20 Eylül 2024 Cuma
Allah'ın da bir 'kızılelma'sı var
Kendisinin, yani Doğrul'un, mevzuyla ilgili izahlarıysa şöyle: "Hallac'ın 'nur-u Muhammedî' yahut 'hakikat-i Muhammediye' nazariyesine gelince: Kitabü't-Tavâsîn adlı eserinde buna bir kısım ayırmış ve 'sinac tasini' adını vermiştir. Onun bu eserindeki anlatışına göre: Hz. Muhammed Mustafa'nın birbirinden ayrı iki sûreti vardır. Biri, ezelî ve kadim bir nurdur ve bütün varlıkların varolmasından önce vardır. Her ilim ve irfan bu nurdan doğmuştur. Diğeri, onun peygamber ve resul olarak dünyaya gelen suretidir ki, fanidir. Ve muayyen bir yerde, muayyen bir zamanda varolmasını gerektirmiş, o da vaktinde zuhur ederek vazifesini yapmış, ilim ve amelde haiz olduğu kemali ezelî nurdan alarak belirtmiştir. Nitekim bütün peygamberlerle bütün evliya da aynı nurdan feyiz almışlardır."
Yine, aynı eserde belirtildiğine göre, Hallac-ı Mansur Hazretlerinden sonra bu kavramları en vurgulu şekilde kullanan İbn-i Arabî Hazretleri imiş. Hepsine rahmet olsun. Biz nurcularsa, malum, bu ıstılahlara Risale-i Nur'dan aşinayız. Evet. Mürşidimiz de bu kavramları sıklıkla kullanıyor. Demek ki onlarda mühim bir sır farketmiş. Zaten, hâşâ, nasslara aykırı şeyler değiller. Manalarını destekleyen hadisler de mevcuttur. Hatta, Ebubekir Sifil Hoca, 'hakikat-i Muhammediyye' kavramına annelik eden hadislerin sıhhatine dair tenkidler yapılabilirse de, manasının doğruluğuna itiraz edilmeyeceğini, zira Kur'an'da da bu çıkarımı destekleyen ayetler bulunduğunu söyler.
İşte Bediüzzaman'ın konuyla ilgili beyanlarından bir küçük iktibas: "Nasıl ki 'nur-u Muhammedî' ve 'hakikat-i Ahmediye' aleyhissalâtü vesselâm, divan-ı Nübüvvetin hem fatihası, hem hâtimesidir. Bütün enbiya onun asl-ı nurundan istifaza ve hakikat-i dininin neşrinde onun muînleri ve vekilleri hükmünde oldukları ve nur-u Ahmedî (a.s.m.) cephe-i Âdem'den, tâ zât-ı mübarekine müteselsilen tezahür edip neşr-i nur ederek, intikal ede ede tâ zuhur-u etemle kendinde cilveger olmuştur."
Fakat, bir ilave, burada fizikten çok daha ince birşeyin konuşulduğu kanaatine sahibim ben. Zaten 'nur' kavramını 'ziya' içine sıkıştırmak da doğru değildir. Tamam. Ziyanın da bir aydınlatıcılığı vardır. Karanlıkta olan şeylerin bilgisini bize taşır. Nitekim, görme hâdisesi, ışığın nesnelere dokunup bilgilerini gözlerimize taşımasıyla meydana gelir. Lakin 'nur' kavramı bundan çok daha fazlasına sahiptir. Nur, bilinmeme karanlığında olan herhangi birşeyi, bilinebilir kılan herhangi birşey de olabilir. Mesela: Ses de bir nurdur. Duyması olanlar sesle nesnelerin bilgisine erişebilirler. Tat da bir nurdur. Bu hisse sahip olanlar dilleriyle şeylerin bilgisine ulaşabilirler. Dokunma da bir nurdur. Koklama da bir nurdur. Titreşim de bir nurdur. Madem ki bize bilinmeyenin bilgisini taşıyordur, kitaplar da bir nurdur, tecrübe de bir nurdur, kalbe gelen ilhamlar dahi binbir çeşit nurlardır. Zira karanlıklarımızı aydınlığa çevirirler.
Hepsinin özünde ilim de bir nurdur zaten. Çünkü bizi ötemizden haberdar kılan, en temelde, o şeylerin ilim hasıl etmesidir. Onda olanın bize de yerleşebilmesidir. Daha yücelere çıkarsak, Nur sûresinde buyrulduğu gibi, "Allah göklerin ve yerin nurudur!" Çünkü bilinecekleri 'bilinebilir' kılan ancak Odur. Ve bilecekleri 'bilebilir' kılan da ancak Odur. Onun marifetiyle herşeyin bilgisi Esmaü'l-Hüsna boyutlarınca açılır, çoğalır, renklenir. Cümle bilmeler Onun hidayetidir. Bahşıdır. Hediyesidir. Onsuz bilmeler hakikatte bilmek sayılmazlar. Yüzeysel okumalardır onlar. Ve çoğu zaman ışığı değil karanlığı arttırırlar. İstidraçtırlar. Zira, sahibini düşünmeden sanata dalmak, bir tür boğulmayla neticelenebilir.
Nuru böyle hayal genişliğinde düşününce Aleyhissalatuvesselam Efendimizin nurunu kavramak da kolaylaşıyor. Mahiyetini bilemiyoruz. Ama sırrının herşeyin özünde varolduğunu kavrıyoruz. Atom değil, atomaltı değil, belki çok daha gerilerde. Hani Sicim Teorisi'nde işlenen şöyle bir tasavvur vardır:
Atomaltı düzeyde herşey aslında enerji iplerinin farklı şekillerde dalgalanmalarıdır. Bir şekilde dalgalanırsa onu elektron görürsünüz. Başka bir şekilde dalgalanırsa pozitron sanırsınız. Başka bir şekilde dalgalanırsa başka birşey dersiniz. Yani sırf dalgalanma şekillerindeki başkalıktan dolayı başka başka maddeler şeklinde görünürler. Başka başka fizikler oluştururlar. Size başka şeylermiş gibi gelirler.
Lakin özlerinde birdirler bu tanecikler. Sicim Teorisi böyle bir âlem hayal ediyor çok derinlerde. (Japon fizikçi Michio Kaku, Paralel Dünyalar'da, 'notalar ve tel' temsiliyle açıyor bunu. Tel aynı olsa da, parmağınızı bastığınız yerden titreşimini başkalaştırdığınız için, farklı notalar alabiliyorsunuz.) Atomaltı düzeydeki çeşitliliği bununla çözmeye çalışıyor. Biz de bu teorinin farziyatını misal olarak istimal edelim.
Ve diyelim: Belki de o dalgalanan enerji Aleyhissalatuvesselam Efendimizin nurudur. Neden onun nurudur? Çünkü o nurun hilkatiyle başlayan süreçte amaçlananı en iyi o yapmıştır. O enerjiye en layık temsili o gerçekleştirmiştir. Sırrın kemaliyle zuhuru, zuhur-u etemmi, onunladır. Ve zamanın ötesindeki takdirin zamanın içindeki görünüşü onunla olmuştur. Elhamdülillah. Cenab-ı Hak sırrını ebede kadar üzerimizde dalgalanır kılsın. Ve dalgaların hareketleri sayısınca ruh-u pâkine salat u selam olsun. Âmin.
Eh, Sicim Teorisi'ne çıkamazsak, yanımızda genetik var. Ondan da yardım alabiliriz. Evet. Bütün genetik kodlar nihayetinde neyden oluşur? Dört tane proteinin farklı dizimlerinden. Adenin, Guanin, Sitozin, Timin. Bunların da ardında nihayetinde belirli elementler vardır. Sonuçtaki görünüşler birbirinden çok başka olsa da hepsi aynı kod sisteminin kullanımından teşekkül etmiştir. Belki bu sistemin muradı da Aleyhissalatuvesselamın zuhur-u etemmine vasıta olmaktır. Lakin arada bizim gibi sonuçlar da bir hikmetle vücuda getirilmiştir. Buradan hareketle Efendimizin bize olan azim şefkatine de bir parça yaklaşabiliriz arkadaşım. Evet. Belki biz bu manevi canipten onun evlatları gibiyiz. Yani bütün varlık onun sırrının evlatları gibidir. 'Levlake Levlak Sultanı' hepimizin öncesidir. Varoluşumuzda atamızdır. Ve o da, tıpkı bir baba gibi, sırrından dünyaya gelmiş mahlukata azim şefkat göstermektedir.
Ben bunu geçenlerde bir F-35 misaliyle açmaya çalıştım. (İsterseniz buna F-35 değil Kaan veya Kızılelma da diyebilirsiniz.) Bir ülke F-35 üretmeye karar verdiği zaman, o F-35, bir süreçle birlikte varolur. 'Öncesi' olur 'sonrası' olur. İnşası için ondan evvel tesisler, pistler, makineler inşa edilir. Çünkü onların üretimi de F-35'in varlığı için gereklidir. Nihayetinde belki milyarlarca lira, binlerce insan, yıllarca emek, onlarca bina, hammadde vs. sadece bir F-35'in üretimi için sarfedilir. (O sırada aynı tesiste başka uçaklar-cihazlar-parçalar da yapılır tabii.) O meyve alındıktan sonra da fabrikanın sahibi diyebilir:
"Sen olmasaydın bu tesislerin hiçbirini kurmazdım!"
Bununla kastettiği aslında şudur: "Senin tohum hükmündeki gayeliğin/amaçlanman olmasaydı, hayal u planın dünyamızda yaşamasaydı, bu kadar emek sarfedilmezdi." La teşbih ve la temsil. Temsilde kusur olmasın. Aleyhissalatuvesselamın zuhuruyla nuru arasındaki ilişki de böyle olabilir. Onu bir çeşit hammadde olarak algılamakla birlikte 'herşeyin özüne işlemiş bir gaye' gibi anlamak da mümkündür. Zaten daire-i ilimle daire kudret birbirine yaklaştığında gaye ile hammadde de birbirine çok yaklaşır. Allah "Ol!" dediğinde oluverir. Orada ilim ayn-ı kudrettir. Kudret ayn-ı ilimdir. Çünkü iradeye karşı koyabilecek ikinci bir varlık yoktur. Karşı koyabilecek hiçbirşey yoktur. En doğrusunu elbette Allah bilir.
Eh, sözü uzattık, belki de bıktırdık. Bitirelim: "Allahın ilk yarattığı şey nurumdur!" buyuran zata, nurundan yaratılmış şeyler sayısınca, ve de o şeyler varlıkta kaldıkları müddetçe, salat u selam olsun.
20 Nisan 2024 Cumartesi
Rolex'i Bahadır Yenişehirlioğlu'nun ne zaman 'helali' olur?
"Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. 'Hâkim benim' der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak..." İktisat Risalesi'nden.
Kur'an bizi "Yapmayacağınız
şeyleri niye söylüyorsunuz?" diye uyarıyor. Biraz da bu ihtardan
dolayı 'zühd' tasavvufun özü olmuştur. Yani, hâl erbabı, iddialarının altına
önce hayatlarıyla girmişlerdir. Çileler-riyazetler hep bunun içindir. Sûfî,
âfâkta girişeceği davaların altına, enfüsünde bedel ödeyerek imza atar. İmzası
bizzat yaşantısıdır. Vazgeçmişliğidir. Geri duruşudur. Takvasıdır. Hatta, âvâma
helal olanları dahi, kendisi için haram bilmesidir bazı. Hadisin buyurduğu gibi
'şüpheli şeylerden kaçınmak'ta ziyade çaba göstermesidir. Belki, İmam-ı Âzâm
rahimehullah misali, 'Ya faiz olursa?' endişesiyle borçlusunun gölgeliğinden
kaçınmasıdır. Halbuki mezhebinde faizin böyle bir türü yoktur. Allah dostları
elbette bilirler ki, fıkh-ı zâhirden başka bir de fıkh-ı bâtın vardır ve fıkh-ı
bâtın ziyade hassasiyet kaldırır.
Bediüzzaman Hazretleri, İktisat Risalesi'nde, o büyüklerden
pek ulu birisinin, Abdülkadir Geylanî Hazretlerinin bir menkıbesini anlatıyor:
"Bir zaman,
Hazret-i Gavs-ı Âzam Şeyh Geylânî'nin terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir
hanımın birtek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun
hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan
zaafiyetiyle, validesinin şefkatini celb etmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i
Gavs'ın yanına şekvâ için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir
tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş: 'Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen
tavuk yersin!' Hazret-i Gavs tavuğa demiş: 'Kum biiznillâh!' O pişmiş tavuğun
kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemet ve
mevsuk çok zatlardan, Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca
meşhur bir zâtın bir kerameti olarak, mânevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i
Gavs demiş: 'Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk
yesin.'"
Mürşidimse bu menkıbeden aldığı dersi bize şöyle özetliyor:
"İşte, Hazret-i
Gavs'ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine,
kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit
leziz şeyleri yiyebilir."
Ben, Bahadır Yenişehirlioğlu Bey'in kolundaki Rolex'e,
siyasetçiliğinden ziyade, sûfîliğinden dolayı bir parça iliştim. TRT'de
Mesnevî'den Hikâyeler anlattığını biliyordum. Tasavvufla ilgili paylaşımlarını
da görmüştüm. "Herhalde bu güzel meslekle bir irtibatı var..." diye
düşündüm. Maşaallah. Allah hayırlı yolundan ayırmasın. Âmin. Öyle olduğu için,
elbette, yaptıkları siyasetçiliği kadar sûfîliğiyle de tartılır.
Davası olan, her tavrında bir kere değil, bin kere dikkat
etse yeridir. Zira "Yapmayacağınız
şeyleri niye söylüyorsunuz?" tehdidinin dairesine girmek tehlikesi
vardır. Zühdsüz tasavvuf olmaz. Zühdsüz halktan da olunmaz. Çünkü halk fakirdir.
Bu İslam ümmeti imamlarını 'içinde' ister. Dolayısıyla kolunda Rolex'le böyle
iddialara girilmez. Fıkh-ı zâhir açısından tertemiz almış olabilirsiniz o
saati, birşey demem, fakat sûfînin mesul olduğu sadece 'zâhir' değildir. Bir de
fıkh-ı bâtın var ki, onda, helal parayla aldığınız dahi size helal olmayabilir.
Sınamanın da şöyle kolay bir yolu vardır: Rolex'inizi kolunuzdan çıkarıp
çekiçle kırarsınız. Yaşananı kör nefsinize tokat sayarsınız. 'Sevdiklerinizden
Allah rızası için vazgeçmek' çerçevesinde imtihan görürsünüz. Sonra da
"Kum biiznillah!" dersiniz. Tekrar toparlanıp çalışırsa, aşkolsun,
hiçbir zararı dokunmaz size. Helaldir. Lezzeti şükür için isteyenlerdensinizdir
çünkü. Fakat, toparlanmıyorsa, dahası gönlünüz kolunuzdan çıkarmaya kıyamıyorsa,
'Eyvah!' demenin zamanıdır.
14 Eylül 2023 Perşembe
Peygamberliği başladığı yerde bitirmek
Aynı durumun, bazen, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam hakkında da geçerli olduğunu düşünüyorum. Onun da nübüvvetini bilmek ‘vahiy aldığını bilmek’le başlar. Fakat kesinlikle bundan ibaret değildir. Bundan ibaret olduğunu düşünmek bizi eksik bir peygamber tasavvuruna götürür. Bakara sûresinin 129. ayetinde, Hz. İbrahim aleyhisselamın duasıyla haber verilen “Rabbimiz, neslimizden bir elçi gönder de onlara Senin ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin, onları arındırsın!” beyanında buyrulduğu gibi, ‘ayetleri okumak’ sadece başlangıçtır, kitabın, hikmetin öğretilmesi ve mü’minlerin tezkiyesi ayrıca vazifeler olarak nübüvvetin manasında mündemiçtir.
Risale-i Nur’a müracaat ettiğimizdeyse nübüvvet pınarı daha da gözelenir. 19. Söz’ün başındaki tarif Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın birçok zenginliğini daha gözler önüne serer: “Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtüvesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.” Hatta kimi metinlerde bu hikmet okuyuşu mübarek duasına kadar iner: “İşte, şu zat, şu mevcudat Hâlıkının vahdâniyetinin hakkaniyeti derecesinde hak bir burhan-ı nâtık, bir delil-i sadık olduğu gibi, haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir burhan-ı katıı, bir delil-i sâtııdır. Belki, nasıl ki o zat, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür; öyle de, duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır.”
Belki, mürşidimin böylesi en güzel izahlarından birisi, Mesnevî-i Nuriye’de geçen ‘tavus kuşu’ i’lemindedir:
“Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayarana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (a.s.m.) bidâyet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazarla bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini idrak edemez. Ve derece-i kıymetine vasıl olamaz. Ancak bidâyet-i hayatına ve levâzım-ı beşeriyetine ve ahvâl-i zahiriyesine ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki, o kışır içerisinden, iki âlemin güneşi ve tûbâ gibi şecere-i Muhammediye (a.s.m.) çıkmıştır. Ve feyz-i İlâhi ile sulanmış ve fazl-ı Rabbâni ile tekâmül etmiştir. Binaenaleyh, Nebiy-yi Zîşanın (a.s.m.) mebde-i hayatına ait ahvâl-i suriyesinden zayıf birşey işitildiği zaman üstünde durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı. Maahaza, mebde-i hayatına şek ve şüpheyle bakan adam, herhalde masdarla mazhar, menba ile mâkes, zâtı ile tecellî aralarını fark edemiyor. Ve bu yüzden şüpheye düşer…” İyi niyetliyse hatanın böyle olduğunu düşünebiliriz. Peki ya hepten kötü niyetliyse?
Malumunuz, bu sıralar, ismi ‘Kur’an müslümanlığı’ fakat hakikati ‘sünnet inkârcılığı’ olan bir kem hâdise var. Bunlar, güya Aleyhissalatuvesselam Efendimizi ilahlaştırmamak(!) hesabına, nübüvveti başladığı yerde bitirmek istiyorlar. Mesela diyorlar ki: Peygamberlik vahyi iletmekten ibarettir. Almıştır. İletmiştir. İşi bitmiştir. Yani aşağı-yukarı bir ‘postacılık’ mesabesine denk görüyorlar. Bunların şu yaptığı da Bediüzzaman’ın yukarıda teşhis ettiği ‘yumurta kabuğunda tavus kuşunun meziyetlerini aramak’ kabilinden değil midir? Zira, Cenab-ı Hak, içimizden gönderdiği bir peygamberde âlemin birçok sırrını düğümlemiştir. Ezelden sahibi olduğu hikmetlerin vücudunun bir ucunu Onun güzide varlığına bağlamıştır. Evet. O da bir bizim gibi bir insandır. Tamam. Lakin ‘bizim gibi’si sadece başlangıcı itibariyledir. Biz insaniyetimizin kabuğunda oyalanıyoruz. Ama Allah Onu miraca kadar kanatlandırmıştır. İnşasına vesile kıldığı şeriatı aktar-ı âlemin her köşesine yaymıştır. Adını her yerine yazmıştır. Bu bugün böyle olduğu gibi ta ezelde de böyle kayıtlıdır. Zamanüstü şekilde Aleyhissalatuvesselam merkezdedir.
14 Ağustos 2023 Pazartesi
Allah’ı bilmek Allah’ı bilmekten ibaret değildir
Arkadaşım, işte, bu neviden bir tevafuk daha yaşadım geçenlerde. 29. Lem’a’nın tercümesindendi dersi verilen: "Elhamdülillahın lâm-ı istiğrakla işaret ettiği umum hamdlerle hamd edilmesi lazım olan nimetlerden birisi de Rahmâniyet nimetidir. Evet, Rahmaniyet, zevilhayattan rahmete mazhar olanların sayısınca nimetleri tazammun etmiştir. Çünkü bilhassa insan herbir zîhayatla alâkadardır. Bu itibarla insan her zîhayatın saadetiyle saidleşir ve elemleriyle müteessir olur. Öyleyse, herhangi bir fertte bulunan nimet, arkadaşlarına da bir nimettir. Ve kezâ, validelerin şefkatleriyle nimetlenen çocukların sayısınca nimetleri tazammun edip ona göre hamdlere, senâlara kesb-i istihkak edenlerden birisi de Rahîmiyettir. Evet, annesiz aç bir çocuğun ağlamasından müteessir ve acıyan bir vicdan sahibi, elbette validelerin çocuklarına olan şefkatlerinden zevk alır, memnun ve mahzuz olur. İşte, bu gibi zevkler birer nimettir, hamd ve şükürler ister. Ve kezâ, kâinatta mündemiç hikmetlerin bütün envâ ve efradı adedince hamd ve şükürleri iktiza edenlerden birisi de Hakîmiyettir. Zira insanın nefsi, Rahmâniyetin cilveleriyle, kalbi de Rahîmiyetin tecelliyatıyla nimetlendikleri gibi, insanın aklı da Hakîmiyetin letaifiyle zevk alır, telezzüz eder. İşte, bu itibarla ağız dolusu ile ‘Elhamdülillah’ söylemekle, hamd ü senâları istilzam eder.”
Sanki üstümden yük alınıyormuş gibi bir ferahlama yaşadım ben de okundukça. Sonra sordum nefsime: “Bu ferahlama neden ileri geliyor?” Yani ‘Elhamdülillah’ denilecek şeyleri öğrenmek, Allah’ın marifetine dair sırlardan haberdar olmak en başta elbette, hatta bizzat ‘Elhamdülillah’ demenin mübarek zatı, nasıl bizi rahatlatıyor? Bunları bilmekle yaşadığımız psikolojik/kalbî inşirahın takip edilebilecek adımları var mı? İzlenir mi? Avlanır mı? Tasvir edilebilir mi? Kendim için etrafını çevirmeye çalışayım bir. Belki başkaları da istifade ederler.
Eve döndüm. ‘Şiir Okuma Kılavuzu’ idi ismi diğer bir denizin. İçine daldım. Bahtıma şöyle bir inci çıktı oradan da: “İnsan kendini azaltmak için kendini bilir.” Azıcık önünden-arkasından da katarak seçtirmeye çalışayım: “(…) Oysa din yolunda kendini bilen insan kendi emniyet bölgesini keşfeder. Bunu yapabildiği oranda beşerî duyumlarından kendi emniyetini tehlikeye sokan kısmı yontar. Yani insan kendini tasarlayabilsin diye kendilik bilgisine ulaşır ve buna mukabil insan kendisini azaltmak için kendini bilir. (…) Akrabalığın değerine işaret eden bilgelik ve din ‘kendini bil’ buyruğuyla otlarla, yağmurla ve kanbağından başlayarak bütün insanlarla ilişkide insana nasıl bir yerin biçildiğini anlatır. Kendini bil ve çevrimdeki yerine yaraşan davranışı yerine getir. Demek ki insanoğlu dine bağlanarak kendini bilme cehdini göstermekle ister istemez kendine hayatiyet veren ilkeye uymayı kabullenir. Bu kabulleniş, bu teslimiyet, insanın kendine ‘ben’ dediği alanın sönükleşmesine, ilkenin belirginleşmesine sebep olur. (…) Kendisini bilen insan gittikçe azalmayı öğrenir. Kendilik bilgisi insana, insanlara olan ihtiyacını arttırır. Kendini bilen insan yardımın insanlardan gelmeyeceğini de bilir.”
Arkadaşım, galiba, Allah’ı bilmek yalnızca Allah’ı bilmek anlamına gelmiyor. Evet. Allah’ı bilmekte Allah’ı bilmekten çok daha fazlası var. Mesela: İnsan, Allah’ını bildiği zaman, kendisinin de Allah olmadığını öğrenmiş oluyor. Yani, Allah’ın marifetine dair her hakiki biliş, her uyanış, her kabulleniş, içimizde bir yerde, bir yanlış algımızın yahut bir münkir iddiamızın veyahut bir münafık sanrımızın yıkılmasını sağlıyor. İçimizde de doğruya hidayet ediliyoruz Allah’ı bilmekle. Zira Allah’ı bilmedikçe cehaletten doğan boşluğu kendimizle doldurmaya çalışıyoruz. Elimizde putlarımızdan başkası kalmıyor. Put sahibi olmak içinse önce put olmak gerekir. İlk putumuz bu yüzden kendimiziz. Halbuki kendimiz hiçiz. Elbette Rabbü’l-Âlemîn’in ilmine, iradesine, kudretine sahip değiliz.
Altına girdiğimiz yükü kaldırmamız mümkün değil. Herşey olduğu gibi üstümüze düşüyor. Biz de onlarla birlikte aşağılara yuvarlanıyoruz. Sıkılıyoruz. Bunalıyoruz. Her zihayatın saadeti/elemi derdimize dönüşüyor. Tüm bebeklerin muhtaç oldukları şefkat gönlümüzde sorumluluk doğuruyor. “Aman!” dedirtiyor hepsi. Hepsi için herşeyden “Aman!” diliyoruz. Faniliğin anlamına ihtiyacımız var. Anlamsız yaşanmaz. Faniliğe anlamsızken katlanılmaz. Herşeye bir anlam yüklemek gerektiğini de aklımıza yük ediyoruz. Lakin anlamı yüklemek de haddimiz değil ki. Tükürükle tutturulmuş taşlar gibi dökülüyor felsefeler. Kadavraya yapılmış makyaj gibi sırıtıyor ideolojiler. Varlığın anlamı yaratılışından gelmeli. Özünde olmalı. Üstüne yamanmamalı. Fanilik yama tutmaz. Ancak aslını ortaya döker. Foyaları meydana çıkarır. Ölçülerini kuşatamayanların uydurduğu hiçbir elbise modelin üstüne yakışmaz. Elbise el-Muhît’ten biçilmeli. Onu takdir eden Rabbü’l-Âlemîn olmalı. Ezelden bakmalı. Ebede kadar görmeli. İşte Rahmaniyetin, Rahîmiyetin, Hakîmiyetin ‘Elhamdülillah’ denilecek birşeye dönüşmesi buradan kaynaklanıyor zannederim arkadaşım. Üçünün (ve daha fazlasının) bende yaptığı ferahlamayı da böyle anlarım.
Evet. Allah’ın Allahlığın şânına hakkıyla sahip olması her defasında beni biraz daha bölgeme çekilmeye zorluyor. Bu ric’at canıma da minnet geliyor. Zira taş yerinde ağırdır. Traktör yolunda Ferrari’nin işi zordur. Formula pistinde de traktör rezil olmaktan kurtulamaz. “Kendini bilen Rabbini bilir!” nasıl bir hakikattir, aynen öyle de, “Rabbini bilen kendini bilir!” de o derece hakikattir. Çünkü, birinde ne olduğunu bilir, ötekinde ne olmadığını öğrenir. İnsan, ne olduğunu bilirken de öğrenir, ne olmadığını öğrenirken de değerlenir. Nihayetinde ‘olması gereken yere’ çekildikçe huzurunun katsayısı artar: “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur!” Öyledir. Allah’a Allah dediğinde sana kulluktan başka çare kalmaz. Tevazunun aslı budur. Tevazu vazedildiğin gibi olmaktır.
7 Temmuz 2021 Çarşamba
Ahirzamanda eğitime nereden başlamak lazım?
"Evet, acz dahi aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine isal eder. Hem şefkat dahi aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder. Hem tefekkür dahi aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tariktir ki, Hakîm ismine isal eder." Sözler'den.
Bediüzzaman'ın mesleğinde 'tasavvuf' yok mudur? Ben bu soruya kat'i bir şekilde "Hayır!" diyemiyorum. Çünkü tasavvufu 'üç fıkıh'tan birisi olarak görüyorum. Nedir o 'üç fıkıh' peki? 1) 'Fıkh-ı Ekber' ki itikadımızdır. Neye inanıp-inanmayacağımızdır. 2) 'Fıkh-ı Zâhir' ki amellerimizdir. Nasıl işleyip-işlemeyeceğimizdir. 3) 'Fıkh-ı Bâtın' ki maneviyatımızdır. Nasıl duygulanıp-duygulanmayacağımızdır.
İşte bu üçüncü fıkha mihmandarlığı tasavvuf eder büyük ölçüde arkadaşım. İkincinin âmilleriyse fakihlerimizdir. Birincinin sahipleri de akaid imamlarımızdır. Allah hepsinden razı olsun. Elbette hepsinin başı Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdır. Sahabesidir. Selef-i Salihîndir. Fakat ilerleyen asırlarda uzmanlaşmalar başlamıştır. Bir tür görev paylaşımı olmuştur. Ehl-i Sünnet ulemamız da, ekseriya birkaç alanda birden hamiyetini göstererek, ümmetin ilgili yaralarını sarmışlardır. Pâk mirası taşımışlardır. Taliplerine ulaştırmışlardır. Mutasavvıfların sardığı yaralar da çoğunlukla 'Fıkh-ı Bâtın'a dair yaralardır. Allah ecirlerini kat kat versin. Onlar dışarıda 'Fıkh-ı Zâhir'in şartlarına uymakla erişebilecek rızanın içimizde kollanması gereken yasalarını belletirler. Sözgelimi: Namazın hak mezheplerdeki şartlarına uymakla dışarısı tamam olur. Lakin içerideki kemali ancak ihlasladır. Tevazuyladır. Dolayısıyla gösteriş için kılınanı bâtıldır.
Bu üç dairenin birbiriyle ilişkisi bir anlamda besmeledeki Uluhiyet-Rahmaniyet-Rahimiyet ilişkisine benzer. Daire-i itikadın Uluhiyet mertebesinde tasdik ettiğini daire-i tasavvuf Rahimiyet mertebesinde tasdik eder. Arştan ferşe bir yol uzanır. İnsanî arşa çıkmaya bir yol olur. İtikadlar duygulanmalara dönüşür.
Bu anlamda Bediüzzaman'ın tedrisini 'Fıkh-ı Ekber'de sınırlayamayacağımız gibi 'Fıkh-ı Bâtın'dan da ibaret sayamayız. Hatta sanki mürşidim bu ikisinin birbiriyle ilişkisinden doğan enteresan bir tasavvuf dili konuşmaktadır. Erbabı değilim ki tayin edeyim arkadaşım. Ama "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla derim: Belki bu tasavvufta da bir tecdittir. Tasavvufsuzluk değil de yeni bir tasavvuftur. Tecdit deyince de bazıları 'büsbütün yeni birşey' arıyor. Yok. Değil. Büsbütün yenilik olamaz ki. Ancak üslûpta bir başkalık olduğu sezilir. Yoksa Ehl-i Sünnet'in 'Fıkh-ı Bâtın' çerçevesinden ayrılan da istikameti bulamaz. Böyle bir ayrılış kastetmiyoruz. Hâşâ. Fakat mesela 'aşk'ın yerine 'acz'i merkezine alışında bile bir başkalık seziyoruz. Hikmetini inanıyoruz.
Evet, öyle, ahirzaman ikliminin âdemiyeti en çok 'acz bilinci'nden yaraladığını düşünüyorum ben. Çünkü modern(!) çağın insanı geçmiştekilerin yapamadığı şeyleri yapıyor. Gidilemeyen hızlarda gidiyor. Bilinemeyen şeyleri biliyor. Ulaşamadıkları seviyelere ulaşıyor. Yani ki daha önce yaşanılamayan şartlarda yaşıyor. Bu hali elbette onu Karun misali bir yanılgıya itiyor. "Bu bana ilmimle verildi!" deyu iddialara sapıyor. Hatta Alâk sûresinde aktarılana epeyce benziyor hali: "Şüphesiz insan azgınlaşır kendisini ihtiyaçtan uzak görünce!" Ahirzaman insanı da tastamam böyle değil mi? Veya buna yatkın değil mi? Bence öyle. Böyle olduğunu en çok giderek artan/çeşitlenen dalaletinden, günahlarından, zulümlerinden anlıyoruz. Evet. Eskisinden daha iyi şartlarda yaşıyoruz. Fakat, hayır, aynı zamanda eskisinden çok daha zarar vericiyiz.
Ahirzaman Karunları olduğumuza inanmakta güçlük mü çektin arkadaşım? O zaman seni mürşidimin bir metnine misafir edeyim: "Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar hem kendilerini bilir zannediyorlar..." Hani sen de bilirsin: Bilmeyene 'cahil' derler. Ama 'bilmediğini bilmemeye' 'cehl-i mürekkep' denir. Cahilliğin çaresi kolaydır da cehl-i mürekkebinki zordur. Zira bilmediğini bilene öğretirsin. Cahilliği geçer. Ama 'bilmediğini bilmeyene' hiçbirşey öğretemezsin. Boşluğunu kabul etmediği bardağını dolduramazsın. Ters bardak doldurulmaz. Ahirzaman insanı bardağını işte böyle ters çevirmiştir.
Kendisi hakkında yanılgıdadır. Bu yanılgısı uzun asırlar boyunca başardıklarıyla inşa olmuştur. Seküler alandaki harikaları aklını başından almıştır. Karun'un şaşkınlığını yaşamaktadır. Şaşkınlığını aşamadığı için de irşad edilememektedir. Bu nedenle mürşidim manevî alandaki terbiyesine 'aşk'la değil 'acz'den başlar. Cidden sarsılmış bu bilincin korunmasına çaba sarfeder. Aczin ihyası ise ancak fakrın kabulüyle olur. İhtiyaçlarını 'ihtiyaç' olarak görmeyene güçsüzlüğü anlatılamaz ki. İhtiyaçlarını karşılama sürecini 'varlığa boyun eğdirme' olarak gören şuur düzeyi elbette zayıflığını zafer sanacaktır. Hiçbir cephede kendince yenilmediğinden zırh giymek gibi bir fikre de kapılmayacaktır. Hayatını tehlikede saymayacaktır. Halbuki maneviyat havf ve reca (korku ve ümit) arasında say etmekle ayakta durur. Yürüyüşü bittiğindeyse ölür.
Yani arkadaşım, bana öyle geliyor ki, ahirzaman dalaleti 'cahilliğin' değil 'ukalalığın' neticesidir. Bu yüzden dehşetlidir. Arızası içeridedir. Psikolojiktir. Merhem sürülmesi zor bir yerdedir. 5. Şua'da da izah edilen 'Süfyanın ilimle dalalete düşmesine' dair rivayet, hakiki bir âlim olmasından değil, hevası ekseninde malumat/done sahibi olmasındandır. Bugün böylesi o kadar çok tiple karşılaşmaktayız ki. "Ulema-i su nedir?" diye sormaya ihtiyaç bile hissetmiyoruz. Bilmediğini bilmeyen bilirler heryanı sarmış vaziyette.
"Eski zamanda, esâsât-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda, dalâlet-i fenniye elini esâsâta ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur'ân-ı Kerîmin en parlak mazhar-ı i'câzından olan temsilâtından bir şulesini, acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur'ân'a ait yazılarıma ihsan etti."
Mesele itikada da tam burasından bağlanıyor bence arkadaşım. Yani acz bilincinin inşası için de sahih bir itikada ihtiyaç var. Hem 'sahih' hem de 'dinamik' olmalı. 'Taklid' değil 'tahkik' olmalı. En azından temel meseleleri tahkikle halledebilmeli. Ehadiyet dairesinde soluklanmalı. Ferdi ihsan makamına çıkarabilmeli. Çıkarabilmeli ki bireyselliğine saklanamasın. "Bana öyle gelmiyor!" diyerek yırtamasın. Ona bile ister-istemez öyle gelsin. Bediüzzaman ahirzamanda bize böyle bir dil öğretmeye çalışıyor. İtikadda ilzam edici. Tasavvufta ikna edici. Yahut da itikadda ikna edici. Tasavvufta ilzam edici. Muhatabın inadına/kıvamına göre ikisi de var. Lazım. Ama hepsinin öncesinde merkezde acz var. Çünkü irşad olmak için insan önce insan olduğunu hatırlamalı. Başladığı yere dönmeli. Acz bunu yapmaya aşktan daha yatkındır. Veyahut da şöyle diyebiliriz ki: Mana-i ismiye müptela ahirzamanlıya aşk aczden daha tehlikelidir. "Muhabbetin bir vartası var ki: Ubûdiyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten, naza ve dâvâya atlar, mizansız hareket eder. Mâsivâ-yı İlâhiyeye teveccühü hengâmında mânâ-yı harfîden mânâ-yı ismîye geçmesiyle tiryak iken zehir olur."
19 Ekim 2020 Pazartesi
Kalbinin de bir kuantumu var
Kuantum fiziği ileride yanlışlanır-yanlışlanmaz, birşey diyemem, fakat bize bir bakış açısı öğretti: Madde latifleştikçe üzerindeki etkimiz artıyor. Çift yarık deneyini hatırlayalım. Gözlemcinin şahitliğiyle taneciklerin davranışı nasıl da değişiyordu. Bu durumun bir açıdan tasavvufun varlık hikmetine de ışık tuttuğunu düşünüyorum.
Evet. Maddeden manaya doğru gidildikçe varlığın yasaları da değişiyor. İçimizin düsturları dışımızla bir değil. Fıkh-ı bâtına yönelik ihtiyaçlar da buradan doğuyor. Ne demek bu? Açalım: Fıkh-ı zâhirde yerine getirilmiş bir namazın fıkh-ı bâtındaki şartları tamamlanmamış olabiliyor. Mesela: "Görsünler!" diye yapılan ibadetlerin zâhirdeki isabeti içindeki yaraları onaramıyor. İhlassız herşey isabetsiz. Kalbin pusulası rıza-i ilahîden kaydı mı, saat doğruyu gösterse de, kendisi istifade edemez. Bizim bu nedenle içimizin yasasını öğrenmeye ihtiyacımız var. Çoğu tecrübeyle ilgili bu yolda mürşidlere muhtaçlığımız var. Dergâhın kapısı tam buradan açılıyor. Yani dışımızdan içimize.
'Fıkh-ı ekber' denilen akidemiz/imanımız ancak zâhir-bâtın dengesinin korunmasıyla hakkı verilen bir kemal. Allah 'bir' dedin, elhamdülillah ve de maşaallah, iman ettin. Muştu olsun. Peki bu 'bir'in sıddıkiyetine nasıl ulaşacaksın? 1) Bir'se zâhirini o bir'den gelen vahye göre şekillendireceksin. Kur'an'a ve sünnete emredilen-nehyedilen şeylere uyacaksın. Yani dışın itibariyle ikiliklerden/şirkten boşanacaksın.
2) İçini de vahye göre boyayacaksın. Amellerin şekil itibariyle ikincilerin/şirklerin etkisinden kurtarıldığı gibi beğenisinden de kurtarılacak. Onlar sebep olamadıkları gibi sonuç da olamayacak. Tohum onlardan alınmadığı gibi meyve de onlara verilmeyecek. Ne 'başkasının dediği şekilde' ne de 'başkası için' olacak. Ne demek bu? Yani şu demek: 'Başkasının dediği şekilde' olmadı, fakat 'başkası için' oldu, zarardasın. 'Başkası için' olmadı, ama 'başkasının dediği şekilde' oldu, yine zarardasın. Tasavvufla fıkhın ilişkisi tam bu noktada kemalin vesilesidir. Tasavvuf 'başkası için' olmasını engeller. Fıkıh 'başkasının dediği şekilde' olmasını... İmam-ı Malik rahimehullaha atfedilen "Kim ki fakih olur da mutasavvıf olmazsa fasık olur. Kim ki mutasavvıf olur da fakih olmazsa zındık olur. Kim de her ikisini birleştirirse muhakkik olur..." hakikati buradan anlaşılır.
Risale-i Nur'u okurken içimin yasasına dair birçok şeye gözüm açılıyor. Mesela: İhlas Risaleleri kalbimi tartmakta çok yardımcı oluyor. Gerçi dökülüyorum. Ama olsun. Buranın padişahlığı dilenciliktedir. Dışarıda 'Var!' denildikçe varoluyorsa bazı şeyler, burada 'Yok!' denildikçe varolması ümit edilir. Kerametler bu nedenle gizlenilir. Hatta onlardan sıkılınır. Çünkü 'Var!' demektedirler. Allah dostları bu yüzden harikalarından sıkılırlar. Ya içleri 'kendilerine' atfederse? Ya cahiller o fiileri 'kendilerinden' bilirlerse? Eyvah. Bu iddia fenafillah arzulayanlar için ne korkutucudur! Fakat 'tahdis-i nimet' aynı endişeye dahil değildir. Çünkü 'tahdis-i nimet'te failin Allah olduğu teşhisi daha açıktır. Bediüzzaman bu nedenle 'kerametlerini' anmaktan şiddetle sakınırken 'ikram' dediği güzellikleri aktarmayı beğenir. Zira bu ikramların yapısı kendisine atfedilmekten aşkın şeylerdir. Çoğunlukla da yaşanan hâdiseye zatından başka birçok kişi dahildir.
"İ'lem eyyühe'l-aziz! Hayrat ve hasenâtın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösteriş iledir. Ve fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur. Nasıl ki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtrî ahvalin ölümüdür. Meselâ, tevâzua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izâle eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hâkezâ, kıyas et..." gibi bahislerin söylediği de yine bu eşikten girilince açılır arkadaşım. Niyet ettiğinde, tıpkı çift yarın deneyinde anlatıldığı gibi, içindeki harikanın şahidi olmaya niyetleniyorsun. Şahit olmaya kastettiğin anda harika ölüyor. Tanecik dalga hareketini terkediyor. Âdeta gözlemcinin dikkatine küsüyor. "Bereketim bakmamandadır!" diyor. Çünkü sen şahitliğinde hâlâ arızalısın. Hamsın. Şahit olduklarını sahiplenmeyi seversin.
Bunu hep kötü de görme. Yukarıda mürşidim menfaatine olacak dikkatleri de anlattı. Salihlerin yolundan giderek kusurlarına dikkatini çoğaltabilirsin. Onların dalga dalga çoğalan tesirlerini dikkat-i nazarınla taneciğe çevirebilirsin. Azaltabilirsin. Nitekim İslamî metinlerde bize öğütlenen itiraf/istiğfar ikilisi de ancak böyle bir dikkatle varolabilirler. Demek sivrisinekleri öldürmeden önce bataklığı iyice kurutmak gerek. İnsanın ham yanlarına dikkat-i nazarı da böylesi bir faydaya müncer oluyor. Gördükçe ölüyor bazı şeyler. Ki, hatırlarsın, yine mürşidim bir yerde diyor: "Şu hatvede tezkiyesi, tathiri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir." Yine diyor: "Şu makamda tezkiyesi, tathiri, terbiyesi, şu hâletin aksidir. Yani, nisyân-ı nefis içinde nisyan etmemek. Yani, huzuzat ve ihtirasatta unutmak; ve mevtte ve hizmette düşünmek." Ve yine diyor: "Kemâlini kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınâsını fakrda bilmektir." Ve yine ekliyor:
"Şu makamda tezkiyesi ve tathiri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani, kendini bilse, vücut verse, kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikîden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümât-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikînin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira, bütün mevcudat, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudu bulan, herşeyi bulur."
Hepsini alıntılayarak yazıyı uzatmayayım arkadaşım. Bütün bunlar bana hep aynı hakikati nasihat ediyor gibi geliyor: Dikkatimiz de bir tür dua yerine geçiyor. Şikayetçi olarak baktığımızda kemliklerimizi kontrol altında tutmayı başarabiliyoruz. Gözümüzden kaçırdığımızda işler nereye vardı içimizde kestiremez oluyoruz. Yine fazilete dair övünülecek şeyleri görmezden geldikçe azalmaları tehlikesinden korunuyoruz. Sahiplenmiyoruz. Bakmamızla tanecik hareketi yapacakları tekrar el-Hâdî'nin bahşıyla dalgalanmaya bırakıyoruz. Yani, kusurumuza dikkat ede ede "Subhanallah!" dedikçe, hüsnümüzden göz kaçıra kaçıra "Elhamdülillah!" diye hakiki sahibine verdikçe, birincinin 'azalmasını' ikincinin 'çoğalmasını' ümit edebiliyoruz. Fıkh-ı ekberin "Allahu ekber!" bereketine kavuşuyoruz. Elhamdülillah!
Evet, arkadaşım, "Şükür nimeti ziyadeleştirir!" hâdis-i şerifi de belki bu sırrı kulağımıza fısıldıyor. Nimetin sahipliğini terkedince taneciği dalgaya dönüşüyor. Çünkü taneciğin sahibi artık 'Allah' oluyor. Yani ki biz artık gölge etmeyi bırakıyoruz. Arızamızı (arızî varlığımızı) aradan çıkarıyoruz. Demek bereket en çok şu cürmümüzden sıkılıyor.
22 Şubat 2020 Cumartesi
Diskolar kazanıyor çünkü tekkeler kapalı!
Deizm, ateizm veya evrimle ilgili tartışmaların ucu da en nihayet buraya dayanıyor kanaatimce. "Türkiye'de deizm neden artıyor?" (eğer bize nakledilen rakamlar doğruysa) diye sorulacak olursa cevap için mutlaka uğranmalı. Yine bundan olabilir. Yani insanın 'içindeki harikaya inanışının azalması'ndan. Kendi mucizeliğine şahitliğinin kısıtlanmasından. Neden böyle olsun? Çünkü bazı şeyleri sadece ilimle halledemezsiniz. Bal tarifini okumakla bilinmez. Tatmak gerek. Anlatarak anlaşılmaz bazı şeyler. Zevk de gerek. İnsanın içindeki 'hayvan-üstü'ye inanması için de ona dokunması gerek. Keşfetmesi gerek. Hissetmesi gerek. Tekkeler işte bunu başarıyordu.
Mürşidim Telvihat-ı Tis'a'sında diyor: "Merkez-i hilâfet olan İstanbul'u beşyüzelli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beşyüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde 'Allah Allah' diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır." Ben burayı da bir parça yukarıda dediklerimle ilişkilendiriyorum.
Neden? Çünkü biliyorum: Tekkelerde 'Allah Allah' demekle başarılan şey de bir tür direnişti. Hadis-i şerifin ifadesiyle 'eskimeye yatkın olanın' tekrar/tekrarla kalpte diriltilmesiydi. Tecdid edilmesiydi. Hem daha neyin direnişiydi bu arkadaşım? Hayvanî yanlarımıza karşı melekî yanlarımızın da direnişiydi. Elhamdülillah. Oradaki o cûş u huruşlar mü'min ruhları bir işgalden de koruyordu. Dünya onlara hayvanî yanlarını hatırlattıkça onlar içlerindeki meleğe bakıyorlardı. 'Allah Allah' diyerek, tıpkı maşuğu anılmış bir âşık gibi, meleklerini uyandırıyorlardı.
Seyr u sülûklarınca tattıkları böyle başkalıklardı ki "Sadece bir hayvansın!" denildiğinde müstehziyane gülmelerine sebep oluyordu. Öyle ya: Yalnız kalıbından ibaret olana "Deden maymundu!" denilse inanacağı gelebilir. Satıhta kalıcılık bu zannîliği doğrulayabilir. Fakat göğsündeki zümrüd-i ankâyı görene artık hangi dedeyi versen inanmaz. Sânî-i Zülcelal'den başkasını o göğse dokundurmaz. Neden? Çünkü gördükçe farkettiği şudur: "Bende sığar iki cihan./Ben bu cihana sığmazam!" Bu sırra dokunan artık ne ateizmin inkârına, ne deizmin ilgisizliğine, ne de evrimin hayvansallığına inanır. Zira bunlar şahit olduklarının da inkârıdır.
Bu meselenin birinci yanı. İkinci yanına gelebilmek için de yine Bediüzzaman'ın cümlelerini misafir etmeliyim. Alıntılayacağım yerse şurasıdır: "Evet, haricî siyaset memurları ve erkân-ı harpler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesâili, basit fikirli ve idâre-i ruhiye ve dîniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve mânen öldürmekle dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemâl-i merakla, onlara göre mâlâyâni ve lüzumsuz mesâil-i siyasiyeyi radyoyla ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki, ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir."
Arkadaşım, uzunluğu nedeniyle belki tutmakta zorlandın, olabilir, sana yardımcı olacağım. Anladığım kadarıyla burada deniliyor ki: Benim gibilerin siyasetle (veya güncelle diyelim) çokça meşgul olması ruhlarını, akıllarını, kalplerini ve İslam'a dair zevklerini-şevklerini kötü etkiliyor. Hatta bu durum bir tür 'dinsizliğe yer hazırlamak' hükmüne geçiyor. Neden böyledir? En doğrusunu Allah bilir. Benimse şöyle bir yorumum var: Siyaset dairesi insaniyetimizde yüzeyin de yüzeyidir. Hamlıklarımızı en belirgin şekilde gördüğümüz sahadır. Hayvaniyetimiz de en çok orada tezahür eder. Mürşidim de bu manayı destekler şekilde başka bir yerde der: "Selef-i Salihînden başka, siyasetçi, ekserce tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttakî olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise, 'Bütün kâinat bütün yaratılmışların en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir!' diye, siyasete, aşk u merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikate âlet etmeye—eğer mümkünse—çalışabilir. Yoksa, bâki elmasları kırılacak âdi şişelere âlet yapar."
İşte, dikkatin sürekli bu alanda gezinmesi, zikrettiğimiz tekke misalinin tam tersi bir örneklikle, içimizdeki hayvanı çağırmak hükmüne geçer. Kim ne yanını beslerse orası güçlenir. Hayvanlığını besleyenin hayvanlığı güçlenir. Melekliğini besleyenin melekliği güçlenir. Varlığı sadece siyaset penceresinden izleyen de, kaçınamadığı kem manzara nedeniyle, arkasına daha az inanmaya başlar. Sizde öyle olmuş mudur bilmem: Muhatap olduğum ateistlerin/deistlerin ilk argümanları hep siyaset üzerinedir. "Allah varsa savaşlarda çocuklar neden ölüyor?" veya "Allah varsa dünyada neden bu kadar kötülük var?" gibi sorular esasında 'perdesiyle çok meşgul olanın' arkasına karşı giderek körleşmesinin sonuçlarıdır. Halbuki yansıma asıl değildir. Perdenin kendisi Allah değildir. Perde 'aşılması gereken'dir. Bu 'aşma sanatı'nı bize Esmaü'l-Hüsna okumaları öğretir. Perde aşılamadığı takdirdeyse varlığın fonksiyonu amaçlananın tam tersine dönüşür. Yine mürşidim bu noktada der: "Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden."
Bizim nuranîlerle daha çok meşgul olmaya ihtiyacımız var. Yoksa karanlık içimizi daha da çok karartıyor. Kalın perdeler inanışımızı azaltıyor. Can meleğimizin sesi yüreğimizde kısılıyor. Hayvanımız coşkuyla kükrüyor. Bunun çaresi tekkelerin tekrar hayata dönmesidir. Çünkü tekkelerin hayata dönmesi Allah'ın hayatımıza geri dönmesidir. Niçe'nin "Tanrı öldü!" dediği de bence budur. Yani Allah manasının insan anışında öldürülüşüdür. Bu ölüm tüm kasavetlerimizin başlangıcıdır. Başka hiçbir manayla kirlenmeyecek şekilde yalnız 'Allah' ism-i şerifini anmaksa, evet, bugünlerde en çok bundan yoksunuz ve en çok buna ihtiyacımız var. Tefekkür eksenli derslerimizi bile bir tür siyasetle işgal ediliyor. Korumaya çalışsak da olmuyor. Kirleniyor. Fakat Allah'ın ismini anılan yere, hadis-i şerifte de ifade buyrulduğu gibi, melekler toplanıyor. Evet, arkadaşım, herhalde anladın: Meleklerin daha çok mekana ihtiyacı var. Yoksa diskolar kazanıyor.
1 Ağustos 2018 Çarşamba
'Göre'lerde boğulmak
Meraklılarını mezkûr eserin Dördüncü Telvih'ine havale ederek diyelim ki: Bediüzzaman, burada, 'daha tercih edilir' bir yol olduğunu zikretmesine rağmen 'seyr-i enfüsî'nin (hadi biz yaklaşmak için 'içsel yolculuk' diyelim) bir tehlikesinden bahsediyor. Nedir o tehlike? O tehlike bir tür 'kendinde garkolma' durumu. Allah'la 'Ehadiyet' penceresinden sağlanan bir muhatabiyetin 'Vahidiyet' açısını ıskalamakla düşebileceği bir kötü pozisyon. Bu kötü pozisyonu 'seyr-i enfüsî' için anıyor ama 'seyr-i âfâkî' (dışsal yolculuk) hakkında ondan bahsetmiyor. Neden? Belki de yola başladığı yerden: "İkinci meşrep âfâktan başlar, o daire-i kübrânın mezâhirinde cilve-i esmâ ve sıfâtı seyredip sonra daire-i enfüsiyeye girer. Küçük bir mikyasta, daire-i kalbinde o envârı müşahede edip, onda en yakın yolu açar. Kalb âyine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vâsıl olur."
Bediüzzaman'ın tehlikenin mahiyetini anlamamıza yardımcı olacak bazı örnekleri de var. Onları da hatırlayalım: "Meselâ, nasıl ki bir mülâzım, kendinde bulunan kumandanlık zevkiyle ve neş'esiyle gururlansa, kendini bir müşir zanneder. Küçücük dairesini o küllî daire ile iltibas eder. Ve bir küçük âyinede görünen bir güneşi, denizin yüzünde haşmetiyle cilvesi görünen güneşle bir cihet-i müşabehetle iltibasa sebep olur. Öyle de, çok ehl-i velâyet var ki, bir sineğin bir tavus kuşuna nisbeti gibi, kendinden o derece büyük olanlardan kendini büyük görür ve öyle de müşahede ediyor, kendini haklı buluyor."
Bu metin boyunca benim kendimce hissettiğim ise şu: İnsanın 'imanı' Cenab-ı Hakla 'Ehadiyet' mertebesinde bir muhatabiyetle gelişebileceği gibi, 'ihlası' da ancak 'Vahidiyet' mertebesinde bir muhatabiyetle gelişir. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: İnsan Allah'a karşı biricikliğini düşünmeye başladıkça, eğer nefsini öldürmemişse, bu biriciklikten bir üstünlük de kurgulamaya başlar. İblisin ateşten yaratılmayla insana üstünlük düşlediği gibi, o da, kendisinin Allah'a karşı uyanmış olan farkındalığını bir üstünlük vesilesi bilir. Bu, Cenab-ı Hak'la, bir 'ada' muhatabiyetidir. Ada, okyanustaki biricikliği üzerinden, 'denizlerin sahibine' karşı kendi varlığına/kemaline inşa edilmiş bir bağ kurar. Kendi içinde sözlerini yalanlayacak bir kıyas bulamadığından ötürü de sigaya çekilme, mizana vurulma, istikamete çağrılma nimetinden mahrum kalır.
'Vahidiyet' ise bizi bir 'sıradağ muhatabiyetine' çağırır. Bu sıradağ muhatabiyeti evveliyetle uyanır/uyandırır ki, kendisi de mahlukattan bir mahluk, kullar içinde bir kul, acizlerden bir acizdir. Çevresine karşı uyanıklığı onu 'boyundan büyük iddialara' girmekten korur. Everestin farkında olan bir küçük tepecik, hatırında hep bu mizan durduğu için, 'zirveler zirvesi olma' iddiasına girmez/giremez. Kendisini bir 'müstakillik' olarak değil bir 'kanunun parçası' olarak gördüğünden biricikliğinin doğuracağı tehlikelerden kurtulur.
Yine yüzümüzü mezkûr esere dönelim: "Nasıl ki kanun-u saltanatın, sadrazam dairesinden tâ nahiye müdürü dairesine kadar bir tarzda cüz'î, küllî cilveleri var. Öyle de, velâyetin ve kutbiyetin dahi öyle muhtelif daire ve cilveleri var. Herbir makamın çok zılleri ve gölgeleri var. Sen, sadrazam-misal kutbiyetin âzam cilvesini, bir müdür dairesi hükmünde olan kendi dairende o cilveyi görmüşsün, aldanmışsın. Gördüğün doğrudur, fakat hükmün yanlıştır. Bir sineğe bir kap su bir küçük denizdir."
Evet. Ben de, kaynaklarımızdaki ehl-i sünnet vurgusunu, selef-i salihîn atıflarını ve sahabenin faziletine dair beyanları bu açıdan 'gerekli' ve 'kıymetli' buluyorum. Neden? Bu bağ bizi 'Vahidiyet'e gözü açık kılıyor. 'İslamî düşünce' diye tesmiye edilen şeyde, bugün bazı zirzoplar çıkıp, birer ada cür'etiyle 'herşeyi baştan yazma' teşebbüsünde bulunuyorlarsa, biraz da bu tür bir tefekkür (veya farkındalık) eksikliğinden şunu yapıyorlar. Kendilerinden öteye karşı duyarsızlaşmaları, fazilet hiyerarşisini hiçe saymaları veyahut böylesi ihtarlara kulak kapamaları onları kendi içlerinde 'mizansız' kılıyor.
Bu mizansızlıkla 'modern şatahatlar' denilecek şeyler dillerinden sâdır oluyor. Kendi 'göre'lerinde boğuluyorlar. Bilmiyorlar ki, insan kendi içinde kalarak marifetini arttırır, amma onun ihlasla muhafazası ancak dışını hatırda tutmakla olur. Çünkü dışımız bize aynı zamanda haddimizi de hatırlatır. İşte, biraz da bu nedenle, hepimiz, dışımızı bilmekle de mükellefiz. Bir kap suyu deniz sanmamanın yolu buradan geçiyor. Hem bunu sadece fertler açısından konuşmamız da yanlış olur. Cemaatlerin de bu yönde gayretlerini arttırmaları lazım. Bireylerin istikameti burada olduğu gibi grupların istikameti de burada. Bütünlüğümüzdeki dengede. Allah ayaklarımızı istikametten ayırmasın. Âmin.
1 Mayıs 2018 Salı
'Yorum' değil 'aşırı yorum'
Ben, mürşidimin, tedrisinde Fıkh-ı Ekber ve Fıkh-ı Bâtın'la yoğun bir şekilde meşgul olduğu, fakat Fıkh-ı Zâhir konusunda mevcudu yeterli gördüğü kanaatindeyim. O nedenle Risale-i Nur'u okurken namazın 'ne şekilde' kılınacağına dair bir bilgiye pek rastlanmazken 'ne hikmetle kılınması gerektiği' veya 'nasıl bir kalbî teyakkuzla eylenmesi lazım geldiği' üzerine pekçok bilgi bulunur.
Bu, bazılarının yanlış lanse ettiği şekilde, Bediüzzaman'ın Fıkh-ı Zâhir'i 'küçümsemesinden' değildir. Hâşâ, hiçbir ehl-i sünnet âlimi, böyle bir cinnete teşebbüs etmez. Allah'ın 'Bâtın' ism-i şerifi 'Zâhir' ism-i şerifini 'önemsizleştirmediği' gibi Fıkh-ı Bâtın da Fıkh-ı Zâhir'i önemsizleştiremez. Bediüzzaman'ın bu konuya girmemesi, onu 'hikmetsiz' görmesinden değil, üzerine yapılan çalışmaları 'yeterli' bulmasındandır. Eğer bu alanda ümmetin eksik bir bilgiyle muhatap olduğunu düşünseydi, elbette, ona da eserlerinde yer verecekti. (Fakat bir-iki mesele dışında temas ettiğini görmüyoruz.)
Bu yüzden, velev Risale-i Nur metinlerinden hareketle olsun, Fıkh-ı Zâhir'in (tamamının veya bir parçasının) mevcut halini eleştirip 'yeni fıkıh' arayışına giren adamlar haltediyorlar. Bu haltın edildiğine çoklukla şahit oldum. (İsim vermeyeceğim. Zira sonra başıma iş geliyor.) Bir müellifin kasten girmediği/terkettiği bir alana, o alanla doğrudan ilgili olmayan metinler üzerinden girmek, züccaciyeye giren fil gibi olmaktır. Metni 'yorumlamak' değil (Umberto Eco'nun Yorum ve Aşırı Yorum'daki tabiriyle) 'aşırı yorum'a tâbi tutmaktır. Kullanmaktır. Çünkü Fıkh-ı Zâhir'in Fıkh-ı Bâtın'dan ayrı bir usûlü vardır ve Fıkh-ı Bâtın bilgisini içeren metinler üzerinden oraya dalmak, âmiyane bir örnekle, basketbolu futbol kurallarıyla oynamaya benzer. Bu da elbette kâr değil zarardır. Şut çekerek basket atmaya çalışanlar, potaya zarar vermez belki amma, çok seyircinin başını yararlar. Pekçok canı acıtırlar.
Nur talebelerinin bu hususta dikkatli olması gerektiğini düşünüyorum. Biz, elhamdülillah, dört mezhebin cadde-i kübrası içinde yaşamaktayız. Hanefiyiz, Şafiiyiz, Malikiyiz veya Hanbeliyiz. Akaid ve tasavvuf dersimizi mürşidimizden alsak da amelde yine kendi mezhebimize tâbiyiz. Onun helal dediğini 'helal' haram dediğini 'haram' biliriz. Böyle yaşarsak istikamette kalırız.
Fıkh-ı Bâtın'a dair bir metine bakarak insan kendi adına 'takva' seçimleri yapsa da, bu özel bir tercihtir, kimseye dayatamaz. Fıkh-ı Zâhir'in dengesini bozamaz. Cadde oymuş gibi tavır takınamaz. Amel dairesi fetva dairesi kadar geniştir. Bediüzzaman dört mezhebin üzerine bir beşinci mezhep kurmamıştır. Böyle bir ihtiyaca işaret de etmemiştir. Böyle anlamak/anlatmak hatadır. Bunu zaten nur talebeleri umumen bilir. Fakat işte insan bazen istisnalarla da karşılaşıyor. İfrat-ı muhabbetten bile gelse böyle marazlara dair birşeyler söylemek gerekiyor ki üzerimizdeki sorumluluk eda edilmiş olsun. Ben de bu yazıyı şunun için yazdım.
30 Haziran 2017 Cuma
Neden kötü şeyler hep iyilerin başına geliyor?
Bediüzzaman'ın özellikle Lemeat'ta 'musibetler' ile 'ibadetler' arasında kurduğu bağlantı bana şöyle (bence ilginç) birşeyi düşündürdü: Musibetlerin, özellikle umumî/genel musibetlerin, yaratılış hikmetlerinden birisi de toplumun alışkanlıklarının değişmesi. Ne demek bu? Biraz şu demek: Bir toplumda İslamî (dolayısıyla insanî) emir veya yasaklardan genel bir sapma olduğu zaman bunun salt bir nasihat ile, yani "emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münker ile" düzeltilmesi çok zor oluyor. Ancak ihsan-ı ilâhî türünden özel akrebî dokunuşlarla bu sağlanabiliyor. (Mümkün lakin sık yaşanan bir durum değil.) Fakat genelde kavimler/topluluklar bu derece alıştıkları bir kem ahlaktan vazgeçmekte zorlanıyorlar. Direniyorlar. Ayak sürüyorlar. Çünkü ona 'kötü' bile demiyorlar. Kötülüğü delillerle izah edilse dahi inkârı iknadan daha kullanışlı görüyorlar.
Temelinde/esasında onlar vardır. Dolayısıyla onları hayata geçirmemek 'kendisini inkâr etmek' veya 'kendisine karşı koymak' gibi rahatsız eder. Yanlış anlaşılmasın. Bu ömürde bir veya birkaç kere yaşanan bir mücadele de değildir. Her an yeniden bu mücadele yaşanır. (Su içmeye direndiğinizi düşünelim mesela. Bir veya birkaç kere karşı koymakla geçer mi hiç? İçmedikçe artarak sürer.) Yaratılışına konulmuş bu seslere insan uzunboylu kulaklarını tıkayamaz. Çünkü bu ses, hayatın fon müziği gibi, sürekli mesajını tekrar eder.
İşte, biz, bu sesleri bazen alışkanlıklarımızın sesleri ile karıştırırız. (Aslında sıklıkla karıştırırız.) Çünkü her ikisi de mesajlarını tekrar eden şeylerdir. Bir insan herhangi birşeye alışkanlık ile tutulduğunda sahte bir fıtrat sahibi olur. Yahut da şöyle demeli: Fıtratına kaçak kat çıkmış olur. Alışkanlığının terki için mücadele edene kadar da onun 'sürekli kendisini tekrar eden' mesajlarından kurtulamaz. Alışkanlık ile fıtratı da tam bu noktadan ayırabiliriz zaten:
Alışkanlık, kendisine karşı ciddiyetle mücadele verildiğinde seslenmeyi bırakır, sahteliğini kabul eder, geçer. Fakat fıtrat, kendisine karşı ne kadar mücadele verilirse verilsin, sesini kısmaz. Sesini kısma çabaları farklı noktalarda arızalarla yapılanın yanlışlığını ortaya koyar. Örneklendirmeye çalışalım: Bir insan tedavi görerek bonzai kullanmayı bıraksa bundan elbette ferahlık duyar. Ancak su içmeyi bıraksa bundan alacağı bir ferah yoktur. Sonu ölümdür.
Tasavvuf ve tarikat mabeyninde sıklıkla istimal edilen 'nefs-i emmâre' veya 'nefis terbiyesi' veya 'nefsin bendini kırma' gibi tabirler bu şekilde düşünülürse daha kolay anlaşılır. Nefis fıtratın çağrılarını/ihtiyaçlarını bize iletmek, hatta bir açıdan 'bizi onları tatmin etmeye mecbur etmek' için içimize konulmuştur. Onlardaki ihmaller hayatımızı kötü etkileyeceğinden nefis gibi hayata sıkı tutunan birşeyle oyunda kalmaya zorlanırız. (İntihar oranlarını düşüren şeylerden birisinin de nefis olduğunu düşünürüm ben.)
Ancak nefis bazen (hatta çoğu zaman) mesajları karıştırır. İçeriden gelen sesler ile dışarıdan gelen dayatmaları ayıramaz. Bir insanın sürekli yapmakla kendini alıştırdığı şeyleri de fıtrattan saymaya başlar. (Yapılmadığı zamanları unutur çünkü.) Onların da (velev şer, haram, günah olsun) gerçekleştirilmesi için bizi baskılar. Sıkıştırır. Zorlar. İşte nefsin bu hali nefs-i emmâredir. Kötülüğü de emredecek kadar güçlüdür. Tasavvuf (veya daha genel manada İslam diyelim) nefsi terbiye ederek ona 'zaruri' ile 'zaruri olmayan'ı ayırmayı öğretir. Nefisle ilgili mesailerin arkasında yatan en önemli argüman, bana göre, budur. Nefis fıtrat ile kem alışkanlıkların seslerini birbirinden ayırsın diye eğitilir.
Tekrar baştaki meseleye dönersek: İşte, kitlesel anlamda bozulmaların yaşandığı, zaruri ile zaruri olmayanın ayrılmakta zorlandığı zamanlarda umumi musibetler bizi fıtrat noktasında, tabir-i caizse, 'reset'lerler. Fabrika ayarlarımıza döndürürler. Bağımlılığımızı zaruriyattan saydığımız şeylere karşı bizi soğuturlar. Bireysel anlamda da genel anlamda da musibetlerin böyle bir hikmeti de vardır. Özellikle umumi musibetler toplumsal ahlakın topyekün değişiminde büyük bir hizmet görürler. Bediüzzaman'ın I. Dünya Savaşı'nda yaşanan mağlubiyete dair Lemeat'taki izahları da bize bu sırrı fısıldar:
"Beş vakit namaz için yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmal oldu. Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte daima tâlim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Keffâreten beş sene cebren oruç tutturdu. Kendi verdiği maldan, kırkından ya onundan birini zekât istedi. Buhl ile hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla vermedikti. O da bizden aldırdı müterâkim zekâtı. Haramdan da kurtardı. Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir. Salih amel ikiydi: Biri müsbet ve ihtiyarî; biri menfi, ıztırarî. Bütün âlâm, mesâib, a'mâl-i salihadır; lâkin menfidir, ıztırarî. Hadis teselli verdi."
Bu noktada ben artık diyorum ki: 'Menfî ibadet' dediğimiz şey de zaten 'müsbet ibadetleri' yapacak şekilde ahlakımıza verilen balans ayarlarıdır. Cenab-ı Hak, musibetler vesilesiyle, aksi şekilde davranmayı zaruriyat sanan nefsimize, ahlaksızlığın veya ibadetsizliğin zaruriyat olmadığını öğretir. Cepheden cepheye koşmaya alışmış bir askerin nefsi için, namaz, evinde maç izleyen bir insan için olduğu kadar zor değildir. (Ahlakı uyum sağlamıştır.) Malını ve mülkünü dünya musibetleriyle harcamaya alışmış birisi için, zekat vermek, sürekli malına mal katan bir insan için olduğu kadar zor değildir. (Ahlakı uyum sağlamıştır.)
Yaşadığı mahrumiyetlerle aç kalmaya alışmış bir insan için, oruç tutmak, hiç mahrumiyet yaşamamış bir şişgöbek için olduğu kadar zor değildir. (Ahlakı uyum sağlamıştır.) İşte, biz, tam da bu şekilde, ibadetleri yapabilecek bir nefis ayarına kavuşuruz musibetler sayesinde. Mürşidimin, sadece genel belalar anlamında değil, bireysel musibetler noktasındaki yorumları da bu dersi bize söyler: "Eğer sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır."
Yine bu bakış açısıyla 'musibetlerin neden müslümanlara daha sık geldiğine dair metinler' de kolay anlaşılır olur. Müslümana verilen musibetten murad, arızî zulmünün kesilmesi, yani kem alışkanlığının değişmesidir. Fakat kâfire verilecek olan musibette, böyle bir hayrın ihyasının murad olunabileceği iman temeli mevcut değildir ki, 'ahlak değişiminin' ona bir faydası olsun. Onunki zulüm değil küfür meselesedir. Devam edeceğinden musibete uğramaz.
"Sual: Has dostlarınıza gelen musibetleri, tokat eseri deyip hizmet-i Kur'âniyede füturları cihetinde bir itab telâkki ediyorsun. Halbuki size ve hizmet-i Kur'âniyeye hakikî düşmanlık edenler selâmette kalıyorlar. Neden dosta tokat vuruluyor, düşmana ilişilmiyor? Elcevap: 'Zulüm devam etmez, küfür devam eder!' sırrınca, dostların hataları, hizmetimizde bir nevi zulüm hükmüne geçtiği için, çabuk çarpılıyor. Şefkatli tokat yer, aklı varsa intibaha gelir. Düşman ise, hizmet-i Kur'âniyeye zıddiyeti, mümânaati, dalâlet hesabına geçer. Bilerek veya bilmeyerek hizmetimize tecavüzü zındıka hesabına geçer. Küfür devam ettiği için, onlar ekseriyetle çabuk tokat yemiyorlar."
25 Mayıs 2017 Perşembe
Siyaset dışı kişilere/alanlara neden ihtiyaç var?
Askerlik yapanlar nasıl sürecin geçiciliğini hatırlayarak/hatırlatarak yaşadıkları sıkıntılara karşı koymaya çalışıyorlarsa; evlilik sürecine giren insanlar da benzeri şekilde o sürecin 'süreçte yaşananlardan aşkın' anlamını hatırda tutarak (veya birbirlerine hatırlatarak) aşmaya çalışıyorlar. Biraz daha ilerleyelim. Bir hastanın tedavi süreci boyunca kendisine telkin ettiği de budur. Çevresi de ona bunu telkin eder. Bir çocuk iğne vurulurken ebeveyninin söylediği dahi budur. "Geçti yavrum, bak, hemen geçti!"
Birşeyin geçiciliği, ancak, onun parçası olduğu bütünün amacı/mahiyeti üzerinden ispatlanır. Uçağın yolculuk sırasında yaşadığı sarsıntıyı aşmak, o sarsıntının binlerce kez benzeri şekilde yaşandığını, fakat yine de menzile ulaşıldığını hatırda tutmakla olur. Pastanın pişmemiş yerini ısıranın isyanı, tamamının, hatta ekseriyetinin öyle olmadığı hatırlatılmakla tedavi edilir.
Demek: Bütünü hatırda tutmak parçayı rahatlatıyor. Bütünün anlamını hatırda tutmak parçayı yaşadıklarına karşı daha dayanıklı kılıyor. Bu gözle bakılırsa görülecektir: Mürşidimin Hastalar Risalesi, İhtiyarlar Risalesi veya Çocuk Taziyenamesi gibi eserlerinde yaptığı da budur. Bu aslında Kur'an ve sünnetin bize öğütlediği bakış açısıdır. Bu zamandan geriye doğru gittiğinizde, her dönemin mehdi-misal mürşidlerinin, dönemlerinde yaşanan fitnelere karşı benzer bir tedavi yolunu tuttuğunu görürsünüz. Bu bir tarikat usûlü çerçevesinde ve zikrin tekidi ile de olabilir; bir eserin telifi, neşri ve etrafında oluşturulan sohbet halkaları şeklinde de olabilir. İkisinde de yapılmaya çalışılan önce 'hıfz' sonra 'hatırlatma'dır.
Moğolların fitnesi döneminde İslam âlimlerinin yazdığı ve etrafında büyük halkaların/ekollerin oluştuğu eserlere bakın veya daha ilerisine/gerisine gidin, fitneye karşı direnişin hep bu şekilde yapıldığını görürsünüz: "Asıl amacı koru ve hatırla!" Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) 'Ridde fitnesi' ile mücadelesinin hemen ardından Kur'an'ın bir mushafta hıfzı için attığı mübarek adımdan tutun, Hz. Ömer b. Abdülaziz'in (r.a.) hadislerin hıfzı için sergilediği gayrete kadar; İmam Gazalî'nin (r.a.) kendi döneminde bâtıl fırkalara karşı eserleriyle verdiği mücadeleden tutun, Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'la yapmaya çalıştığı şeye kadar; böylesi bütün örnekler gösterir ki: Müslümanlar bir fitne karşısında bütünün anlamını ellerinden geldiğince hıfzederek ve birbirlerine ellerinden geldiğince hatırlatarak ayakta dururlar. Parçalarda boğulmaktan böyle korunurlar.
Bediüzzaman'ın tarikatlere verdiği önemin ardında yatan sır da budur ki, şu metinde, kendisini bize güzellikle okutur:
"Daire-i takvâdan hariç, belki daire-i İslâmiyetten hariç bir suret almış bazı meşreplerin ve tarikat namını haksız olarak kendine takanların seyyiâtıyla tarikat mahkûm olamaz. Tarikatin dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarikatler olduğu gibi, âlem-i küfrün ve siyaset-i Hıristiyaniyenin, nur-u İslâmiyeti söndürmek için müthiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kale-i İslâmiyeden bir kalesidir. Merkez-i hilâfet olan İstanbul'u beş yüz elli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beş yüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde Allah Allah diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır. İşte, ey akılsız hamiyetfuruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarikatin, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz."
Bugün biz de böylesi bir açlığı çekiyoruz. Siyasetin dışında kalmış, ruhumuza nefes aldıracak, dünyanın dağdağasında boğulmaktan kalbimizi kurtaracak bir alan arıyoruz. Hakikat dersi için toplandığımız meclislerde, ardına düştüğümüz kişilerde, yürüdüğümüz yollarda bile siyasetin işgalini yaşıyoruz.
Bazıları, devanın da burada olduğunu, hatta İslam âleminin ancak böyle bir yerden ayağa kalkacağını söylüyor. Diyorlar ki: "Siyasi meseleleri konuşa konuşa kemalimizi bulacağız(!)" Onlara katılmıyorum. Çünkü siyaset parçadır. Hem de sorunlu bir parçadır. Ona dair konuşulanlar parçaya dair konuşmalardır. Parçalar hakkında konuşmak bizi parçalar. Bütün hakkında konuşmak bizi bütünler. Uhuvvet Risalesi'nin verdiği derstir bu: Bir, bir, bir'ler birleştirir. İttihad-ı İslam'ın saklı olduğu yer parça değil bütündür. Bize yalnız 'Allah' denilen alanlar gerek. 'Nur görünümlü topuzlara' veya 'topuz görünümlü nurlara' ihtiyacımız yok. Bu noktada, hangi meslek veya meşrepte olursak olalım, zikrullahın ihyasına mesai sarfetmeliyiz. Dinî faaliyet yürüttüğümüz yerlere parçanın dilini sokmamalıyız. Direnmeliyiz. Işığa çağıran olmadığında artmak mümkün olmaz çünkü. İnsanlar nura gelir topuza gelmezler.
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...