İslam'ın Geliştirdiği Tasavvuf nâm eserinde, Ömer Rıza Doğrul, 'nur-u Muhammedî' ve 'hakikat-i Muhammediyye' gibi kavramları ilk kullananın Hallac-ı Mansur Hazretleri olduğunu söylüyor. Hatta Kitabü't-Tavâsîn'den şöyle alıntılar da yapıyor: "Bütün nurlar onun nurundan doğmuş, peygamberlerin nuru onun nuruyla aydınlanmıştır. Nurlar içinde onun nurundan daha parlağı yoktur. (...) Himmeti himmetlerin hepsinden üstündür. Varlığı yokluktan önceydi. İsmi kalemden evvel yazılıydı. Çünkü bütün ümmetlerden evvel var idi. (...) Bütün ilimler Hz. Muhammed Mustafa'nın denizler gibi olan ilminden bir katredir. Ve bütün hükema onun nehrinden bir avuçtur. Bütün zamanlar onun nehrinden bir saattir. (...) Hak ve hakikat onunladır. Hilkatte ilk o, nübüvvette son o. Bâtında hakikat o, zahirde marifet o..."
Kendisinin, yani Doğrul'un, mevzuyla ilgili izahlarıysa şöyle: "Hallac'ın 'nur-u Muhammedî' yahut 'hakikat-i Muhammediye' nazariyesine gelince: Kitabü't-Tavâsîn adlı eserinde buna bir kısım ayırmış ve 'sinac tasini' adını vermiştir. Onun bu eserindeki anlatışına göre: Hz. Muhammed Mustafa'nın birbirinden ayrı iki sûreti vardır. Biri, ezelî ve kadim bir nurdur ve bütün varlıkların varolmasından önce vardır. Her ilim ve irfan bu nurdan doğmuştur. Diğeri, onun peygamber ve resul olarak dünyaya gelen suretidir ki, fanidir. Ve muayyen bir yerde, muayyen bir zamanda varolmasını gerektirmiş, o da vaktinde zuhur ederek vazifesini yapmış, ilim ve amelde haiz olduğu kemali ezelî nurdan alarak belirtmiştir. Nitekim bütün peygamberlerle bütün evliya da aynı nurdan feyiz almışlardır."
Yine, aynı eserde belirtildiğine göre, Hallac-ı Mansur Hazretlerinden sonra bu kavramları en vurgulu şekilde kullanan İbn-i Arabî Hazretleri imiş. Hepsine rahmet olsun. Biz nurcularsa, malum, bu ıstılahlara Risale-i Nur'dan aşinayız. Evet. Mürşidimiz de bu kavramları sıklıkla kullanıyor. Demek ki onlarda mühim bir sır farketmiş. Zaten, hâşâ, nasslara aykırı şeyler değiller. Manalarını destekleyen hadisler de mevcuttur. Hatta, Ebubekir Sifil Hoca, 'hakikat-i Muhammediyye' kavramına annelik eden hadislerin sıhhatine dair tenkidler yapılabilirse de, manasının doğruluğuna itiraz edilmeyeceğini, zira Kur'an'da da bu çıkarımı destekleyen ayetler bulunduğunu söyler.
İşte Bediüzzaman'ın konuyla ilgili beyanlarından bir küçük iktibas: "Nasıl ki 'nur-u Muhammedî' ve 'hakikat-i Ahmediye' aleyhissalâtü vesselâm, divan-ı Nübüvvetin hem fatihası, hem hâtimesidir. Bütün enbiya onun asl-ı nurundan istifaza ve hakikat-i dininin neşrinde onun muînleri ve vekilleri hükmünde oldukları ve nur-u Ahmedî (a.s.m.) cephe-i Âdem'den, tâ zât-ı mübarekine müteselsilen tezahür edip neşr-i nur ederek, intikal ede ede tâ zuhur-u etemle kendinde cilveger olmuştur."
Fakat, bir ilave, burada fizikten çok daha ince birşeyin konuşulduğu kanaatine sahibim ben. Zaten 'nur' kavramını 'ziya' içine sıkıştırmak da doğru değildir. Tamam. Ziyanın da bir aydınlatıcılığı vardır. Karanlıkta olan şeylerin bilgisini bize taşır. Nitekim, görme hâdisesi, ışığın nesnelere dokunup bilgilerini gözlerimize taşımasıyla meydana gelir. Lakin 'nur' kavramı bundan çok daha fazlasına sahiptir. Nur, bilinmeme karanlığında olan herhangi birşeyi, bilinebilir kılan herhangi birşey de olabilir. Mesela: Ses de bir nurdur. Duyması olanlar sesle nesnelerin bilgisine erişebilirler. Tat da bir nurdur. Bu hisse sahip olanlar dilleriyle şeylerin bilgisine ulaşabilirler. Dokunma da bir nurdur. Koklama da bir nurdur. Titreşim de bir nurdur. Madem ki bize bilinmeyenin bilgisini taşıyordur, kitaplar da bir nurdur, tecrübe de bir nurdur, kalbe gelen ilhamlar dahi binbir çeşit nurlardır. Zira karanlıklarımızı aydınlığa çevirirler.
Hepsinin özünde ilim de bir nurdur zaten. Çünkü bizi ötemizden haberdar kılan, en temelde, o şeylerin ilim hasıl etmesidir. Onda olanın bize de yerleşebilmesidir. Daha yücelere çıkarsak, Nur sûresinde buyrulduğu gibi, "Allah göklerin ve yerin nurudur!" Çünkü bilinecekleri 'bilinebilir' kılan ancak Odur. Ve bilecekleri 'bilebilir' kılan da ancak Odur. Onun marifetiyle herşeyin bilgisi Esmaü'l-Hüsna boyutlarınca açılır, çoğalır, renklenir. Cümle bilmeler Onun hidayetidir. Bahşıdır. Hediyesidir. Onsuz bilmeler hakikatte bilmek sayılmazlar. Yüzeysel okumalardır onlar. Ve çoğu zaman ışığı değil karanlığı arttırırlar. İstidraçtırlar. Zira, sahibini düşünmeden sanata dalmak, bir tür boğulmayla neticelenebilir.
Nuru böyle hayal genişliğinde düşününce Aleyhissalatuvesselam Efendimizin nurunu kavramak da kolaylaşıyor. Mahiyetini bilemiyoruz. Ama sırrının herşeyin özünde varolduğunu kavrıyoruz. Atom değil, atomaltı değil, belki çok daha gerilerde. Hani Sicim Teorisi'nde işlenen şöyle bir tasavvur vardır:
Atomaltı düzeyde herşey aslında enerji iplerinin farklı şekillerde dalgalanmalarıdır. Bir şekilde dalgalanırsa onu elektron görürsünüz. Başka bir şekilde dalgalanırsa pozitron sanırsınız. Başka bir şekilde dalgalanırsa başka birşey dersiniz. Yani sırf dalgalanma şekillerindeki başkalıktan dolayı başka başka maddeler şeklinde görünürler. Başka başka fizikler oluştururlar. Size başka şeylermiş gibi gelirler.
Lakin özlerinde birdirler bu tanecikler. Sicim Teorisi böyle bir âlem hayal ediyor çok derinlerde. (Japon fizikçi Michio Kaku, Paralel Dünyalar'da, 'notalar ve tel' temsiliyle açıyor bunu. Tel aynı olsa da, parmağınızı bastığınız yerden titreşimini başkalaştırdığınız için, farklı notalar alabiliyorsunuz.) Atomaltı düzeydeki çeşitliliği bununla çözmeye çalışıyor. Biz de bu teorinin farziyatını misal olarak istimal edelim.
Ve diyelim: Belki de o dalgalanan enerji Aleyhissalatuvesselam Efendimizin nurudur. Neden onun nurudur? Çünkü o nurun hilkatiyle başlayan süreçte amaçlananı en iyi o yapmıştır. O enerjiye en layık temsili o gerçekleştirmiştir. Sırrın kemaliyle zuhuru, zuhur-u etemmi, onunladır. Ve zamanın ötesindeki takdirin zamanın içindeki görünüşü onunla olmuştur. Elhamdülillah. Cenab-ı Hak sırrını ebede kadar üzerimizde dalgalanır kılsın. Ve dalgaların hareketleri sayısınca ruh-u pâkine salat u selam olsun. Âmin.
Eh, Sicim Teorisi'ne çıkamazsak, yanımızda genetik var. Ondan da yardım alabiliriz. Evet. Bütün genetik kodlar nihayetinde neyden oluşur? Dört tane proteinin farklı dizimlerinden. Adenin, Guanin, Sitozin, Timin. Bunların da ardında nihayetinde belirli elementler vardır. Sonuçtaki görünüşler birbirinden çok başka olsa da hepsi aynı kod sisteminin kullanımından teşekkül etmiştir. Belki bu sistemin muradı da Aleyhissalatuvesselamın zuhur-u etemmine vasıta olmaktır. Lakin arada bizim gibi sonuçlar da bir hikmetle vücuda getirilmiştir. Buradan hareketle Efendimizin bize olan azim şefkatine de bir parça yaklaşabiliriz arkadaşım. Evet. Belki biz bu manevi canipten onun evlatları gibiyiz. Yani bütün varlık onun sırrının evlatları gibidir. 'Levlake Levlak Sultanı' hepimizin öncesidir. Varoluşumuzda atamızdır. Ve o da, tıpkı bir baba gibi, sırrından dünyaya gelmiş mahlukata azim şefkat göstermektedir.
Ben bunu geçenlerde bir F-35 misaliyle açmaya çalıştım. (İsterseniz buna F-35 değil Kaan veya Kızılelma da diyebilirsiniz.) Bir ülke F-35 üretmeye karar verdiği zaman, o F-35, bir süreçle birlikte varolur. 'Öncesi' olur 'sonrası' olur. İnşası için ondan evvel tesisler, pistler, makineler inşa edilir. Çünkü onların üretimi de F-35'in varlığı için gereklidir. Nihayetinde belki milyarlarca lira, binlerce insan, yıllarca emek, onlarca bina, hammadde vs. sadece bir F-35'in üretimi için sarfedilir. (O sırada aynı tesiste başka uçaklar-cihazlar-parçalar da yapılır tabii.) O meyve alındıktan sonra da fabrikanın sahibi diyebilir:
"Sen olmasaydın bu tesislerin hiçbirini kurmazdım!"
Bununla kastettiği aslında şudur: "Senin tohum hükmündeki gayeliğin/amaçlanman olmasaydı, hayal u planın dünyamızda yaşamasaydı, bu kadar emek sarfedilmezdi." La teşbih ve la temsil. Temsilde kusur olmasın. Aleyhissalatuvesselamın zuhuruyla nuru arasındaki ilişki de böyle olabilir. Onu bir çeşit hammadde olarak algılamakla birlikte 'herşeyin özüne işlemiş bir gaye' gibi anlamak da mümkündür. Zaten daire-i ilimle daire kudret birbirine yaklaştığında gaye ile hammadde de birbirine çok yaklaşır. Allah "Ol!" dediğinde oluverir. Orada ilim ayn-ı kudrettir. Kudret ayn-ı ilimdir. Çünkü iradeye karşı koyabilecek ikinci bir varlık yoktur. Karşı koyabilecek hiçbirşey yoktur. En doğrusunu elbette Allah bilir.
Eh, sözü uzattık, belki de bıktırdık. Bitirelim: "Allahın ilk yarattığı şey nurumdur!" buyuran zata, nurundan yaratılmış şeyler sayısınca, ve de o şeyler varlıkta kaldıkları müddetçe, salat u selam olsun.
İbn-i Arabî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İbn-i Arabî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
20 Eylül 2024 Cuma
14 Eylül 2023 Perşembe
Peygamberliği başladığı yerde bitirmek
Bediüzzaman, Mektubat’ta, İbn-i Arabî Hazretlerinin Fahrüddin-i Râzî Hazretlerine bir mektubunda dediği “Allah’ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır!” cümlesini “Usulüddin imamları ve ulema-i ilm-i kelâmın akaide dair ve vücud-u Vâcibü'l-Vücud ve tevhid-i İlâhîye dair beyanatları Muhyiddin-i Arabî'nin nazarında kâfi gelmediği için, ilm-i kelâmın imamlarından Fahreddin Râzî'ye öyle demiş…” diyerek izah eder. Konuya dair başka okumalar da yaptığınızda şöyle bir manayı yakalarsınız. İbn-i Arabî Hazretlerinin dediği şuna yakın birşeydir: “Allah’ı bilmek varlığını bilmekle başlar.” Yani daha yolun başındasınızdır. Bilinmesi gereken daha çok şey vardır. Hatta bu iş yalnız akılla ilgili de değildir. Cenab-ı Hakkın ayetleri nefesler sayısınca olduğu gibi bilmenin yolları da birçoktur. Nitekim, yine Bediüzzaman, Şuaat isimli eserinde der ki: “Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan ‘İrade, zihin, his, Lâtife-i Rabbâniye’ herbirinin bir gâyâtü'l-gâyâtı vardır. İradenin ibadetullahtır. Zihnin mârifetullahtır. Hissin muhabbetullahtır. Lâtifenin müşehadetullahtır. İbadet-i kâmile dördünü tazammun eder.”
Aynı durumun, bazen, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam hakkında da geçerli olduğunu düşünüyorum. Onun da nübüvvetini bilmek ‘vahiy aldığını bilmek’le başlar. Fakat kesinlikle bundan ibaret değildir. Bundan ibaret olduğunu düşünmek bizi eksik bir peygamber tasavvuruna götürür. Bakara sûresinin 129. ayetinde, Hz. İbrahim aleyhisselamın duasıyla haber verilen “Rabbimiz, neslimizden bir elçi gönder de onlara Senin ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin, onları arındırsın!” beyanında buyrulduğu gibi, ‘ayetleri okumak’ sadece başlangıçtır, kitabın, hikmetin öğretilmesi ve mü’minlerin tezkiyesi ayrıca vazifeler olarak nübüvvetin manasında mündemiçtir.
Risale-i Nur’a müracaat ettiğimizdeyse nübüvvet pınarı daha da gözelenir. 19. Söz’ün başındaki tarif Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın birçok zenginliğini daha gözler önüne serer: “Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtüvesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.” Hatta kimi metinlerde bu hikmet okuyuşu mübarek duasına kadar iner: “İşte, şu zat, şu mevcudat Hâlıkının vahdâniyetinin hakkaniyeti derecesinde hak bir burhan-ı nâtık, bir delil-i sadık olduğu gibi, haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir burhan-ı katıı, bir delil-i sâtııdır. Belki, nasıl ki o zat, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür; öyle de, duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır.”
Belki, mürşidimin böylesi en güzel izahlarından birisi, Mesnevî-i Nuriye’de geçen ‘tavus kuşu’ i’lemindedir:
“Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayarana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (a.s.m.) bidâyet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazarla bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini idrak edemez. Ve derece-i kıymetine vasıl olamaz. Ancak bidâyet-i hayatına ve levâzım-ı beşeriyetine ve ahvâl-i zahiriyesine ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki, o kışır içerisinden, iki âlemin güneşi ve tûbâ gibi şecere-i Muhammediye (a.s.m.) çıkmıştır. Ve feyz-i İlâhi ile sulanmış ve fazl-ı Rabbâni ile tekâmül etmiştir. Binaenaleyh, Nebiy-yi Zîşanın (a.s.m.) mebde-i hayatına ait ahvâl-i suriyesinden zayıf birşey işitildiği zaman üstünde durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı. Maahaza, mebde-i hayatına şek ve şüpheyle bakan adam, herhalde masdarla mazhar, menba ile mâkes, zâtı ile tecellî aralarını fark edemiyor. Ve bu yüzden şüpheye düşer…” İyi niyetliyse hatanın böyle olduğunu düşünebiliriz. Peki ya hepten kötü niyetliyse?
Malumunuz, bu sıralar, ismi ‘Kur’an müslümanlığı’ fakat hakikati ‘sünnet inkârcılığı’ olan bir kem hâdise var. Bunlar, güya Aleyhissalatuvesselam Efendimizi ilahlaştırmamak(!) hesabına, nübüvveti başladığı yerde bitirmek istiyorlar. Mesela diyorlar ki: Peygamberlik vahyi iletmekten ibarettir. Almıştır. İletmiştir. İşi bitmiştir. Yani aşağı-yukarı bir ‘postacılık’ mesabesine denk görüyorlar. Bunların şu yaptığı da Bediüzzaman’ın yukarıda teşhis ettiği ‘yumurta kabuğunda tavus kuşunun meziyetlerini aramak’ kabilinden değil midir? Zira, Cenab-ı Hak, içimizden gönderdiği bir peygamberde âlemin birçok sırrını düğümlemiştir. Ezelden sahibi olduğu hikmetlerin vücudunun bir ucunu Onun güzide varlığına bağlamıştır. Evet. O da bir bizim gibi bir insandır. Tamam. Lakin ‘bizim gibi’si sadece başlangıcı itibariyledir. Biz insaniyetimizin kabuğunda oyalanıyoruz. Ama Allah Onu miraca kadar kanatlandırmıştır. İnşasına vesile kıldığı şeriatı aktar-ı âlemin her köşesine yaymıştır. Adını her yerine yazmıştır. Bu bugün böyle olduğu gibi ta ezelde de böyle kayıtlıdır. Zamanüstü şekilde Aleyhissalatuvesselam merkezdedir.
Aynı durumun, bazen, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam hakkında da geçerli olduğunu düşünüyorum. Onun da nübüvvetini bilmek ‘vahiy aldığını bilmek’le başlar. Fakat kesinlikle bundan ibaret değildir. Bundan ibaret olduğunu düşünmek bizi eksik bir peygamber tasavvuruna götürür. Bakara sûresinin 129. ayetinde, Hz. İbrahim aleyhisselamın duasıyla haber verilen “Rabbimiz, neslimizden bir elçi gönder de onlara Senin ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin, onları arındırsın!” beyanında buyrulduğu gibi, ‘ayetleri okumak’ sadece başlangıçtır, kitabın, hikmetin öğretilmesi ve mü’minlerin tezkiyesi ayrıca vazifeler olarak nübüvvetin manasında mündemiçtir.
Risale-i Nur’a müracaat ettiğimizdeyse nübüvvet pınarı daha da gözelenir. 19. Söz’ün başındaki tarif Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın birçok zenginliğini daha gözler önüne serer: “Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtüvesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.” Hatta kimi metinlerde bu hikmet okuyuşu mübarek duasına kadar iner: “İşte, şu zat, şu mevcudat Hâlıkının vahdâniyetinin hakkaniyeti derecesinde hak bir burhan-ı nâtık, bir delil-i sadık olduğu gibi, haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir burhan-ı katıı, bir delil-i sâtııdır. Belki, nasıl ki o zat, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür; öyle de, duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır.”
Belki, mürşidimin böylesi en güzel izahlarından birisi, Mesnevî-i Nuriye’de geçen ‘tavus kuşu’ i’lemindedir:
“Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayarana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (a.s.m.) bidâyet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazarla bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini idrak edemez. Ve derece-i kıymetine vasıl olamaz. Ancak bidâyet-i hayatına ve levâzım-ı beşeriyetine ve ahvâl-i zahiriyesine ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki, o kışır içerisinden, iki âlemin güneşi ve tûbâ gibi şecere-i Muhammediye (a.s.m.) çıkmıştır. Ve feyz-i İlâhi ile sulanmış ve fazl-ı Rabbâni ile tekâmül etmiştir. Binaenaleyh, Nebiy-yi Zîşanın (a.s.m.) mebde-i hayatına ait ahvâl-i suriyesinden zayıf birşey işitildiği zaman üstünde durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı. Maahaza, mebde-i hayatına şek ve şüpheyle bakan adam, herhalde masdarla mazhar, menba ile mâkes, zâtı ile tecellî aralarını fark edemiyor. Ve bu yüzden şüpheye düşer…” İyi niyetliyse hatanın böyle olduğunu düşünebiliriz. Peki ya hepten kötü niyetliyse?
Malumunuz, bu sıralar, ismi ‘Kur’an müslümanlığı’ fakat hakikati ‘sünnet inkârcılığı’ olan bir kem hâdise var. Bunlar, güya Aleyhissalatuvesselam Efendimizi ilahlaştırmamak(!) hesabına, nübüvveti başladığı yerde bitirmek istiyorlar. Mesela diyorlar ki: Peygamberlik vahyi iletmekten ibarettir. Almıştır. İletmiştir. İşi bitmiştir. Yani aşağı-yukarı bir ‘postacılık’ mesabesine denk görüyorlar. Bunların şu yaptığı da Bediüzzaman’ın yukarıda teşhis ettiği ‘yumurta kabuğunda tavus kuşunun meziyetlerini aramak’ kabilinden değil midir? Zira, Cenab-ı Hak, içimizden gönderdiği bir peygamberde âlemin birçok sırrını düğümlemiştir. Ezelden sahibi olduğu hikmetlerin vücudunun bir ucunu Onun güzide varlığına bağlamıştır. Evet. O da bir bizim gibi bir insandır. Tamam. Lakin ‘bizim gibi’si sadece başlangıcı itibariyledir. Biz insaniyetimizin kabuğunda oyalanıyoruz. Ama Allah Onu miraca kadar kanatlandırmıştır. İnşasına vesile kıldığı şeriatı aktar-ı âlemin her köşesine yaymıştır. Adını her yerine yazmıştır. Bu bugün böyle olduğu gibi ta ezelde de böyle kayıtlıdır. Zamanüstü şekilde Aleyhissalatuvesselam merkezdedir.
Öyleyse, hakkımız var ki, İbn-i Arabî Hazretlerinin itirazı gibi bir itirazı, değil Fahruddin-i Râzî Hazretleri gibi salih bir ulemaya, ayağının tozu bile olamayacak böylesi nâdânlara karşı dillendirebiliriz. Ve diyebiliriz: “Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın vahiy aldığını bilmek nübüvvetini bilmenin başlangıcıdır.” O nübüvvetin âlemde gördüğü daha çok hikmetler vardır. Daha çok sırlara sahiptir. Sizin meselenin sathında kalmanız, nazarınızın miyopluğundandır, yoksa kartal misali feraset sahibi ehl-i sünnet uleması daha nice yüceliğini beyan etmişlerdir. Cenab-ı Hak bizi de onların mübarek yollarında daim eylesin. Âmin. Âmin. Âmin. Ve bihürmeti Seyyidi’l-Mürselin.
10 Ocak 2018 Çarşamba
"Aşk parçanın bütüne iştiyakıdır"
"Allah dileseydi, onları (aynı dine mensup) bir tek ümmet yapardı." (Şûrâ sûresi, 8)
Italo Calvino Kum Koleksiyonu'nda hat sanatının 'yazıyı güç okutma' özelliğini beğenerek diyor ki: "Yazı bize kaçınma olanağı bulamadığımız bir duvardan ulaşıyorsa her durumda bir zorbalıktır. Bugün çiğnenmiş haklarını, duvarlara sprey kutularıyla bunları yazarak kabul ettirme gereğini duyan kişinin, iktidarı ele geçirdiği gün, kendini haklı çıkarmak için başka duvarlara gereksinme duymaya devam edeceği öngörülebilir. (...) Arap yazısının mimarlıkta ve İslam'ın bütün görsel dünyasında işlevi son derece çekici geliyor bize: Düşünceli bir dinginlik atmosferi içinde mekânları kuşatan yazılı sözün varlığını farkediyoruz, ama okumadığımız için ya da okumayı bilsek de bize uzak, kendi formülleri içinde kapalı göründüğü için, 'sözün buyurucu gücünden' kendimizi kurtarıyoruz."
Bu metin bana 'imtihan sırrı' ile birlikte düşünülünce daha da hikmetli görünüyor. Hatta mürşidimin ihbar-ı gayb hakkında mükerreren söylediği "Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyle ise, ileride herkese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira, eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidatla beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur..." hakikati bu pencereden daha bir 'okunur' gibi geliyor.
Bencileyin düşünüyorum ki: İnsanın iradesini sarfetmeye ihtiyacı var. Ne için? Kendisini kemale erdirmek için. İradesizken eylediği hiçbirşey ona katkı yapmıyor. Onun olmuyor. Onu değiştirmiyor. Bizim olanı sahiplenmek için onu seçmeye muhtacız. Seçemediğimiz şeyler, sanki fıtratımıza da uyum sağlayamıyorlarmış gibi, 'dayatma' olarak isimlendirilip (gizli/açık) reddediliyor. Hem Taftazanî Hazretleri de, İşaratü'l-İ'caz'da nakledildiği üzere, imanı böyle tarif etmiyor mu: "Cenab-ı Hakk'ın istediği kulunun kalbine, cüz'-i ihtiyarının sarfından (iradesini kullanmasından) sonra ilka ettiği (bıraktığı) bir nurdur."
O zaman kainat ayetlerinin ancak 'Allah hesabına bir mana-i harfî bakışıyla' okunur olmasını anlamak gerek. Neden? Cenab-ı Hak da bize yarattığı fıtrata uygun bir ders veriyor. Ne demek bu? Yani: Şu kitap tam da okurunun aradığı/arzuladığı şekilde yazılmış. Elmasın kömürden ayrılmak için iradesini sarfetmeye ihtiyacı var. Belki biraz da bu hikmetle Cebrail aleyhisselam Allah Resulü aleyhissalatuvesselama ilk vahyi getirdiğinde "Oku!" diyor.
Burada dikkatinizi şuna çekmek istiyorum: İlk vahiy "Dinle!" de olabilirdi. (Çünkü nasihat dinlemekle de edilebilir.) Ancak okumakta farklı bir durum var. Dinlemek çoğu zaman iradesizdir. Okumak ise ancak iradenin sarfıyla olur. Önünüze getirilen bir metni okuyup-okumayacağınızı siz belirlersiniz. Ancak neyi dinleyeceğinizi belirlemek çoğu zaman mümkün olmuyor.
"Neyi okuyayım?" İşte irade sarfoldu. Arıyor. Bekliyor. Müşteri oldu. Fakat buna da bir dikkat lazım: Cebrail'in yanıtı 'neyi' sorusuna değil 'nasıl' sorusuna cevap verdi: "Yaratan Rabbinin adıyla oku." Demek ki beklentisi 'iradenin sarfı' idi. Metropolde yaşayanlarımızın bu sırrı daha kolay anlaması gerek. Herhangi bir sokakta yürürken dahi kırk türlü gürültünün saldırısına maruz kalıyoruz. Hele mağazaların çoklukla bulunduğu bir meydandan geçiyorsak ne fena! Hepten huzurumuzu yitirmişiz demektir. Ancak bunların hiçbirisi bizde tebliğ yerine geçmiyor. Hatta zorbalık gibi geliyor. Bir galeri ziyaretinde ise eserlerin altında bulunan metinleri kendi ilgimizle okuyoruz. Okuduklarımız bizim oluyor.
Varlık kâfirlerin geri dururlarsa okuyamayacakları bir şekilde yazıldı. Kainatın böyle 'ikinci bir dikkatle okunur' olmasında çok hikmet var. Tıpkı hat sanatının metinleri 'ilk bakışta okunur' kılmamasında olduğu gibi. Bazı şeyler ona talip olanların irade sarfetmesi için saklanıyor. 'Dayatma'dan alınıp 'teklif'e gizleniyor. Çünkü istidatlar ancak irade ile açılıyor.
Allah'ın bizi tek bir ümmet yapmamasında/yaratmamasında da çok hikmet var. Önce yaratılışımız söylüyor bize bunu. İradeye pay bırakılması gerek. İnsanın kömürü elmasından ancak böyle ayrılabiliyor. Hem bu şekilde belki şunu da isbat ediyoruz: İrade-i cüz'iyesi olan varlıklar ancak irade-i külliyeye sığınırlarsa felah buluyorlar. Biz Allah'ın emirlerine ittiba ettikçe şu hakikati ortaya koyuyoruz. 'Seçme yeteneği verilenler' ancak Allah'ın onlar için doğru olarak işaret buyurduğu şeyi seçerlerse huzura eriyorlar. İrade-i cüz'iyelerimiz irade-i külliyeyi böyle tenzih ediyor. Ona kaçarak. Ona koşarak. Ona sığınarak Kendi seçimlerinden onun emirlerine saklanarak. Tevekkül ederek.
Buradan şunu anlamaya da bir yol buluyorum kendimce: Cehennemliklerin cennetliklerden çok olması normal. Cennetlikler cehennemliklerden çok olsaydı toplamda irade-i cüz'îye başarılı olacaktı. Hasenatı seyyiatını galip gelecekti. Olamazdı ki bu. Bu şekilde/anlamda olamazdı. Her hayır kudret elinde olan Allah'ın küllî iradesinden kazanılan (tabir-i caizse) kısmî bağımsızlık, bağışlanan kısmî (tabir-i caizse) başıboşluk 'toplam faydada' kârlı çıkamazdı. İrade-i külliye içinde ayrıca bir (bir parça) seçim yeteneğine sahip olmanın bedeli toplamda kaybetmekti. Zira, yine mürşidimin ifadesiyle, hayır küllî şer ise cüz'î'ydi.
Cüz'î galip gelemezdi. Kimbilir? Belki dağların taşımaya korktuğu emanet de, bir yönüyle, budur. Allah'ın takdiriyle ve izniyle 'doğru' ile 'yanlış' arasında seçim yapma hakkı kazanan insanlığın ona itaatten bu kadarcık olsun uzaklaşmasıyla yaşadığı tecrübe onu genelde/toplamda 'çok zalim' ve 'çok cahil' yapmıştır. Parçanın bütünden ayrılınca yaşaması kaçınılmaz bir yoksunluktur bu. Meyvenin ağaçtan düşünce yerde yaşadığıdır. Aczimiz de buradan doğar.
Füsusu'l-Hikem'in sonlarına doğru İbn-i Arabî Hazretleri aşkı şöyle tarif eder: "Aşk parçanın bütüne iştiyakıdır." Bu, tabir-i caizse, bağımsızlığı verildiğinde ekonomisi çöken bir ilçenin tekrar anavatanına koşmasıdır. İttihadın ve itaatin kıymetini kaybettikleriyle anlamasıdır. Biz de Allah'ın emir ve nehiylerinin ne kadar hak ve faydamıza olduğunu onlardan ayrıldığımızda yaşadıklarımızla anlıyoruz belki. Onun şeriatını yaşamımızla (irade-i cüz'îyemizin yanlış kullanımıyla kurguladığımız küçük şeriatçıklarımızla) tenzih ediyoruz. Hatalara düşerek doğrusunun onun seçtikleri/sevkettikleri olduğunu anlıyoruz. Cennetlikler de cehennemliklerin çokluğundan anlıyor Allah'ın onlara olan nimetini. Her neyse... En doğrusunu elbette Allah bilir.
Italo Calvino Kum Koleksiyonu'nda hat sanatının 'yazıyı güç okutma' özelliğini beğenerek diyor ki: "Yazı bize kaçınma olanağı bulamadığımız bir duvardan ulaşıyorsa her durumda bir zorbalıktır. Bugün çiğnenmiş haklarını, duvarlara sprey kutularıyla bunları yazarak kabul ettirme gereğini duyan kişinin, iktidarı ele geçirdiği gün, kendini haklı çıkarmak için başka duvarlara gereksinme duymaya devam edeceği öngörülebilir. (...) Arap yazısının mimarlıkta ve İslam'ın bütün görsel dünyasında işlevi son derece çekici geliyor bize: Düşünceli bir dinginlik atmosferi içinde mekânları kuşatan yazılı sözün varlığını farkediyoruz, ama okumadığımız için ya da okumayı bilsek de bize uzak, kendi formülleri içinde kapalı göründüğü için, 'sözün buyurucu gücünden' kendimizi kurtarıyoruz."
Bu metin bana 'imtihan sırrı' ile birlikte düşünülünce daha da hikmetli görünüyor. Hatta mürşidimin ihbar-ı gayb hakkında mükerreren söylediği "Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyle ise, ileride herkese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira, eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidatla beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur..." hakikati bu pencereden daha bir 'okunur' gibi geliyor.
Bencileyin düşünüyorum ki: İnsanın iradesini sarfetmeye ihtiyacı var. Ne için? Kendisini kemale erdirmek için. İradesizken eylediği hiçbirşey ona katkı yapmıyor. Onun olmuyor. Onu değiştirmiyor. Bizim olanı sahiplenmek için onu seçmeye muhtacız. Seçemediğimiz şeyler, sanki fıtratımıza da uyum sağlayamıyorlarmış gibi, 'dayatma' olarak isimlendirilip (gizli/açık) reddediliyor. Hem Taftazanî Hazretleri de, İşaratü'l-İ'caz'da nakledildiği üzere, imanı böyle tarif etmiyor mu: "Cenab-ı Hakk'ın istediği kulunun kalbine, cüz'-i ihtiyarının sarfından (iradesini kullanmasından) sonra ilka ettiği (bıraktığı) bir nurdur."
O zaman kainat ayetlerinin ancak 'Allah hesabına bir mana-i harfî bakışıyla' okunur olmasını anlamak gerek. Neden? Cenab-ı Hak da bize yarattığı fıtrata uygun bir ders veriyor. Ne demek bu? Yani: Şu kitap tam da okurunun aradığı/arzuladığı şekilde yazılmış. Elmasın kömürden ayrılmak için iradesini sarfetmeye ihtiyacı var. Belki biraz da bu hikmetle Cebrail aleyhisselam Allah Resulü aleyhissalatuvesselama ilk vahyi getirdiğinde "Oku!" diyor.
Burada dikkatinizi şuna çekmek istiyorum: İlk vahiy "Dinle!" de olabilirdi. (Çünkü nasihat dinlemekle de edilebilir.) Ancak okumakta farklı bir durum var. Dinlemek çoğu zaman iradesizdir. Okumak ise ancak iradenin sarfıyla olur. Önünüze getirilen bir metni okuyup-okumayacağınızı siz belirlersiniz. Ancak neyi dinleyeceğinizi belirlemek çoğu zaman mümkün olmuyor.
"Neyi okuyayım?" İşte irade sarfoldu. Arıyor. Bekliyor. Müşteri oldu. Fakat buna da bir dikkat lazım: Cebrail'in yanıtı 'neyi' sorusuna değil 'nasıl' sorusuna cevap verdi: "Yaratan Rabbinin adıyla oku." Demek ki beklentisi 'iradenin sarfı' idi. Metropolde yaşayanlarımızın bu sırrı daha kolay anlaması gerek. Herhangi bir sokakta yürürken dahi kırk türlü gürültünün saldırısına maruz kalıyoruz. Hele mağazaların çoklukla bulunduğu bir meydandan geçiyorsak ne fena! Hepten huzurumuzu yitirmişiz demektir. Ancak bunların hiçbirisi bizde tebliğ yerine geçmiyor. Hatta zorbalık gibi geliyor. Bir galeri ziyaretinde ise eserlerin altında bulunan metinleri kendi ilgimizle okuyoruz. Okuduklarımız bizim oluyor.
Varlık kâfirlerin geri dururlarsa okuyamayacakları bir şekilde yazıldı. Kainatın böyle 'ikinci bir dikkatle okunur' olmasında çok hikmet var. Tıpkı hat sanatının metinleri 'ilk bakışta okunur' kılmamasında olduğu gibi. Bazı şeyler ona talip olanların irade sarfetmesi için saklanıyor. 'Dayatma'dan alınıp 'teklif'e gizleniyor. Çünkü istidatlar ancak irade ile açılıyor.
Allah'ın bizi tek bir ümmet yapmamasında/yaratmamasında da çok hikmet var. Önce yaratılışımız söylüyor bize bunu. İradeye pay bırakılması gerek. İnsanın kömürü elmasından ancak böyle ayrılabiliyor. Hem bu şekilde belki şunu da isbat ediyoruz: İrade-i cüz'iyesi olan varlıklar ancak irade-i külliyeye sığınırlarsa felah buluyorlar. Biz Allah'ın emirlerine ittiba ettikçe şu hakikati ortaya koyuyoruz. 'Seçme yeteneği verilenler' ancak Allah'ın onlar için doğru olarak işaret buyurduğu şeyi seçerlerse huzura eriyorlar. İrade-i cüz'iyelerimiz irade-i külliyeyi böyle tenzih ediyor. Ona kaçarak. Ona koşarak. Ona sığınarak Kendi seçimlerinden onun emirlerine saklanarak. Tevekkül ederek.
Buradan şunu anlamaya da bir yol buluyorum kendimce: Cehennemliklerin cennetliklerden çok olması normal. Cennetlikler cehennemliklerden çok olsaydı toplamda irade-i cüz'îye başarılı olacaktı. Hasenatı seyyiatını galip gelecekti. Olamazdı ki bu. Bu şekilde/anlamda olamazdı. Her hayır kudret elinde olan Allah'ın küllî iradesinden kazanılan (tabir-i caizse) kısmî bağımsızlık, bağışlanan kısmî (tabir-i caizse) başıboşluk 'toplam faydada' kârlı çıkamazdı. İrade-i külliye içinde ayrıca bir (bir parça) seçim yeteneğine sahip olmanın bedeli toplamda kaybetmekti. Zira, yine mürşidimin ifadesiyle, hayır küllî şer ise cüz'î'ydi.
Cüz'î galip gelemezdi. Kimbilir? Belki dağların taşımaya korktuğu emanet de, bir yönüyle, budur. Allah'ın takdiriyle ve izniyle 'doğru' ile 'yanlış' arasında seçim yapma hakkı kazanan insanlığın ona itaatten bu kadarcık olsun uzaklaşmasıyla yaşadığı tecrübe onu genelde/toplamda 'çok zalim' ve 'çok cahil' yapmıştır. Parçanın bütünden ayrılınca yaşaması kaçınılmaz bir yoksunluktur bu. Meyvenin ağaçtan düşünce yerde yaşadığıdır. Aczimiz de buradan doğar.
Füsusu'l-Hikem'in sonlarına doğru İbn-i Arabî Hazretleri aşkı şöyle tarif eder: "Aşk parçanın bütüne iştiyakıdır." Bu, tabir-i caizse, bağımsızlığı verildiğinde ekonomisi çöken bir ilçenin tekrar anavatanına koşmasıdır. İttihadın ve itaatin kıymetini kaybettikleriyle anlamasıdır. Biz de Allah'ın emir ve nehiylerinin ne kadar hak ve faydamıza olduğunu onlardan ayrıldığımızda yaşadıklarımızla anlıyoruz belki. Onun şeriatını yaşamımızla (irade-i cüz'îyemizin yanlış kullanımıyla kurguladığımız küçük şeriatçıklarımızla) tenzih ediyoruz. Hatalara düşerek doğrusunun onun seçtikleri/sevkettikleri olduğunu anlıyoruz. Cennetlikler de cehennemliklerin çokluğundan anlıyor Allah'ın onlara olan nimetini. Her neyse... En doğrusunu elbette Allah bilir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...