18 Temmuz 2024 Perşembe
Bir nurcu nasıl film tavsiye eder?
Hülasalı hikâye edeyim: Birgün Rıza Hocamız yine heyecanlanmış, bize, 'fiziğin geleceğini şekillendirmekten' falan bahsediyor idi. Arada dedi ki: "Modern fizik dediğiniz 'en hızlı şeyin ışık olduğu üzerine' kurulmuştur. Işığın hızı da şu kadardır. Eğer ışıktan daha hızlı şeyler olduğunu ortaya koyarsanız fiziği yenibaştan yazarsınız." Tabii, o devirlerde pranga kırmakla ilgili hiçbir derdi yoktu zihinlerimizin, ancak verileni alıp üniversite kazanmayı düşlüyorduk. Fazlasını hayal etmiyorduk. Bu daraltılmışlıkla da itiraz ettik: "Hocam, ışıktan hızlı birşey nasıl olabilir, hiç mümkün mü yani?" O zaman Rıza Hoca hafiften celallenerek bize çıkıştı: "Ne demek ışıktan daha hızlı birşey olmaz! Efendimiz aleyhissalatuvesselam miraca çıkmış, yedi kat semayı dolaşmış, geri döndüğünde yatağı dahi soğumamış. Böyle birşey ışığın hızıyla mümkün olabilir miydi hiç? En yakın yıldızlara bile varmanız on yıllar sürerdi o hızla..."
Ben o gün, kalbi imanında sabit bir fizikçinin âleme nasıl baktığıyla, kalbindeki iman zaten 'ha düştü ha düşecek' duran bir gencin âleme nasıl baktığı arasındaki farka uyandım. Rıza Hocam, bin maşaallah, ehl-i sünnet itikadına sahip bir mü'min olarak fiziğin imkanlarını iman ettiklerine göre genişletiyordu. Aleyhissalatuvesselam Efendimizin miraca çıktığı nasslarla sabit olduğuna göre artık olmuşluğunu-olabilirliğini tartışmıyordu. Ya? Nasıl mümkün olduğunun sırrını anlamak gerektiğini düşünüyordu. (Hani Einstein da fiziğe olan merakını 'Tanrının nasıl yarattığını anlama mesaisi' olarak tarif ettiği aktarılır.) Böylece Rıza Hoca'nın hayalgücü iman ettiği mucizelerin dairesi kadar genişliyordu.
Hayalgücünü küçük görmeyin muhterem kardeşlerim. (Bugün, ne yazık ki, pekçok ilahiyatçının hayali hocamınki kadar geniş değildir. Hocamın mümkün gördüğü şeyleri bunlar mümkün görmezler. Daraltılmış akıllarıyla inkâra yeltenirler.) Zira 'Dimağdaki Meratip' bahsinde Bediüzzaman Hazretleri de işaret eder ki: Herşey hayalde başlar: "Dimağda merâtip var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir..."
Eğer sizin itikadınız 'gayba iman edecek' genişliğe kavuşmuşsa, gözünüze inmemişse, yani gösterilenden de ötesini seziyorsa, o halde hayaliniz de artık bu genişliğe sahiptir. Artık imkanları bilimadamlarının "Bu bu kadardır..." demesinden değil hayalinizin gidebildiği yerlerden öğrenirsiniz. Zaten kendilerinden önceki bilim anlayışının kalın duvarlarını yıkabilen dehalar da böylesi zenginleştirilmiş hayalgüçleriyle yetişebilirler. Evvelkilerin aşılmaz olduğu tabusunu kabul etmeyi bıraktıklarında akıllarına yeni imkanlar bahşedilir. Cenab-ı Hak kalplerine yepyeni ilhamlar yükler. Yeter ki kapatmasınlar. Yeter ki kendilerini mühürlemesinler. Zira kendisini mühürleyeni Allah da mühürler.
Proudhon 'Sanatın Prensibi' isimli eserinde diyor ki:
"Mühendis, bilimadamı ya da filozof, ne kadar çok gözlemlerse o kadar çok keşifte bulunur ve ne kadar çok keşifte bulunursa o kadar çok uygular ve üretir. Sanatçı da aynı biçimde, ne kadar iyi gördüyse onu o kadar yetkin bir biçimde temsil eder. Sanatçının ilhamı gözlem kapasitesiyle orantılı olacaktır. Bu nedenle denilebilir ki: Tıpkı gerçek bir yazar ya da filozofta olduğunu gibi gerçek bir sanatçıda da ilham asla zayıflamaz. İlham sabittir ve sanatçıyı yönetir. Ancak ilham tembellik ya da kendini beğenmişlik sonucunda inceleme yapmaktan vazgeçen, üretimini spekülasyonlara ve hafızasındaki eski gözlemlere dayandırmaya başlayan sanatçıyı terkeder. Bilgi birikimi boşalan kişinin hayalgücü de kaybolur..."
Ebubekir Sifil Hoca, bir dersinde, bu zamanda kelam ilmiyle ilgilenen kişilerin fizikle de ilgilenmesi gerektiğini söylemişti. Zira kimi meselelerde kelamullahın genişliğini kavramak ancak kevnullahın genişliğine vâkıf olmakla mümkün olabiliyor. Mürşidim de İşaratü'l-İ'caz'ının hemen başlarında yakın bir mana ile diyor ki: "Kur'ân'ın ince mânâlarının ve tefsirlerde dağınık bir surette bulunan mehasininin ve zamanın tecrübesiyle fennin keşfi sayesinde tecellî eden hakikatlerinin tesbitiyle, herbiri birkaç fende mütehassıs olmak üzere muhakkıkîn-ı ulemadan yüksek bir heyetin tetkikatıyla, tahkikatıyla bir tefsirin yapılması lâzımdır." Çünkü kimi meselelerde bazılarının hayalgüçlerinin-ilimlerinin gücü yetmeyecek, mütehassıs olan diğerlerinin yardımına kendi hayalgücüyle koşacak, onların gözlerini ilmiyle açacak... Böylece göğsümüzdeki imana layık vüsatte bir bakışaçısıyla donanmış olacağız, çoğalacağız, inşaallah.
Tam da bu noktada, ben gibi cahilin cahili bir kardeşiniz bile, yine cahilane bir cüretle, faydalı bir tavsiyede bulunmak isterim. Kendim de faydasını gördüğüm için tavsiye etmek isterim. Her filmi değil ama kalitesi yüksek bilimkurgu filmlerini takip edin. Onlardan itikad almak için değil, hâşâ, fakat imkan öğrenmek için takip edin. İtikadınızı belirleyen ehl-i sünnet ulemasının hakikattar sözleri olsun. Onların Kur'an'ı, hadisi, kevniyatı okumaları olsun. Fakat bir gözünüz de hayalgücünüzü açmaya müsait okumaları yapmayı bırakmasın. Yaratılışı anlamak yolunda yeni yeni malzemeler ile beslensin. Neden?
"Müslümanlar neden yeterince bilim üretemiyor?" sorusunun cevabı bence biraz da burada saklı çünkü. Bizim bir müslümana yakışacak genişlikte hayalgücümüz yok. Eğitim, tahsil, tedrisat aslında talebeyi bu yönde açmak içindir. Bilgi birikimi, eğer o niyetle edinirseniz, hayalgücünüzü destekler. Açılmış bir hayalgücü akılla çok sonraları ulaşabilecek menzillerin ilk adımlarını oluşturur. Bunda eksiğiz. Evet. Ne yazık. Nassların bize daha neler neler söylüyor olabileceğine dair rüyalara sahip değiliz. Öylesi bir açlığa kavuşmak için uyarılmaya ihtiyacımız var. İşte, bilimkurgu dünyası, bu hususta faydalı bir arkadaş olabilir. Tabii zararlarına kapılmamak kaydıyla. Onu araçsallaştırmayı unutmamak şartıyla...
En doğrusunu Allah bilir. Böylesi ilimleri büsbütün tahsil edemesek bile 'konuştukları imkan düzeyine (sinema kadarcık olsun) uyanık olmamız' faydalıdır. Hatta kimi konularda avamın imanını hayalgücünün genişliği kurtarabilir. (Hocamın avam düzeyindeki dinî bilgisiyle kurtardığı imanını bugün ne 'titri' sahibi ilahiyatçılar kurtaramamaktadır.) Eh, evet, bir yazının daha sonuna geldik. Verdiğim tavsiyeyle kusur işlemişsem o Rahman u Rahim'den affımı dilerim. Siz de kardeşinize nazar-ı müsamaha ile bakınız. Nihayetinde o da kendi gözünün açıldığı yerlerde kardeşlerinin gözünü de açmaya çalışıyor.
12 Ocak 2024 Cuma
Marvel neden ahirete değil de paralel evrenlere inanıyor?
Bu sıralar Marvel'ın en çok telkinine çalıştığı mesele 'paralel evrenler.' Hemen hemen her filmlerinde, hatta sözde 'evrim'den dahi daha vurgulu şekilde, bu paralel evrenler mevzuu işleniyor. Peki bunu neden yapıyorlar? Bahanelerden komik olanı, kurmacalarının, akl u mantıkla açıklanamaz şekilde çeşitlenmesi. Yani her yeni Marvel yapımında, aynı serinin filmlerinde bile, o kadar birbirine uyumsuz şeyler yaşanıyor ki, bu garipliklerin içinden çıkabilmek ancak 'sonsuz sayıda paralel evren' itikadına sahip olmakla mümkün görünüyor. Böylece şaşkınlığa düşmüş seyirciye şöyle diyebiliyorlar: "O geçen sefer yaşananlar başka bir evrende yaşanmıştı. Şimdi anlattığımız ise bambaşka birisinde. O yüzden onunla bunu tartmaya, karşılaştırmaya, barıştırmaya çalışma. Bırak, sal kendini, sal aklını, sal mantığı. Tutarsızlıkları irdelemeden, düşünmeden, kaşımadan izle. Yoksa, mazaallah, delirebilirsin."
Daha ciddi olanıysa bir parça kuantum fiziğiyle ilgili. Nasıl? Michio Kaku'nun Paralel Dünyalar eserinden alıntılar yaparak kavramaya çalışalım. O bir yerde diyor ki:
"Einstein'ın denklemleri, zamanın başlangıcındaki herhangi bir mantıklı Omega değerinin bugün neredeyse sıfır olması gerektiğini ortaya koyar. Büyük Patlama'dan bu kadar milyar yıl sonra Omega'nın halen 1'e böylesine yakın olması ancak bir mucize sonucu olabilir. Buna kozmolojide 'ince ayar problemi' deniliyor. Tanrı ya da bir tür yaratıcı, Omega'yı, bugün neredeyse 0,1 olan değerine olağanüstü yakın bir şekilde 'seçmek' zorundaydı. Bu da Omega'nın bugün 0,1 ile 10 arasında olması için Büyük Patlama'dan bir saniye sonra 1,00000000000000 olması gerektiği anlamına gelir. Bir diğer deyişle, zamanın başlangıcında Omega'nın değeri, kavranması çok zor olsa da, yüz trilyonda bir içerisinde 1 rakamına denk gelecek şekilde 'seçilmeliydi.'"
Şu 'seçilme' işi avucunuzda dursun, sıkıca tutun, şimdi 'çoklu dünyalar kuramı'nın kimileri için nasıl bir kaçış yolu oluşturduğuna bakalım:
"Zaman paradoksunu çözmenin ikinci yolu da, zaman, sakince iki nehre ya da kola çatallanarak, iki ayrı evren oluşturursa mümkündür. Bir diğer deyişle, zamanda geriye gitseydiniz ve doğmanızdan önce ebeveynlerinizi öldürseydiniz, genetik olarak ebeveynlerinizle aynı olan ve sizin hiç doğmayacak olduğunuz alternatif bir evrendeki insanları öldürmüş olurdunuz. Ancak orijinal evreninizdeki ebeveynleriniz bundan etkilenmeyecektir. Bu ikinci hipoteze 'çoklu dünyalar kuramı' adı verilir ve bu olası tüm kuantum dünyalarının varolabildiği düşüncesidir. (...) Böylece bu paradoks belki de kuantum kuramındaki en derin soruna gider: Bir kedi aynı zamanda hem ölü hem de diri nasıl olabilir? Bu soruyu yanıtlamak için fizikçiler iki hiç olmayacak çözümü gözönünde bulundurmaya zorlanmıştır: Ya hepimizi tepeden izleyen bir kozmik bilinç (tanrı) ya da sonsuz sayıda kuantum evreni vardır."
Yani, ya oluşlardan en hikmetlisini seçen birisi olmalı, yahut da ihtimallerin tamamı istisnasız vücud bulmalı. Ancak ihtimallerin tamamı varolurken de kimse kimsenin kuyruğuna basmamalı. Evet. İşte, konuyla ilgili başka bir alıntı daha geliyor, ama bu sözler Michio Kaku'ya değil Andrei Linde'ye aittir:
"Bir insan olarak benim için gözlemcilerin yokluğunda evrenin burada olduğunu iddia edebilmek anlaşılır değildir. Evren ve biz biraradayız. Evrenin herhangi bir gözlemci olmadan varolduğunu söylediğin an, ben, bundan herhangi bir mantık çıkartamam. Bilinci görmezden gelen 'tutarlı herşeyin kuramını' hayal edemem. Kayıt cihazı gözlemcinin görevini yerine getiremez. Çünkü kayıt cihazında yazılı olanları kim okuyacak? Birşeyin olduğunu görmemiz ve birbirimize söylememiz için bir evrene, bir kayıt cihazına ve bizlere gereksinim vardır. Gözlemcinin yokluğunda evrenimiz ölüdür."
Michio Kaku'nun Andrei Linde'nin bu sözlerine parantez içi katkısı da ilginçtir:
"Fiziğe bilinci katmaktan hoşlanmayan kimi insanlar kameranın bir elektronun yapacağı gözlemi yapabileceğini iddia eder. Böylelikle dalga fonksiyonları bilinçli varlıklara başvurmadan da çökebilir. Ancak o zaman kameranın varolup olmadığını kim söyleyecek? İlk kamerayı 'gözlemlemesi' ve dalga fonksiyonunu güçten düşürmesi için bir başka kamera gerekecek. O halde, ilk kamerayı gözlemlemesi için ikinci bir kameraya, ikinci kamerayı gözlemlemesi için üçüncü bir kameraya ihtiyaç vardır. Derken bu böyle sonsuza kadar gidecektir. Demek ki dalga fonksiyonlarının nasıl çöktüğüne ilişkin soru kameralarla çözülemez. (...) Wheeler, Ay'a, bir gökadaya ya da bir atoma baktığımızda özlerinin içlerinde sakladıkları bilgide olduğunu iddia eder. Ancak bu bilgi evren kendisini gözlemlediğinde açığa çıkıp varolur. Evrenin tarihini temsil eden döngüsel bir diyagram çizer. Evren başlangıcında gözlemlendiği için varolma durumuna geçmiştir. Bu, evrenin 'verisi (bit)' gözlemlendiğinde 'varlığın (it)' meydana geldiği anlamına gelir. O buna 'katılımcı evren' adını verir. Tıpkı evrene uyum sağlayışımız gibi, evrenin de bize uyum sağladığı, varlığımızın evreni mümkün kıldığı düşüncesidir."
Bir tür 'Levlake levlak...' sırrından mı bahsediyoruz? Belki de. Fakat durmayalım. Nobel ödüllü fizikçi Steven Weinberg'in şu ifadeleri de manidardır:
"İnsanlar olarak evrenle özel bir ilişkiye sahip olduğumuza, insan yaşamının ilk üç dakikaya dayanan kazalar zincirinin aşağı yukarı 'gülünç' bir çıktısı olmadığına, aksine bir şekilde ta en başında dahil edilmiş olduğumuza inanmak neredeyse karşı konulmaz birşey."
Ancak elbette 'çoklu evren kuramına' sığınarak bu karşı konulmazlıktan kaçmaya çalışanlar da vardır:
"Rees'e göre, antropik ilke, çoklu evren için en etkili savunmalardan birisidir. Tıpkı, Goldilocks bölgelerinin varlığının Dünya için Güneş Sistemi'nin dışındaki gezegenler anlamı taşıması gibi, evren için olan anlamı da paralel evrenlerdir. Rees 'Eğer koca bir yığın giysi varsa içlerinden uyan bir takım bulmaya şaşırmazsınız. Herbiri ayrı sayı dizileri tarafından yönetilen birçok evren varsa içlerinde yaşam için uygun olan özel sayı dizisine sahip bir tane de olacaktır. Biz işte ondayız...' yorumunda bulunur. Başka şekilde ifade etmek gerekirse, evrenimizin bu şekilde olmasının nedeni büyük tasarımdan değil, çoklu evrendeki birçok evrende bulunan ortalamalardan yasasından dolayıdır."
Mürşidim, 33. Söz'ünde, 30. Pencere'de diyor ki:
"Gelelim imkân bahsine. Mütekellimîn demişler ki: 'İmkân, mütesâviyü't-tarafeyndir. Yani, adem ve vücud, ikisi de müsavi olsa, bir tahsis edici, bir tercih edici, bir mucid lâzımdır. Çünkü, mümkinat birbirini icad edip teselsül edemez. Yahut o onu, o da onu icad edip devir suretinde dahi olamaz. Öyle ise bir Vâcibü'l-Vücud vardır ki bunları icad ediyor.' Devir ve teselsülü, on iki burhan, yani arşî ve süllemî gibi namlarla müsemmâ, meşhur on iki delil-i kat'î ile devri iptal etmişler ve teselsülü muhal göstermişler; silsile-i esbabı kesip Vâcibü'l-Vücudun vücudunu ispat etmişler.
Biz de deriz ki: Esbab, teselsülün berâhiniyle âlemin nihayetinde kesilmesinden ise, herşeyde Hâlık-ı Külli Şeye has sikkeyi göstermek daha kat'î, daha kolaydır. (...) Herbir şey, vücudunda, sıfâtında, müddet-i bekâsında hadsiz imkânat, yani gayet çok yollar ve cihetler içinde mütereddit iken, görüyoruz ki, o hadsiz cihetler içinde vücutça muntazam bir yolu takip ediyor. Herbir sıfatı da, mahsus bir tarzda ona veriyor. Müddet-i bekâsında bütün değiştirdiği sıfat ve haller dahi böyle bir tahsisle veriliyor. Demek bir muhassısın iradesiyle, bir müreccihin tercihiyle, bir Mucid-i Hakîmin icadıyladır ki, hadsiz yollar içinde hikmetli bir yolda onu sevk eder; muntazam sıfâtı ve ahvâli ona giydiriyor.
Sonra infiraddan çıkarıp, bir terkipli cisme cüz yapar; imkânat ziyadeleşir. Çünkü o cisimde binler tarzda bulunabilir. Halbuki, neticesiz o vaziyetler içinde, neticeli, mahsus bir vaziyet ona verilir ki, mühim neticeleri ve faideleri ve o cisimde vazifeleri gördürülüyor. Sonra, o cisim dahi diğer bir cisme cüz yaptırılıyor; imkânat daha ziyadeleşir. Çünkü binlerle tarzda bulunabilir. İşte, o binler tarz içinde birtek vaziyet veriliyor, o vaziyetle mühim vazifeler gördürülüyor, ve hâkezâ... Gittikçe daha ziyade kat'î bir Hakîm-i Müdebbirin vücub-u vücudunu gösteriyor, bir Âmir-i Alîmin emriyle sevk edildiğini bildiriyor. Cisim içinde cisim, birbiri içinde cüz olup giden bütün bu terkiplerde, nasıl bir nefer, takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında, ordusunda, mütedahil o heyetlerden herbirisine mahsus birer vazifesi, hikmetli birer nisbeti, intizamlı birer hizmeti bulunuyor..."
Anlaşılan o ki, kuantum fiziğiyle ateistçe ilgilenenler, kelam ulemasının 'imkan delili' dediği şeyin eşiğinde takılıyorlar. İhtimaller içerisinde en hikmetlisinin vücuda geldiğini söylemek, onları, 'seçici' yani 'el-Mürîd' olan Allah'ı kabule zorluyor. Dalga fonksiyonun kırılmasını başka şekilde açıklamak güç duruyor. Ancak şeytan inatlarının kulağından tutup onları dalalete sevkediyor: "Ya bütün ihtimaller birden varolduysa? Ya biz sadece birisinin içindeysek? Ya ihtimaller sayısınca paralel evrenler varsa?" Böylece seçici bir ilahın yükünden(!) kurtulmuş sayıyorlar kendilerini. Seçmeye gerek yok. Çünkü hepsi var. Peki gidip gören var mı? Yok. Deneyleyen var mı? Cık. Hangi eserine şahit olunuyor? Hiç. Fakat, ateiste vehmi kâfidir, kâfire hayali de yeter. Böylece bâtıl bir itikat sahibi oluyorlar evrene dair. Ve sinemayla yeni nesillerin de zihinlerine aşılamaya çalışıyorlar bu itikatlarını. Eh, öyle, ağaç yaşken eğilir.
Halbuki, ihtimallerin tamamının, belki sonsuz sayıdasının ayrı ayrı vücudları olduğunu varsaymaktansa, içinde yaşadığımız oluş şeklinin takdir ile yaratıldığını derketmek daha mantıklıdır. Ötekisi varsayımdan öteye gidemez. Ancak berikinin bizi davet ettiği mucizeler hergün şahit olduğumuz şeylerdir. Evrenin başından sonuna devam eden bir düzen vardır. Bu düzen rakamlara sığmayacak kazaların, zar atışların, tesadüflerin sonucu teşekkül edemez. Düzen düzensizlik üzerinde yükselemez. Düzeni vareden ancak düzenliliğin ne olduğunu bilendir. Kainatın tılsımı Ondan kaçınmakla değil Ona kaçmakla açılır. Yine Paralel Dünyalar'dan bir alıntıyla bitirelim yazıyı:
"Stephen Hawking'in eski öğrencisi, Alberta Üniversitesi'nden Don Page, 'Evet, kesinlikle ortada bir amaç olduğunu söyleyebilirim. Amaçların tümünün neler olduğunu bilmiyorum. Ancak içlerinden biri yoldaşlık etmesi için insanı yaratmasıydı. Daha büyük bir amaç, tanrının yaratımının, yine tanrıyı yüceltmesi olabilir...' demişti. Page, tanrının yapıtını, kuantum fiziğinin soyut kuralları arasında bile görür: 'Fizik yasaları bir anlamda tanrının kullanmayı seçtiği dilbilgisi ile karşılaştırılabilir gibi görünür.'"
Tamam, çok uzattık, toparlayalım: Marvel'dan izlerken dikkatli olmakta fayda var arkadaşım. Çünkü onlar sadece birer film değil. Aynı zamanda bâtılın inanmaya mecbur olduğu herzelerin telkincisi. Taşıyıcısı. Öğreticisi. Hazırlayıcısı. Hüda etkilerinde kalmaktan cümlemizi muhafaza eylesin. Âmin.
14 Haziran 2023 Çarşamba
TENET'in 'gör' dediği...
"Zaman 'Herşey bir anda olmasın' mekansa 'Hepsi bizim başımıza gelmesin' diye var."
Susan Sontag
Bunu bir ISO uzmanından dinlemiştim. (Yoksa 'ISO danışmanı' mı demeli?) Bir kültürün hassasiyetlerine hâkim olmadan orada pazarlama/reklam faaliyeti yapmanın sakıncalarına dair bir tebliğdi yanlış hatırlamıyorsam. Uzatmayayım. Hikâye odur ki: Coca Cola, Arap coğrafyasına yeni girdiği dönemlerde, bir reklam afişi hazırlatmış. Afişte soldan sağa olaylar şöyle cereyan ediyormuş:
1. Sahne: Kahramanımız çölde sürünüyor. 2. Sahne: Kola makinesine uzanmaya çalışıyor. 3. Sahne: Kolayı içiyor. 4. Sahne: Çok mutlu oluyor... Fakat, evdeki hesap çarşıya uymamış, afişin afişe edilmesinden sonra satışlar düşmüş. Eh, elmecbur, neden böyle olduğunu araştırmaya başlamışlar. Neticede öğrendikleri şu olmuş: Araplar, Amerikalıların aksine, yazıları sağdan sola doğru okunduğu için, afişleri de aynı yönde anlamayı tercih ediyorlarmış. Ve onların algısıyla değerlendirince hikâye büsbütün değişiyormuş. Nasıl? 1. Sahne: Kahramanımız çok mutlu. 2. Sahne: Kola içiyor. 3. Sahne: Kola makinesinden korkarak uzaklaşıyor. 4. Sahne: Kahramanımız çöllerde sürünmeye başlıyor.
Kıssadan çıkarılacak ilk ders: Kimse içince sürüneceği vâdedilen bir ürünü tüketmez. İkinci ders: Oryantalizm olmadan sömürgecilik de olmaz. (Cemil Meriç merhumun ifadesiyle: Oryantalizm sömürgeciliğin keşif koludur.) Karşınızdakinin algılama şeklini bilmezseniz algısını yönetemezsiniz. Üçüncü ders (ki yazımızın asıl konusunu bu oluşturuyor): Neden-sonuç ilişkileri aslında şahit olanın yaratılışı algılama şeklinden ibarettir. Soldan sağa algılayan birisi için neden-sonuç ilişkileri bir hiyerarşi oluşturur. Fakat sağdan sola algılayanlar için bambaşka bir hâdiseler zinciri vardır. Bu mekansal anlamda böyle olduğu gibi zamansal bağlamda da böyledir. Bir filmi geriye sararak izlediğinizde, eğer filmin kurgusu da buna elveriyorsa, neyin-neye neden olduğu konusunda kafanız bir hayli karışabilir.
İzleyenler hemen hatırlayacak: 2020'de TENET isminde bir film gösterimdeydi. Filmin kurgusu, hiçkimseyi ileri-geri almaya mecbur etmeyecek şekilde, yukarıda arzetmeye çalıştığım metaforu somutlaştırıyordu. Konusuna gelelim: Âdemoğlu maddeye zamanda ileri-geri yaptırmanın bir yolunu bulmuştu. Aynı süreci kendisine uyguladığında olayları da, tıpkı bir filmi geri sarıyormuş gibi, evvele doğru yaşıyordu. Tam bu noktada çok ilginç birşeye şahit oluyordunuz. Zamanı terse doğru yaşarken sonuçlar neden, nedenlerse sonuç haline geliyordu. Acaba siz ateş ettiğiniz için mi kurşun tabancadan çıkıyordu? Yoksa kurşun tabancaya döneceği için mi ateş ediyordunuz? (Filmde 'zamanda geri giden mermi' diyaloğunu izleyenler göndermeyi anlayacaklar.) Tabii bu noktada, esas oğlanımızın şaşkınlıkla ifade ettiği gibi, "Sebep sonuçtan önce gelir!" kesinliği yıkılıp gidiyordu. Yerine şu söyleniyordu: "Bu yalnızca bizim zaman görüşümüz." Eğer zamanı tersine şekilde yaşayan birileri varsa onlar hiçbirşeyi böyle algılamayacaktır. Bulutlardan yağdığı için yağmur olmaz. Yerden su yağdığı için bulut oluşur.
Japon fizikçi Michio Kaku, Einstein'dan Ötesi isimli eserinin 'Zamanda Geriye Gitmek' bölümünde, şöyle birşey anlatıyor: "Feynman, 1940'ların başlarında, hâlâ Princeton Üniversitesi'nde bir lisansüstü öğrencisiyken, antimaddenin yapısına ilişkin yeni bir yorum geliştirdi. (...) Örneğin: Bir elektronu bir elektrik alanı vasıtasıyla ittiğimiz zaman, diyelim ki sola doğru hareket ediyor olsun. Eğer elektron zaman içerisinde geriye gidiyor olsaydı, sağa doğru hareket edecekti. Bununla beraber, sağa doğru hareket eden bir elektron, bize negatif değil, pozitif yüklü bir elektron olarak görünecekti. Dolayısıyla, zamanda geriye giden bir elektronun zamanda ileriye giden antimaddeden ayırt edilmesi olanaksızdır. Başka bir deyişle, Carl Anderson'un kozmik ışın deneyleri sırasında fotoğrafını çektiği, sanki pozitif bir yüke sahipmiş gibi davranan elektron, aslında zamanda geriye gitmekteydi."
Atomaltı âleme indiğinizde herşey hareketten ibaret bir hale geliyorsa, yani birşeyin zamanda geriye-ileriye gittiği hareketin yönünden ibaret birşey oluyorsa, o zaman hareket tersine çevrildiğinde nesnenin zamandaki yolculuğu da tersine evrilir. "Bilim bilimkurgudan daha gariptir!" diyen yazarımız böyle birşey anlatıyor sanki. Ahmed kardeşinizse 'ezeliyet' üzerinden meseleye yaklaşınca başka şeyler de düşünüyor. En doğrusunu Allah bilir. Fakat tam şimdi Kader Risalesi'nden yardım almam lazım:
"Şu sırrın keşfi için şu misale bak: Senin elinde bir âyine bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mazi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farz edilse, o âyine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertiple tutar, çoğunu tutamaz. O âyine ne kadar aşağı ise o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseğe çıktıkça mukabil dairesi genişlenir. Git gide, bütün iki taraf mesafeyi birden, bir anda tutar. İşte, şu âyine, şu vaziyette, onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez. İşte, kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadisin tabiriyle, manzar-ı âlâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhakemâtımız onun haricinde olamaz ki, mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun."
Evet. Biz âdemoğulları/kızları kendi sınırlarımız içerisinde yaşıyoruz. Hayatımıza dahil olan nesneleri de sınırlarımızla yaralayarak algılıyoruz. Bizim için bir öncelik-sonralık var. Zira bizim başka türlüsünü beceremediğimiz okuma şeklimiz bu. Bununla varlığa gönderilmişiz. Kabımız küçük. Bütünü kaldıramıyor. Parçalara ayırıyor. Ancak bu okuma şekli acaba varlığın aslına ne kadar isabet ediyor? Tamam. Her tohum ektiğimizde ağaç oluyor. Tamam. Her ittiğimizde nesneler ötemize gidiyor. Tamam. Yağmur bulutlardan aşağıya akıyor. Fakat işin atomaltı boyutuna indiğinizde bütün bu süreçler yaratılışın bizzat kendisi oluyor mu? Yoksa sadece hilkati bizim algılayış şeklimiz mi böyle?
Sözgelimi: Zamanı farklı yaşayan canlılar da varsa şu âlemde, ki olabilir, onlar için bizim kurduğumuz zaruret ilişkileri ortadan kalkmıyor mu? Onlar olanları daha başka şekilde, belki daha başka zaruret ilişkileri eşliğinde, algılamıyorlar mı? Bizim için sebep olan onlar için sonuç olmuyor mu? Onlar için sonuç olan bizim için sebebe dönüşmüyor mu? Bütün bu okumalar bir şekilde ilk temsildeki göz alışkanlıklarına benzemiyor mu? (Arap ile Amerikalı âlemi göz alışkanlıkları eşliğinde kavrıyorlar. Görsellerden farklı dizilimler eşliğinde etkileniyorlar.) Materyalistin nazarında maddeyi giderek kalınlaştıran 'kendi okuma şeklini varoluşun yegane şekli sanmak' değil mi? Halbuki, aksine, mü'min gayba iman ediyor. Aşkınlığa açık duruyor. 'Allah' diye kendisindeki bütün sınırlardan münezzeh bir varlığı kabulleniyor. 'Ezel' diye bir makama inanıyor. Orası öyle bir makam ki bizim için varolan algılama sorunları/sınırları ortadan kalkıyor. Olmuş-olacak, sebep-sonuç, geçmiş-gelecek bir görünüyor. Sonrası öncesine mecbur olmuyor. Öncesi sonrasını zaruret kılmıyor. Çünkü hepsi aynı anda manzaraya sığıyorlar. Zaman-mekan manzarayı bir anda nazarına sığdıramayanlar acizler için var.
Evet, arkadaşım, Cenab-ı Hak mahlukatını 'mahluk arızalarından müberra olarak' biliyor, görüyor, yaratıyor. İş bu zemine geldiğinde sebep-sonuç ilişkileri anlamsızlaşıyor. Yaratış için bir mecburiyet oluşturamıyor. Ancak 'iktiran birlikteliği' görünüyor. Ve insan olan insan özüne itiraf ediyor: Kadere iman etmek yaratılışı bu düzeyde kavrayacak inceliğe erişmek için de lazımdır. Sebep-sonuç bağlayıcılığından kurtulmuş bir hilkat görüşü kazanmak ancak 'ezel' gibi bir makamı kavramakla mümkün olur. Bu kavrayışı elde edemeyenler maddede boğulur. Çünkü madde müptelasını 'onu algıladığı şekilde' boğar. Reşha görürsen göğe çıkarsın. Taş görürsen altında kalırsın. Ortası yoktur.
5 Ekim 2021 Salı
Kristal ışığı bitirebilir miymiş hiç?
Bizden birisi söylese itibarı olmaz. Zira müslümanın kanı acıdır. Ama Michio Kaku Einstein'dan Ötesi'nde diyor ki: "Bilim insanlarının küçük bir azınlığı, aralarında Nobel ödülü sahibi Eugene Wigner da vardır, ölçümün bir tür bilinç ima ettiği görüşünü savunmaktaydı. Onlara göre ölçümü yalnızca bilinçli bir kişi veya varlık yapabilirdi. Dolayısıyla, maddenin tümünün varlığı (kuantum mekaniği uyarınca) ölçmeye, evrenin varlığı da bilince dayalıdır. Bunun insan bilinci olması şart değildir. Evrenin başka herhangi bir yerindeki akıllı yaşam ve hatta bazılarının öne sürdüğü gibi tanrı da olabilir." Maşaallah diyelim o vakit biz de bu nasipli azınlığa. Zira, yolu uzatmak kabilinden de olsa, Allah'ın Vacibü'l-Vücudluğuna yaklaşmışlar. 'Olmazsa olmazlığını' kenarından-köşesinden kavramışlar. Kuantum fiziğinin varlık için şart koştuğu ölçen-ölçülen, gözlemci-gözlenen bağından ta buralara kadar varmışlar. Yahut Bediüzzaman gibi söyleyelim arkadaşım: "Âferin maarifin himmet-i feyyâzânesine ve fünunun himmet-i merdânesine..."
Buradan şuraya geçeceğim: Geçenlerde halasının kristali sayesinde yeğenime bir ışık gösterisi yaptık. Pencerenin önüne tutup bütün odayı renkli parıltılarla kapladık. Onları izlerken ben de şunu farkettim: Parıltılardan bazıları, tıpkı bir güneşin etrafında dönen gezegenler gibi, yörünge çiziyor. Kristalin hareketiyle başka bir parıltıyı tavaf ediyor. Elbette bunun yaşadığımız dört boyutlu âlemde bir açıklaması var. Nasıl? Şöyle: Herbir yansımanın kristalin bir bölümüyle ilgisi var. Yani oranın cilvesi. Ve o bölgelerin de birbirleriyle geometrik ilişkisi mevcut. Bu matematiksel ilişki duvardaki yansımalarda bir yörünge görünümünü netice veriyor.
Kristaldeki düzen duvara mesafeye göre genişleyen bir düzeyde yansıyor. Tamam. Ama ya uzay dediğimiz şey de böyleyse? Ya bizim "Taş gibi madde canım!" dediğimiz şeyler daha üst/çok boyutlu âlemlerden bu boyuta düşen yansımalarsa? Biz kendi gerçekliğimizde bu tecrübeyi madde olarak yaşıyoruz. Lakin eğer bir görüntü olsaydık, yani iki boyutlu olsaydık, o zaman duvardaki yansımalar da bize gerçek olacaktı. Belki bildiğimiz tek madde de o olacaktı.
Vahdetü'l-Vücud'a falan gitmeyeceğim. Hiç korkmanıza gerek yok. Varmak istediğim yer başka. Kitapta "Daha Çok Boyutlu Bir Uzaya Yolculuk" başlıklı bölümde bu soruya da cevap oluşturabilecek izahlar var: "Eğer daha fazla boyutlu bir varlıkla karşılaşsaydık, önce etrafımızda endişe verici bir şekilde dolaşan, giderek yaklaşan, etten yapılmış üç küre görebilirdik. Etten küreler bizi yakalayıp daha çok boyutlu uzaya fırlattığında üst evrenin yalnızca üç boyutlu kesitlerini görürdük. Nesnelerin ortaya çıktığını, renk değiştirdiğini, ölçülerinin büyüyüp küçüldüğünü ve sonra birdenbire ortadan kaybolduğunu görürdük. Bu nesnelerin aslında daha fazla boyutlu bir nesnenin parçası olduklarını anlayabiliyor olmamıza karşın, tümünü veya daha fazla boyutlu bir uzayda yaşamın nasıl olacağını gözümüzde canlandırma imkanı bulamazdık."
Yani az boyutlular çok boyutluların algı düzeyine çıkamıyor. En azından günümüz fiziği böyle bir sınırdan bahsediyor. Yıldızlararası/Interstellar filmini izleyenler de orada 'daha üst boyutlu canlılar' hakkında bir diyaloğu anımsayacaklar. (Galiba karadelikten geçerken böyle varlıklar konuşuyorlardı.) Hafızamda kaldığı kadarıyla nakledeyim: "Gelecek onlar için bir dağa çıkmak gibi olabilir..." diyorlardı. Veya "Geçmişe gitmek bir vadiye inmek gibi gelebilir." Yani bizim boyutumuzda imkansız görünen bu işler, zamanda ileri-geri hareketleri, onlar için basit bir mümkünlükte olabilir. Tabii yalnızca 'olabilir.' Çünkü aklımız bir miktar o taraflara doğru uzansa da vücudumuzun başka yerlerinde bu kapasite yok. Bir saniye. Düzeltme: Bize yokmuş gibi geliyor da olabilir. Zira Miraç mucizesi inananlar için bambaşka şeyler fısıldıyor.
Miracı andık. 25. Söz'ün 2. Şule'sinin 9. Nükte-i Belagat'ında arkadaşı kılınan diğer bir meseleyi de anmadan geçmeyelim. Okuyanlar hatırlamıştır belki. Fâtır sûresinde geçen, melek kardeşlerimizin 'ikişer, üçer, dörder kanatlı olması' meselesi. Mürşidim orada diyor ki: "Hem melâikeler sekene-i zemin gibi cüz'iyete münhasır değiller. Bir mekân-ı muayyen onları kaydedemiyor. Bir vakitte dört veya daha ziyade yıldızlarda bulunduğuna işaret (ikişer, üçer, dörder) kelimeleriyle tafsil verir." Eğer yanlış anlamıyorsam Bediüzzaman Hazretleri burada 'kanat' mevzuunu 'boyut'a yakın tefsir ediyor. Tıpkı bizim çok yönlü âlimleri anlatırken kullandığımız 'zülcenaheyn' ifadesinde olduğu gibi. (Ki mezkûr kavramın bir manası da 'iki kanatlı'dır.) "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla konuşursak arkadaşım: Buradan anlaşılabileceklerin bir katmanını da 'meleklerin daha aşkın boyutlarda yaşadıkları' oluşturmaktadır belki. Yani 'bize göre çok boyutlu canlılar' olduklarıdır. İstedikleri vakit az boyutlu âleme girip-çıkabilirler. Lakin bizim onların çıktıkları boyuta çıkmamız zordur. Mümtaz fertlerimiz ancak bu ihsana kavuşur.
Tefekkür tefekkürü açıyor. Kendimi tutamıyorum. "Şeytanların semadan kulak hırsızlığı yaparken cezalandırılmasını da acaba bir çeşit fizikle anlayabilir miyiz?" diye düşünüyorum. Belki de bu boyutta algılayamadığımız varlıklarıyla onlar uzayda bir tür 'kütle çekim kuvveti' oluşturuyorlar. Yakın semanın dengesini bozuyorlar. Melek kardeşler de, yine çıkamadığımız o fizik düzeyinde, bedenlerini kovalayacak meteorları atıyorlar. (Çünkü göktaşları da diğer herşey gibi müekkel meleklerinin gözetiminde.) Yani bu harp bizden aşkın boyutlarda sürse de gözlerimiz görmüyor. Görünen meteor düşmesi. Yahut yine mürşidimin ifadesiyle:
"Madem şu mübareze-i ulviyenin ilânı hikmeten lâzımdır. Elbette ona bir işaret vardır. Halbuki, hadisat-ı cevviye ve semâviye içinde, şu ilâna münasip hiçbir hadise görünmüyor. Bundan daha ensebi yoktur. Zira, yüksek kalelerin muhkem burçlarından atılan mancınıklar ve işaret fişeklerine benzeyen şu hadise-i necmiye, bu recm-i şeytana ne kadar ensep düştüğü bedâheten anlaşılır. Halbuki, şu hadisenin, bu hikmetten ve şu gayeden başka, ona münasip bir hikmeti bilinmiyor. Sair hadisat öyle değil. Hem şu hikmet zaman-ı Âdemden beri meşhurdur ve ehl-i hakikat için meşhuddur."
Arkadaşım, affına sığınıyorum, mevzuyu çok dallandırdım. Aslında ben sana başka birşeyi anlatacaktım. "Lokman sûresinin 27. ayetinde kısacık bir mealiyle buyrulan 'Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa, arkasından buna yedi deniz daha katılsa, yine de Allah'ın sözleri yazmakla tükenmezdi. Muhakkak ki Allah'ın kudreti herşeye üstündür, her işi de hikmet iledir!' sırrına buradan bakabilir miyiz?" diye soracaktım. "Ne hikmetle?" dersen açayım: Eğer anlamın 1, görüntünün 2, maddenin 3, zamanın da 4 boyutlu âlemlerde teşekkül ettiğini düşünürsek; düşünsene; biz daha 3 boyutluyla 4'ü, 2 boyutluyla 3'ü, 1 boyutluyla da 2'yi bitiremiyoruz; nasıl olup da Allah'ın boyutlar ötesi kelamını bitireceğiz?
Yani tek bir resmin (görüntü) üzerine cümle (anlam) olarak kimbilir kaç şey söylüyoruz? Bütün yazarlar, şairler, sanatçılar vs. aynı görüntü hakkında konuşuyorlar da bitiremiyorlar. Hep söylenecek yeni şeyler kalıyor. Sonra gelenler önce gelenlere ek yapıyor. Yine de bitmiyor. Bitirilemiyor. Hem bir nesnenin (madde) kaç kişi fotoğrafını (görüntü) çekiyor. Kaç göz görüyor. Kaç açıdan görüyor. Kaç yakınlıkta görüyor. Fakat yine de o nesnede görülebileceklerin sonu gelmiyor. Yine bir süreçle (zaman) tanıştığında varlık (madde) kaç oluş yaşıyor. Kaç şekil değiştiriyor. Kaç kez eski-yeni sahibi oluyor. Fakat yine de zaman ipinde asılı varlıkları/oluşları tüketemiyor. Yani ki: Daha az boyutta olan daha çok boyutta olanı kuşatamıyor. Bitiremiyor. Dilegetiremiyor. Yukarıdaki ayet-i celile ile belki bize böylesi büyük bir hakikatin ucu da kaldırılıyor, gösteriliyor, işaret ediliyor: Daha az boyutluların boyutlardan münezzeh/aşkın bir Allah'ın kelamını yazıp bitirebilmesi nasıl mümkün olabilir? Denizler nasıl yetebilir? Ağaçlar nasıl kaldırabilir? O sonsuzluğu bu sınırlılıkların taşıması mümkün müdür? Elbette değildir.
İşte yeğenime yaptığımız kristal gösterisinden içime yansıyanlar da bunlar oldu. Tek nesneden yansıyanlar bütün duvarı sardı. Bir çiçeğe bin şiir yazıldı. Bir güzellik bin şekilde göründü. Her üst boyutun nazırı alt boyuttaki tecellilerin şahitliğini yaptı. Onların fotoğrafı da şunun gözleriyle çekildi. Varlığın o katmanı da şu gözlerde resmoldu. Belki varoldu. Belki 'Başkalarının nazarıyla baksın'a da bu hikmet biçildi. Hatta belki aslında nur-u Muhammedî aleyhissalatuvesselamın çok çok çok boyutlu hakikatinden yansıyanlar bütün evreni kapsıyor. Bütün evreni oluşturuyor. Yalnız onları görmek işi de bizde. Bizim gibi nazırlarda. Herkesin görüşü boyutu çapında. Bir kısmını yalnızca melekler görüyor. Bir kısmını biz de görüyoruz. Çünkü boyutumuzda bu kadarcığı görünüyor. Ama bu kadarcığı görünmekle de bir fotoğraf elde ediliyor. Bir varlık katmanı ölçümleniyor. En nihayet: "En doğrusunu Allah bilir!" derim arkadaşım. Sen de arkadaşına bu sınırlar içinde itimat et. Allah bizi istikametten ayırmasın.
22 Eylül 2021 Çarşamba
Cennette nasıl bir fizik var?
"(...) GUT ve süpersicim kuramları dünyanın buharlaşmasından daha büyük bir felakete işaret etmektedir. Fizikçiler maddenin daima en düşük enerji durumunu (boşluk durumu olarak adlandırılır) aramaya çalıştığını öngörürler. Örneğin: Daha önce anlatıldığı gibi su daima yokuş aşağı akmaya çalışır. Bununla beraber, eğer bir nehrin üzerine baraj kurarsak, durumu değiştirmek mümkündür. Barajın arkasında biriktirilen su en düşük enerji hâli olmayan bir 'yalancı boşluk durumu' içerisindedir. Bu, suyun barajı patlatarak aşağıdaki gerçek boşluk durumuna akmak istediği, fakat başaramadığı anlamına gelir.
"(...) kuantum mekaniğinde suyun bir 'kuantum sıçraması' yapması ve barajın içinden geçmesi olasılığı mevcuttur. Belirsizlik ilkesi uyarınca suyun nerede olduğunu bilmediğimiz için onu olabileceğini en az beklediğimiz yerde (yani barajın öbür yanında) bulmamız konusunda belli bir olasılık vardır. Fizikçiler suyun engel içinden bir tünel açacağı kanaati taşımaktadırlar. Bu durum rahatsız edici bir düşünce uyandırmaktadır. (...) Ya evrenimiz olabilecek en düşük enerjili evren değilse? Ya daha düşük enerjiye sahip başka bir evren daha varsa ve birdenbire bir kuantum geçişi meydana gelirse? Bu bir âfet olurdu. Yeni boşluğun içinde fizik ve kimya yasaları tanınmayacak kadar değişebilirdi. Bildiğimiz şekliyle madde mevcut olmayabilirdi. Tamamen yeni fizik ve kimya yasaları ortaya çıkabilirdi. Sık sık 'fizik yasalarının değişmez olduğu' söylenir. Eğer evren aniden daha düşük enerji durumuna kuantum sıçraması yaparsa bildiğimiz fizik yasaları da tanınmayacak kadar değişikliğe uğrayabilir."
Bütün varlığı bir nehir olarak düşünmek... Ama bir saniye. Bu bana tanıdık geldi. Sanki mürşidim de ahiret hakkındaki bir bahiste benzer şeyler söylüyordu: "(...) Madem bu karışık mevcudat dâr-ı fâniden dâr-ı bekàya akıp gidiyor. Elbette, nasıl ki hayır, lezzet, ışık, güzellik, iman gibi şeyler Cennete akar; öyle de, şer, elem, karanlık, çirkinlik, küfür gibi zararlı maddeler Cehenneme yağar. Ve bu mütemadiyen çalkanan kâinatın selleri o iki havza girer, durur." Eh, evet, elbette İslamî meseleleri "Bugün böyle, yarın şöyle, öteki gün öyle..." diyen bilimin argümanlarına bağlamamalı. Onlara kat'iyyet atfetmemeli. Fakat sağladığı imkanı da kullanmalı değil mi arkadaşım? Ve dahi bütün evreni kapsayacak bir kıyameti kafalarını sığdıramayanlara göstermeli: Kuantum mekaniği de böylesi bir geçişi öngörebiliyor. En azından ihtimallerden bir ihtimal olarak tanıyor. Cahiller gibi "Olmaz öyle şey!" demiyor.
Bana bu mevzuda ilginç gelen ikinci şey de şu: Cennet-cehennem hayatlarıyla ilgili ayetlerde-hadislerde bugünün fiziği, kimyası, hatta biyolojisi ile anlaşılamayacak şeylerden bahsedilir. Cehennemlikler gördükleri azaba rağmen bir türlü ölmezler mesela. Cennetlikler de yine bizimkinden apayrı, aşkın, daha üst bir fizikte, kimyada, biyolojide yaşamaktadırlar. Şunu da mutlaka anımsayalım bu makamda: Cennetlikler karşılaştıkları nimetleri dünyadakilere 'benzetirler' ama 'apayrılığını' da ifade ederler. (Bediüzzaman'ın böylesi ayetleri tefsir ettiği 28. Söz'ün 1. Makam'ını vaktiyle "Cennette nasıl bir fizik var?" başlığı ile ders konusu yapmıştım. Youtube'da kaydı vardır.) Haşr-i cismanîyi, yani bedensel dirilişi, reddedenlerin kavrayamadıkları şeylerden birisinin de bu olduğunu zannediyorum arkadaşım. Yani: İçinde yaşadığımız fiziği, kimyayı, biyolojiyi mutlak görmek, değişemezliğine körükörüne inanmak, cennet-cehennem tasvirlerini 'ancak maddeyi inkâr etmekle inanılabilecek şeyler' sanmayı zorunlu kılıyor onlar için belki. Bizse, elhamdülillah, bu zorunluluğa katılmıyoruz. (28. Söz'ün 1. Makam'ı haşr-i cismanînin zaruretinin savunusunu da yapar.) Görünüşe göre fizikçiler de böylesi bir zorunluluğun olmadığını söylüyorlar: "(...) Sık sık 'fizik yasalarının değişmez olduğu' söylenir. Eğer evren aniden daha düşük enerji durumuna kuantum sıçraması yaparsa bildiğimiz fizik yasaları da tanınmayacak kadar değişikliğe uğrayabilir."
Şimdi tekrar en başa dönelim: “Özgürlüğe yönelen irade boşluğa düşer..." cümlesini Thomas Mann'a söyleten nedir? Bence kıymetli bir farkındalığıdır. Hakikaten irade sahibi olmanın bedeli bir tür boşluğa düşmektir. Evet. Zira seçilecek şeyde tereddüt vardır. Şıklar vardır. Alternatifler vardır. Yollar vardır. Yöntemler vardır. Karar vermeden hemen önceki o anda/dönemde insan bir boşlukta asılı kalır. Michio Kaku'nun yukarıdaki tasvirleriyle ele alırsak: En kararlı enerji düzeyine ulaşmadan, yani dengesini bulmadan, hemen önce bir baraj önündeki su gibi birikir insanın meyelanı. İçimizdeki geçiş/dönüşüm başlarken bir sıçrama da olur. Nihayet karar verilir. Yani karar bulunur. Burada 'karar' kelimesindeki bir zenginliğe de dikkatinizi çekmek isterim: Onun bir manası da sükûnettir. Değişmezliktir. Ölçülülüktür. Durgunluktur. Aleyhissalatuvesselamın Tirmizî'de naklolunan bir hadisinde "Semâ emvâcı karardâde olmuş bir denizdir!" buyurması bu anlam katmanına bakar. Yine Bediüzzaman'ın bu fani âlem hakkında en çok yaptığı benzetme 'kararsız' ifadesiyledir. "Sakın zannetme tebdil-i memleket delilleri bu Oniki Sûret'e münhasırdır. Belki had ve hesaba gelmez emareler, deliller var ki, şu kararsız mütegayyir memleket zevâlsiz, müstekar bir memlekete tahvil edilecektir." Âşık Yunus'a da bir rahmet duası göndermeden ayrılmayalım bahisten: "Ne zaman anarsam seni,/Kararım kalmaz Allahım./Senden gayrı gözüm yaşım,/Kimseler silmez Allahım."
Ben şimdilerde bu iki fizik arasında bir bağ olabileceğini düşünmeye başladım. Belki de zâhirdeki bu âlemin 'kararsızlığı' bâtınımızda 'iradeyle' kendisini gösteriyor. Oradaki boşluk buradaki boşlukla karşılığını buluyor. Âlemden ayrı değiliz. Aynı sırrın parçalarıyız. Mürşidim de "Tagayyür, inkılâp ve felâketlere mâruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir..." diyerek başladığı bahiste "Lâkin, insandaki bu kuvvetlere, şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar..." diyerek aynı kararsızlığa işaret eder. Yani kuvve-i gadabiyemiz (korunma güdüsü), kuvve-i şeheviyemiz (menfaat güdüsü) ve kuvve-i akliyemiz (kârı-zarardan ayırma güdüsü) fıtraten sınır sahibi değildirler. Taşkınlığa yatkındırlar. Onların bu kararsızlığı vahiyle, nübüvvetle, şeriatla, sünnetle bir baraj sahibi yapılmıştır. İfrattan-tefritten korunmuştur. İstikamet böylece tayin edilmiştir. 'Sırat-ı müstakim' de buna denilmiştir: "Sırat-ı müstakimden murad şu üç mertebedir." Allahu'l-a'lem kaydıyla şunu da ekleyelim:
Belki de fizik âlemin dönüşümü bizimle başlamaktadır arkadaşım? İnsan cennet görmüş bir varlık olarak dünyaya dönmüştür. Harcı dünyadandır. Ancak sırr-ı imtihan gereği beka âlemine ayağını basmışlığı da vardır. İki âlem arasındaki bu gitgelli hukuku belki de köprünün bizzat kendisi veya bidayeti olmasına işaret eder. Michio Kaku'nun 'kuantum sıçramasının başlayacağı tünel' olarak tarif ettiği şey belki de insanın bizzat kendisidir. İmtihanıdır. Biz şu an bâki âlemlerle fâni âlemin arasındaki eşiğiz. Dışımız-içimiz arasındaki bu etkileşim de buna işaret ediyor olabilir. Âlemin özetiyiz. Çünkü belki âlem bizden geçiyor. Bizden geçerek dönüşüyor. Biz nasıl seçersek öyle dönüşüyor. Yahut dönüşmesi bizimle başladı. Kıyamette de tam dönüşümünü yaşayacak. Evet. Belki biraz da bu yüzden herşeyden bu kadar çok etkileniyoruz. Herşeyi bu kadar çok etkiliyoruz. Bu kadar ilgiliyiz. Bu kadar bilgiliyiz. Bu kadar kabiliyetliyiz. Allah'ın katında bu yüzden bir kıymetimiz var. Bu yüzden imtihanla muhatabız. Bu yüzden sınanıyoruz. Bu yüzden şeriatla mükellefiz. O büyük resimde denk geldiğimiz böyle bir eşik olduğu için belki. İblis de bizimle bu yüzden uğraşıyor.
Arkadaşım sözlerim çok mu farazî geldi? Haklısın. Bazen hayallerim aklımın önüne geçiyor. Lakin şu sana da gizemli gelmiyor mu? 'Eûzü' çekerek okumaya başladığımız Kur'an yine 'istiaze sırrı'nı anlatan Felak-Nas sûreleri ile bitiyor. Yani bütün süreç bize bir 'sığınma' öğretiyor. Neyden sığınıyoruz peki? Çok şeyden. Biraz şeytanımızdan, biraz nefsimizden, biraz kararsız âlemin gösterdiği kötü sûretlerin yapacağı tahripten, ama en çok da 'irade sahibi olmanın yaşattığı boşluk'tan. Kendimizden. Kararsızlığımızdan. Düşebileceklerimizden. Seçebileceklerimizden. Onlar sonucu olacaklardan. Yaratılacaklardan.
Evet. Biz, ne zaman şeriat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselam ile amel etsek, ne zaman onun öğrettiği marifetullahı hatırlasak, hatta ne zaman küçücük bir sünnete ittiba etsek, bir kararsızlıktan Allah'ın bizim için seçtiği karara kaçarız. Onun bizim için seçtiği şeyin kendi seçimlerimizden hayırlı olduğuna inanırız. Âlemler Rabbi Odur çünkü. Doğru kararı en iyi o bilir. Ona tevekkül ederiz. Yani özetle demem o ki: Belki de kararsız kainatın muhatap olduğu boşluğun bir özü/özeti irade sahibi olmak üzerinden bizde tezahürdedir. İnsanda da irade sûretinde sınanmaktadır. Onun da muvaffakiyeti Allah'a kaçmaktadır. Herşey böylesi bir bütünde bütünlenmektedir. Veya... Neyse. Çok uzattım arkadaşım. Seni de sıkmaya başladım. Duayla bitirelim en iyisi: Cenab-ı Hak, bizi, Kur'an'daki ifadesiyle 'kendisine firar edenlerden' eylesin. Âmin.
18 Haziran 2021 Cuma
Bazıları mucizelere neden iman etmez?
Durumu bir misalle açıklamak istiyorum: Bizim oralarda 'körkösnü' olarak tâbir edilen bir köstebek türü vardır. İşte bu hayvan karanlıkta kendisine lazım olan görüşe hakkıyla sahiptir. Fakat ışık âleminin aşkınlaştırdığı yüzeye çıktığında sanki üzerine bir aptallık çöker. Deliğinin yanında oturan düşmanını bile farketmez olur. Bu onun eksikliği midir? Hayır. Asla. Hâşâ. Çünkü varlık anlamı daha çok toprağın altıyla ilgilidir. Sahip olduğu diğer duyularla birlikte Allah onu 'oraya gayet yetebilir' şekilde inşa etmiştir. (Maşaallah ona.) Lakin böyle bir körkösnü gündüz âleminin gözcüleriyle (mesela kartallarla) dalga geçse, görüşünün topraktaki başarısıyla övünse, hikmet bilirler bu ahmaklığına katıla katıla gülerler.
Arkadaşım, mikroskopunki de bir görüştür, amma ona yaslanarak teleskopluğu inkâr etmesi caiz olmaz. Hatta gözün gördüğü düzeyi dahi reddederse beyanlarına artık hezeyan gözüyle bakılır. Çünkü gerçekliği yalnız kendi boyutunda sanmış olur. Halbuki öyle değildir. Hiç öyle değildir. Hülasası o ki arkadaşım: Allah bu âlemi perdeler içinde yaratmıştır. Perdeyi perdeye sarmıştır. Hatta kimi Allah dostları perdelerin 70.000 kadar olduğunu söylerler. (Elbette 70.000 ifadesi çokluktan kinayedir. Asıl sayısını ancak Allah bilir.) Biz bu perdeleri 'farklı görüş seviyeleri' olarak da anlayabiliriz arkadaşım. Yani yarattıkları Rabbimizi görüş kabiliyetimize göre 70.000'den aşkın seviyede gösterirler. Bazılarında apaçık gösterirler. Bazılarında zorun zoru gösterirler. Bir sırr-ı imtihan gereği âlemin yaratılışı böyledir.
"İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsanın san'atıyla Hâlıkın san'atı arasındaki fark: İnsan kendi san'atının arkasında görünebilir; amma Hâlıkın masnuu arkasında yetmiş bin perde vardır. Fakat, Hâlıkın bütün masnuatı def'aten bir nazarda görünebilirse, siyah perdeler ortadan kalkar, nuranîler kalır."
Yine mürşidimin ifadesiyle "Âlem-i şehadet avâlimü'l-guyûb üstünde tenteneli bir perdedir." Çocukluğunda tüllerle şöyle bir oyunu sen de oynamışsındır mutlaka arkadaşım. Arkasındayken perdeye odaklanırsan yanız onu görürsün. Ötesine odaklanırsan illa ötesi görünür. Kameraların ayarları da gördüklerini (dolayısıyla körlüklerini de) şekillendirir. Kuantumcuların 'gözlemci' ile 'gözlenen' arasında varolduğunu savundukları ilişki de bu hikmetle bir parça anlaşılır olur sanki. Evet. Kaçınılmaz şekilde herkes odaklandığıyla imtihan olur. Âdeta kendi dünyasına yalnız odaklandığını davet eder. Kadrajını o seçer.
Yalnız onu görür. Onu bilir. Onda körleşir. Ona garkolur. Ardını göstermeyen perdesi olur. Arkasına geçirmeyen duvarı olur. En sevdiği şeylerin insan için 'en zorlu imtihan vesilesi' olduklarını söyleyen ayetlerin hikmetini buradan da tefekkür et. Neye en çok dikkat ediyorsan onda körleşiyorsun. En iyi gördüğün başka şeylere körlüğün. Yani görmeyi seçen körlüğü de seçer. Enesine varlık biçenin de boğulduğu onun 'sahibini yutacak kadar kalınlaşan' varlığıdır. Ve bazen de... Dur yahu. Yerinden alayım: "Ve bazan da kavî bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetini mânâ-yı ismiyle tamamen cezb eder. Helâkete sebep olur."
Belki bu yüzden Refet abinin sorusuna Bediüzzaman'ın verdiği cevap şu şekildedir: "Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re'fet'i kasden görürsün. (...) İşte birinci sûrette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir. Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. Akis mânâ-yı ismîdir."
Buradan şuraya geçeceğim arkadaşım: Misalleriyle karşılaştıkça daha açık bir şekilde farkediyorum. Sosyoloji gibi beşerî ilimlerle meşgul olanlar imanlarına karşı giderek gabileşiyorlar. "Bu herkeste böyle olur!" demiyorum. Sakın yanlış anlama. Ancak onların körleştirici yanını bilmeyenlerde şu arıza daha sık tezahür ediyor. Çünkü böyleleri körkösnü gibi kendi ilminin/biliminin görüşünü bütün gözlerin üstüne koyuyor. Toprağın altındaki başarısını 'tek geçer akçe' sayıyor. Solucanları avlamadaki muvaffakiyetine yaslanarak yılan avlayan kartalları küçümsüyor. Hatta bazen avcılıklarına da inkâr ediyor. Zira kendisinin avcılığı ile bir cinsten değil. Körkösnü için toprağı kazmayan avcı olamaz. Avlanamaz. Avcılığa dair anlattığı herşey yalandır. Masaldır. Uydurmadır. Kösnünün methi ancak kösnülüğedir.
İşte, arkadaşım, kösnü bizim hakikatimizde fendir. Kartal bizim âlemimizde hikmettir. Kur'an'ın hikmeti de bu anlamda fen için bir parça acayipliktir. Zira toprağı kazmadan avlanır. Doğrudan gaybdan haber verir. Fenciler bundan hoşlanmaz. Çünkü sistemini anlayamazlar. Anlamak da istemezler. Mikroskopları böyle teleskop bilmez. Pençeleri böyle kanatları kavramaz. Gökyüzü denilen boyuta akılları hiç çıkmamıştır. O nedenle mürşidim, belki en çok da 'insaniyeti sadece beşeriyeti içinde açıklamaya konsantre bilimler' hakkında, şöyle uyarır bizi: "Herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatı göremez."
Yine bir yerde de Aleyhissalatuvesselama karşı bu Deccalî bakışın sebep olacağı yıkıma dair diyor ki: "Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayarana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (a.s.m.) bidâyet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazarla bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini idrak edemez. Ve derece-i kıymetine vasıl olamaz. (...) Binaenaleyh, Nebiy-yi Zîşanın (a.s.m.) mebde-i hayatına ait ahvâl-i suriyesinden zayıf birşey işitildiği zaman üstünde durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı."
İslam akidesini salt sosyolojiyle, psikolojiyle vs. kalıplandırmaya çalışanlarımızın hali böyle mi ama arkadaşım? Aksine onlar kabuğa bakıyorlar. Kışırla meşgul oluyorlar. Ezelî olanı terkedip şimdiye dadanıyorlar. Çünkü müsteşrik hocalarından böyle bir kolaylık öğrendiler. Rağbet gördüler. Körkösnülüğü maharetli bildiler. Kartallığın rahmetli zahmetini unuttular. Yılanları bıraktılar. Solucan avladılar. Yataydaki neden-sonuç tekerlemeleri içine silkelemek herşeyi öyle keyifli geldi ki aşkın/kuşatıcı olanın dikeyin hikmetini boşverdiler. Yani ki kitabın süsüne daldılar. Kapağında dağıldılar. Kağıdına aldandılar. Manasını-yazarını unuttular.
Yalnız adı müslüman böylelerinin 'namazı yahudilerden aldığımızı' veya 'mehdi ile ilgili hadislerin sosyolojik ihtiyaçlardan doğduğunu' veyahut 'kıssa-i nebeviyenin yaşanmışlığından değil psikolojik etkisinden dolayı Furkan'da yeraldığını' ve hatta 'Aleyhissalatuvesselam Efendimizin diğer dinlerden öğrendikleri üzerinde çalışarak İslam'ı şekillendirdiğini' duyarsan şaşırmamalısın. Zira onlar gökte bulmak istemediklerini yerde arıyorlar. Nasreddin Hoca'nın karanlıkta kaybolanı ışıklı yerde araması gibi. Evet. Yatayda açıklayamadıkları hiçbir sebebe inanmazlar onlar. Toprakta olmayan hiçbir nedenden sonuç çıkarmazlar.
Gözleri bu kadardır. Görüşleri bu kadardır. Fazlasını istemezler. Fazlasını kavramazlar. Isıyı arttırınca suyun daha çabuk kaynadığını tabulaştırmış bir kafanın İbrahim aleyhisselamın selametli serinliğini anlamasını bekleyemezsin. Onun için bu 'olabilir' değildir ki. Belki biraz da bu yüzden şu karanlık mesleğe girenlerin ilk inkâr ettikleri 'peygamber mucizeleri' oluyor. Çünkü işittiklerini yüzey şablonlarına uyduramıyorlar. Kösnülüğe yakıştıramıyorlar. Kartalların haberini tevil ediyorlar. "Uçmamıştır da toprağın altında uçar gibi gitmiştir!" diyor mesela. "Kudüs'e, semaya, miraca değil de Mekke'nın dışına yürümüştür bir parça."
Seni bilmem arkadaşım. Fakat ben bunları gördükçe peygamber mucizelerinin bir hikmetini daha kavrıyorum. Evet. Mucizelere iman mü'minlerin 'Allah-peygamber-din' yaklaşımlarında bir eşiktir. Bir turnusoldur. Bir sıçrama tahtasıdır. Bu eşikten geçemeyenler 'yüzeye sınırlı bir Allah'a-peygambere-dine' iman edebilirler ancak. Yani yüzey elverdikçe iman edebilirler. Bu yüzden Einstein onaylayıncaya kadar, değil hadisler, Kur'an ayetleri bile şüpheli gelir onlara. Heidegger yanaklarından makas almayınca üretilen fikirler de bâtıldır. Fakat mucizelere iman ederlerin ufku, arkadaşım, başkalaşır. Fiziği aşkınlaşır. Perdeleri incelir. Elhamdülillah. Demek tavus kuşunun zerafetini kabuğunda aramayalım diye de gönderilmiştir şu mucizeler. Böylece biliriz ki: Peygamberler de beşerdir. Ama sadece beşer değildirler. Aşkındırlar. Başkadırlar. Fizikli bir fizikötesidirler. Onları sırf madde düzleminde anlamaya çalışan körkösnülerin varacağı ancak kabuktur. Postacılıktır. Bizse, ehl-i sünnetiz, postacıların peygamberliğine iman etmeyiz. Gözlerimiz Kur'an'ın semasına açıldığından beri, yüzbin elhamdülillah o semaya hidayet edene, kösnülüğe heveslenmeyiz arkadaşım.
19 Ekim 2020 Pazartesi
Kalbinin de bir kuantumu var
Kuantum fiziği ileride yanlışlanır-yanlışlanmaz, birşey diyemem, fakat bize bir bakış açısı öğretti: Madde latifleştikçe üzerindeki etkimiz artıyor. Çift yarık deneyini hatırlayalım. Gözlemcinin şahitliğiyle taneciklerin davranışı nasıl da değişiyordu. Bu durumun bir açıdan tasavvufun varlık hikmetine de ışık tuttuğunu düşünüyorum.
Evet. Maddeden manaya doğru gidildikçe varlığın yasaları da değişiyor. İçimizin düsturları dışımızla bir değil. Fıkh-ı bâtına yönelik ihtiyaçlar da buradan doğuyor. Ne demek bu? Açalım: Fıkh-ı zâhirde yerine getirilmiş bir namazın fıkh-ı bâtındaki şartları tamamlanmamış olabiliyor. Mesela: "Görsünler!" diye yapılan ibadetlerin zâhirdeki isabeti içindeki yaraları onaramıyor. İhlassız herşey isabetsiz. Kalbin pusulası rıza-i ilahîden kaydı mı, saat doğruyu gösterse de, kendisi istifade edemez. Bizim bu nedenle içimizin yasasını öğrenmeye ihtiyacımız var. Çoğu tecrübeyle ilgili bu yolda mürşidlere muhtaçlığımız var. Dergâhın kapısı tam buradan açılıyor. Yani dışımızdan içimize.
'Fıkh-ı ekber' denilen akidemiz/imanımız ancak zâhir-bâtın dengesinin korunmasıyla hakkı verilen bir kemal. Allah 'bir' dedin, elhamdülillah ve de maşaallah, iman ettin. Muştu olsun. Peki bu 'bir'in sıddıkiyetine nasıl ulaşacaksın? 1) Bir'se zâhirini o bir'den gelen vahye göre şekillendireceksin. Kur'an'a ve sünnete emredilen-nehyedilen şeylere uyacaksın. Yani dışın itibariyle ikiliklerden/şirkten boşanacaksın.
2) İçini de vahye göre boyayacaksın. Amellerin şekil itibariyle ikincilerin/şirklerin etkisinden kurtarıldığı gibi beğenisinden de kurtarılacak. Onlar sebep olamadıkları gibi sonuç da olamayacak. Tohum onlardan alınmadığı gibi meyve de onlara verilmeyecek. Ne 'başkasının dediği şekilde' ne de 'başkası için' olacak. Ne demek bu? Yani şu demek: 'Başkasının dediği şekilde' olmadı, fakat 'başkası için' oldu, zarardasın. 'Başkası için' olmadı, ama 'başkasının dediği şekilde' oldu, yine zarardasın. Tasavvufla fıkhın ilişkisi tam bu noktada kemalin vesilesidir. Tasavvuf 'başkası için' olmasını engeller. Fıkıh 'başkasının dediği şekilde' olmasını... İmam-ı Malik rahimehullaha atfedilen "Kim ki fakih olur da mutasavvıf olmazsa fasık olur. Kim ki mutasavvıf olur da fakih olmazsa zındık olur. Kim de her ikisini birleştirirse muhakkik olur..." hakikati buradan anlaşılır.
Risale-i Nur'u okurken içimin yasasına dair birçok şeye gözüm açılıyor. Mesela: İhlas Risaleleri kalbimi tartmakta çok yardımcı oluyor. Gerçi dökülüyorum. Ama olsun. Buranın padişahlığı dilenciliktedir. Dışarıda 'Var!' denildikçe varoluyorsa bazı şeyler, burada 'Yok!' denildikçe varolması ümit edilir. Kerametler bu nedenle gizlenilir. Hatta onlardan sıkılınır. Çünkü 'Var!' demektedirler. Allah dostları bu yüzden harikalarından sıkılırlar. Ya içleri 'kendilerine' atfederse? Ya cahiller o fiileri 'kendilerinden' bilirlerse? Eyvah. Bu iddia fenafillah arzulayanlar için ne korkutucudur! Fakat 'tahdis-i nimet' aynı endişeye dahil değildir. Çünkü 'tahdis-i nimet'te failin Allah olduğu teşhisi daha açıktır. Bediüzzaman bu nedenle 'kerametlerini' anmaktan şiddetle sakınırken 'ikram' dediği güzellikleri aktarmayı beğenir. Zira bu ikramların yapısı kendisine atfedilmekten aşkın şeylerdir. Çoğunlukla da yaşanan hâdiseye zatından başka birçok kişi dahildir.
"İ'lem eyyühe'l-aziz! Hayrat ve hasenâtın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösteriş iledir. Ve fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur. Nasıl ki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtrî ahvalin ölümüdür. Meselâ, tevâzua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izâle eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hâkezâ, kıyas et..." gibi bahislerin söylediği de yine bu eşikten girilince açılır arkadaşım. Niyet ettiğinde, tıpkı çift yarın deneyinde anlatıldığı gibi, içindeki harikanın şahidi olmaya niyetleniyorsun. Şahit olmaya kastettiğin anda harika ölüyor. Tanecik dalga hareketini terkediyor. Âdeta gözlemcinin dikkatine küsüyor. "Bereketim bakmamandadır!" diyor. Çünkü sen şahitliğinde hâlâ arızalısın. Hamsın. Şahit olduklarını sahiplenmeyi seversin.
Bunu hep kötü de görme. Yukarıda mürşidim menfaatine olacak dikkatleri de anlattı. Salihlerin yolundan giderek kusurlarına dikkatini çoğaltabilirsin. Onların dalga dalga çoğalan tesirlerini dikkat-i nazarınla taneciğe çevirebilirsin. Azaltabilirsin. Nitekim İslamî metinlerde bize öğütlenen itiraf/istiğfar ikilisi de ancak böyle bir dikkatle varolabilirler. Demek sivrisinekleri öldürmeden önce bataklığı iyice kurutmak gerek. İnsanın ham yanlarına dikkat-i nazarı da böylesi bir faydaya müncer oluyor. Gördükçe ölüyor bazı şeyler. Ki, hatırlarsın, yine mürşidim bir yerde diyor: "Şu hatvede tezkiyesi, tathiri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir." Yine diyor: "Şu makamda tezkiyesi, tathiri, terbiyesi, şu hâletin aksidir. Yani, nisyân-ı nefis içinde nisyan etmemek. Yani, huzuzat ve ihtirasatta unutmak; ve mevtte ve hizmette düşünmek." Ve yine diyor: "Kemâlini kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınâsını fakrda bilmektir." Ve yine ekliyor:
"Şu makamda tezkiyesi ve tathiri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani, kendini bilse, vücut verse, kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikîden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümât-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikînin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira, bütün mevcudat, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudu bulan, herşeyi bulur."
Hepsini alıntılayarak yazıyı uzatmayayım arkadaşım. Bütün bunlar bana hep aynı hakikati nasihat ediyor gibi geliyor: Dikkatimiz de bir tür dua yerine geçiyor. Şikayetçi olarak baktığımızda kemliklerimizi kontrol altında tutmayı başarabiliyoruz. Gözümüzden kaçırdığımızda işler nereye vardı içimizde kestiremez oluyoruz. Yine fazilete dair övünülecek şeyleri görmezden geldikçe azalmaları tehlikesinden korunuyoruz. Sahiplenmiyoruz. Bakmamızla tanecik hareketi yapacakları tekrar el-Hâdî'nin bahşıyla dalgalanmaya bırakıyoruz. Yani, kusurumuza dikkat ede ede "Subhanallah!" dedikçe, hüsnümüzden göz kaçıra kaçıra "Elhamdülillah!" diye hakiki sahibine verdikçe, birincinin 'azalmasını' ikincinin 'çoğalmasını' ümit edebiliyoruz. Fıkh-ı ekberin "Allahu ekber!" bereketine kavuşuyoruz. Elhamdülillah!
Evet, arkadaşım, "Şükür nimeti ziyadeleştirir!" hâdis-i şerifi de belki bu sırrı kulağımıza fısıldıyor. Nimetin sahipliğini terkedince taneciği dalgaya dönüşüyor. Çünkü taneciğin sahibi artık 'Allah' oluyor. Yani ki biz artık gölge etmeyi bırakıyoruz. Arızamızı (arızî varlığımızı) aradan çıkarıyoruz. Demek bereket en çok şu cürmümüzden sıkılıyor.
7 Ocak 2020 Salı
Milli eğitim bizi nasıl materyalist yapıyor?
Hakikate ulaşmak isteyenler için dikey yaratılmıştır. Aldanmak isteyenler içinse yüzey. Fakat, bir saniye, bu kadar yukarıdan başlamayalım. Son söyleneceği ilk söylemeyelim. Şöyle bir yerden konuşalım: Yıllar önce okumuştum. Gözlerinizden birisini yitirdiğinizde, Allah korusun, derinlik algınızı da yitirirmişsiniz. Yani derinlik algısını oluşturan şey iki gözle birden görebilmenizmiş. Küçümsemeyin kardeşlerim. Zira gözleriniz, her ne kadar birbirlerine pek yakın dursalar da, başka görüş açılarına sahipler. Arada, ne kadar miniminnacık olursa olsun, bir burnunuz var. Bu ikili bakış hoş nazarınıza bir avantaj sağlıyor. Beyin bu farklı görüntüleri birleştirdiğinde, acaba beyin midir birleştiren, size derinliği de gösterebiliyor. Eğer tek bir gözünüz olsaydı bu derinliği anlamayabilirdiniz. Bu arada: Tek gözümü kapadım ama mevzuu tecrübî anlamda bir noktaya getiremedim. Okuduğumu nakletmekle yetineceğim sadece.
Yok. Yetinmeyeceğim. Asıl mevzu başkaydı. Bu 'derinlik yitimi' meselesinin bana kazandırdığı bir bakış açısı var. Ahirzamanla ilgili, özellikle Deccal'le ilgili, rivayetlere bakarken daha zengin düşünmemi sağlıyor. Zaten mürşidimin de bu rivayetleri ele alış tarzı beni destekler gibi duruyor. O diyor ki mesela: Bu zamanın mimsiz medeniyeti maddeperesttir. Dehası tek gözlüdür. Herşeyi maddede görmeye/çözmeye çalışır. Malumunuzdur: Deccal'le ilgili rivayetlerde de onun bir gözünün kör olacağı söylenir.
Ben de, pek tabiî mürşidimin ayakizlerini takip ederek, Deccal'in tek gözlülüğünden maddeperest medeniyete, oradan da 'derinlik yitimine' doğru yürüyorum. 'Mana-i harfî' ve 'mana-i ismî' ıstılahlarının ders verildiği her yeri bu körlüğe çalınmış merhemler gibi algılıyorum/okuyorum. "Birşeye o şeyin kendisi için bakmak yüzeyde takılmaktır!" diyorum. "Ondan daha aşkın olana ulaşmak için bakarsan bu defa derinliğe ulaşmış olursun." Ki mana-i harfî de budur. Şeyleri kendilerinden aşkın okumalara tâbi tutmaktır.
Refet abinin sorduğudur: "Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan, şişeyi kasten görürsün. İçinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksat, mübarek simanıza bakmak için âyineye baktın; sevimli Re'fet'i kasten görürsün. (...) Âyine şişesi tebeî, dolayısıyla nazarın ilişir. İşte birinci surette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir; Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki, akistir. Akis mânâ-yı ismîdir."
'Bilimsellik' dediğimiz şey aslında bir yüzey bilgisinden oluşuyor. Kat'iyyen dikey bilgisini kabul etmiyor. Kilimciyi görmeden tezgâha bakanın nakışlardaki ahengi 'kilimliğin kanununa' bağlamasına benziyor. Eğer tamamında kırmızının yanına mavi konulmuşsa diyor ki bizimki: "Kırmızının yanına mavi gelmesi kilimliğin kanunundandır." Bir imtihan sırrı olarak sahiden de kırmızı bıraktığı yerlerin yanında mavi yaratılıyor çoğu zaman. O zaman daha bir emin konuşuyor: "Mavi sonuçtur. Kırmızı nedendir. Maviyi yaratan kırmızıdır!" Acaba öyle midir? Bunu görebilmemiz için derinliğe bakabilmemiz lazım. Fakat bilimsellik, şeyleri en yakındaki birlikteliklere/iktiranlara bağlamayı o kadar aşılıyor ki, derinlik nasıl sezilir, nasıl algılanır, tekrar görmekte zorlanıyoruz. Bunu şöyle bir misalle zihninize yaklaştırmak isterim:
Kainatta bir eserin varlık sahasına çıkabilmesi için elbette o eseri netice verecek eylem gerekir. Yani neden ile sonuç arasında 'fiil' vardır. Bu fiil ise üç şeyden oluşur. Yahut da şöyle demeli: Üç şeyin zarureti her fiilin yüzünde okunur. 1) İlim 2) İrade 3) Kuvvet. Hiçbirşey bu üçünün kendine özgü terkipleri olmadan vücuda gelemez. Çay yapacak olsanız mesela: A) Çay yapmayı bilmeniz gerekir. B) Çay yapmayı seçmeniz gerekir. C) Çay yapabilecek kuvvete sahip olmanız gerekir. Lakin bilim bize fiileri böyle göstermez. Ya nasıl gösterir? Bilimsellik fiilerin sadece 'kuvvetle' mümkün olduğuna inanmaktır. En azından doğaya bakarken bu seviyede kalmaktır. Sözgelimi: Yıldızların fiziğini incelediğinizde milyonlarca yıldır süren yanmaların büyük bir düzen gerektirdiğini düşünebilirsiniz. Ancak bu düşünceniz yıldızların nasıl ortaya çıktığını açıklarken işinize yaramaz. Çünkü yüzeyde 1) İlme 2) İradeye yer yoktur.
İlim ve iradenin bu 'istenmezliği' yüzeyin açıklamalarını imkansız kılmasındadır. Arıya balı verdiğiniz zaman bunu kuvvetle yapmak en mantıklısıdır. Ne de olsa arı uçmakta, çiçekten çiçeğe konmakta, sonrada gelip peteğine kusmaktadır. Bunlar onda bir yetkinlik olduğuna öyle-böyle yorulabilir. Ancak balın kimyasının kaldırmak, işte, bu pek ağır yüktür. Arıcığın zavallı kanatları başaramaz. İnsanın bugünkü tecrübesiyle bile başaramadığı bir formülü arının ilim ve irade yönleriyle yüklenmesi mümkün değildir. Bu yüzden matematikte şöyle sorularla karşılaşmak diğer türlüsünden daha olasıdır: "Bir arı üç günde şu kadar bal yapıyorsa beş günde ne kadar yapar?" Gördüğünüz gibi bu kuvvetin sorgulamasıdır.
Eğitim hayatınızı şöyle bir gözden geçirin. Biz hep neyi hesapladık? Hiçbir fizik, kimya, matematik veya biyoloji sınavında bize bir fiile gereken ilim ve irade miktarı soruldu mu? Asla. Asla böyle birşey olmadı. Biz hep kuvveti hesapladık. Gereken enerjiyi ölçtük. Zamana konsantre olduk. Hızı tutmaya gayret ettik. Fakat hiçbir ilim/irade hesabına alıştırılmadık. Bu bizi Deccal gibi körleştirdi işte. Varlık derinliğini kaybetti gözümüzde. Nedenlerin sonuçları yaratabilir olduğu da bu körlükten gelişti. Eşya derinliğini kaybetti. Çocukluktan beri maruz kaldığımız bir beyin yıkamadır bu aslında. Endoktrinasyondur. Seküler endoktrinasyondur.
Makaralar kurulur: "Ne kadar kuvvet gerekir?" Bakkala gitmek icap eder: "Ne kadar lira gerekir?" Suyu kaynatmak lazım olur: "Ne kadar ısıtmak gerekir?" Arkadaşlar, işte, bizi bu şekilde sadece kuvveti hesaplamaya/görmeye alıştırdıkları için bu kadar kolay ateist olabiliyoruz. Çünkü bize senelerce mukareneti yaratılış olarak satıyorlar. Alıştırıyorlar. Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. Bu fıtratımız oluveriyor. Ve evet, sırr-ı imtihan gereği, Cenab-ı Hak bu fiilî duaları da kabul ediyor. Suyu ısıtınca neredeyse hep kaynatıyorlar. Makaraları kurunca neredeyse hep kaldırıyorlar. Doğru miktarla gidince neredeyse hep elde ediyorlar.
Fakat, bu bile-isteye aldanış, yine de bir fiilin yoktan sahaya çıkışını ifade etmeye yetmiyor. Yani bir fiil vücuda gelmek için gene ilim-irade-kuvvet üçlüsünü istiyor. Yalnız kuvvetle olmuyor. Lakin dedim ya başta: Hakikate ulaşmak isteyenler için dikey yaratılmıştır. Aldanmak isteyenler içinse yüzey. Büsbütün yüzeyi gözden düşürebilseydik imtihanın hikmeti kalmazdı. Büsbütün yüzeyle açıklayabilseydik de hidayetin tesiri olmazdı. Bu böyle sürüp gidecek. Ne akla kapılar kapanacak ne ihtiyar elden alınacak. Talebe talep ettiğine erişecek. Talep ettiği talebeye verilecek. Cenab-ı Hak bizi hidayetine talip etsin. Âmin.
21 Ekim 2019 Pazartesi
Zekeriya aleyhisselam susunca biz ne işittik?
Arkadaşım, hayret edersin, sanki her nerede bir kanun var yanıbaşında kardeşceğizi bir istisnası da vardır. Hatta o istisna öyle yerinde/gerekli bir istisnadır ki âkil olan şaşkınlıktan damağını şaklatır. En doğrusunu Allah bilir elbette. O varlığın bütününü gören 'ezel' makamının sahibidir. O makamda olmuş-olacak ayrımı yoktur. Hepsi bir 'Ol!' emrinin içindedir. Zamandan aşkındır. Biz, yani zamana mahkûm olanlar, kendi parçamızın rızkını kovalıyoruz. Mukayyet oluşumuz nedeniyle herşeyi sınırlarımıza buluyoruz. Bulandırıyoruz. Bunalıyoruz. Manzara, değil varolurken, yalnız gözlerimizde karışıyor. Karıştırıyoruz. Çünkü sığmıyor. Çünkü saramıyoruz.
Yarımlıklara 'şer' diyoruz. Tamamlananlara 'hayır' namını takıyoruz. Tamamına varıncaya kadar her 'hayır' gözümüzde 'şer' kalıyor. Bizi bu yanılgıdan ancak vahy-i ilahî kurtarıyor. Göremediğimiz bütünlüğün haberlerini veriyor. Çözemediğimiz yarımlıkları çözmeyi öğretiyor. Hikmetini bilince 'yaşananın şahitliğimizden ibaret olmadığını' sezinliyoruz. Böylece 'âlem-i şahadette' yani 'şahit olunanlar âleminde' yani 'parçalar âleminde' yaşayan bizler, bir lütf-i ilahî ile, parçalanmıyoruz. Parçalanan varsa 'ezel'in sahibinden gelen haberlere kulak tıkayanlardır.
Zekeriya aleyhisselamın sessizliğini düşün mesela. Kalbinin kulaklarında çın çın çınlasın. Hani Âl-i İmran sûresinin 40. ayetinde kısa bir mealiyle buyruluyor: "Zekeriyya: 'Rabbim!' dedi, 'bana ihtiyarlık gelip çattığına, üstelik karım da kısır olduğuna göre, benim nasıl oğlum olabilir?' Allah şöyle buyurdu: 'İşte böyledir; Allah dilediğini yapar.'" Ve 41. ayette şöylece ekleniyor:
"Zekeriyya: 'Rabbim! (Oğlum olacağına dair) bana bir alâmet göster' dedi. Allah buyurdu ki: 'Senin için alâmet; insanlara, üç gün, işaretten başka söz söylememendir. Ayrıca Rabbini çok an, sabah akşam tesbih et.'" Bazı müfessirler bu 'konuşamama'nın Zekeriya aleyhisselamın 'hiçbir fiziksel eksiği olmadığı halde bunu başaramaması' olduğunu söylüyorlar. Allahu'l-a'lem. Bana da bu mana sıcak görünüyor. Çünkü biliyorum. Mürşidim söylemişti. Bir kanunun kırılabileceğinin delili kırılan başka kanunlardır. Ne zaman bir 'sıradışılık'la tanışsak o bize bir/birçok 'istisnayı' tanıtır. Kardeşlerinden haber verir. Mucizelerin bir hikmeti de budur.
Hani, yine mürşidim, 'İsa aleyhisselamın babasız dünyaya gelmesi' konusunda şüphesi olanlara der: "Nusûs-u kat'iye ile Hazret-i İsâ aleyhisselâm pedersiz olduğu kat'iyyeti varken, tenâsüldeki bir kanunun muhâlefetini gayr-ı mümkün telâkki etmekle, vâhî te'vilât ile bu metin ve esaslı hakikati değiştirmeye teşebbüs edenlerin sözüne ehemmiyet verilmez ve ehemmiyete değmez. Çünkü, hiçbir kanun yoktur ki, şüzuzları ve nâdirleri bulunmasın ve hâricine çıkmış fertleri bulunmasın. Ve hiçbir kaide-i külliye yoktur ki hârika fertler ile tahsis edilmesin."
Bunun kainatta da birçok örneği vardır. Hatta, değil derinlikli okumalarla, ortaokul-lise seviyesindeki biyoloji bilgisiyle bir insan 'eşeysiz üreme' diye birşeyin varlığını bilir. Bitkilerde/hayvanlarda varolan nümunelerini tanır. Hatta bazen 'eşeyli' bazen 'eşeysiz' çoğalabilen canlıların varlığını yakinen biliriz. İşte bu tür misallerle Cenab-ı Hakkın verdiği ders açıktır: "Bu kanunu, bakınız, ne kadar kolay kırıyorum. Birçok örneğini görüyorsunuz. Bilimadamları bulup öğretiyorlar. O halde bu kanunu başka bir yerde daha kırabileceğimden neden şüphe ediyorsunuz? Neden İsa aleyhisselamı babasız yaratabileceğime şaşıyorsunuz?"
Bediüzzaman da sözünün devamında der: "Hem her baharda gözümüzle gördüğümüz, yüz bin envâın kısm-ı âzamı, hadsiz efradları, kanun-u tenâsül hâricinde—yaprakların yüzünde, taaffün etmiş maddelerde—o kanun hâricinde îcâd edilir. Acaba mebdeinde ve hattâ her senede bu kadar şâzlarla yırtılmış, zedelenmiş bir kanunu, bindokuzyüz senede bir ferdin şüzûzunu akla sığıştıramayan ve nusûs-u Kur'âniyeye karşı bir te'vîle yapışan bir akıl, kaç derece akılsızlık ettiğini kıyâs et."
İşte bence 'sapasağlam iken konuşamamak' da Zekeriya aleyhisselamla verilen bir derstir. Bir kanununu kırabilen Allah her kanununu kırabilir. Çünkü yalnızca bir kanunun kırılması bile 'hikmeti iktiza ettiğinde' kanunlarını iptal edebilecek bir Allah'ın varlığını öğretir. Demek, hâşâ, Allah kanunlarının esiri değildir. Mucib-i bizzat değildir. Allah'ın böyle bir Allah olduğunu anladıktan sonra sarsılmaz sandığımız yasaların ne engel olabilirliği vardır? Yoksa onların Allah'tan hariç, hâşâ, gücü mü vardır? Sırf yazılmış olmakla, cümle, yazarını kendisini değiştirmekten alıkoyabilir mi? Bu paragrafta belki yirmi kelimeyi değiştirdim. Ne engelledi? "İşte böyledir, Allah dilediğini yapar!" Sözde müessiriyetlerimiz de Allah'ı anlamaya kapı olur.
Mürşidim mezkûr metnin finalinde der: "O bedbahtların kanun-u tabiî tâbir ettiği şeyler, emr-i İlâhî ve irâde-i Rabbâniyenin küllî bir cilvesi olan âdetullah kanunlarıdır ki, Cenâb-ı Hak, o âdâtını bazı hikmet için değiştirir. Herşeyde ve her kanunda irâde ve ihtiyârının hükmettiğini gösterir. Hârikulâde bazı fertlerde hark-ı âdât eder."
Evet. Binler kere 'evet.' Kaideler ve onları bozan istisnalar sayısınca 'evet.' Her yasayı belirleyen yasa, her yasanın üstündeki yasa, her yasayı değiştirebilecek yasa, Cenab-ı Hakkın şe'n-i Rububiyetidir. Şânıdır. Esmaü'l-Hüsna'sıdır. Onun neyi/nasıl yaratacağını bizim çıkarımlarımız değil onun yaratış ahlakı belirler. İster Zekeriya aleyhisselamı sapasağlam iken susturur, ister kısır eşinden Yahya sahibi yapar, isterse de Meryem annemizi İsa aleyhisselama babasız kavuşturur. Arkadaşım, haddini bil, okumayı zor-bela başardığın küçüğün küçüğü parçalar üzerinden bütünün sahibine racon kesemezsin. Ancak vahyinde söylediğini alırsın. Çünkü o, bizim okuduğumuzdan çok, kendisinin haber verdiği gibidir. Elhamdülillah. Elbette.
3 Nisan 2019 Çarşamba
Einstein'a imanın nübüvvete imanından fazla mı?
Peki gözleyen, sadece gözlemekle/ölçmekle maddeyi nasıl etkiler? Bilmiyorum. Fizikçi değilim. Üstelik Kuantum da fiziğin sonu değil. Belki ilerde çok daha fazlasıyla karşılaşacağız. Ancak bir açıdan onu beğeniyorum: Bana maddenin sandığım kadar kesif ve sarsılmaz olmadığını gösteriyor. Yani bu teoriyle birlikte maddeye bakınca onun daha da latifleştiğini hissediyorum. Arızî olan varlığımı anlamada da fehmime yardımcı oluyor. İsm-i Kayyum karşısında vücudumun ne denli 'rüzgâr önünde yaprak' olduğunu kavrıyorum. Tabii bilim tedricen gelişen birşeydir. Hiçbir teorinin esiri olmamak gerek. Gün gelip daha güzeli, hakikate daha yakını, daha güzel manaları anlamamıza yardımcı olabilir. İnşaallah. Âmin.
Bediüzzaman 24. Söz'de gelişen teknolojinin itikada dair meseleleri anlamada nasıl bir katkı sağladığı sadedinde der: "Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek olan kaydı telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar."
Yani, evet, seküler aklın imkansızlık eşiği bilim geliştikçe ileriye taşınmaktadır. Dün İslam kaynaklarında yeralan mucizevî bilgilere "Olur mu öyle şey canım?" diye dudak bükenler bugün modern bilimin de 'Pekala olur'luğunu göstermesiyle ağızlarını açamaz olmuşlardır. Bu bugün böyle olduğu gibi yarın da böyle olacaktır. Seküler akıl 'mümkün olanı tanımada' ayetlerin-hadislerin arkasından gelecektir. O halde denilebilir ki: Mü'min imanıyla bilimin önündedir.
Bu sıralar Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'ni okurken de aynı kanaate varıyorum. Özellikle berekete dair mucizeleri okurken, Aleyhissalatuvesselamın mazhar olduğu şeyler, bana pek kolay anlaşılır geliyorlar. Çünkü artık elimizde Kuantum fiziği diye birşey var. Tanecik, tanecik de kalabilir, bereketle dalgaya da dönüşebilir. Çıkardığımız ses karşısındaki kulak sayısıyla ilgilenmezken, yani çokluğunu kendisine bir yük olarak görmezken, attığımız taş ancak bir kişiye ulaşır. Peki ya buna mecbur değilse? Ya bunu aşabilirse? Ya taş da ses gibi olabiliyor da bize çaktırmıyorsa?
"Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bir avuç toprakla küçük taşları aldı, küffar ordusunun yüzüne attı, 'Bu yüzler kahrolsun!' dedi. 'Bu yüzler kahrolsun!' kelimesi bir kelâm iken onların herbirinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç toprak dahi herbir kâfirin gözüne gitti. Herbiri kendi gözüyle meşgul olup, hücumda iken, birden kaçtılar."
Veya mübarek elini, duasını, ağız suyunu içine koymasıyla suların/yemeklerin bereketlenmesi. Hatta, musırrane, bu türden berekete mazhar olan bazı şeylerde 'gözlemcinin o şeyin bittiğini görmemesine' dair nasihatlerde bulunması. Mesela: Kendisine yağ tulumundan ikramda bulunan Ümmü Malik'e (r.anha) bereket duası ettikten sonra "Onu boşaltıp sıkma!" demesi. Ve hakikaten sıktıkları zaman bereketin kesilmesi. Veyahut Gazve-i Tebük'te Ebu Hureyre'nin (r.a.) heybesindeki hurmalara bereket duası etmesi ve demesi: "Getirdiğin şeyi al götür. Onu tut. Muhafaza et. Boşaltma!" Ve böyle yapan Ebu Hureyre'nin (r.a.) Hz. Osman'ın şehadetinde yağma edilene kadar ondan bağışta bulunabilmesi. Veyahut da, Cabiru'l-Ensarî'nin (r.a.) şahitliğiyle, yarım yük arpa verdiği birisinin 'hayret edip ölçene kadar' onun bereketinden faydalanması. Olayı anlatınca Aleyhissalatuvesselamın ona "Eğer kile ile tecrübe etmeseydiniz hayatınızca size yeterdi!" demesi.
Bu tarz şeyler eski zaman kâfirlerine anlaşılmaz gelse belki kafalarının basmamasına atfedilerek mazur görülebilirlerdi. Fakat ahirzaman mülhidlerini, hele hele, müslüman olduğunu söylediği halde böyle mucizelere inanmazlık edenleri anlamak hiç mümkün olmuyor. Kuantum fiziği diye birşey var nihayetinde. Üzerine düşünülen bir vakıa olarak bilime girmiş. Bir sürü makale yazılmış. Deney yapılmış. Öylece duruyor. Elin gavuru söyleyince inanması tatlı oluyor da Aleyhissalatuvesselam yapıverince neden zor oluyor? Yoksa, ey nâdân, senin inandığın tanrının gücü bilim elverdikçe mi genişliyor? Yaratmak için bilimden mi icazet alıyor? Nasıl anlamak gerek bunu? Einstein'a imanın nübüvvete imanından fazla mı? Onlar söyleyince mi inanacaksın kendi dinine?
18 Nisan 2018 Çarşamba
Bazı yaralar hep kanasınlar diye verilmiştir
Evet. Öyle. Onunla meşgul olurken hiçbir kelimeyi arkamda bırakamadığımı görüyorum. Çünkü bitiremiyorum. "Artık kullanılmaz!" sandığım terkipler tekrar karşıma çıkıyor bazen. Yeniden (tıpkı ilk kez karşılaşmışız gibi) bir tat alıyorum. Veya eskidiğini sandığım bir kelimeyle yeni bir cümle içinde buluşuyorum. Sanki birbirimizi arıyormuşuz gibi bundan memnun oluyorum. Yani edebiyat, bir açıdan, kelimelerimi bilim olmaktan kurtarıyor. Arkada bırakılmalarını engelliyor.
Bilim hayreti isimlerle öldürür. Edebiyatın hayreti isimlerle başlar. Şaşırma sözlerime. İsimler yol da açar yol da tıkar. 'Adı konulmamış şeyler' yaşamamız gönlümüzü caddeleştirir. Birçok tuhaflık geçmeye başlar kaldırımlarından. Yeni çakralar açılır. Yaşanır. Yazdırılır. Yazılır. Eğer onları teşhis edebilseydik muhtemelen böyle olmayacaktı. Çünkü ismi konulanlar bilinir.
İnsanoğlu çoğu zaman isim koymayı 'arkada bırakma'nın aracı olarak kullanır. Tıpkı basit bir raf sistemi gibi. Ürünün ne olduğu anla. Etiketini yapıştır. Doğru yeri bul. Ve koy. Sonra? Sonra tekrar ihtiyaç duyduğunda çağırırsın. Geliverir. Fakat dondurduğun kadarıyla geliverir. Veyahut da sen gidersin rafına. Bulursun. Fakat dondurduğun kadarıyla bulursun.
İşte her isim koyuş böyle değildir. Bazı isimler vardır ki onlar sadece kapıdır. Tekrar yürünmek istenen (hep yürünmek istenen) yolların ilk adımıdır. Edebiyat isimlere böyle bakar. Anıldıklarında caddeyi hatırlatırlar. Caddenin sonunu ifade etmezler. Birinci Söz'de denildiği gibi: 'Her hayrın başıdır' ve 'ona başlanır.' Bir saniye. Kalbimdeki size çok uzak kaldı. Yakınlaştıracak bir misalle anlatmaya çalışalım. Mesela: Bazı tanıdıklar vardır. Sevilmezler. Varlıkları/yoklukları birdir. Onların isimlerini anmak caddelerinin sonuna gelmektir. Yargılar kesinleşmiştir. Bilinmesi gerekenler öğrenilmiştir. Yeni birşeye merak yoktur. Tanı/teşhis konulmuştur. İşte böylesi isimlerdir yolu öldürenler. Hatta belki 'isim' bile denilmez onlara. Onlar isim görünümlü yargılardır. Yeni birşey öğretmezler. Yol tıkarlar.
Ancak bir de hep sevileceklerin isimleri vardır. Merak edilenlerin. Unutulamayanların. Sonuna gelinemeyenlerin. Hep hatırlananların. Örneğin: Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin, bir zamanlar âşık olduğu kişinin ismini duymak, insanın göğsündeki caddeyi yeniden trafiğe açar. Yol yeniden adımlanır. Daha önce basılmamış kaldırımlar düşünceye yayılır. Şimdi ne yapıyordur? Nasıldır? Neler hissetmektedir? Neleri hatırlamaktadır? İşte böylesi isimleri andığımızda dalıp gitmemiz onların 'yol açıcı' olmasındandır. Hatta bazen böylesi isimlerden sonra dostlarınız uyarır: "... dedik daldın gittin?"
Ben 'bilimin isim koyuş tarzı'yla 'dinin isim veriş tarzı' arasında da böyle bir nüans hissediyorum. Bilim daha fazla tanımak için değil 'tanı koymak' için isimlendiriyor. Onun yapmak istediği 'şeyleri rafa dizmek.' Yolu kesmek. Arkasında bırakıp yenisine geçmek. Fakat insanın içi hep böyle çalışmıyor.
Bazı başlıklar var, tıpkı Esmaü'l-Hüsna gibi, biz onların asla sonuna gelemeyiz. Çünkü gelmek istemeyiz. Enfüsî tefekkürün özü de zaten bu 'sonuna gelemeyişler'e dayanır. İnsan sonsuzluğa buralarından inanır. Bu bahçedeki çiçekler aslında sonsuzluğa doğru yapılan çağrılardır. Tekrar cennete gireriz. Tekrar düşünmeye başlarız. Tekrar dalından bir meyve koparırız. Ve meyve, sanki biz hiç koparmamışız gibi, yerine gelir. Âdemoğlu/kızı cennete dair anlatılan 'sonsuzluk kıssalarına' böylesi tefekkürler eşliğinde iman eder. Çünkü bu isimler ne kadar anılırsa anılsınlar yeni şeyler getirirler.
Kur'an ayetlerini, hadis-i şerifleri, hatta mübarek insanların hikmetli sözlerini düşünün mesela. Hangisindeki bilginin sonuna gelmeyi başardık? Hangisinden ders almayı bitirdik veya bıraktık? Kur'an-ı Kerim üzerine yazılmış binlerce kitap var fakat hiçbirisi onun sonuna gelememiş. Kur'an bir o kadarını daha dallarından meyve verse büyümesi bitmeyecek bir cennet ağacı gibi. Dipdiri. Taptaze. Dünyada bir sonsuzluk. Bir cennet. Bir de sonuna gelinmiş şeyler var. Anmasıyla yeni bir lezzete varılamayan. Bilgisi eskiyen. Yeni birşey öğrenilmeyen. Yeni bir fikir edinilmeyen. Bilim bize sürekli böyle isimler üretiyor. Yollarımızı tıkıyor. Her hayreti bir an sürüyor. Sonra geçiliyor.
İçimizde bir dalgalanma yaşıyoruz mesela. Oradan, o dalgalanmadan, Allah'a giden bir yol bulmaya niyet etmişken (yani onu sonsuzlaştıracakken) araya bilim giriyor. Bizi teşhis ediyor. Bizi öldürüyor: "Depresyondur o."
Böylesi bir isimlendirmenin arkasında yürümeyi cesaretlendirir bir yanı var mı? Bu bir tanı. Yolun sonuna geldiğini söyler birşey. Bilindi. Bitti. Fakat İslam bize, özellikle iç meselelerimize, arkasından yürünecek isimlerle bakmayı öğütlüyor. Manevî depremlerimizden de Allah'ı bulduruyor. Yüreği daralanımız Allah'ı Esmaü'l-Hüsna'sıyla çağırıyor. Sıkıntısını tefekkür ediyor. Hayatına/geçmişine bakan izdüşümlerini düşünüyor. Ve, inşaallah, daralmasından çıktığı ferahla sonsuzlaşmış bir marifete de ulaşıyor.
Mürşidim 14. Söz'de diyor ki: "İşte, gel, belâhet ve hamâkatin nihayetsiz derecelerine bak ki, yüz sahife ile tarif edilse ve hikmetleri beyan edilse ancak tamamıyla bilinecek derin ve geniş bir hakikat-i meçhuleye bir nam takar; malûm bir şey gibi, 'Bu budur' der. Meselâ, 'Güneşin bir maddesi, elektrikle çarpmasıdır.' Hem birer irade-i külliye ve birer ihtiyar-ı âmm ve birer hâkimiyet-i nev'iyenin ünvanları bulunan ve 'âdetullah' namıyla yad edilen fıtrî kanunların birisine, hususî ve kasdî bir hadise-i Rububiyeti ircâ eder. O ircâ ile, onun nisbetini irade-i ihtiyariyeden keser; sonra tutar, tesadüfe, tabiata havale eder, Ebu Cehil'den ziyade muzaaf bir echeliyet gösterir."
Hatamız şu arkadaşım: Bazı yaralar kanaması için verilmiştir. Kurutulması için değil. İsim verişimiz de bununla ilgilidir. Ahirzaman isimleri öldürmek için kullanıyor. Ad koyup arkada bırakmayı öğütlüyor. Çünkü bu düzende yalnız yeni olan makbul. Her yeninin efendiliği ise sadece bir anlık. Sonra o da ölüyor. Yerine yenisi geliyor. Sonra gelen önce gelene 'anlık sultanlık' ediyor. (Kur'an ise besmeleden itibaren isimleri 'başlamanın' eşiği yapıyor.) Bazen soruyorum kendime: Böyle bir bıçakla budanan gençlerden zikrullahı anlamasını nasıl bekleyebiliriz ki? Nihayetinde bindörtyüz yıllık isimleri/kelimeleri tekrar tekrar anmaya dayanan birşey zikrullah. Bitmeyeceğine inandıramazsınız ki. Belki edebiyat, kelimelere dair öğütlediği derinlikle, şu hastalığa bir deva olabilir. Kur'an'ın kitap olarak gelmesinde ne çok hikmet var.
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...