'lerinin asıl ima ettikleri şey de bir parça budur. Onlar, Cenab-ı Hakkın, hayatlı en küçük hücreden içinde has bir denge bulunan en büyük galaksiye kadar câri olan bir kanununun vahyinde geçerli olmadığını/olmamışlığını savunuyorlar. Elmayı bile kabuğuyla yaratan Allah'ın vahyini cildi sayılacak lafızlardan eksik olarak gönderdiğini iddia ediyorlar. Bu iddiaya hakverebilmek mümkün mü? Bir mü'minin buna içi elverir mi? Türkiye'nin kuzeyinde dünyaya gelmiş bu hocamızı(!) Winterfell Savaşı'ndan ibret almaya davet ediyoruz. Yoksa 'Fitne is coming!' yani.
16 Ağustos 2016 Salı
Süfyan açığa çıktı. Peki ya fetvacılar?
Bir fitneyi tutuşturan başındaki 'sapkın' olsa da onun asıl tesir alanını belirleyen etrafındaki 'samimi'lerdir. Malcom X'in hayatına dair malumatı olanlar, Elijah Muhammed'in İslamiyet olarak tanıttığı sapkınlığın (kendisini de 'peygamberi' olarak tanıtıyordu) hakiki tesirinin kendi gayretleriyle değil, Malcom ve benzerlerinin çabalarıyla vücuda geldiğini bilirler. Nitekim, ne zamanki Malcom hac vesilesiyle hakiki İslamiyetin Elijah Muhammed'in anlattığı gibi olmadığını anlamış ve anlatmıştır, o zamandan sonra Elijah Muhammed'in bir numaralı düşmanı haline gelmiştir. Şehadetinin de yine Elijah Muhammed yanlıları eliyle olduğu söylenir. En azından katillerden birisinin ifadesi/gerekçesi bu yöndedir. Cinayetin Amerika'nın derin devletiyle ilişkisi ise hâlâ sır.
Mürşidim ahirzamana dair hadis-i şerifler üzerine yazdığı 5. Şua'da fitnenin bu yönüne de dikkat çeker: "Hem bazı ehl-i velâyetin istihracatıyla anlaşılıyor ki; İslâm devletinin başına geçecek olan Süfyanî Deccal ise, gayet muktedir ve dahi ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadrâzam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker bulur, onları teshir eder. Onların fevkalâde ve dâhiyâne icraatlarını, riyasızlıklarından istifade ile kendi şahsına isnat ve o vasıtayla koca ordunun ve hükûmetin teceddüt ve inkılâp ve harb-i umumî inkılâbından gelen şiddet-i ihtiyacın sevkiyle işledikleri terakkiyatı şahsına isnad ettirerek şahsında pek acip ve harika bir iktidar bulunduğunu meddahlar tarafından işâa ettirir."
Daha önceki yazılarımda da altını çizdiğim gibi: 5. Şua'ya dair yaptığımız tefekkürleri 'olay' analizinden 'kanun' analizine yükselttiğimizde ahirzaman fitnesinin yapısına dair genel-geçer çıkarımlar da elde ederiz. Örneğin: Bu kısımda, ahirzaman fitne veya fitnelerinin 'bizzat fitnenin kurucusu' tarafından değil de 'fitnenin yayıcısı' konumundaki insanlarca tesirli/güçlü kılındığını görürüz.
Birçok iyi haslet de taşıyan bu yardımcılar, o iyi hasletleri bu kötü yolun/rehberin emrine seferber ettikleri için tehlikelidirler. Bizzat kötü oldukları için değil. Dalalet önderine boyun eğen bu iki karakter, aslında, yine üzerinden kanun okuması yapılabilecek iki insan prototipidir: "(...) gayet muktedir ve dahi ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadrâzam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker..." Bunlardan birisi fikirsel yeteneklerini önderinin emrine verirken, diğeri de bedensel yetenekleriyle önderinin emrine girmektedir.
Mezkûr eserde meselenin fikirsel boyutuna değinilen ikinci bir kısım da şurasıdır: "Rivayette var ki, 'Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.' Ve'l-ilmu indallah, bunun bir te'vili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar."
Buraya kadar konuştuklarımızın yaşadığımız FETÖ fitnesiyle ilgili olduğunu düşünmekteyim. Neden mi? Bugün de aynı örgütün içinde 'akıllarını sözde mehdisinin cebine koymuş' çok sayıda insan var. Baksanız, belki genel anlamda kötü insanlar da değiller, en azından çevrelerinde öyle bilinmiyorlar. Fakat tüm bu iyi hasletlerini bir dalalet önderinin emrine verdikleri için tehlikeliler. Ve onların dalalet içindeki varlığı fitneyi de daha güçlü kılıyor(du). Bunlardan kimisi bedensel yeteneklerini/gayretlerini FETÖ'nün hizmetine adamışken, kimisi de fikirsel yeteneklerini/gayretlerini FETÖ'ye adamış vaziyetteler(di). Metinde dikkat edilmesi gereken şeyse şu: Bu insanlar ahmak değiller. Hatta dahi de olabilirler. Ancak 'deha' da olsalar 'teshir' olmuşlar. Zekiler fakat akıllı değiller. Zekanın yola çıkacağı mizanları kendileri üretmiyorlar, önderlerinden replik gibi alıyorlar.
Hepsini aynı şekilde suçlamak yanlış olur. Örgüt içindeki yerleri de, bu yere göre işledikleri cürüm de basamak basamak, mertebe mertebe... Hatta kendisinin bu örgüte mensup olduğunu düşünmedikleri halde suçta payı olanlar da var. Nasıl mesela? Fethullah Gülen'den 'büyük bir dinî önder' gibi bahsettiğinde kitaplarının daha çok satacağını düşünen ve bu sebeple eserlerinde onu okurlarına methedenler de bu suçta pay sahibi. Çünkü bir şekilde 'fetvacılık/meşrulaştırıcılık' yapıyorlar. (Çıkarcı fetvacılar.)
Bazıları da ilmini bu örgütün tastamam hizmetine vererek ehl-i ihtisas olduğu alandaki bilgisini/yetkisini örgütün düşünmesini emrettiği yönde veri üretmek için kullanabiliyor ve onu dinleyenleri de bu şekilde etkileyebiliyor. (Maaşlı fetvacılar.) Kimisi de tam kapılmış. Hakikaten Fethullah Gülen'i asrın en büyüğü olarak görüyor ve çevresine de öyle anlatıyor. Onun yaptığı 'fetvacılık' diğerlerinden de yaman. Zira yıllardır insanlar içinde 'sözüne güvenilir' imajı çizdiği için, onun sözüne inananlar, sizin uyarınıza da inanmaz oluyorlar. (İnanmış fetvacılar.) Bu fetvacılığı/meşrulaştırıcılığı daha fazla da kategorize edebiliriz.
Hepsine verebileceğim örnek isimler var. Ancak onlarla yazıyı uzatmayacağım. Bu yazıda altını çizmek istediğim 'meselenin neden ehemmiyetli olduğu' idi. 'Fetvacılar' eğer fetvacılıklarının tevbesini alenen ve sağlamca etmezlerse, bir ikinci fitnede yine fetvacılık vazifesine dönebilirler. Yine avam-ı nâsın sâfî kalbini/aklını karıştırabilirler. Bu noktada biz de Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'da öğütlediği gibi davranmalıyız: "Yaptıkları kizbden pişman olup, nedamet etmedikleri takdirde, beynennas yalancılıkla teşhir ve bir alâmetle tevsimleri lâzımdır ki, başkalar onlara itimad edip marazlarına maruz kalmasınlar." Unutmayalım: Fetvacılık/meşrulaştırıcılık da süfyaniyetin bir rüknüdür. Görmezden gelen tekrarına katlanır.
Mürşidim ahirzamana dair hadis-i şerifler üzerine yazdığı 5. Şua'da fitnenin bu yönüne de dikkat çeker: "Hem bazı ehl-i velâyetin istihracatıyla anlaşılıyor ki; İslâm devletinin başına geçecek olan Süfyanî Deccal ise, gayet muktedir ve dahi ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadrâzam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker bulur, onları teshir eder. Onların fevkalâde ve dâhiyâne icraatlarını, riyasızlıklarından istifade ile kendi şahsına isnat ve o vasıtayla koca ordunun ve hükûmetin teceddüt ve inkılâp ve harb-i umumî inkılâbından gelen şiddet-i ihtiyacın sevkiyle işledikleri terakkiyatı şahsına isnad ettirerek şahsında pek acip ve harika bir iktidar bulunduğunu meddahlar tarafından işâa ettirir."
Daha önceki yazılarımda da altını çizdiğim gibi: 5. Şua'ya dair yaptığımız tefekkürleri 'olay' analizinden 'kanun' analizine yükselttiğimizde ahirzaman fitnesinin yapısına dair genel-geçer çıkarımlar da elde ederiz. Örneğin: Bu kısımda, ahirzaman fitne veya fitnelerinin 'bizzat fitnenin kurucusu' tarafından değil de 'fitnenin yayıcısı' konumundaki insanlarca tesirli/güçlü kılındığını görürüz.
Birçok iyi haslet de taşıyan bu yardımcılar, o iyi hasletleri bu kötü yolun/rehberin emrine seferber ettikleri için tehlikelidirler. Bizzat kötü oldukları için değil. Dalalet önderine boyun eğen bu iki karakter, aslında, yine üzerinden kanun okuması yapılabilecek iki insan prototipidir: "(...) gayet muktedir ve dahi ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadrâzam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker..." Bunlardan birisi fikirsel yeteneklerini önderinin emrine verirken, diğeri de bedensel yetenekleriyle önderinin emrine girmektedir.
Mezkûr eserde meselenin fikirsel boyutuna değinilen ikinci bir kısım da şurasıdır: "Rivayette var ki, 'Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.' Ve'l-ilmu indallah, bunun bir te'vili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar."
Buraya kadar konuştuklarımızın yaşadığımız FETÖ fitnesiyle ilgili olduğunu düşünmekteyim. Neden mi? Bugün de aynı örgütün içinde 'akıllarını sözde mehdisinin cebine koymuş' çok sayıda insan var. Baksanız, belki genel anlamda kötü insanlar da değiller, en azından çevrelerinde öyle bilinmiyorlar. Fakat tüm bu iyi hasletlerini bir dalalet önderinin emrine verdikleri için tehlikeliler. Ve onların dalalet içindeki varlığı fitneyi de daha güçlü kılıyor(du). Bunlardan kimisi bedensel yeteneklerini/gayretlerini FETÖ'nün hizmetine adamışken, kimisi de fikirsel yeteneklerini/gayretlerini FETÖ'ye adamış vaziyetteler(di). Metinde dikkat edilmesi gereken şeyse şu: Bu insanlar ahmak değiller. Hatta dahi de olabilirler. Ancak 'deha' da olsalar 'teshir' olmuşlar. Zekiler fakat akıllı değiller. Zekanın yola çıkacağı mizanları kendileri üretmiyorlar, önderlerinden replik gibi alıyorlar.
Hepsini aynı şekilde suçlamak yanlış olur. Örgüt içindeki yerleri de, bu yere göre işledikleri cürüm de basamak basamak, mertebe mertebe... Hatta kendisinin bu örgüte mensup olduğunu düşünmedikleri halde suçta payı olanlar da var. Nasıl mesela? Fethullah Gülen'den 'büyük bir dinî önder' gibi bahsettiğinde kitaplarının daha çok satacağını düşünen ve bu sebeple eserlerinde onu okurlarına methedenler de bu suçta pay sahibi. Çünkü bir şekilde 'fetvacılık/meşrulaştırıcılık' yapıyorlar. (Çıkarcı fetvacılar.)
Bazıları da ilmini bu örgütün tastamam hizmetine vererek ehl-i ihtisas olduğu alandaki bilgisini/yetkisini örgütün düşünmesini emrettiği yönde veri üretmek için kullanabiliyor ve onu dinleyenleri de bu şekilde etkileyebiliyor. (Maaşlı fetvacılar.) Kimisi de tam kapılmış. Hakikaten Fethullah Gülen'i asrın en büyüğü olarak görüyor ve çevresine de öyle anlatıyor. Onun yaptığı 'fetvacılık' diğerlerinden de yaman. Zira yıllardır insanlar içinde 'sözüne güvenilir' imajı çizdiği için, onun sözüne inananlar, sizin uyarınıza da inanmaz oluyorlar. (İnanmış fetvacılar.) Bu fetvacılığı/meşrulaştırıcılığı daha fazla da kategorize edebiliriz.
Hepsine verebileceğim örnek isimler var. Ancak onlarla yazıyı uzatmayacağım. Bu yazıda altını çizmek istediğim 'meselenin neden ehemmiyetli olduğu' idi. 'Fetvacılar' eğer fetvacılıklarının tevbesini alenen ve sağlamca etmezlerse, bir ikinci fitnede yine fetvacılık vazifesine dönebilirler. Yine avam-ı nâsın sâfî kalbini/aklını karıştırabilirler. Bu noktada biz de Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'da öğütlediği gibi davranmalıyız: "Yaptıkları kizbden pişman olup, nedamet etmedikleri takdirde, beynennas yalancılıkla teşhir ve bir alâmetle tevsimleri lâzımdır ki, başkalar onlara itimad edip marazlarına maruz kalmasınlar." Unutmayalım: Fetvacılık/meşrulaştırıcılık da süfyaniyetin bir rüknüdür. Görmezden gelen tekrarına katlanır.
23 Mayıs 2016 Pazartesi
Kur'an kime yeter? (9): Yokluk tarlalarını yoketmek...
"Emre Dorman Nereye Koşuyor?" başlıklı yazı serimin içerisindeki birkaç yazı Deccaliyet/Süfyaniyet ayrımına ve ilişkisine dairdi. 5. Şua'da yeralan tahlillere dikkat çekiyor/dayanıyordu. Özetini aktarırsam: Bediüzzaman'ın mezkûr eserdeki hadis analizleri bize gösteriyordu ki; Deccaliyet 'inkar-ı uluhiyet' fikriyle ortaya çıkacak ve müslümanların hasımlığını tanıyabileceği bir şekilde tezahür edecekti.
Fakat Süfyaniyet böyle değildi. Daha fazla dikkat istiyordu. Çünkü o, 'sünnet-i seniyyeyi tağyir' amacıyla ortaya çıkacak ve teşhis edilmesi güç bir şekilde fitnesini yayacaktı. O yazılarda, Deccaliyet/Süfyaniyet arasında küresel düzlemde bir neden-sonuç ilişkisi olduğunu da belirtmiş ve izah etmiştim. Şimdi ise, yine aynı noktaya, ancak daha küçük bir düzlemde dikkat çekmek istiyorum:
Bu yakınlarda izlediğim bir bilimkurgu filmi var: 5. Dalga. 2016 yapımı olan bu filmin konusu şöyle: Uzaylılar dünyaya saldırıyorlar. Fakat bu saldırılarını aşamalarla yapıyorlar. Bu aşamalarda yöntem de değişiyor. Bir dalgada dünyada büyük depremler oluşturuyorlar. Bir dalgada dev tsunamilerle saldırıyorlar. Bir dalgada ölümcül virüs salgını başlatıyorlar. Her bir dalganın şekli başka. Fakat her defasında insanlardan bir kısmı bu saldırılardan kurtulmayı ve sağ kalmayı başarabiliyor. Sonra bu sağ kalan insanların çocuklarını ordu topluyor. Ve onları 'beyinleri uzaylılarca elegeçirilmiş insanlarla savaşmak üzere' eğitiyorlar. 5. Dalga'nın bu olduğunu söylüyorlar. Filmin sürprizli yanı şu: İlerleyen kısımlarda bu çocuklar anlıyorlar ki, aslında uzaylılar tarafında çarpışanlar kendileri.
Bugün ortak yanlarını 'ehl-i sünnet düşmanlığı'nın oluşturduğu ehl-i bid'a/modernist fırkaların bize yaşattığı da 'kardeşini kardeşinin iyiliği için öldürmeye çalışan' o çocuk askerlerin haline benzemiyor mu? Hatta 'yetiştirilmeleri' açısından dahi bu böyle. Medreselerin değil, modern eğitim sistemlerinin ve kitaplarının mahsulü hepsi. Christian Kracht'ın, August Engelhardt'ın gerçek yaşam öyküsünden esinlenerek yazdığı Imperium romanında, onun çevresinden ayrılmayan bir yerli çocuk vardır. Engelhardt, adada yaşadıkları süre boyunca, bu çocuğa o kadar çok alman klasiği okur ki, adaya gelen başka bir alman (Slütter), çocuğun sömürgecilik konusunda kendi halkını değil de almanları savunması karşısında şaşkınlık içinde kalır.
Durumumuz bu yerli çocuğun kabilesinden farklı değil. Kemalist istibdadın baskısı ve uygulamalarıyla kendi köklerinden kopartılan çocukların, köklerine 'inandırıldıkları iyi amaçlar için' düşmanlık beslediği bir zamanda yaşıyoruz. Yüzyıllardır okuduğumuz/yazdığımız harfleri okuyamaz hale getirilişimiz bizi geçmişin kitabî irfanından mahrum bıraktığı gibi; medreselerden/tekkelerden mahrum bırakılışımız da ehl-i sünnet mirasının yaşatıldığı damarların zayıflamasını sağlıyor. Kemalizmin başardığı bu 'mahrum bırakışlar'dır ki, bugün 'sünnet-i seniyye düşmanlığı' veya 'hadis inkarcılığı' dediğimiz şeyin tarlalığını yapıyor. Dalgalar farklı, ama saldırıda bir bütünlük var. Şer ademîdir. Hayır vücudîdir. Oluşturulan boşluğun/yokluğun şiddetir ki, kendi evlatlarımızı bize düşman hale getirip başımıza bela eder. Kendi 5. Dalga'mızla bizi karşılaştırır.
Mürşidim de Sünuhat isimli eserinde bu tehlikeye dikkat çektiği bölümün başında der: "Şu zamanın medenî engizisyonu müthiş bir vesileyle, bazı ezhanı telkih ile, bir kısım nâmeşru evlâdını vücuda getirip, İslâmiyete karşı kinini ve hiss-i intikamını icra eder. Diyanetsizliğe veya laubaliliğe veya hıristiyanlığa temayüle veya İslâmiyetten şüpheyle soğutmaya bir kapı açmak ister..." O halde devamız da bu çarkın tersine çevrilmesinden başka yerde değildir. Kendi çocuklarımızla savaşmak istemiyorsak, onları modern medeniyetin askeri haline getiren yokluk tarlalarını yoketmeliyiz. Çünkü "Yok, yok ise, o vardır. Yok, yok olsa, varolur..."
Fakat Süfyaniyet böyle değildi. Daha fazla dikkat istiyordu. Çünkü o, 'sünnet-i seniyyeyi tağyir' amacıyla ortaya çıkacak ve teşhis edilmesi güç bir şekilde fitnesini yayacaktı. O yazılarda, Deccaliyet/Süfyaniyet arasında küresel düzlemde bir neden-sonuç ilişkisi olduğunu da belirtmiş ve izah etmiştim. Şimdi ise, yine aynı noktaya, ancak daha küçük bir düzlemde dikkat çekmek istiyorum:
Bu yakınlarda izlediğim bir bilimkurgu filmi var: 5. Dalga. 2016 yapımı olan bu filmin konusu şöyle: Uzaylılar dünyaya saldırıyorlar. Fakat bu saldırılarını aşamalarla yapıyorlar. Bu aşamalarda yöntem de değişiyor. Bir dalgada dünyada büyük depremler oluşturuyorlar. Bir dalgada dev tsunamilerle saldırıyorlar. Bir dalgada ölümcül virüs salgını başlatıyorlar. Her bir dalganın şekli başka. Fakat her defasında insanlardan bir kısmı bu saldırılardan kurtulmayı ve sağ kalmayı başarabiliyor. Sonra bu sağ kalan insanların çocuklarını ordu topluyor. Ve onları 'beyinleri uzaylılarca elegeçirilmiş insanlarla savaşmak üzere' eğitiyorlar. 5. Dalga'nın bu olduğunu söylüyorlar. Filmin sürprizli yanı şu: İlerleyen kısımlarda bu çocuklar anlıyorlar ki, aslında uzaylılar tarafında çarpışanlar kendileri.
Bugün ortak yanlarını 'ehl-i sünnet düşmanlığı'nın oluşturduğu ehl-i bid'a/modernist fırkaların bize yaşattığı da 'kardeşini kardeşinin iyiliği için öldürmeye çalışan' o çocuk askerlerin haline benzemiyor mu? Hatta 'yetiştirilmeleri' açısından dahi bu böyle. Medreselerin değil, modern eğitim sistemlerinin ve kitaplarının mahsulü hepsi. Christian Kracht'ın, August Engelhardt'ın gerçek yaşam öyküsünden esinlenerek yazdığı Imperium romanında, onun çevresinden ayrılmayan bir yerli çocuk vardır. Engelhardt, adada yaşadıkları süre boyunca, bu çocuğa o kadar çok alman klasiği okur ki, adaya gelen başka bir alman (Slütter), çocuğun sömürgecilik konusunda kendi halkını değil de almanları savunması karşısında şaşkınlık içinde kalır.
Durumumuz bu yerli çocuğun kabilesinden farklı değil. Kemalist istibdadın baskısı ve uygulamalarıyla kendi köklerinden kopartılan çocukların, köklerine 'inandırıldıkları iyi amaçlar için' düşmanlık beslediği bir zamanda yaşıyoruz. Yüzyıllardır okuduğumuz/yazdığımız harfleri okuyamaz hale getirilişimiz bizi geçmişin kitabî irfanından mahrum bıraktığı gibi; medreselerden/tekkelerden mahrum bırakılışımız da ehl-i sünnet mirasının yaşatıldığı damarların zayıflamasını sağlıyor. Kemalizmin başardığı bu 'mahrum bırakışlar'dır ki, bugün 'sünnet-i seniyye düşmanlığı' veya 'hadis inkarcılığı' dediğimiz şeyin tarlalığını yapıyor. Dalgalar farklı, ama saldırıda bir bütünlük var. Şer ademîdir. Hayır vücudîdir. Oluşturulan boşluğun/yokluğun şiddetir ki, kendi evlatlarımızı bize düşman hale getirip başımıza bela eder. Kendi 5. Dalga'mızla bizi karşılaştırır.
Mürşidim de Sünuhat isimli eserinde bu tehlikeye dikkat çektiği bölümün başında der: "Şu zamanın medenî engizisyonu müthiş bir vesileyle, bazı ezhanı telkih ile, bir kısım nâmeşru evlâdını vücuda getirip, İslâmiyete karşı kinini ve hiss-i intikamını icra eder. Diyanetsizliğe veya laubaliliğe veya hıristiyanlığa temayüle veya İslâmiyetten şüpheyle soğutmaya bir kapı açmak ister..." O halde devamız da bu çarkın tersine çevrilmesinden başka yerde değildir. Kendi çocuklarımızla savaşmak istemiyorsak, onları modern medeniyetin askeri haline getiren yokluk tarlalarını yoketmeliyiz. Çünkü "Yok, yok ise, o vardır. Yok, yok olsa, varolur..."
18 Temmuz 2015 Cumartesi
Emre Dorman nereye koşuyor 9: Kur'an'a evrimsel bakış, sonra gelen daha iyi anlar...
Bir önceki yazıdan hareketle konuşmaya devam edelim: Mezkûr yazıda, Süfyaniyetin Deccaliyetten etkilenmişliği üzerine konuşmuştuk. Deccal fitnesinin kuvvetle/zulümle İslam coğrafyasına tahakkümü zamanında, o tahakkümün okumasını yanlış yapan ve "Eğer siz (Uhud'da) bir acıya uğradınızsa, (Bedir'de) o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz..." vahyinin hakikatini bakışaçısı kılamayan içimizdeki birtakım insanların 'Kuvvet haktadır'dan 'Hak kuvvettedir'e doğru bir evrilme yaşadığını, 'Güçlü olanda hak da vardır' veya 'Mağlub olanda yanlışlar da vardır' kabilinden okumalarla süreci maddî bir mağlubiyetten itikadî bir sarsıntıya kadar taşıdıklarını analiz etmiştik. Süfyan ve Deccal'a dair rivayetlerin birbirine yakınlığı/karıştırılması böyle bir etkileniş, yani 'aynı fitnenin iki parçası olma' haline de işaret ediyor olabilir demiştik.
Yine Süfyaniyetin Deccaliyet gibi inkâr-ı uluhiyeti değil, inkâr-ı nübüvveti yol edineceğini söylemiş; inkârı nübüvvetin ise ('aldatıcı' oluşundaki vurgulara dikkat edersek) doğrudan bir inkâr değil, daha çok bir 'içini boşaltma' şeklinde yapılacağını ifade etmiştik. Yani Süfyaniyetin parçaları olan sapkın kişiler veya akımlar, doğrudan Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın nübüvvetini inkâr etmeyecekler. (Zaten bunu açıkça söyleseler, müminler onları rahatlıkla tanıyıp 'kafir' kaşesini alınlarına basacaktır.) Daha çok o nübüvvetin fonksiyonlarını eksiltme, nübüvvet tanımını budama ve bu sayede sünnetin önemini ümmet gözünde azaltma, onunla gelen bir kısım uygulamayı kaldırıp yerine bid'alar uydurma/uygulama yöntemini deneyeceklerini söylemiştik.
Bu fitnenin söylemdeki tezahürünün ise; sahabe, tabiin, tebe-i tabiin gibi, faziletleri hadis-i nebeviyece ve ümmetçe tasdik edilmiş nesillerin faziletlerini inkâr etme; hadis ilmi ve naklî bilgi konusundaki şüpheleri arttırma; bu ilimde emeği geçmiş ehl-i fazilet imamları ve âlimleri çeşitli demagojilerle tezyif etme; bu zamanda dahi sünnete intisabı güçlü olanları 'gelenekçi' diğerek aşağılamaya çalışma vs... şekillerinde görülebileceğini Risale-i Nur'dan alıntılarla ifade etmeye çalıştık.
Bu yazımda ise 'etkilenmişlik' dediğim şeyin farklı bir yönüne dikkatinizi çekmek istiyorum: (Etkilenmişlikle kastettiğim daha çok bir aşağılık kompleksi...) Bir kısım müslüman düşünürler, ehl-i küfür karşısındaki maddî mağlubiyetten meydana gelen üzüntüyle, sanki ahirette de onlar kazanacakmışlar gibi veyahut bu galibiyet hep onların kalacakmış gibi okudular yaşananları. Ve hâlâ da böyle okuyorlar. Bu karamsarlık ve bundan kaynaklanan öfke, kılıcını kafire çalıp 'mağlub olsa da şehit kalmak' yerine, kendi geçmişine doğrultarak 'galip gelse de imanından olmak' tehlikesini göze almış bulunuyor. (Hollywood'un ergen filmlerinde olduğu gibi 'mutsuz çocuklar' sürekli ebeveynlerini suçluyorlar. Kendi seçimlerine veya yaşamlarına asla ve asla hata tozu kondurmuyorlar.)
Böylesi modernist/ehl-i bid'a söyleme ve uygulamalara sahip düşünürlerin İslam'ın en acılı coğrafyalarından, toplumun en seküler ve daha çok hayatı siyaset üzerinden okumayı seçmiş sınıflarından çıkması tesadüf değil. Mağlubiyeti, hikmetini yine Allah'ın bildiği bir direnme/imtihan süreci olarak değil, karşı tarafın haklı/kazanılmış zaferi olarak okumayı seçenler; onlara verdikleri bu haksız 'haklılık' payesiyle kendi duruşlarını da sorgulamaya başladılar ve en nihayet bu sorgulayış itikadî daireye kadar geldi. (Bir nevi şeytana karşı şeytanın avukatı oldular.) Bediüzzaman'ın Tabiat Risalesi isimli eserinin başında dikkat çektiği endişe de bundan başka nedir ki:
Evet, ilişecekti. Çünkü durduğu yere imanını/güvenini yitirme, geçmişi suçlama/sorgulama bir hastalık gibi yayılıyordu. Bediüzzaman Mustafa Kemal ve avanesi egemenliğinde meclisin zihin kodlarında bunu farketmişti.
Düşüncemi daha net ifade edeyim: Bu yazılar vesilesiyle tartıştığımız Kur'an müslümanlığı aslında bizim Deccaliyet'e karşı itikadî sahada verdiğimiz mücadeledir. Fakat ne tuhaftır ki, bu sahada bize karşı savaşan müslümanlar da yaptıklarının İslam'a yardım olduğunu sanmaktadırlar. (İşte bu Süfyaniyet fitnesinin ta kendisidir.) Bu açıdan şunu da söyleyebiliriz: Süfyan, Deccal'in ona karşı savaştığını sanan, ama aslında onun için savaşan evladıdır. Filmin sonuna kadar, kötü adamın tuzağına düşüp maşalığını yaptığını farketmeyen iyi karakterimizdir. Othello'muzdur o bizim. Dışardan olanın tüm çabalarına rağmen itikadî alana giremeyişine bedel, bu kurt gövdenin içine girmiştir ve içeride onun adına savaşmaktadır.
Etkilenmişlik dediğimiz şeylerden birisi de; mesela, bu insanların, İslamî ilimleri de seküler/fennî ilimler gibi zamanla gelişen birşey olarak tarif etmeleridir. Kafaları bu noktada seküler algılarla donanmıştır. Kur'an'ın anlaşılmasının da tıpkı fizik/kimya gibi zamanla daha üst bir düzeye eriştiğini/erişeceğini; bu nedenle yeni gelen müslüman nesillerin daha eğitimli, daha zeki, daha üst düzeyde insanlardan oluşacağını/oluştuğunu; daha üstün olanların ise geçmişin içtihadları/uygulamaları ile amel etmesinin doğru olmadığı tezine sahiptirler. Biraz karıştırsanız, bütün şüphelerinin altından bu kibir çıkar. Sahabeyi, tabiini, tebe-i tabiini küçük veya en azından lütfen kendisinin eşiti gören bu zevatta, işaret edilen sapkınlığa kayış, seküler bilimin 'zamanla gelişme' biraz daha ötesinde 'evrimleşme' iddiasını sorgusuz-sualsiz kabul edilmesiyle mümkün olur. Herşey zamanla gelişiyorsa, o halde neden bu zamandakiler o zamandakilerden geride olsundurlar veya onların uygulamalarına tâbi olmak zorunda kalsındırlar?
Fakat gel gelelim; Kur'an ayetleri de, hadis-i şerifler de böyle söylememektedir. O zaman ne yapılacaktır? Sahabenin faziletinden bahsettiği bilinen Kur'an ayetleri farklı şekillerde tevillere tâbi tutulur; sahabeyi, tabiini, tebe-i tabiini öven hadisler ise daha başka şekillerde (daha çok inkar yolu tutularak) kılıçtan geçirilir. Böylece nurtopu gibi zamanla gelişen, 'evrimleşen' İslam'ınız olur. Halbuki Bediüzzaman gibi daha nice ehl-i sünnet âlimi (Allah hepsinin şefaatine bizleri nail eylesin) durumun hiç de modernistlerin sandığı gibi olmadığını söylemişlerdir:
Bediüzzaman'ın Muhakemat isimli eserde altını çizdiği bu nokta çok önemlidir. Müslüman için mazi neresidir? Bu kelimenin kendi döneminde de bir geri kalmışlık çağrışımıyla kullanıldığının farkında olan Bediüzzaman, zihinlere bir ayar çeker: "Eğer önce olanın geri kalmış olduğu önkabulü/dogması üzerine kafa yürütüyorsanız, size bir uyarı geçmeliyim. Ben mazi diye şuna diyorum. Müstakbel diye buna diyorum. Şuradan şuraya kadar olanları da, geçmişte olmalarına rağmen, mazide görmüyorum." Bu tarif, yukarıda zikrettiğimiz seküler bilim anlayışına sahip kafalar için bir elektroşok etkisi yapabilir. Ama ehl-i İslam'ın zamana bakışı da elbette kendine özgü olacaktır. Onlar için Asr-ı Saadet, kronolojik olarak mazide olmasına rağmen, hep ulaşılmaya çalışılan müstakbel kalacaktır. Batı medeniyetinin felsefesi ekseninde değildir geçmişi algılayış ehl-i İslam'da. Yine İçtihad Risalesi'nde Bediüzzaman şöyle der:
Buradan anladığımız şudur ki; İslamî ilimlerin kemali Allah Resulünün nurundan uzaklaştıkça artmamakta, aksine azalmaktadır. Modern zamanların geri kalmışlık algısı, Batı medeniyetinin kendi kemali üzerinden dayattığı bir tanımlamadır. Tıpkı 'ortadoğu' tanımlaması gibi. Ortadoğu dediğimiz yer bugün bizim ortasında olduğumuz yer olmasına rağmen, biz de Batılılar gibi oraya ortadoğu demekteyiz. Yine Afrika'daki insanlara vahşi denmesi de Batı'nın orayı sömürgeleştirmeye başladığı tarihe tekabül eder. Ve bugün biz de Afrika'daki yerlilere vahşi gözüyle bakmaktayız. (O zamanlar vahşilere medeniyet götürmekle işgalini meşrulaştıran Batı, bugün de demokrasi getirme vaadiyle işgallerini meşrulaştırıyor.)
Bütün bunlar etkilenmişliğin emareleridir. Öfke duyduğumuz halde etkilenmişliğin. Bu noktada Kur'an müslümanlığı veya daha farklı ehl-i bid'a grupların suçladıkları 'gelenek'in yüzde biri kadar Batı'ya karşı koydukları yoktur. Çünkü zaten küfrün öğretileri tarafından beyinleri iğdiş edilmiştir. Tecavüzün acısını, tecavüzcünün haklılığıyla(!) bastırmaya çalışan bu zümreye karşı sünnetin pâk ve galip (dolayısıyla dış etkilerden uzak) mirasını ne kadar savunsak yeridir. Durduğu yerden emin olmayan ancak durduğu yeri sorgular. Bizler ise durduğumuz yerden emin olmakla, elhamdülillah, müminleriz. İslam'daki teslimiyet de bu değil mi zaten?
Yine Süfyaniyetin Deccaliyet gibi inkâr-ı uluhiyeti değil, inkâr-ı nübüvveti yol edineceğini söylemiş; inkârı nübüvvetin ise ('aldatıcı' oluşundaki vurgulara dikkat edersek) doğrudan bir inkâr değil, daha çok bir 'içini boşaltma' şeklinde yapılacağını ifade etmiştik. Yani Süfyaniyetin parçaları olan sapkın kişiler veya akımlar, doğrudan Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın nübüvvetini inkâr etmeyecekler. (Zaten bunu açıkça söyleseler, müminler onları rahatlıkla tanıyıp 'kafir' kaşesini alınlarına basacaktır.) Daha çok o nübüvvetin fonksiyonlarını eksiltme, nübüvvet tanımını budama ve bu sayede sünnetin önemini ümmet gözünde azaltma, onunla gelen bir kısım uygulamayı kaldırıp yerine bid'alar uydurma/uygulama yöntemini deneyeceklerini söylemiştik.
Bu fitnenin söylemdeki tezahürünün ise; sahabe, tabiin, tebe-i tabiin gibi, faziletleri hadis-i nebeviyece ve ümmetçe tasdik edilmiş nesillerin faziletlerini inkâr etme; hadis ilmi ve naklî bilgi konusundaki şüpheleri arttırma; bu ilimde emeği geçmiş ehl-i fazilet imamları ve âlimleri çeşitli demagojilerle tezyif etme; bu zamanda dahi sünnete intisabı güçlü olanları 'gelenekçi' diğerek aşağılamaya çalışma vs... şekillerinde görülebileceğini Risale-i Nur'dan alıntılarla ifade etmeye çalıştık.
Bu yazımda ise 'etkilenmişlik' dediğim şeyin farklı bir yönüne dikkatinizi çekmek istiyorum: (Etkilenmişlikle kastettiğim daha çok bir aşağılık kompleksi...) Bir kısım müslüman düşünürler, ehl-i küfür karşısındaki maddî mağlubiyetten meydana gelen üzüntüyle, sanki ahirette de onlar kazanacakmışlar gibi veyahut bu galibiyet hep onların kalacakmış gibi okudular yaşananları. Ve hâlâ da böyle okuyorlar. Bu karamsarlık ve bundan kaynaklanan öfke, kılıcını kafire çalıp 'mağlub olsa da şehit kalmak' yerine, kendi geçmişine doğrultarak 'galip gelse de imanından olmak' tehlikesini göze almış bulunuyor. (Hollywood'un ergen filmlerinde olduğu gibi 'mutsuz çocuklar' sürekli ebeveynlerini suçluyorlar. Kendi seçimlerine veya yaşamlarına asla ve asla hata tozu kondurmuyorlar.)
Böylesi modernist/ehl-i bid'a söyleme ve uygulamalara sahip düşünürlerin İslam'ın en acılı coğrafyalarından, toplumun en seküler ve daha çok hayatı siyaset üzerinden okumayı seçmiş sınıflarından çıkması tesadüf değil. Mağlubiyeti, hikmetini yine Allah'ın bildiği bir direnme/imtihan süreci olarak değil, karşı tarafın haklı/kazanılmış zaferi olarak okumayı seçenler; onlara verdikleri bu haksız 'haklılık' payesiyle kendi duruşlarını da sorgulamaya başladılar ve en nihayet bu sorgulayış itikadî daireye kadar geldi. (Bir nevi şeytana karşı şeytanın avukatı oldular.) Bediüzzaman'ın Tabiat Risalesi isimli eserinin başında dikkat çektiği endişe de bundan başka nedir ki:
"1338'de Ankara'ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. 'Eyvah,' dedim. 'Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!'"
Evet, ilişecekti. Çünkü durduğu yere imanını/güvenini yitirme, geçmişi suçlama/sorgulama bir hastalık gibi yayılıyordu. Bediüzzaman Mustafa Kemal ve avanesi egemenliğinde meclisin zihin kodlarında bunu farketmişti.
Düşüncemi daha net ifade edeyim: Bu yazılar vesilesiyle tartıştığımız Kur'an müslümanlığı aslında bizim Deccaliyet'e karşı itikadî sahada verdiğimiz mücadeledir. Fakat ne tuhaftır ki, bu sahada bize karşı savaşan müslümanlar da yaptıklarının İslam'a yardım olduğunu sanmaktadırlar. (İşte bu Süfyaniyet fitnesinin ta kendisidir.) Bu açıdan şunu da söyleyebiliriz: Süfyan, Deccal'in ona karşı savaştığını sanan, ama aslında onun için savaşan evladıdır. Filmin sonuna kadar, kötü adamın tuzağına düşüp maşalığını yaptığını farketmeyen iyi karakterimizdir. Othello'muzdur o bizim. Dışardan olanın tüm çabalarına rağmen itikadî alana giremeyişine bedel, bu kurt gövdenin içine girmiştir ve içeride onun adına savaşmaktadır.
Etkilenmişlik dediğimiz şeylerden birisi de; mesela, bu insanların, İslamî ilimleri de seküler/fennî ilimler gibi zamanla gelişen birşey olarak tarif etmeleridir. Kafaları bu noktada seküler algılarla donanmıştır. Kur'an'ın anlaşılmasının da tıpkı fizik/kimya gibi zamanla daha üst bir düzeye eriştiğini/erişeceğini; bu nedenle yeni gelen müslüman nesillerin daha eğitimli, daha zeki, daha üst düzeyde insanlardan oluşacağını/oluştuğunu; daha üstün olanların ise geçmişin içtihadları/uygulamaları ile amel etmesinin doğru olmadığı tezine sahiptirler. Biraz karıştırsanız, bütün şüphelerinin altından bu kibir çıkar. Sahabeyi, tabiini, tebe-i tabiini küçük veya en azından lütfen kendisinin eşiti gören bu zevatta, işaret edilen sapkınlığa kayış, seküler bilimin 'zamanla gelişme' biraz daha ötesinde 'evrimleşme' iddiasını sorgusuz-sualsiz kabul edilmesiyle mümkün olur. Herşey zamanla gelişiyorsa, o halde neden bu zamandakiler o zamandakilerden geride olsundurlar veya onların uygulamalarına tâbi olmak zorunda kalsındırlar?
Fakat gel gelelim; Kur'an ayetleri de, hadis-i şerifler de böyle söylememektedir. O zaman ne yapılacaktır? Sahabenin faziletinden bahsettiği bilinen Kur'an ayetleri farklı şekillerde tevillere tâbi tutulur; sahabeyi, tabiini, tebe-i tabiini öven hadisler ise daha başka şekillerde (daha çok inkar yolu tutularak) kılıçtan geçirilir. Böylece nurtopu gibi zamanla gelişen, 'evrimleşen' İslam'ınız olur. Halbuki Bediüzzaman gibi daha nice ehl-i sünnet âlimi (Allah hepsinin şefaatine bizleri nail eylesin) durumun hiç de modernistlerin sandığı gibi olmadığını söylemişlerdir:
"Evvelâ: 'Ebnâ-yı mazi'den muradım, İslâmların gayrısından onuncu asırdan evvel olan kurûn-u vusta ve ûlâdır. Amma millet-i İslâm, üç yüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beş yüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemâldir. Beşinci asırdan on ikinci asra kadar ben 'mazi' ile tabir ederim, ondan sonra 'müstakbel' derim."
Bediüzzaman'ın Muhakemat isimli eserde altını çizdiği bu nokta çok önemlidir. Müslüman için mazi neresidir? Bu kelimenin kendi döneminde de bir geri kalmışlık çağrışımıyla kullanıldığının farkında olan Bediüzzaman, zihinlere bir ayar çeker: "Eğer önce olanın geri kalmış olduğu önkabulü/dogması üzerine kafa yürütüyorsanız, size bir uyarı geçmeliyim. Ben mazi diye şuna diyorum. Müstakbel diye buna diyorum. Şuradan şuraya kadar olanları da, geçmişte olmalarına rağmen, mazide görmüyorum." Bu tarif, yukarıda zikrettiğimiz seküler bilim anlayışına sahip kafalar için bir elektroşok etkisi yapabilir. Ama ehl-i İslam'ın zamana bakışı da elbette kendine özgü olacaktır. Onlar için Asr-ı Saadet, kronolojik olarak mazide olmasına rağmen, hep ulaşılmaya çalışılan müstakbel kalacaktır. Batı medeniyetinin felsefesi ekseninde değildir geçmişi algılayış ehl-i İslam'da. Yine İçtihad Risalesi'nde Bediüzzaman şöyle der:
"Selef-i salihinin müçtehidin-i izamı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı sahabeye yakın olduklarından, safi bir nur alıp, halis bir içtihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesafede hakikat kitabına bakar ki, en vazıh bir harfini de zor ile görebilir."
Buradan anladığımız şudur ki; İslamî ilimlerin kemali Allah Resulünün nurundan uzaklaştıkça artmamakta, aksine azalmaktadır. Modern zamanların geri kalmışlık algısı, Batı medeniyetinin kendi kemali üzerinden dayattığı bir tanımlamadır. Tıpkı 'ortadoğu' tanımlaması gibi. Ortadoğu dediğimiz yer bugün bizim ortasında olduğumuz yer olmasına rağmen, biz de Batılılar gibi oraya ortadoğu demekteyiz. Yine Afrika'daki insanlara vahşi denmesi de Batı'nın orayı sömürgeleştirmeye başladığı tarihe tekabül eder. Ve bugün biz de Afrika'daki yerlilere vahşi gözüyle bakmaktayız. (O zamanlar vahşilere medeniyet götürmekle işgalini meşrulaştıran Batı, bugün de demokrasi getirme vaadiyle işgallerini meşrulaştırıyor.)
Bütün bunlar etkilenmişliğin emareleridir. Öfke duyduğumuz halde etkilenmişliğin. Bu noktada Kur'an müslümanlığı veya daha farklı ehl-i bid'a grupların suçladıkları 'gelenek'in yüzde biri kadar Batı'ya karşı koydukları yoktur. Çünkü zaten küfrün öğretileri tarafından beyinleri iğdiş edilmiştir. Tecavüzün acısını, tecavüzcünün haklılığıyla(!) bastırmaya çalışan bu zümreye karşı sünnetin pâk ve galip (dolayısıyla dış etkilerden uzak) mirasını ne kadar savunsak yeridir. Durduğu yerden emin olmayan ancak durduğu yeri sorgular. Bizler ise durduğumuz yerden emin olmakla, elhamdülillah, müminleriz. İslam'daki teslimiyet de bu değil mi zaten?
14 Temmuz 2015 Salı
Emre Dorman nereye koşuyor 7: Deccal'i konuşurken Süfyan'ı unutmak...
Bu çok önemli: Ahirzaman hadislerine baktığımızda iki fitneye karşı uyarıldığımızı görüyoruz. Bunlardan birisi Deccal fitnesi, diğeri Süfyan fitnesi. Her iki fitnenin zihin kodları açısından bazı nüansları yakalayabiliyoruz Bediüzzaman'ın 5. Şua isimli eserinin satır aralarında. Mesela Hz. İsa aleyhisselama 'mesih' dendiği gibi neden diğer iki Deccal'e de (Deccal ve İslam deccali olan Süfyan) 'mesih' dendiğini Bediüzzaman şöyle cevaplıyor:
Demek Deccal'in sorunu doğrudan Allah'la ve uluhiyet hakikatiyle olacak. Onun inkarına çalışacak. Ama Süfyan'ın derdi daha çok Peygamber'le ve nübüvvetle... Onunla uğraşacak. Onun bozmaya çalışacak. Nasıl? Doğrudan inkarına çalışarak mı? "Muhammed (hâşâ) peygamber değil!" diyerek mi? Tam öyle değil gibi. Başka bir yerde, yine bu iki fitnenin Allah ve Peygamber düşmanlığı üzerinden ayrımı adına şöyle diyor Bediüzzaman:
'Sünnet-i seniyye' vurgusuna dikkat çekmek istiyorum bu metinde. Demek, Hz. Mehdi'nin mücadele sahasında Allah'ı inkardan ziyade Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın sünnetlerini tahrip etmeye çalışanlardan oluşmuş bir bid'a komitesi olacak. (Kur'an müslümanlığına ne kadar da benziyor değil mi?) Hz. Mehdi buna karşı mücadele verecek. Yine nüans dersi aldığımız yerlerden birisini daha alıntılayayım: "İslâmların Deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı Ali'nin (r.a.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccalı Süfyandır, İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük Deccalı ayrıdır. Yoksa Büyük Deccalın cebir ve ceberut-u mutlakına karşı itaat etmeyen şehid olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz."
Başka beyanları da var ki, yeri geldikçe temas edeceğim, Bediüzzaman iki fitnenin kodları adına kimi ayrımları anlamamızı sağlıyor onlarla. Fakat burada hemen ilk elden görüp söyleyebildiğimiz şu: Fitnelerden birisi içimizde çıkacak, aldatmakla iş görecek, yani teşhis etmekte zorlanacağız. Dost sanacağız. Kanacağız. Kapılacağız. Diğeri ise, müslümanlar açısından sapkınlıkta olduğu bariz bir görünüşle ortaya çıkacak, zaten menşei de bizim içimizde olmayacak, onu rahatlıkla tanıyacağız. İkisi de girdikleri toplumun düzenini bozacaklar. Zâhiren 'kolaylaştırıcı/özgürleştirici' bir çizgi takip edecekler. Özellikle Süfyan'ın bu yöndeki vurgusu çok olacak. (Geleneğin/sünnetin zincirlerini boşvermeye ve vahyin özgürlüğüne çağıracaklar bizi belki de, kimbilir?) Ama aşıladıkları bu özgürlük şeriatın istikametli sınırlarına, sünnet hassasiyetlerine sahip olmadığından anarşistliğe sebep olacak, merhamet bağlarını kaldıracak vs... Benim burada yazamadığım noktaları siz yukarıdaki iki metni analiz ederecek çıkarabilirsiniz. Uzatmıyorum. Arife işaret yeter.
Benim daha çok dikkatinizi çekmek istediğim, ahirzaman fitnelerinin Allah Resulü aleyhissalatuvesselam tarafından iki başlık (belki de ekol) altında ifade edilmesi. Ve iki şahsın (belki de şahs-ı manevi) eşliğinde anlatılması. Bediüzzaman başka bir yerde Hz. Mehdi'ye ve ona dair rivayetlere değinirken onların da (tıpkı 20. Söz'de Kur'an kıssalarını anlatırken dikkatimizi çektiği gibi) 'umumi birer kanuna' işaret ettiğini belirtiyor. Her zamanda ümmete istikametli yönü gösterecek bir 'mehdi-misal'in bulunduğuna, bunun da Allah'ın bir lütfu olduğuna dikkat çekiyor. (Ki bu noktada, tesbitini destekleyen müceddid hadisi gibi hadisler de var.) Her devirde yaşamış ve ümmete ışık tutmuş evliya/asfiya binlerce zat-ı mübarekin (Allah bizi şefaatlerine nail eylesin) çevrelerindeki müminler adına böylesi bir fonksiyonu icra ettiğini nazara veriyor. Ahirzaman'da gelecek Hz. Mehdi'nin ise bu silsilenin en ucu olduğunu, yani meseleye böyle 'kanun' penceresinde bakılması gerektiğini vurguluyor.
Bu bahsi aklımızda tutup Deccal ve Süfyan meselesine baktığımızda, onların da böylesi bir silsilenin uçları olabileceğini ve o silsilenin daha birçok ferdi bulunabileceğini söyleyebiliriz. Mesela; Cengiz-Hulagu fitnesinin, Deccal'e ve Ye'cuc/Me'cuc'a dair pekçok rivayete masadak olduğunu yine Bediüzzaman belirtiyor. Yine Süfyaniyet kanununa bir fert teşkil ettiğini söylediği bazı isimler de var. Zaten 5. Şua isimli eserinden dolayı mahkemede yargılanmasının sebebi de işaret ettiği ölmüş-gitmiş kişi adına gösterilen rejim hassasiyeti. Her neyse... Bunlar hepinizin malumu. Uzatmıyorum.
Bugünlerde Emre Dorman ile başlayıp Mustafa İslamoğlu, Caner Taslaman, Yaşar Nuri Öztürk, Abdulaziz Bayındır, Edip Yüksel gibi isimlere de dokundurduğum eleştirel yazılarımdan dolayı hem iltifat hem tepki almaktayım. İltifatlarda bir ilginçlik yok. Zaten böylesi endişelerle kalpleri çoktan beridir meşgul olan insanların 'kendileriyle ve dertleriyle kardeş bir ses duymaktan' hissettikleri mutluluklar onlar. Allah hepsinden razı olsun.
Fakat bazı tepkiler çok ilginç. İçlerinde sevdiğim insanların sitemleri de var. Neden mi sitem ediyorlar? Çünkü hassaten bir ismi o yazılarda anmamdan rahatsızlar. Onu böyle eleştirmemin hakikat sevdasından değil Nurculuk asabiyetinden olduğunu, hatta müfteri olduğumu, büyük kul hakkına girdiğimi, ahirette de çok çekeceğimi vurguluyorlar. Böylesi tepkilere daha evvel Fethullah Gülen'i eleştirdiğim yazılarda da rastladığımdan şaşırmıyorum. Hatta daha ilerisini söyleyeyim: Yazanların samimiyetlerine de inanıyorum. Bu iş en başından beri böyle oluyor çünkü. Bediüzzaman'ın altını çizdiği iki fitne hakikatinin bir sırrını daha anlıyorum böylece. Aldatmakla işgörenin, içimizden çıkanın, dilimize ve kavramlarımıza sahip olanın, nübüvvetle uğraşanın daha tehlikeli olabileceği...
Hatta Bediüzzaman demiyor mu yine: "Rivayette var ki, 'Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.' Ve'l-ilmu indallah, bunun bir te'vili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar." Demek bir cerbezesi/demagojisi de olacak bu adamın/adamların. Süfyaniyet kanununun fertleri her devirde aldatmakla işgördükleri gibi, her zamanda da pekçok âlimi kendilerine çekecekler. Hatta öyle ki: En yakın çevrelerindeki insanlar, belki de halkın dindarlıklarına/doğruluklarına evvelden beri itibar ettikleri samimi insanlar olacak. İyiliğin hası diye kötülüğün hasını destekleyecekler.
Geçenlerde Nur talebesi bir dostum, 'Nur talebesi olduğum halde böyle bir şahsiyete nasıl sataştığımı' sorarak bir video gönderdi bana. TRT'den bir program kaydı. Mezkûr isimlerden birisi ortada oturuyor. İki yanında, Nur talebesi olarak isimleri temayüz etmiş iki kişi, ona soruyorlar/cevap alıyorlar. Hürmette de hiç kusur etmiyorlar. Yani demek istiyor ki: "Senin çapın ne be kırpıntı? Bu kadar büyük Nur talebeleri iki yanında oturuyor. Onun fikirlerine karşı çıkmıyorlar. Sen kim oluyorsun da yaşına başına, boyuna posuna bakmadan böylesi cüretkâr isnadlarda bulunuyorsun?"
Tabağı boş göndermedim tabii. Ne mi yaptım? Mukabilinde şu metni yolladım ve büyük puntolarla sordum kendisine: "Süfyan olur da serasker ve sadrazamsız olur mu?"
Fitnenin dehşetli olmasının tam karşılığı da bu zaten: Öyle bir oyun düşünün ki; kadim dostlar, emniyet duyduğunuz isimler, itimat ettiğiniz yüzler üzerinden geliyor. Ellerinden şüphe duymuyorsunuz ki, ellerinden gelene şüphe duyasınız, sınayasınız. (Fevzi Çakmak'ın namazı, Mustafa Kemal'in rakı sofrasını siperliyor mesela.) Yazılarımda, durdukları yerden dolayı bazı abilerime sert çıktığımı düşünenler! Yoksa Deccal'le uğraşmaktan Süfyan'ın nasıl arkayı dolaştığını unuttuk mu? Bakınız Hanbelî mezhebinin ileri gelenlerinden Hasan b. Ali el-Berbehâri ne söylüyor: "Gidişatı kötü, fasık, facir, günahkâr ve zalim bir kişi, eğer ehl-i sünnete mensup ise onunla arkadaş ol ve meclisinde otur. Zira onun işlediği günahlar sana zarar vermez. Buna mukabil ibadete çok düşkün, âbid bir kişi heva ve bid'at ehli ise, onunla oturup kalkma, sözünü dinleme ve yolda birlikte yürüme. Zira böyle bir kişinin, tuttuğu yola sana güzel göstermeyeceğinden ve böylece seni de kendisiyle birlikte helaka sürüklemeyeceğinden emin olamam."
"Allahu a'lem, bunun hikmeti şudur ki: Nasıl ki emr-i İlâhî ile İsâ aleyhisselâm, şeriat-ı Mûseviyede bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarap gibi bazı müştehiyâtı helâl etmiş; aynen öyle de, büyük Deccal, şeytanın iğvâsı ve hükmüyle şeriat-ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp Hıristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak anarşistliğe ve Ye'cüc ve Me'cüc'e zemin hazır eder. Ve İslâm Deccalı olan 'Süfyan' dahi, şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleriyle kaldırmaya çalışarak, hayat-ı beşeriyenin maddî ve mânevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak hürmet ve merhamet gibi nuranî zincirleri çözer, hevesat-ı müteaffine bataklığında birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdat bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdattan başka zapt altına alınamaz."
Demek Deccal'in sorunu doğrudan Allah'la ve uluhiyet hakikatiyle olacak. Onun inkarına çalışacak. Ama Süfyan'ın derdi daha çok Peygamber'le ve nübüvvetle... Onunla uğraşacak. Onun bozmaya çalışacak. Nasıl? Doğrudan inkarına çalışarak mı? "Muhammed (hâşâ) peygamber değil!" diyerek mi? Tam öyle değil gibi. Başka bir yerde, yine bu iki fitnenin Allah ve Peygamber düşmanlığı üzerinden ayrımı adına şöyle diyor Bediüzzaman:
"Hazret-i Mehdi'nin cemiyet-i nuraniyesi, süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid'akârânesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ edecek, yani âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (a.s.m.) tahribe çalışan süfyan komitesi, Hazret-i Mehdi cemiyetinin mucizekâr mânevî kılıcıyla öldürülecek ve dağıtılacak. Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîrüzeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve 'Müslüman İsevîleri' ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak, beşeri inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracak."
'Sünnet-i seniyye' vurgusuna dikkat çekmek istiyorum bu metinde. Demek, Hz. Mehdi'nin mücadele sahasında Allah'ı inkardan ziyade Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın sünnetlerini tahrip etmeye çalışanlardan oluşmuş bir bid'a komitesi olacak. (Kur'an müslümanlığına ne kadar da benziyor değil mi?) Hz. Mehdi buna karşı mücadele verecek. Yine nüans dersi aldığımız yerlerden birisini daha alıntılayayım: "İslâmların Deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı Ali'nin (r.a.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccalı Süfyandır, İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük Deccalı ayrıdır. Yoksa Büyük Deccalın cebir ve ceberut-u mutlakına karşı itaat etmeyen şehid olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz."
Başka beyanları da var ki, yeri geldikçe temas edeceğim, Bediüzzaman iki fitnenin kodları adına kimi ayrımları anlamamızı sağlıyor onlarla. Fakat burada hemen ilk elden görüp söyleyebildiğimiz şu: Fitnelerden birisi içimizde çıkacak, aldatmakla iş görecek, yani teşhis etmekte zorlanacağız. Dost sanacağız. Kanacağız. Kapılacağız. Diğeri ise, müslümanlar açısından sapkınlıkta olduğu bariz bir görünüşle ortaya çıkacak, zaten menşei de bizim içimizde olmayacak, onu rahatlıkla tanıyacağız. İkisi de girdikleri toplumun düzenini bozacaklar. Zâhiren 'kolaylaştırıcı/özgürleştirici' bir çizgi takip edecekler. Özellikle Süfyan'ın bu yöndeki vurgusu çok olacak. (Geleneğin/sünnetin zincirlerini boşvermeye ve vahyin özgürlüğüne çağıracaklar bizi belki de, kimbilir?) Ama aşıladıkları bu özgürlük şeriatın istikametli sınırlarına, sünnet hassasiyetlerine sahip olmadığından anarşistliğe sebep olacak, merhamet bağlarını kaldıracak vs... Benim burada yazamadığım noktaları siz yukarıdaki iki metni analiz ederecek çıkarabilirsiniz. Uzatmıyorum. Arife işaret yeter.
Benim daha çok dikkatinizi çekmek istediğim, ahirzaman fitnelerinin Allah Resulü aleyhissalatuvesselam tarafından iki başlık (belki de ekol) altında ifade edilmesi. Ve iki şahsın (belki de şahs-ı manevi) eşliğinde anlatılması. Bediüzzaman başka bir yerde Hz. Mehdi'ye ve ona dair rivayetlere değinirken onların da (tıpkı 20. Söz'de Kur'an kıssalarını anlatırken dikkatimizi çektiği gibi) 'umumi birer kanuna' işaret ettiğini belirtiyor. Her zamanda ümmete istikametli yönü gösterecek bir 'mehdi-misal'in bulunduğuna, bunun da Allah'ın bir lütfu olduğuna dikkat çekiyor. (Ki bu noktada, tesbitini destekleyen müceddid hadisi gibi hadisler de var.) Her devirde yaşamış ve ümmete ışık tutmuş evliya/asfiya binlerce zat-ı mübarekin (Allah bizi şefaatlerine nail eylesin) çevrelerindeki müminler adına böylesi bir fonksiyonu icra ettiğini nazara veriyor. Ahirzaman'da gelecek Hz. Mehdi'nin ise bu silsilenin en ucu olduğunu, yani meseleye böyle 'kanun' penceresinde bakılması gerektiğini vurguluyor.
Bu bahsi aklımızda tutup Deccal ve Süfyan meselesine baktığımızda, onların da böylesi bir silsilenin uçları olabileceğini ve o silsilenin daha birçok ferdi bulunabileceğini söyleyebiliriz. Mesela; Cengiz-Hulagu fitnesinin, Deccal'e ve Ye'cuc/Me'cuc'a dair pekçok rivayete masadak olduğunu yine Bediüzzaman belirtiyor. Yine Süfyaniyet kanununa bir fert teşkil ettiğini söylediği bazı isimler de var. Zaten 5. Şua isimli eserinden dolayı mahkemede yargılanmasının sebebi de işaret ettiği ölmüş-gitmiş kişi adına gösterilen rejim hassasiyeti. Her neyse... Bunlar hepinizin malumu. Uzatmıyorum.
Bugünlerde Emre Dorman ile başlayıp Mustafa İslamoğlu, Caner Taslaman, Yaşar Nuri Öztürk, Abdulaziz Bayındır, Edip Yüksel gibi isimlere de dokundurduğum eleştirel yazılarımdan dolayı hem iltifat hem tepki almaktayım. İltifatlarda bir ilginçlik yok. Zaten böylesi endişelerle kalpleri çoktan beridir meşgul olan insanların 'kendileriyle ve dertleriyle kardeş bir ses duymaktan' hissettikleri mutluluklar onlar. Allah hepsinden razı olsun.
Fakat bazı tepkiler çok ilginç. İçlerinde sevdiğim insanların sitemleri de var. Neden mi sitem ediyorlar? Çünkü hassaten bir ismi o yazılarda anmamdan rahatsızlar. Onu böyle eleştirmemin hakikat sevdasından değil Nurculuk asabiyetinden olduğunu, hatta müfteri olduğumu, büyük kul hakkına girdiğimi, ahirette de çok çekeceğimi vurguluyorlar. Böylesi tepkilere daha evvel Fethullah Gülen'i eleştirdiğim yazılarda da rastladığımdan şaşırmıyorum. Hatta daha ilerisini söyleyeyim: Yazanların samimiyetlerine de inanıyorum. Bu iş en başından beri böyle oluyor çünkü. Bediüzzaman'ın altını çizdiği iki fitne hakikatinin bir sırrını daha anlıyorum böylece. Aldatmakla işgörenin, içimizden çıkanın, dilimize ve kavramlarımıza sahip olanın, nübüvvetle uğraşanın daha tehlikeli olabileceği...
Hatta Bediüzzaman demiyor mu yine: "Rivayette var ki, 'Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.' Ve'l-ilmu indallah, bunun bir te'vili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar." Demek bir cerbezesi/demagojisi de olacak bu adamın/adamların. Süfyaniyet kanununun fertleri her devirde aldatmakla işgördükleri gibi, her zamanda da pekçok âlimi kendilerine çekecekler. Hatta öyle ki: En yakın çevrelerindeki insanlar, belki de halkın dindarlıklarına/doğruluklarına evvelden beri itibar ettikleri samimi insanlar olacak. İyiliğin hası diye kötülüğün hasını destekleyecekler.
Geçenlerde Nur talebesi bir dostum, 'Nur talebesi olduğum halde böyle bir şahsiyete nasıl sataştığımı' sorarak bir video gönderdi bana. TRT'den bir program kaydı. Mezkûr isimlerden birisi ortada oturuyor. İki yanında, Nur talebesi olarak isimleri temayüz etmiş iki kişi, ona soruyorlar/cevap alıyorlar. Hürmette de hiç kusur etmiyorlar. Yani demek istiyor ki: "Senin çapın ne be kırpıntı? Bu kadar büyük Nur talebeleri iki yanında oturuyor. Onun fikirlerine karşı çıkmıyorlar. Sen kim oluyorsun da yaşına başına, boyuna posuna bakmadan böylesi cüretkâr isnadlarda bulunuyorsun?"
Tabağı boş göndermedim tabii. Ne mi yaptım? Mukabilinde şu metni yolladım ve büyük puntolarla sordum kendisine: "Süfyan olur da serasker ve sadrazamsız olur mu?"
"Hem bazı ehl-i velâyetin istihracatıyla anlaşılıyor ki, İslâm devletinin başına geçecek olan süfyanî Deccal ise, gayet muktedir ve dahi ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadrâzam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker bulur, onları teshir eder. Onların fevkalâde ve dâhiyâne icraatlarını, riyasızlıklarından istifade ile kendi şahsına isnat ve o vasıtayla koca ordunun ve hükûmetin teceddüt ve inkılâp ve harb-i umumî inkılâbından gelen şiddet-i ihtiyacın sevkiyle işledikleri terakkiyatı şahsına isnad ettirerek şahsında pek acip ve harika bir iktidar bulunduğunu meddahlar tarafından işâa ettirir."
Fitnenin dehşetli olmasının tam karşılığı da bu zaten: Öyle bir oyun düşünün ki; kadim dostlar, emniyet duyduğunuz isimler, itimat ettiğiniz yüzler üzerinden geliyor. Ellerinden şüphe duymuyorsunuz ki, ellerinden gelene şüphe duyasınız, sınayasınız. (Fevzi Çakmak'ın namazı, Mustafa Kemal'in rakı sofrasını siperliyor mesela.) Yazılarımda, durdukları yerden dolayı bazı abilerime sert çıktığımı düşünenler! Yoksa Deccal'le uğraşmaktan Süfyan'ın nasıl arkayı dolaştığını unuttuk mu? Bakınız Hanbelî mezhebinin ileri gelenlerinden Hasan b. Ali el-Berbehâri ne söylüyor: "Gidişatı kötü, fasık, facir, günahkâr ve zalim bir kişi, eğer ehl-i sünnete mensup ise onunla arkadaş ol ve meclisinde otur. Zira onun işlediği günahlar sana zarar vermez. Buna mukabil ibadete çok düşkün, âbid bir kişi heva ve bid'at ehli ise, onunla oturup kalkma, sözünü dinleme ve yolda birlikte yürüme. Zira böyle bir kişinin, tuttuğu yola sana güzel göstermeyeceğinden ve böylece seni de kendisiyle birlikte helaka sürüklemeyeceğinden emin olamam."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...