19 Temmuz 2023 Çarşamba
Kıyamet de belki son ısırığımızdır
Konu ‘biz’ değildik çünkü. Hiçbir zaman olmadık. Dolayısıyla yalnız bize, parçalığımızla bize, dair olanlar da merkeziyeti teşkil etmedi. Aksine, biz, bütüne dair oldukça varlığın gündemini meşgul ettik. Melekler ayaklarımıza nurdan kanatlarını serdilerse bu yüzden serdiler. Felekler bekledilerse milyarlarca sene gelmemizi bu sebepten beklediler. Fakat, kabul, başka olduğumuzdan da haberdar kılındık bir kere. Vahdetin tahtından Ehadiyetin bahtına sıçradık. Manzara bizde özetlenerek yansıtıldı. Bizde özetleneni tanımak özetle bize de bahşedildi. Bu arada âlem de bizde özetlenmişti zaten. Biz de kendimizi özetledik. Üstelik özetle ‘başkaları’ da bildik. Varedilen aldığından kolay vazgeçemez. Zat-ı Kudretin 'Ol'una şahit olmak 'Ol'anların aklını başından alır. Tutunur. Tutkulanır. Tutuklanır. İşte hayvaniyetimiz varlığını böyle isbat eder. Parçalığımıza dair herşey hayvaniyetimize de bakıyor. Parçalayan hayvandır. Hayvanlar yalnız parçalar. Fakat, biz, parçasını aşması murad edilmiş parçayız. Yüzü bütünleştirmeye bakan da yalnız biziz.
O kadar güzeldir ki varedilmek. ‘Ol’la tanıştırılmak o kadar güzeldir ki… İlim kudrete âşık olur yaptığından. Kudret ilme hayret eder bildiğinden. Şarabı dahi sarhoş eder mestliği. İmtihansa mezkûr mestliğin keskin bir şuura dönüşmesi düzeyinde başladı. (Beşeriyet hayvaniyet sarhoşluğundan ayıldı.) İnsana kadar herşey mestti. Eylerdi ama eylediğini düşünmezdi. Pervaneydi. Yanardı da yanmak nedir sormazdı. Bilmeden yansıtırdı. Bilmeden severdi. Bilmeden överdi. Bildirirdi yine bilmeden. Gösterirdi yine görmeden. Sezdirirdi yine sezmeden. Lakin biz bin hikmetle ayıltıldık. “Yanmak nedir?” sormaya başladık. Kendimizde bir bütünlük vardı. Tamam. Bunu anlıyorduk. Ancak şunu da biliyorduk ardından hemen: Karşımızda başka bütünlükler de vardı. Tanıyorduk onları... Ki tanımlayabiliyorduk. Parçalıyorduk.
Âdem aleyhisselama öğretilmişti isimler. Sırr-ı Tâlim-i Esma. Eyvallah. Maşaallah. İsim bilen isim de verir. Ne demek isim vermek? İsmini bildiğin herşeyin bir bütünlüğü vardır demek. Onda bir bütünlük, dışından ayırabildiğin bir bütünlük, tanımlayabildiğin için isim verirsin. İsmiyle beraber o ayrı şey bilinir böylece. Parça ayrılabilir bütününden. Tanıyamasaydın veremezdin. Parçalayabiliyordun ki verebildin.
“Nefis ne zaman girecek olaya?” Acele etme. Oraya geliyoruz. Evet. Diğer bütünler olmasa bizim bütünlüğümüz de devam etmiyordu. Onlara muhtaçtık. Susuzluğumuz içmeden geçmiyordu. Açlığımız gıdasızlıkla başedemiyordu. Acizdik. Fakirdik. (Bunlar parçalığın kanıtlarıydı.) Ancak kendi bütünlüğümüz devam etmeyince de diğer bütünlüklerin anlamı kalmıyordu. (Biz olmazsak herşey hiçti.) Herşeyi ancak kendimizle bilebiliyorduk. Yani kendimize de epeyce muhtaçtık. (Bu da parça değil bütün olduğumuzu sanrılatıyordu.) Neticede bu girift ilişki nedeniyle 'vicdanımız' ile 'nefsimiz' arasına sıkıştık. Vicdan bize 'bir bütünün ancak parçası olduğumuzu' söyleyip duruyordu. Minnettarlık telkin ediyordu. ‘Uygun adım’ yürümeyi öneriyordu. Başkaları da önemsiyordu mecburen. Ben'imizi detaylaştırıyordu yani. Lakin nefsin mesaisi başkaydı. Başkalığın diğer uçta en şiddetli hissedildiği yerdi nefis. Varlığımızın has dairesini korumaya yatkınlaşmış yanımızdı. Yahut da biz onu böyle sanıyorduk. Onu hep bu tarafından besliyorduk.
Hangisini beslersen o galip gelir. Hak Teala, şeriatı emretti ki, başkalığımızı vicdanından besleyelim. Benliğimizi nefsimizden doyurmayalım. Bütüne dönük manalar doldursun her yanımızı. Parçanın rahatı bütündedir. “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur.” Hem parçalığımızı doyurdukça parçalayacağız. Hem de parçalanacağız. Çünkü biz de nihayetinde onun parçasıyız. Dişlediğimiz özbir etimizdir. Yani bütünü parçalamak kendimizi de parçalamaktır. “İman bir intisabdır!” diyen mürşidim ne kadar isabet ediyor. Zira imanını kaybeden şu çağ kadar parçalayıcı başkası yok. Bak hâlâ da dişleri kan kan. Kıyametini koparana kadar sürdürecek görünüyor dişlemeyi. Arkadaşım, ne dersin, belki kıyamet de son ısırığıdır ha!
29 Haziran 2023 Perşembe
‘Ben’ bana zerkettiğim bir zehirdir
'Ben' nihayetinde parça. Ben nihayetinde parçayım. Kainatı olduran 'Kün/Ol'un içinde detaydan ibaretim. Olmasam olacak olanlarda hiçbir eksiklik olmaz. (Gün gelip olmadığımda apaçık göreceğim bunu zaten.) Ne geçmiş ne gelecek beni aramaz. Belli ki mümkînim. Zorunluluğum yok. Vacib değilim. Arızîyim. Kainat kiminse ben de Ona aidim. Varlık kimin hakkındaysa ben de Onun hakkındayım. Evren neye hizmet ediyorsa ben de Onun hizmetindeyim. Bundan başkası olamaz. Başkasını iddia edebilmem için varlığımı kainatın varlığından tastamam ayırabilmem lazım. Peki, haaa, şeeyy. Tasavvur olarak başarabiliyorum ya bunu? Kendimi ayrı birşey sayabiliyorum. 'Ben' diyorum mesela. ‘Onlar’ diyorum. Buna ne demeli şimdi?
Saymakla olmak bir midir arkadaşım? Peki ya ilişkilerim? Peki ya açlıklarım? Peki ya aczim? Ya aldığım nefes? Ya bastığım toprak? Ya içtiğim su? İzlediğim yıldızlar, okşadığım kedi, sevdiğim çiçek? Bütün bunları da muhtariyetime bağlayamam ya! Yönetemem ki. Yönetmek en nihayetinde yaratmakla ilgilidir. Yoktan yaratamadığımı nasıl mülküme alayım? O zaman? O zaman ben, varlığın başından sonuna planlı/takdirli bu yaratışın içinde, kainatı kuşatan ‘Kün/Ol’ içinde yani, bir parça olacağım. Mecburen detay kalacağım. Bütünlüğümün yanılsamasından kurtulacağım. Kurtulmalıyım. Yoksa sonum fenadır.
‘Emanetçilik’ sonuçta bir sanrıdır. Senin olmayana ‘olmuş gibi’ davranmaktır. Hakikate atılmış bir çiziktir. Gökler, yer, dağlar çekindi böyle birşeyi yüklenmekten. Kainata karşı "Ben de bütünüm!" demekten. Büyük resme karşı müstakillik iddiasında bulunmaktan. Heyhat. Ben neden çekinmedim? Sultanlık sandım oturduğum tahtı. Fakat aslında taht omuzlarıma konulmuştu. Sorumluluğu ağırdı. Yükü aynalıktı. 'Aynılık' değildi, yanlış anlama, ama yanlış anladı. Kendini 'Allah' sanmamalıydı Allah'ı gösteren.
Parçamı bir bütünlük gibi telakki etmemden itibaren 'çok zalim' ve 'çok cahil' oldum. Evet. Zira gösterdiğimden çok gösteremediğim vardı. Âlemler kadar bir bütünlüğün karşısında "Ben de bütünüm!" demek az birşey değildi. Bir de cür'eti hepten azdırıp, hepten zincirden çıkıp, kendi benciğimi herşeyin merkezine oturtmak? Bu 'benben'cilikte elbette bir kancıklık vardı. Allah eşyasını 'bilinmek istediği için' yaratmıştı. Ben bilineyim diye değil. Bilecek olanın da bir kıymeti yok değildi. Lakin seyirci sahneyi işgal ederse asıl gösteri güme gider. Sahnenin Sahibi de bu büyük edepsizliği elbette ağır şekilde te'dip eder.
Mürşidim bir yerde diyor ki: "Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır. İmam-ı Rabbânî'nin (r.a.) dediği gibi: 'Melikin atiyelerini, ancak matiyyeleri taşıyabilir.'" Bahsedilen ahmaklığı kendime çok yakıştırıyorum. Zeka ahmaklığı gidermiyor üstelik. İddialarımın kırılması lazım. Üzülüyorum.
Mutsuzluğum da buradan kaynaklanıyor gibime geliyor. Merkezinde Allah'ın güzel isimlerinin, sıfatlarının, şuunatının olduğu âlemleri "Niye benim istediğim gibi olmadınız?" diye yargıladıkça sanki onlara sürtünüyorum. Bahtım da kaderine sürtünüyor. Bu sürtünmeden kıvılcımlar çıkıyor. Sıçrayıp ta kalbime kadar yakıyorlar. Yok, asla, hayır. Kader yolunu değiştirmiyor. O hep Allah'ın takdir ettiği gibi. Hayır üzere. Güzel. Ancak ben, karşı koyamadığım bu akış karşısında somurtup, bir de tersi yönde kulaç atmaya çalışıyorum: "Benim hayır sandıklarım neden olmuyor?" Bu sorunun zımmında şu iddia var: “Ben de (hâşâ) Allah gibi bir Allah değil miyim?” Karınca sele ne yapabilir? Hiiiç. Hiçbirşey. Fakat sel karıncaya birçok şey yapar. Model terziye kızamaz. Ama terzi modelini oturtur, kaldırır, üzerinde işler. İşte senle ben de mütekebbir karıncalar gibiyiz arkadaşım. Terzisine artistlik yapan modelleriz. Süreç canımızı çok sıkıyorsa bil ki yerimizi bilmemekten. Parçalığımızın bütünlüğüyle boğulmaktan kurtulamazsak daha çok yanacağız. Rabbü’l-Âlemîn Odur. Bütünün Sahibi’nden şifamızı dileyelim. O mutlaka lütfeder.
24 Haziran 2023 Cumartesi
Parça bütünlüğünden vazgeçebilecek mi?
Üstelik, dahilini tanıdığı gibi, haricindeki bütünlükleri de tanır hayat sahibi. Onlara isimler takar. Belki zaten fıtratlarına nakışlanmış aşinalığı bulur. Tutunur. Tutunduğunu tanımlar. Tanımlarına tutunur. Bilebildiğini bu yolla bildirir. ('Sarman!' diye seslenir mesela, kedisi de isimlendirilmesinden bilindiğini anlar, bilir, gelir.) Bilgi de ancak bu yolla doğar-gelişir. (Hatırlayalım ki, Hz. Âdem babamız, melek kardeşlere 'tâlim-i esma' sınavındaki muvaffakiyetiyle parmak ısırtmıştır.) Bütünlüğünün böylesi şuurunda bir parça, başka parçaları da, bütünlüğüne kıyaslayarak tanıyabilir. Yolcu yolunda isim takarak ilerler.
Fakat, işte düğüme geldik, imtihan da burada başlar arkadaşım. Kendisine dair böylesine yüksek bir bilince sahipken, hakikatin 'aslında parça olan bütünlüğüne' görünen eksik şekillerini terkedip, 'Bütünün Hakiki Sahibi'ne veya 'Hakiki Bütünün Sahibi'ne (ki 'Âlemler Rabbi'dir O) teslim olmayı becerebilecek midir insanoğlu? Vahyiyle kendisine ihsan ettiği 'Hakiki Bütünün Bilgisi'ne veya 'Bütünün Hakiki Bilgisi'ne râm olacak mıdır? Yoksa bir parçacık bütünlüğüyle, yani ona sığdırdığı kadarıyla, baştan mı çıkacaktır? O yalancı bütünlüğü hakiki bütünlüğün yerine, hatta en üstüne, koymayı mı deneyecektir?
Ene Risalesi'nin çizdiği resim buna benziyor:
"Ene, kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş'um nazarıyla mânâ-yı ismî cihetiyle baktığı için, güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb ediyor. Sonra gaflet ve inkârla o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara—kabul etmedikleri ve teberrî ettikleri halde—birer firavunluk verir. İşte o vakit Hâlık-ı Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze vaziyetini alır. (...) Hattâ, Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdahale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder."
Bir 'ben-sen' diyebilme yeteneği var ki bizde pek tehlikeli. Parça için hem hazine hem endişe kaynağı. Çünkü asabiyetle durulursa arkasında bütünden kopuşu ifade ediyor. 'Ben' diyorsun mesela. O 'ben'den hariç herşeyi 'sen' yerine koyuyorsun. Halbuki aldığın her nefeste kainatın hakkı var. Vücudundaki elementler ölen yıldızların tozları. Fiziğindeki tüm dengeler âlem hiçten çıkarken kurulmuş. Kimyası öyle. Biyolojisi öyle. Neler neler belki daha öyle. Şecere-i hilkatin bir ulu meyvesisin. Ezelden takdir edilmiş, nihayet zamandaki yerine asılmış, varolmuşsun. Ağaçla beraber ağaçsın. Yani bir 'Kün!/Ol!' emrinin içine herşeyle birlikte sığınmışsın. Ama ağacına dönüp tekebbürle "Ben ben, sense sen!" diyebiliyorsun. Bütünlüğünü kendine rakipleştiriyorsun. Hatta üzerinde hak iddia ediyorsun. Terbiyesiz tasavvurlara-tasarruflara girişiyorsun. Haddini o kadar aşıyorsun ki, herşeyi yoktan vareden Malik-i Hakiki'ye dahi, 'sen-ben' çekebiliyorsun. Halbuki güneşin tecellisi bir an olmasa yansıma kalır mı? Aynadaki sûret, hakikisine 'sen-ben' çekse, hakikatini küstürmez mi?
Parça yüzünü bütüne, Bütünün Sahibi'ne, dönerse dengesini bulur. Kendisindeki kayıtlılığın arızalarından bir parça kurtulur. Evet. Büyük resme yaklaşan hayra da yakınlaşır. Çünkü Muhakemat'ta denilmiştir: "Hayır küllî, şer cüz'îdir." Melekler, sayısı ne kadardır Allah bilir, Âdem aleyhisselama secde eder. Yalnız İblis bundan sakınır. Demek şer yalnızdır. Yalnızlara daha yakındır. Hele parçasında boğulanlara pek yakındır. (Kibir bu türden bir yalnızlık değil midir arkadaşım?) Kendisini, kendisinde tanımladığı bütünlüğü, Bütünün Sahibi'nin hakikat tarifine tercih edenler rahmetten hep kovulacaktır.
Rahmet, parçasından başını kaldırıp, bütüne bakanları sever ancak. Bütündeki yerini kollayanları sever. Bu yüzden belki yine mürşidim der: "Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı." Kendisini geniş aynalarda sınayan, cüz'î bütünlüğüne emniyet etmeyen, başta yanlışta olsa bile, akıbette istikamete sevkolunur. Parçasını mutlaklaştıran, onu 'bütünler üstü bütün' gören, başta istikamette olsa bile, en nihayet hakikatle irtibatını kaybeder: "Bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mazur biliyor; ondan nizâ çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalâlet istifade ediyor." Ahirzamanda, beşerin kendi konumunu bu derece merkeze almasıyla, çevresel felaketlerin atbaşı gitmesi, 'cidden uyandırıcı' bir niteliğe sahiptir.
Kim buz parçasını eritmiyorsa tehlikede! Evet. Özümüzü kayırmak yok. Hadi bakalım. Ben kendime 'cemaatsiz nurcu' diyorum mesela. Eğer kastettiğim "Ben kendime yeterim!" ise tehlikedeyim. (Hem de ne tehlikedeyim.) Fakat yalnız ben tehlikede değilim arkadaşım. Bir cemaat "Bizim cemaat bize yeter!" diyorsa o da tehlikede. Bir kavim "Bizim kavim bize yeter!" diyorsa o da tehlikede! Bir devlet "Benim devletim bana yeter!" diyorsa o da tehlikede! Kim tehlikede değil peki? Ümmet tehlikede değil. Çünkü Aleyhissalatuvesselam Efendimiz buyurmuş: "Ümmetim dalalet üzerine birleşmez!" Fakat, bir saniye, acele etme. Teenni gerek. Ümmet dediğin de sadece bugünün müslümanlarından oluşmuyor. 14 asra yayılmış bir bütünlük var. O bütünlüğün içinde bir büyüklük var. Bir nuranî çizgi var. İşte onlar, bin maşaallah, Ehl-i Sünnet'tir. Parçalarımızı sınayacaksak sahabe mesleğinin esasları üzerine sınayacağız. Belki o zaman büyüklerimizin hizaya çekmesiyle tehlikeden kurtulacağız. Allah büyüktür. Umudumuz, kendimizden değil, Ondandır. Bizi istikametten ayırmasın. Âmin.
21 Haziran 2023 Çarşamba
Parçanın bütünlüğü hayattır
Bu tür tavırlar kendini ötekinden ayırmadan olamaz. Belli ki, o şey, el-Hayy olan Allah'ın lütfu ile, özgeliğinden haberdar kılınmıştır. Dışından ayrı bir düzen sahibi olmuştur. Evet. Allah nasıl zatını bilir, kemalini bilir, kudretini bilir; aynen öyle de; masivasını da bilir, kusurlarını da bilir, ihtiyaçlarını da bilir. Yaratışıyla ikram eder. Kayyumiyetiyle varlıkta tutar. Rezzakiyetiyle devam ettirir. Hayat sahibi olan herşey de karınca-kaderince kendisini-başkasını tanır. Mesela: Taşın kendisinden haberdar olduğuna dair emare göremeyiz. (Belki bu şimdilik göremediğimiz birşeydir.) Ancak hayatın her sûretinde farkındalığın izleri vardır. Hayat bütünlüğünü başkasından ayırır. Ve kendisinin bir tür iç sahibi olduğunu derkeder. Dışından içine girecekleri-çıkacakları kontrol eder. Ki dışındaki parçalıklar has dairesinin bütünlüğünü bozmasın. Böylece hayatın üç temel kuvvesi her canlıda tezahür eder: 1) Dışındaki ihtiyacına yönelir. (Kuvve-i şeheviye.) 2) Dışındaki zararlıdan sakınır. (Kuvve-i gadabiye.) 3) Faydalıyı zararlıdan ayırır. (Kuvve-i akliye.)
Bediüzzaman'ın, Ene Risalesi'nde, 'emanet ayetini' tefsir ederken nazarlarımızı çevirdiği 'bütünlük bilinci' ise, mezkûr farkındalığın en imtihanlı boyutudur belki. Yani göklerin, yerin ve dağların dahi Allah'a karşı taşımaktan çekindiği kadar yüksek bir bilinç düzeyi. Hak Teala'yı bilmenin en acayip yolu. Melekleri bile secde ettiren şekli. Evet. İnsan sadece 'ben' sezgisine sahip değildir arkadaşım. "Ben de, benimle, benim sayemde, ben var ya ben, benim..." gibi daha birçok 'hilkat kurgularını' sanrılayabilir. Esasında 'Rabbü'l-alemîn' (Bütünün Sahibi) olan Allah'a ait yaratılışı kendi parçasına, hatta sair parçalara, pay edebilir. Halbuki bu vehmetme yeteği ona 'sahip çıkması için' değil 'marifet üretebilmesi için' verilmiştir:
"Sâni-i Hakîm, insanın eline, emanet olarak, rububiyetinin, sıfât ve şuûnâtının hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak işârat ve nümuneleri câmi' bir ene vermiştir—tâ ki, o ene bir vahid-i kıyasî olup, evsâf-ı Rububiyet ve şuûnât-ı Ulûhiyet bilinsin. Fakat vahid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki, hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vahid-i kıyasî teşkil edilebilir; ilim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir." Evet. İnsan gerçekte yaratıcı değildir. Lakin 'mış gibi' yapabilmesiyle de hakiki yaratanı kavrar: "Bir insan, bir ayda yıkanmazsa ve küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir. Demek bu saray-ı âlemdeki paklık, sâfilik, nuranîlik, temizlik, mütemadiyen hikmetli bir tanziften, bir dikkatli tathirden ileri geliyor. Ve eğer o daimî tathir ve süpürmek ve dikkatle bakmak olmasaydı, bir senede bütün hayvanların yüz bin milletleri arzın yüzünde boğulacaklardı."
Misallendirelim: Nasıl ki, bir uzay roketinin kocaman tankları, onu semaya taşımak içindir. Ateşine sermaye sağlamak içindir. Fakat yakıtları tükendikten sonra zararlarından başka kârları kalmaz. Boşturlar. Ağırlıklarından başka sermayeleri olmaz. Roket de, mâkulu bu olduğu için, gövdesinden ayırarak ardında bırakır onları. Hiç canı yanmaz bu ayrılıktan. Hiç sıkılmaz. Aynen onun gibi de: İnsan, Allah'ı bildiren parçasal sanrılarını, bir eşikte terketmek zorundadır. Yoksa yukarı iteceğine aşağıya doğru çeker benliğini:
"Ene, kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş'um nazarıyla mânâ-yı ismî cihetiyle baktığı için, güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb ediyor. Sonra gaflet ve inkârla o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara—kabul etmedikleri ve teberrî ettikleri halde—birer firavunluk verir. İşte o vakit Hâlık-ı Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze vaziyetini alır. (...) Hattâ, Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdahale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder."
Parça, bütünü, Bütünün Sahibini 'kendi kısıtlılığına bakmadan' yargılamaya başlarsa 'çok zalim' ve 'çok cahil' olmaktan kurtulamaz. Zira ne zamanda ne de mekanda 'ancak külliyette görünen hayrın' bilgisine sahip değildir. Daha resmin bütününü görmemiştir. Dünya ve ahiret nazarında tek manzara olmamıştır. Kuşatamamıştır. Kuşatamaz da. el-Muhît olan yalnız Allah'tır. Bütünün sahibi de Odur. Onun bildirdiği kadarıyla bütün bilinir. Bildirmediği bilinmez. Her neyse. Tefekkürümü toparlarsam arkadaşım:
Cenab-ı Hak, el-Hayy isminden hayatı bahşetmekle, eşyasını 'âlemler' kılmış. Bütünlükler içinde bütünlükler yaratmış. Birini bine çevirmiş. Böylelikle hem içlerini hem dışlarını sezer olmuşlar. Bilginin yolları açılmış. Bunlardan bir tanesini de âleme misal-i musağğar eylemiş. Kainat aynasını o küçük aynada özetlemiş. Öyle de eylemiş ki, bu âlem, farkındalık seviyesini sadece iç-dış seviyesinde tutmuyor. Allah'ına kadar bilmenin yollarına koyulabiliyor. Dış farkındalığının seviyesi o kadar yüksekte yani. Ve fakat bir de imtihanı var. İçinin sevgisinde de 'kendisini ilah sanacak kadar' yanılabiliyor. Haddini aşabiliyor. Yansımaya şaşırabiliyor. Boş yakıt tanklarını gövdesinden koparamıyor. Ağırlaşıyor. Katılaşıyor. Arızalaşıyor. Evet. Göğsündeki sır Allah'ı göstermesi için verilmişken, gösterdiğini boşverip, camına-çerçevesine tutuluyor. Hatta bizzat görüntünün membaı sanıyor. İç-dış karışıyor. Bilmenin zirvesinden en aşağılara düşebiliyor. Alâ-yi illiyyînken potansiyeli, esfel-i safilîn çukuruna inebiliyor. Allah bizi muhafaza eylesin arkadaşım.
2 Aralık 2022 Cuma
Yokluğunda bir varlık var
Kibir avuçlarını kapamaktır. "Ben bana yeterim!" demektir dünyaya. Hatta "Ben hepinize yeterim!" Bu sadedde tekebbür ancak el-Mütekebbir olan Allah'ın hakkıdır. Çünkü es-Samed olan yalnız Odur. Herşey varlığa çıkmak (ve de varlıkta kalmak) için yaratışına muhtaçtır. Oysa hiçbirşeye muhtaç değildir. el-Kayyum Odur. Bir projektörün görüntüyü perdede tuttuğu gibi her ân bizleri varlıkta tutar. Allah büyüklendiğinde kendisini olmadığı birşeyle tavsif etmez arkadaşım. Bunu sakın yanlış anlama. Çünkü büyüklenmek 'fazlası görünmek' gibi anlaşılıyor bizde sadece. Doğru değildir. Allah büyüklendiğinde Zât-ı Kudsîsini hakkıyla tarif etmiş olur. Senasını ettirdiğinde hakettiği övgüyü işitmiş olur. Şükrümüz de zaten hakettiği teşekkürdür. Yani ki, arkadaşım, Hak Teala bizden her ne istese hakkı olanı ister. İhtiyacından istemez. Gereğinden ister. Adaleti öğretir. 'Mış gibi' sahası değildir orası.
'Mış gibi'yi biz aramızda yaparız. Çünkü hakikatte sahibi olmadığımız şeylerin ticaretini yapıyoruz şu hayatta. Emanetçisi olduklarımızı al-satıyoruz. Emanetçi sahiplik iddia ettiğinde hakikatin gurbetine düşer. Kibri terkettiğimizde tevazu sılamız olur. O 'vazedildiğin gibi' olma halidir. 'Alçakgönüllülük' diyorlar ya karşılamıyor. Aslı şu: Alçalmak, alçaktaymış gibi yapmak, yok. Zaten alçaktasın. Ait olduğun yerden konuşmaktır tevazu. Yapmacıklık değildir. Tasannuyu kibirliyken yapan biziz. Cenab-ı Hakkın büyüklenmesi ise yapmacık değildir. Kemalini tarifidir.
"İnsan kendisini müstağni gördükçe azgınlaşır!" buyruluyor Alâk sûresinde. İşte Kur'an'ın kelamullah olduğuna bir delil. Sen bundan daha isabetlisini duydun mu? Kur'an'da sahiden Allah konuşuyor. Zira bu derece teşhis başkasının sözünde bulunamaz. Ancak Ustası eserini bu denli 'tastamam' tarif edebilir. Evet. Gerçekten de 'kendimizi ihtiyaçsız gördükçe' azgınlaşmaya başlıyoruz. Yoldan çıkışımız da biraz şuna benziyor: Bir fabrikanın herhangi bir çarkı, çevresiyle uyumlu şekilde görevini yürütmesi gerektiğini unuttukça, kendi başına buyruk şeyler yapmaya başladıkça, düzenin zararına işliyor. Kendimizi yeterli görmek bizi büyük resme ilgisizleştiriyor. Lekemizle uğraştırıyor. Uyumdan habersizleştiriyor. Hodbinlik, hodgamlık, hodendişlik... Yani ki 'ben merkezcilik' hükmü altına alıyor herşeyimizi. Ve bu odaklanma hatasıyla parçası olduğumuz bütüne zarar vermeye girişiyoruz artık. Halbuki, arkadaşım, konu biz değiliz. Konu hep beraber Allah'ın senasını edebilmek. Bir orkestrada konu davulcu değildir. Hizmetçisidir. Davulcu gümgümünü konunun ta kendisi sanrılarsa bütün ahengi altüst edebilir. İstiğnamız bizi böylesi bir yanlış tezahüre götürüyor. Harf kendisini kelimenin tamamı sandığında okunacakları okutmaz olur. Vurgu azı çoğa galip eder. Varlıkta elbette tuttuğumuz bir yer var. Ancak tutamadığımız yerler tuttuğumuzdan çok.
'Kanser' nedir bilir misin? Kanser sorunlu bir hücrenin bedenin yerine geçmeye çalışmasıdır. Amitoz bölünmeyle meczup çoğalarak içinde yaratıldığı âkilliği mahvetmesidir. En nihayet yıktığı uyumun enkazında kendisi de kalır. Öldürdüğü canlının vücudunda kendisi de ölür. Bindiği dalı kesen oduncu gibidir yani. Fakat bu ebleh halini sonu gelene kadar farketmez. İnsanın tekebbürü de onun kanserleşmesidir işte. Tevazusu şifasıdır. Bunu şuradan da anlayabilirsin ki: Tevazu gösterdikçe, varlık, yaptığının doğruluğuna işaret eder gibi seni ödüllendirir. Bir Kanser Hastasından Yakınları İçin 75 Faydalı Öneri isimli kitapta okumuştun. Sonra Vücudunuz Hayır Diyorsa: Duygusal Stresin Bedelleri eseri de öğrendiklerini desteklemişti. Ölümcül hastalıklara yakalananlar genelde hayatın yükünü tek başlarına kaldırmaya çalışanlar. Hastalık sürecinde ilk öğrendikleri şeyse 'insanlardan yardım istemeye alışmak'tır. Hatta, yazar Deborah Hutton'ın tecrübesiyle de altını çizdiği üzere, sanki kanser, acizliğini bilmeyen insanlara 'yardım istemeyi belletmek' için gönderilmiştir. Aslını idrak ettikçe bir nebze hafifler.
Aleyhissalatuvesselam Efendimiz "Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremeyecektir!" buyuruyor. Onun bu inci-mercan beyanına şu açıdan da iman ediyorum: Evet. Öyle. Kibri yokedemeyen insan hayatından tasannuyu da çıkaramıyor. Tasannuyu yokedemeyense 'mış gibi' yapmaktan kurtulamıyor. 'Mış gibi' gemiye atabileceğimiz yükleri sırtımızda taşımamızın en büyük müsebbibi. Yani, her neyde kibir yapıyorsak, onun fazladan yükünü çekiyoruz. Bu fazla yük de 'mümkün cennet fırsatı'ndan uzaklaştıyor bizi. Çünkü, cennet, ona ihtiyacımızı bildikçe bizi tamamlıyor. Bizim tamamlanmamız cennetimiz oluyor. Eğer ihtiyaçlarımız olmazsa Allah'ı bilemezdik. Yaralarımız olmasaydı bedenimize ışık sızamazdı Mevlana Hazretlerinin tabiriyle. Eksik bırakıldık ki tamamlanalım. Avuçlarımız boş bırakıldı ki oraya bağışlarda bulunulsun. Rahmet dolsun. Sahibi bulunsun. İnkâr etmek yerine açmalıyız. Açtıkça zenginleşeceğiz. Açtıkça hayatımız bereketlenecek. Açtıkça cennete dönüşecek.
Hem yine denmiyor mu: "Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise tekebbürle tetâvül edecek. Eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür. Yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür. Yani tekebbürdür."
Dua da bu anlamda bir 'kabullenme eğitimi' değil mi? Mürşidim bir başka yerde diyor ki: "Bir müslim ne derece dine mütemessik ise, o derece kibrinden, gururundan, hatta izzet-i rütebîden fedakârlık etmek gerektir." Çünkü sebeplere hallakiyet/yaratıcılık vermemenin (tevhidin) sonucu kendini detaylaştırmaktır. Hatta şunun arkasında, arkadaşım, 'yaralarınla barışmak' da vardır. Bediüzzaman'ın 'elyazısının kötülüğünü kabullenmekle-barışmakla' elde ettiği zenginliği düşünsene: "Eskiden beri diyordum: 'Ya Rabbi! Ben o kadar muhtaç iken ve nazmı severken, bu iki nimet bana verilmedi' diye, teşekkî değil, tefekkür ediyordum. Sonra bana kat'î tebeyyün etti ki: Şiir ve hat bana verilmemek de büyük bir ihsan imiş. Hem o hatta ihtiyacımı sizin gibi kalem karamanlarının muavenetleri temin ediyor. Hat bilseydim, hatta itimad edip, mesâil ruhta kararlayarak nakşedilmeyecekti. Eskiden, hangi ilme başladım, hattım olmadığı için ruhuma yazardım. Fevkalâde bir meleke ihsan edildi."
Eksiklerimize "Bakalım nasıl tamamlanacağız?" diye baktıkça cennetimizin kapısı açılıyor. İstiğnaya kapıldıkça bizden küsüyor. Allah korusun. Cennetinden kopan cehennemine yuvarlanıyor. Sahi şu da enteresan değil mi: Cehennem sürekli yandırılmakla sanki bir 'eksiltilme' yeridir. Adem memleketidir. Yıkım cenderesidir. Cennetse nimetlenmekle sürekli 'arttırıldığımız' bir semttir. Vücud yurdudur. İnşa menzilidir. Eğer cehennemin müsebbebi içimizde barındırdığımız kibirse, yani ki o ateşi "Ben hepinize yeterim!" iddiası tutuşturuyorsa, "Bak bakalım yetiyor musun?" tarzı 'mütemadiyen eksiltilmeyle' cezalandırılması mâkul değil midir? Hem madem cennetlik olanlar mütevazı davranıyor. Eksikliğini biliyor. Onların da 'mütemadiyen çoğaltılması' manidar görünmez midir? Ben; hem bu dünyadaki hem ahiretteki tecellileriyle; kibir ile adem, tevazu ile vücud arasında bağlar görüyorum. Ama gösterebiliyor muyum? İşte ona da sen karar vereceksin arkadaşım. Yani onu da sen tamamlayacaksın. Ne de olsa yorum şahit olunanı tamamlar. Zenginleştirir. Ve şahit olunduğunun bir delilidir.
29 Eylül 2022 Perşembe
Peygamberimiz hangi tarikattendi?
"Peygamberimiz hangi tarikattendi?" veya "Aleyhissalatuvesselam Efendimiz hangi mezheptendi?" gibi sualler de böylesi tuzaklardır bana göre. Neden? İlk olarak Onun bütünlüğünü ıskalattığından. Nübüvveti parçalaştırdığından. Parçaya bütünü yutturacak bir cerbeze çevirdiğinden. Halbuki din nübüvvetin göğsünden kaynar. Sünnetiyle şekillenir. Hayatıyla hayatlanır. Hz. Aişe radyallahu anha annemizin tabiriyle Onun ahlakı Kur'andır. Hakikat bu iken nasıl ulu güneşe "Hangi pırıltıdan doğdun?" denilir. Nasıl okyanusun anneliği damlada aranır. Nasıl dağın cesameti çakıltaşlarıyla açıklanır. Kül cüzzün içine sığmaz ki. Aksine parçalar bütünde toplanır. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz bütünlüğümüzün ta kendisidir. Bizse, mü'minliğimiz miktarınca, Onun parça parça parçalarıyız. Mahşer günü sancağı altında toplanmayı ümit ettiğimiz gibi bugün de hidayeti altında toplanırız.
Öyleyse bu suallerin düzeltilmiş şekli şöyle olabilir: "Hangi tarikatler Tarikat-ı Muhammediye'dendir?" veya "Hangi mezhepler Mezheb-i Muhammediye'dendir?" Onun da cevabını Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in manası veriyor zaten. Ona rağmen yol arayanlar bid'adadır. Bidayeti olduğu caddenin içinde kalanlarsa Ondandır. Onun ta kendisi olamazlar. Onun kadar/gibi bütünlüğü ifade edemezler. Lakin ittibaları miktarınca yolun parçası olurlar. Yani ki: Bütünlükleri yolun etrafını çevirir. Parçalıklarıysa yolun içinden geçirir. Bu nedenle kat'iyyen horgörülemezler. Doğrudur: Parça bütünden küçüktür. Ama parça bütünden gayrısı da değildir. Madem damla denizdendir. Madem ışık güneştendir. Madem kaya dağdandır. O zaman damlaya, ışığa, kayaya hakaret dolayısıyla denize, güneşe, dağa hakarettir. Cüze hakaret külle de hakarettir. Ehl-i Sünnet tarikatlere/mezheplere yapılan saldırılar da bu nevidendir arkadaşım. Hiç tereddüt etme. Adını tam koy. Hasmının şom niyetini tam kavra. Halılarını tutuşturana "Binayı yakmıyor ki canım!" hoşgörüsüyle bakma. Madem ki halı binanın içindedir. O halde parçasıdır. O halde binadandır. Ateşin kastına bina da dahildir.
İstersen sana bunu Esmaü'l-Hüsna üzerinden de izah edebilirim. (En azından denerim.) Şöyle ki: Aleyhissalatuvesselam Efendimiz İsm-i Âzâma, her ismin âzâm mertebesine mazhardır, yüceliği öyle bir yüceliktir. Hatta bir yerde mürşidim der ki: "İsm-i Âzama mazhar olan Resul-ü Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlâhî belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir." Subhanallah! Sen, öyle bir güneşler güneşini ufkuna yerleştir, sonra da dönüp şu diğer hikmete bir bak: "İsm-i Âzam herkes için bir olmaz. Belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ: İmam-ı Ali radıyallahu anhın hakkında Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs, altı isimdir. Ve İmam-ı Âzamın İsm-i Âzamı Hakem, Adl, iki isimdir. Ve Gavs-ı Âzamın İsm-i Âzamı yâ Hayydır. Ve İmam-ı Rabbânînin İsm-i Âzamı Kayyûm, ve hâkezâ, pek çok zatlar daha başka isimleri İsm-i Âzam görmüşlerdir..."
Şimdi, 'her ismin âzâm mertebesine mazhar olmak' nerede, o 'isimlerden birkaçını İsm-i Âzâm tutmak' nerede... Mesafeyi birazcık kavradın mı arkadaşım? Benim gibi heyecanlandın mı? Evet. Salih büyüklerimiz o güneşin gölgesinde gezen parıltılardan ibarettir sadece. (Allah o parıltıları gecemizden eksik etmesin.) Parıltı güneştendir. Doğru. Fakat güneş parıltıdan değildir. 'Parıltı' dedim. O da seni aldatmasın. Mütekebbir burnun havaya dikilmesin. Onların parıltısı güneşe göre parıltıdır. Sana göreyse güneştir. Haddini bilerek konuş. Sen belki kibrit alevi dahi değilsin. Parladığın da şüphelidir. Sahi. Kuzum kendi karanlığına bakmıyor musun? Ateşböceği gibi pırpırını görmüyor musun? Nankörlüğün körlüğünü arttırır. Körlüğün nankörlüğünü ziyadeleştirir. Bakmayanların halini seçiyorsun. Güneş gibi büyüklere/yollara dil uzatıyorlar. Allah bizi dilleri kopasıcalardan eylemesin. Âmin.
26 Haziran 2019 Çarşamba
Bediüzzaman'ın dini 'demokrasi' miydi? (2)
Yukarıda anlattıklarımızı şöyle bir misalle fehmimize yaklaştıralım: Bir hazine sandığına sahipsiniz diyelim. Bu sandıkta bilumum mücevherler mevcut olsun. Zümrütü, yakutu, elması, akiki, bilmem nesi, hepsi takı takı içinde takırdasın dursun. Aman, bin maşaallah, hiç gözümüz yok. Kavga çıkmasın şimdi. Hepsi de sizin olsun. Siz de akşam gideceğiniz davetten önce birşeyler takıştırmak üzere sandığınızın başına gidin. Gidin amma elbette bir niyetle gideceksiniz. İlk seferde niyetiniz şöyle olsun: "Kırmızı bir mücevher bulsam da taksam!" Bu niyetle gittiğinizde elbette sizin için en makbul mücevher kırmızılardan olacak.
Yeşiller, maviler, sarılar, billurlar ne kadar şiddetli gözkırparlarsa kırpsınlar dikkatiniz kırmızılarda kalacak. En nihayet de onlardan birisi seçilecek. Diğer renkler kaybedecek. Fakat bir de şöyle bir niyetle sandığın başına gittiğinizi düşünelim: "Sandıktaki en güzel mücevheri takacağım!" O zaman ne olur peki haliniz? O zaman sandığı daha bütüncül görmez misiniz? Bütün renklere dikkat etmez misiniz? O bütünlüğün herbir detayını birbirleriyle kıyaslayarak sonuca varmaz mısınız? Evet. Aynen. O zaman böyle yapmış olursunuz. Çünkü sandığın başına gelirken bir karara sahip değilsiniz. Size kararın ne olduğunu biraz da sandıktakiler öğretecek/söyleyecek. Buna müsaade ederseniz, inşaallah, doğruyu bulursunuz. Allah cümlemizi seçimini istikametle yapanlardan eylesin.
İşte, Kur'an'daki ayetler de, sünnetteki hadis-i şerifler de, hatta onlardan ilham alınarak istikametle yazılmış sair eserler de, derecesine göre, şu sandıktaki mücevherler gibidir. Başlarında durup 'hidayetini' arttıran da olur 'dalaletini' arttıran da. Hidayetini arttıran ona müşteri olduğu için arttırmıştır. Dalaletini arttıran ona müşteri olduğu için arttırmıştır. Fakat ikisi arasında şöyle bir nüanstan bahsedilebilir: Hidayetin müşterisi hakikatin tam tezahürü için doğrulayan-doğrulamayan bütün verileri karşısına alıp yorumlar. Elinden geldiğince her ikisine de söz verir. Dinler. Sonra kalbinde galip gelen görüşe göre hareket eder. Dalaletin müşterisiyse kanaatinin tezahür edebilmesi için kendisini doğrulayan (doğruladığını sanrıladığı) verileri karşısına alıp konuşur. Bu yanlı okuma da elbette onu en nihayet kendi kanaatine hakvermeye götürür.
Yani; hakikati arayan, ruhunu Cenab-ı Hakkın hidayetine açar ki, doğru 'beklentilerinden zarar görmeyecek şekilde' tecelli etsin. Değiştirecekse değiştirsin. Döndürecekse döndürsün. 'Göre'sine dayanak kollayansa, bakış açısını aradığı delilin renginden başkasını sokmayacak şekilde daraltır ki, hasbelkader başka birşey öğrenmesin. Başka birşey gösterilmesin. Değiştiren kendisi olsun. Kıyas kendisi olsun.
Böylece ikisinin eşyayla muhatabiyetleri kendi içlerinde farklılaşır. Aynı metni okusalar bile buldukları/anladıkları başka olur. Tıpkı; namaz kılmayışını "Sarhoşken namaza yaklaşmayın!" ayetinin sadece "Namaza yaklaşmayın!" kısmını okuyarak gerekçelendiren Bektaşî'nin fıkrasında olduğu gibi. Mürşidim de bu sadedde der: "Hülâsa: Nefis, devekuşu gibidir. Şeytan Sofestâî, hevâ da Bektâşîdir." Böyle demekle de Furkan sûresinin şu hükmüne fehmimizi yaklaştırır: "Hevasını ilâh edinen kimseyi gördün mü? O hâlde (vazîfen sâdece tebliğken) onun üzerine sen mi vekîl olacaksın?" Tebliğ, yani hakikatin bilgisi, ancak 'ondan doğruyu öğrenmek isteyeni' cennetine götürebilir. Tebliğle yalnız 'hevalarını doğrulamak için' muhatap olanlarsa nübüvvetin vekaletinden faydalanamazlar. Başlarında koruyucu bulamazlar.
Bu uzun girizgâhın ardından asıl konumuza gelelim: Risale-i Nur okumalarında da, özellikle Münazarat tefekkürlerinde, benzeri çarpıtmaların yaşandığını düşünüyorum ben. (Bazılarına bizzat şahit de oldum.) Peki bu arıza en çok neyden yaşanıyor? Hazinenin bütünlüğünün ıskalanmasından. Yani Bediüzzaman'ı, eserlerini, ifadelerini veya hatıralarını parçalara ayırmaktan. Bu parçalardan işe yararlarını derleyip 'o yalnız bunlardan ibaretmiş gibi' sunmaktan. Halbuki İslamî ilimlerin usûllerini incelersek görürüz ki: Hüküm çıkartılırken mevzu ile ilgili (birbirleriyle çelişen-çelişmeyen) bütün delileri toparlayabilmek, hepsini topyekün ele alabilmek, sonra aralarında kıyaslamalar ve tefekkürler yapabilmek esastır. Selef-i Salihînin bize öğrettiği 'sağlıklı yargıya ulaşma metodu' budur. Bu nedenle büyük fâkihler aynı zamanda büyük muhaddislerdir. Böylesi ilimlerin birbiriyle kuvvetli bağıdır ki, hocalarını, 'birkaçında birden icazet sahibi olmaya' yönlendirmiştir. Yani ulemamız bütünü mümkün mertebe kuşatmanın hakikate yaklaştırıcılığına inanmışlardır. Allah hepsinden razı olsun. Şefaatlerine bizleri nail eylesin. Âmin.
Fakat bugün bir kısım Nurcular arasında iş nasıl dönmektedir? Ben bir tane örnekle izah etmeyi deneyeyim: Şimdi, diyelim ki, benim Nurcu kardeşim bir garezle 'daha dindar olanı' değil de 'daha seküler olanı' siyaseten yetkilendirmeye karar vermiştir. Bunun demokrasinin kutsallarına daha uygun olacağına inanmıştır. Ancak bunu öylece "Ben öyle olması gerektiğini düşünüyorum!" diye söyleyemez. Ya? İlla ucunu Risale-i Nur'a bağlar. Olabilir ya, kendi hatası gibi değil, mürşidinin seçimi gibi sunmaya çalışır. Hatta, yalnız kendisi yetmiyorsa, yani çevresini de ikna etmek istiyorsa, elbette işi kanaatine güvenilir mürşide bağlamak çok daha faydalı olacaktır. Peki ne yapar o zaman?
Evvela Münazarat'a gider. Münazarat'ta bulamazsa Eski Said'in diğer eserlerinin kapısını çalar. Fakat genelde Münazarat'ın mağdur edilmesi yeterli olur. Oradan yeterli ekmek çıkar. Sonra oradan niyetine yakıştırıp seçtiği bir metni Risale-i Nur'un bütününden kopararak bir şerh çalışmasına tâbi tutar. Sonra da bu şerhini "Başkaca düşünülemez!" şekilde dayatır. Hadi bakalım. Hayırlı olsun. Artık o metni okuyan başka şekilde anlayamaz. En azından çoğunluk buna uğraşmaz. Eh, ne de olsa, hazırın üzerinden yürümekte de entelektüel bir rahatlık vardır.
Bunlardan bir tanesi, mesela, yine Münazarat'ta yeralan, "Dine zarar olmasın, ne olursa olsun?" suali ve cevabıdır. Ne işe yarar bu sual ve cevap? Efendim, dedim ya az önce, sözgelimi CHP'yi başa geçirmeye karar verdiniz. Ay, pardon, öyle dememiştim. Özür dilerim. Düzelteyim: Alternatiflerden daha seküler olanı siyaseten yetkilendirmeye karar verdiniz. (Böyle daha cici oldu değil mi?) İçinizde bir şekilde bu arzuya vardınız. Eh, arzudur, varılır. Birşey denmez.
Ancak birtek sizin arzulamanızla olur mu iş? Cık, ı-ıh, e-eh! Hep beraber kafamızı yukarıya doğru sallayalım: "Oooolmaaaz!" Toplumun da ikna edilmesi gerekir. "Cübbesiz Ahmed efendi böyle düşünüyor!" denilince de kimse ikna olmaz. Ya ne yapılacak? Varırız Bediüzzaman'ın kapısına. Belki Bediüzzaman'ın dindar vicdanları tatmin edecek 'daha seküler olanın zararsızlığı'na dair beyanı vardır? Yok mudur? Aman, birebir tutmasın canım, şöyle kıvırtılacak yok mudur? Hop, işte, mezkûr sual ve cevap tam da bu noktada yardıma çağrılır:
"İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de, mağlûp bîçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan,—herkesin kalbindeki şefkat-i imaniye olan—envâr-ı İlâhînin lemeâtının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir? Siz muhakeme ediniz."
Yahu 'kim söylemiş, kime söylemiş, ne makamda söylemiş, ne söylemiş' falan boşverin bunları. Pekâlâ bu metni kıvırtabiliriz. Eveeeet! Evreka! Bulduk! Buradan 'devletin alabileceği halden din namına endişelenmemeye' bir delil çıkarılabiliyor. 'Daha seküler olanın seçiminden İslam adına korkmamaya' bir karine bulunabiliyor. Metin tam olarak bunu söylemiyor mu? Boşver aslanım. Metnin aslında ne söylediğini kim-ne yapsın? Herkes kendi fikrini arıyor zaten metinde. Hatta arzusunu arıyor. Ona vardıktan sonra tam tersini söylese ne olur.
Tabiat Risalesi'nin başındaki cümleler mi? Üfff, ne gıcık çıktın sen ya, ne diyormuş peki orada? Dur bakalım: "1338'de Ankara'ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. 'Eyvah' dedim. 'Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!'" Burada biraz endişeli mi görünüyor? Hııımmm. Şeeeey. Eeheemm. Bu endişe değil canım. Şey olmuş şey. Neyse, boşver bunu, çok önemli değil.
Başka da mı var? Mesela ne var? "Haccı men eden, zemzemi döktüren, hakkımızda eşedd-i zulme müsâadekâr davranan ve Zülfikar ve Sirâcü'n-Nur'un müsaderesine ehemmiyet vermeyen ve bizi garazkârâne, kanunsuz, tazip eden memurları terfi ettirip hanemizden çıkan mazlumâne lisan-ı hal ile yüksek ağlamamızı ve sesimizi işitmeyen bir müstebit kabinenin zamanında en rahat yer hapistir." Ne takılıyorsun böyle şeylere. Ben sana işin kolayını gösterdim ya canım. Fazla karıştırma. Münazarat'a baksana sen. Cambaza bak cambaza.
Ha? Ne? Yeni Said'in siyasete temas eden metinlerinin genelinde devletin kimin elinde olduğundan endişelenir bir mahiyet mi var? DP'nin başa geçmesine bu yüzden mi çok seviniyor? Üstelik sahada yaşananlar da devletin kimin elinde olduğuyla müslümanların dinini daha rahat yaşamasının birbiriyle orantılı olduğunu mu vurguluyor? Amaaan ya! Geç bunları. Bunlarla işimiz yok. Biz zaten doğrunun ne olduğunu biliyoruz. Bunu Münazarat'a bakmadan önce de biliyorduk. Münazarat'a bakışımızın sebebi de zaten "Doğruyu doğru bilmiş mi bakalım Üstadımız?" öğrenmek içindi. Varsın Bediüzzaman'ın bütün hayatı, bütün metinleri, bütün duruşları bizi doğrulamasın. Bir yerde kendimize tevil edilecek malzeme bulduk ya. Tamamdır. Sen çok kurcaladığın için mutlu olamıyorsun. Kurcalama. Arzula. Abilerinin latif rüzgârına bırak kendini. Onlar da liberal aydınların rüzgârında kanat vuruyor zaten. Sakın tereddüt etme. Mutluluğun formülü çok açık: Bir sen, bir Münazarat, biraz da saflık. Evet. Bencileyin söylersem: Halipürmelalimiz budur muhterem ablalarım-abilerim.
12 Nisan 2018 Perşembe
Neden yarım bırakılıyoruz?
İnsan böyle bir uyanışı yaşadığında içinde de güzel bir yerlere varıyor. Kusurlarıyla barışıyor. Sınırlarıyla barışıyor. Yaralarıyla barışıyor. "Elhamdülillah" diyor. Yaşadığı herşey için. Hem kötülük için hem iyilik için. Hem dikeni için hem gülü için. Kavuşup sevemedikleri için. Sevip kavuşamadıkları için. Çünkü herşey nihayetinde bütün için. Tevhid, yani herşeyin aynı Allah'ın eseri olduğu bilinci, insanı daha bu dünyada cennete kavuşturuyor.
Mürşidimin kendisindeki eksikliği hikmet penceresinden okuduğu bir yer vardır: "Bu biçare Said'in gayet muhtaç olduğu ve yetmiş seneden beri o san'atla meşgul olması ve bazı gün iki yüz sahife kadar tashihe mecbur olmasıyla beraber, on yaşındaki zeki bir çocuğun on günde muvaffak olduğu yazı kadar bir yazıya mâlik olamadığına hayret ediliyordu. Halbuki Said bütün bütün istidatsız değildir. Hem de nesebî kardeşlerinin hepsinin de güzel yazıları olduğu halde, bu kadar yazıya muhtaç iken böyle yarım ümmî vaziyetinin hikmeti, kanaat-i kat'iyemle şudur ki: Bir zaman gelecek ki, cüz'î ve şahsî iktidarlar, kuvvetler mukabele edemeyecek dehşetli ve mânevî düşmanların hücumu zamanında güzel yazı sahiplerini ruh u canıyla aramak ve hizmetine şerik etmek ve o çekirdeğin etrafında su, hava, nur gibi o mânevî ağaca hizmet etmek için o şahsî ve cüz'î hizmeti, küllî ve umumî ve kuvvetli ve bir kaleme mukabil binler kalemi bulmak hikmetiyle ve buz parçası gibi benliğini o mübarek havuz içinde eritmesiyle hakikî ihlâsı elde etmek ve bu suretle imana hizmet etmek hikmetiyle olmuş."
Buraya bayılıyorum. Çünkü her türden özlemlerim için (ki her özlem bir yoksunluktur) bana bir deva öğretiyor. Öyle ya! Bu yaraları 'daha aşkın birşeyin parçası olmam için' bağışlanmış nakışlar gibi görmeseydim nasıl iyileşirdim? Nasıl hayata tutunabilirdim? İşte gördüm: Varlığım 'kendisine dair' değil sadece. Daha büyük birşeyin parçası olmak için varedilmişim. Evet. Bütün olmak eksiklik kaldırmaz. Yani eksiği olan bütün olmaz. Fakat parça olmak öyle değildir.
Parça olmak eksiklik kaldırır. Çünkü eksiklik parçalığın lazımıdır. Bir sırr-ı ehadiyet ile böyle olduğunun bilincindeyim. Bütünü hissediyorum. Güzelliğini seziyorum. Sonra onu kendim sandığım zamanlarda kusurlarıma üzülüyorum. "Herşey daha güzel olabilirdi!" diyorum. İnsanları suçluyorum. Fakat bundan vazgeçsem, yani 'isim' olarak değil 'harf' olarak varolmayı seçsem, kendimi kitabın yerine koymasam, o zaman kanamalarıma şükredeceğim. Neden? Çünkü ancak onlarla tutunacak bir yer arayacağım. Kuyuya düşmeyen eliyle neden dal aransın? Derdim olmayaydı dermanı hiç kollamazdım ki.
Ozana "Bir derdim var bin dermana değişmem!" dedirten yer de burası galiba. Çünkü ancak derttir dermanın varlığını öğreten. Artık ulaştığın derman bir olur, bin olur, ister yüzbin olur; fakat dert her şekilde (kaçınılmaz şekilde) onun başlangıç noktasıdır. Yoksunluğu tatmayan varlığın/varlığının kenarında kalır. Çünkü daha fazlası olabilmekten yoksun kalır. Yalnız kalır.
Split filminde Dr. Karen karakterini kişileştiren Betty Buckley'in bir sorgulaması vardı: "Hep acıların eksilttiğini düşünüyoruz. Ya arttırıyorsa?" Belki bizim ihtiyacımız olan da bu: Kendimizi bütünün ta kendisi olarak görmeyi bırakıp eksik kalan yanlarımızla başka nelerin parçası olabileceğimizi kollamak.
Yani: Araba olmadığına dövünen bir vites kolu olmaktansa hangi arabanın vites kolu olabileceğimize karar vermek. Okuma-yazması bile olmayan Kürt Bekir Ağa'ya, Bediüzzaman'ın da ifade ettiği gibi, 'âlimlerin işini' yaptıran bu düşünüştür. Çünkü o, bir yerden başka bir yere taşımak kadar olsun, ilmin parçası olmayı seçiyor. Demek insan neyin parçası olmayı seçiyorsa nihayetinde ondan oluyor. O zaman Split filminin "Neye inanıyorsan osun!" mottosuna kendimizce şöyle bir ayar çekebiliriz: "Neyin parçası oluyorsan ondansın!"
İnsan 'olunabilecek bütünlüklerin en mükemmeli' olmanın peşini bıraktığında stres de onun peşini bırakır. Güzelliğin bir parçası olmayı hayatları için yeterli bir amaç olarak görenler dünyasını kurtaranlardır. Çünkü onlar, bütünün ta kendisi olmayı terketmekle, aslında bütün olmanın âdemoğullarınca/kızlarınca taşınmaz yükünü de terketmiş olurlar.
Buradan şuraya geleceğim arkadaşım: Şu hayatta birçok güzelliğin parçası olmayı (inşaallah) başarabiliriz. Ancak övüncünü yüklenemeyiz. Hamdı "Elhamdülillahirabbilalemîn" diyerek Allah'a bırakırız. Bırakmak zorundayız. Zira hiçbir iyilik yalnız bizim emeğimizle vücut bulmaz. Dolayısıyla teşekkürü de parçaya ait olamaz. Bütün âlemlerin o iyilik için uygun adım ilerlemesi gerekir. Bir çocuğun gülebilmesi için bir güneşin yanması gerekir. Hiçbir fiilimiz kainattaki düzenden bağımsız değildir. O halde ezelden ebede her türden hamd ve şükür elbette Allah'adır. İltifatların yüzü onadır. Parça ise kendisine 'parçası olmak' bağışladığını için mutlu olur. Bunun evveli ihlastır. Sonrası huzurdur.
10 Ocak 2018 Çarşamba
"Aşk parçanın bütüne iştiyakıdır"
Italo Calvino Kum Koleksiyonu'nda hat sanatının 'yazıyı güç okutma' özelliğini beğenerek diyor ki: "Yazı bize kaçınma olanağı bulamadığımız bir duvardan ulaşıyorsa her durumda bir zorbalıktır. Bugün çiğnenmiş haklarını, duvarlara sprey kutularıyla bunları yazarak kabul ettirme gereğini duyan kişinin, iktidarı ele geçirdiği gün, kendini haklı çıkarmak için başka duvarlara gereksinme duymaya devam edeceği öngörülebilir. (...) Arap yazısının mimarlıkta ve İslam'ın bütün görsel dünyasında işlevi son derece çekici geliyor bize: Düşünceli bir dinginlik atmosferi içinde mekânları kuşatan yazılı sözün varlığını farkediyoruz, ama okumadığımız için ya da okumayı bilsek de bize uzak, kendi formülleri içinde kapalı göründüğü için, 'sözün buyurucu gücünden' kendimizi kurtarıyoruz."
Bu metin bana 'imtihan sırrı' ile birlikte düşünülünce daha da hikmetli görünüyor. Hatta mürşidimin ihbar-ı gayb hakkında mükerreren söylediği "Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyle ise, ileride herkese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira, eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidatla beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur..." hakikati bu pencereden daha bir 'okunur' gibi geliyor.
Bencileyin düşünüyorum ki: İnsanın iradesini sarfetmeye ihtiyacı var. Ne için? Kendisini kemale erdirmek için. İradesizken eylediği hiçbirşey ona katkı yapmıyor. Onun olmuyor. Onu değiştirmiyor. Bizim olanı sahiplenmek için onu seçmeye muhtacız. Seçemediğimiz şeyler, sanki fıtratımıza da uyum sağlayamıyorlarmış gibi, 'dayatma' olarak isimlendirilip (gizli/açık) reddediliyor. Hem Taftazanî Hazretleri de, İşaratü'l-İ'caz'da nakledildiği üzere, imanı böyle tarif etmiyor mu: "Cenab-ı Hakk'ın istediği kulunun kalbine, cüz'-i ihtiyarının sarfından (iradesini kullanmasından) sonra ilka ettiği (bıraktığı) bir nurdur."
O zaman kainat ayetlerinin ancak 'Allah hesabına bir mana-i harfî bakışıyla' okunur olmasını anlamak gerek. Neden? Cenab-ı Hak da bize yarattığı fıtrata uygun bir ders veriyor. Ne demek bu? Yani: Şu kitap tam da okurunun aradığı/arzuladığı şekilde yazılmış. Elmasın kömürden ayrılmak için iradesini sarfetmeye ihtiyacı var. Belki biraz da bu hikmetle Cebrail aleyhisselam Allah Resulü aleyhissalatuvesselama ilk vahyi getirdiğinde "Oku!" diyor.
Burada dikkatinizi şuna çekmek istiyorum: İlk vahiy "Dinle!" de olabilirdi. (Çünkü nasihat dinlemekle de edilebilir.) Ancak okumakta farklı bir durum var. Dinlemek çoğu zaman iradesizdir. Okumak ise ancak iradenin sarfıyla olur. Önünüze getirilen bir metni okuyup-okumayacağınızı siz belirlersiniz. Ancak neyi dinleyeceğinizi belirlemek çoğu zaman mümkün olmuyor.
"Neyi okuyayım?" İşte irade sarfoldu. Arıyor. Bekliyor. Müşteri oldu. Fakat buna da bir dikkat lazım: Cebrail'in yanıtı 'neyi' sorusuna değil 'nasıl' sorusuna cevap verdi: "Yaratan Rabbinin adıyla oku." Demek ki beklentisi 'iradenin sarfı' idi. Metropolde yaşayanlarımızın bu sırrı daha kolay anlaması gerek. Herhangi bir sokakta yürürken dahi kırk türlü gürültünün saldırısına maruz kalıyoruz. Hele mağazaların çoklukla bulunduğu bir meydandan geçiyorsak ne fena! Hepten huzurumuzu yitirmişiz demektir. Ancak bunların hiçbirisi bizde tebliğ yerine geçmiyor. Hatta zorbalık gibi geliyor. Bir galeri ziyaretinde ise eserlerin altında bulunan metinleri kendi ilgimizle okuyoruz. Okuduklarımız bizim oluyor.
Varlık kâfirlerin geri dururlarsa okuyamayacakları bir şekilde yazıldı. Kainatın böyle 'ikinci bir dikkatle okunur' olmasında çok hikmet var. Tıpkı hat sanatının metinleri 'ilk bakışta okunur' kılmamasında olduğu gibi. Bazı şeyler ona talip olanların irade sarfetmesi için saklanıyor. 'Dayatma'dan alınıp 'teklif'e gizleniyor. Çünkü istidatlar ancak irade ile açılıyor.
Allah'ın bizi tek bir ümmet yapmamasında/yaratmamasında da çok hikmet var. Önce yaratılışımız söylüyor bize bunu. İradeye pay bırakılması gerek. İnsanın kömürü elmasından ancak böyle ayrılabiliyor. Hem bu şekilde belki şunu da isbat ediyoruz: İrade-i cüz'iyesi olan varlıklar ancak irade-i külliyeye sığınırlarsa felah buluyorlar. Biz Allah'ın emirlerine ittiba ettikçe şu hakikati ortaya koyuyoruz. 'Seçme yeteneği verilenler' ancak Allah'ın onlar için doğru olarak işaret buyurduğu şeyi seçerlerse huzura eriyorlar. İrade-i cüz'iyelerimiz irade-i külliyeyi böyle tenzih ediyor. Ona kaçarak. Ona koşarak. Ona sığınarak Kendi seçimlerinden onun emirlerine saklanarak. Tevekkül ederek.
Buradan şunu anlamaya da bir yol buluyorum kendimce: Cehennemliklerin cennetliklerden çok olması normal. Cennetlikler cehennemliklerden çok olsaydı toplamda irade-i cüz'îye başarılı olacaktı. Hasenatı seyyiatını galip gelecekti. Olamazdı ki bu. Bu şekilde/anlamda olamazdı. Her hayır kudret elinde olan Allah'ın küllî iradesinden kazanılan (tabir-i caizse) kısmî bağımsızlık, bağışlanan kısmî (tabir-i caizse) başıboşluk 'toplam faydada' kârlı çıkamazdı. İrade-i külliye içinde ayrıca bir (bir parça) seçim yeteneğine sahip olmanın bedeli toplamda kaybetmekti. Zira, yine mürşidimin ifadesiyle, hayır küllî şer ise cüz'î'ydi.
Cüz'î galip gelemezdi. Kimbilir? Belki dağların taşımaya korktuğu emanet de, bir yönüyle, budur. Allah'ın takdiriyle ve izniyle 'doğru' ile 'yanlış' arasında seçim yapma hakkı kazanan insanlığın ona itaatten bu kadarcık olsun uzaklaşmasıyla yaşadığı tecrübe onu genelde/toplamda 'çok zalim' ve 'çok cahil' yapmıştır. Parçanın bütünden ayrılınca yaşaması kaçınılmaz bir yoksunluktur bu. Meyvenin ağaçtan düşünce yerde yaşadığıdır. Aczimiz de buradan doğar.
Füsusu'l-Hikem'in sonlarına doğru İbn-i Arabî Hazretleri aşkı şöyle tarif eder: "Aşk parçanın bütüne iştiyakıdır." Bu, tabir-i caizse, bağımsızlığı verildiğinde ekonomisi çöken bir ilçenin tekrar anavatanına koşmasıdır. İttihadın ve itaatin kıymetini kaybettikleriyle anlamasıdır. Biz de Allah'ın emir ve nehiylerinin ne kadar hak ve faydamıza olduğunu onlardan ayrıldığımızda yaşadıklarımızla anlıyoruz belki. Onun şeriatını yaşamımızla (irade-i cüz'îyemizin yanlış kullanımıyla kurguladığımız küçük şeriatçıklarımızla) tenzih ediyoruz. Hatalara düşerek doğrusunun onun seçtikleri/sevkettikleri olduğunu anlıyoruz. Cennetlikler de cehennemliklerin çokluğundan anlıyor Allah'ın onlara olan nimetini. Her neyse... En doğrusunu elbette Allah bilir.
29 Haziran 2017 Perşembe
'Ben' bir 'biraz ben'ler koalisyonudur
"Aklım başıma geldiğinde..." kaydını şu yüzden kullandım: İnsan tek bir parçasından ibaret değil. Kendilik bir 'biraz ben'ler topluluğudur. Yahut da şöyle söylemeli: İnsanın karar verme yeteneği sanki mahiyetindeki bütün latifeler/hisler içinde gezebiliyor. İslamî metinlerde niyetin korunmasına yapılan vurgu sanıyorum biraz da bununla ilgili. Akışkan birşey şu irademiz. Cıvamsı.
Bizi oluşturan parçaların ellerinde yakan top gibi geziyor. Doğru ellerde kalmasına dikkat etmek gerekiyor. (Biraz da bilimkurgu: "Kaldığı yerin karakterine göre amel silaha veya şifaya dönüşüyor!" diyelim.) Bazen öfkenin eline geçiyor. Bazen aklın elinde kalıyor. Bazen hüznün girdabına kapılıyor. Bazen... Bazen... Bazen... Bütün bu kapışmalar içinde o kadar çok ayrı karar ve o kadar çok 'ben' dediğim benler var ki. Bu yüz başlı koalisyon hükümetinin aldığı her karara kefil olmakla kendimi tehlikeye atmam ben. Hepsinin birden niyetine kefil olmam. Kendini beğenmemek en özünde budur. Bütünün parçalarına karşı temkinidir. Ancak o koalisyonun bazı parçaları kendilerini şahane beğenirler.
Birisi bana "İyi çocuk!" dese bu benim hem canımı sıkar hem mutlu eder. Mutlu olan da benim canı sıkılan da... Nasıl olur? Mutlu olurum. Çünkü bunun doğru çıkmasını isterim. (Ellerinin tutulmasını isteyen yanlarım vardır.) Böylesi cümleler hayatta doğru bir yolda ilerlediğimi müjdeler gibi gelir. Bazı yanlarım varlığının ispatı için dışarıdan şahit ister. Bazı yanlarım buradan bir menfaat kokusu da alır. Bazı yanlarımın sevilme ihtiyacı karşılanır... vs.
Hem de rahatsız da olurum. Çünkü onun doğru olmadığını bilen yerlerim de vardır. (Ellerinin tutulmasını sevmeyen yerler. Kendi ayakları üzerinde durabilen yerler. Kendilerini yargılayabilen yerler.) Olması gerektiği yerin çok gerisinde kaldığını bilen yerler. Onlar idrak ettikleri kem hallerine rağmen sevilmelerini (Yeşilçam'ın sakat kalmış karakterleri gibi) alay ve hatta hakaret sayarlar. Nasıl anlatmalı şunu? Belki şöyle: İltifatla sırtı sıvazlanan çocuk mutlu olur. Zira kendi durumunu tartacak idrake sahip değildir. Müşevvik ona iyi gelir. Ancak kendi kem durumunu tastamam farkeden çaresiz bir kanser hastasına "Sen hepimizi gömersin!" derseniz bu ona alay edildiğini düşündürebilir.
İşte, bir iltifat duyduğumda, içimdeki kanserliğini bilen kanserler bağırıyor: "Bizle alay ediyorlar! Ne kadar geride olduğumuzun farkında değil miyiz biz kuzum? Görmüyor muyuz kendimizi? Ayıp değil mi şu yaptıkları?" Halinin ne olduğunu bilmeyen çocuksu yanlarımızsa gülümsüyor: "Teşekküy edeyim amca/teyze!" Ben ne tam birisiyim ne ötekisiyim. Ayakta kalmam ikisinin de varlığına muhtaç. Kendimi beğenmezlik eline bırakılırsam içime çökerim. Birşeyler üretmeye güç bulamam gibi gelir. Ama diğer ellerde "Kral çıplak!" öyküsünde olduğu gibi kendimi aldatırım. Kendimin mecnunu olurum.
Sonuç bölümü: İçimdeki bu zıtlaşmalar hiç bitmeyecek. Çünkü onlar sayesinde varlığımı sürdürüyorum. Klimanın soğutucusu da motorun harareti de yolumu güzelce alayım diye. Nefis beni dünyaya bağlıyor. Ânlara tutunmaya ihtiyacım var çünkü. Ânlara bağlanmayan onlarda birşey yapamaz.
Fakat ânlar beni aptal yerine de koyuyor ellerine kalırsam. Misal: Beş yaşındayken takla atsan ve büyüklerin "Maşaallah!" dese bunda bir sakınca yoktur. Ama kırkında aynı taklayı atmaya devam edersen ve sana hâlâ "Maşaallah!" deniyorsa bu deliliğine işaret eder. Demek: Kırk yaşımdayken beş yaşımdaki teselliyle yetinir kalmamalıyım. En nihayet kendime şunu diyeceğim: Parçalarını bil. Ama bütünün onların birinden/birkaçından ibaret olmadığını da bil. Bütününe güven. Ama herbir parçanın ayrı ayrı güvenilir olduğunu düşünme. Allah'ın yarattığı bir bütünlük olarak elbette güvenilecek kemale sahipsin. Ama parçalarının herbirinin ayrıca güvenilir olması bu garantinin içinde yok.
1 Haziran 2017 Perşembe
Sen kendini unutursun ama kendin seni unutmaz
Çok tecrübe ettim. Hep öyle olduğunu gördüm. İçindekileri dökmekte bir müsekkin etkisi var. Velev yazmak kadarcık olsun. Bardağın taşkınlığından gelen/gelebilecek rahatsızlığı alıyor bu döküşler. Tedirginliği azaltıyor. Üstünden biraz eksiltiyorsun, sadece bir dudak payı belki, daha stressiz kılıyor bu seni. Daha az dolu bardağın dökülmesinden daha az korkmak gibi.
Demek gün boyu elinde bir tepsiyle geziyorsun. Tepsideki bardakların doluluğu sürecin gerilimini de belirliyor. Ne zaman onlardan birazcık eksiltsen yürüyüşün kolaylaşacak. Adımlarına daha az özeneceksin. Daha da az zahmet çekeceksin. Daha az dikkat edecek ve daha az gerileceksin. Gözün bardaklarda daha az kalacak. Zihnin ve kalbin süreçten daha az yıpranacak. İşte, dolu bardaklarımızı, bir dudak payı olsun eksiltmeye yarıyor bu iç döküşler. Cenab-ı Hak bize bu nimeti şu zahmeti eksiltelim diye vermiş.
Peki, sadece anlatmak, yani başka hiçbirşey elde edemeden anlatmak, belki duyan bile olmadan/aramadan anlatmak, nasıl derdin azalmasına yardımcı oluyor? Ben bu sorunun cevabını şöyle bir açıdan bakarak vermeyi seçiyorum:
Neyi yapmak üzerine yaratıldıysak onu yaparken tatmin oluruz. Onunla 'işe yaradığımızı' hissederiz. İnsanın varediliş amacı sadece 'yaşamak' değilse, yani hedefi salt 'kendisi' değilse, yani 'tatmak' dışında 'tattırmak' gibi bir amacı da varsa, o zaman varlığının dengesini ancak bu iki şeyin beraberliğiyle sürdürebilir demektir. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Biz hem 'tatmak' yoluyla biriktirmek hem de 'tattırmak' yoluyla dökmek için yaratılmışız. Kabımızın kaderinde ikisi de var. Elimizde kazan değil tas var. Tencere değil kaşığız. Küçücük kabımızın çabucak dolup bu doluluktan sıkılmasıyla amacının yalnızca biriktirmek olmadığını anlıyoruz. Fabrika ayarlarımız bize aslımızı hatırlatıyor.
Fıtratımızın bir kısmı bunun üzerine. Öyle ya! Öğrendiğimiz gibi öğretiyoruz da, yediğimiz gibi pişiriyoruz da, gördüğümüz gibi gösteriyoruz da... Bizde yansıyan ne varsa onu biz de kendi rengimizde başkalarına yansıtıyoruz. Varlığımızın her zaman iki yönü var. Bu yönlerden birisi bize bakıyor diğeri başkalarına. Evet, ilk bakışta, bu başkalarına bakan yönün de bencil bir tarafı var. Öğretmekten, pişirmekten ve göstermekten bir ücret alıyoruz. Fakat ondan önce keyif alıyoruz, ondan da önce kemal alıyoruz, ondan da önce 'bir işe yaradığımızı' veya 'doğru şeyi yaptığımızı' hissediyoruz. Tatmin oluyoruz. İçimizde bir yerde birisi bağırıyor: Bunu sadece sen yaşayamazsın. Bu tecrübe sadece sende kalamaz. Varlığın yolunu tıkamaktan vazgeç. Paylaş onu! Paylaş onu! Paylaş onu!
Parçanın sadece kendisine karşı değil bütüne karşı da sorumlulukları var. Ve bu sorumluluklardan bir tanesi, en içimizden gelen sesiyle, paylaşmaktır. Onun şarkısını kulağımıza en çok söyleyen de şefkattir. Tevhidî bir bütünlüğün parçası olan bizler, yani 'ol' demekle 'olan'ın içindekiler, parça olduğumuzu elbette sezmekteyiz. Kendi içimizde bu durumun delillerini görebiliyoruz.
Hem elde etmek istiyor hem fedakârlık edebiliyoruz. Bir güzelliği hırsla arzuladığımız gibi bir güzele merhamet de edebiliyoruz. Arzu ile kazanmaya çalıştığımız gibi şefkat ile vazgeçmeyi de biliyoruz. Bütüne karşı olan sorumluluklarımız bize parçamıza dair fedakârlıkları öğütlüyor. Parçamıza karşı olan sorumluluklarımız bizi bencilleştiriyor. Nefsîmiz parçamızı hatırlatıyor. Vicdanımız bütünü çağrıştırıyor. Bu iki kanat ile uçuyoruz varlık âleminde. Varoluşumuz hem 'görmeye' hem 'göstermeye' yatkın.
Her bir ferdi 'bilmenin farklı bir şekli' olan bizler, yani orijinal aynalar, eğer nefis sahibi olmasaydık ne olurdu?
Görmeyen gösteremez. Tatmayan tattıramaz. Sevmeyen sevdiremez. Bu bizim, varlığının farkında olan parçalar olarak, bütüne yeni şeyler katmamıza engel olurdu. Yazmakla başladık. Oradan devam edelim: Eğer ben, bireysel olarak yazmayı arzulamasam, bu yazıyla okurlarımın oluşturduğu bütünlüğe nasıl katkıda bulunabilirdim? Bir aşçı, bireysel olarak 'canı çekme' diye bir duyuya/hisse sahip olmasa, o kadar güzel yemekleri bizlere nasıl sunabilirdi?
Bir bilimadamı, bireysel olarak yeni şeyler keşfetmeye arzu duymasa, insanlığa faydalı o kadar şeyi nasıl ortaya koyabilirdi? Yani demek istiyorum ki: Bütünün eriştiği her marifet aslında parçanın arzulamasına bakıyor. Parça birşeylere, kendisinde tecelli eden Esmaü'l-Hüsnanın has gölgesinde şahit oldukça, o has dairenin bilgisi bütünün de bilgisi olmaya hazırlanıyor. Biz'in elde ettikleri 'ben'lerimiz üzerinden bahşediliyor. Bir Aleyhissalatuvesselam dünyaya geliyor mesela. Onun aynalığıyla muhatap olmaya layık olduğu yüce vahiyden bütün insanlık istifade ediyor. Elhamdülillah.
Şuara sûresi, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın kendisine bahşedilen hidayeti insanlıkla paylaşma arzusunu anlatırken şöyle bir ifade kullanıyor: "Onlar iman etmiyor diye neredeyse kendini helak edeceksin." Kehf sûresinde aynı şiddetli arzunun altını şöyle çiziyor: "Onlar bu Kur'ân'a inanmıyorlar diye onların arkalarından eseflenmekle neredeyse kendini tüketeceksin."
İşte, o şanlı Nebi aleyhissalatuvesselamın şahsında en yücesini gördüğümüz bu paylaşma arzusu, aslında hepimizde küçük küçük varolan 'gördüğünü gösterme arzusu' ile akraba, aynı kanunun parçaları onlar. İnsan sadece kendisi/parçası için yaratılmamıştır. Yaratılış amacı sadece kendisi değildir. Bunu bize en çok paylaşmaya duyduğumuz arzu gösterir.
Ve paylaştığımızda hissettiğimiz o mutluluk. O tatmin hissi. O hafifleme. O sevinç veya rahatlama. Bunlar şahidimizdir ki, biz sadece kendimizle yetinmek için yaratılmadık. Öyle ya! Dert olsa paylaştığımızda azalıyor. Sevinç olsa paylaştığımızda artıyor. Stres olsa paylaştığımızda dağılıyor. Gülüş olsa paylaştığımızda çoğalıyor. Bu güzel hissedişler birşeylerin işareti. Bardağın üzerinden eksilttiğimizi hissediyoruz. Bu hissedişten görevimizi yerine getirdiğimizi anlıyoruz. Huzurlanıyoruz. Aklen ister şuurunda olalım ister olmalayım: Parçamız bütünün ve ona karşı sorumluluklarının farkında. İşte fıtratın en güzel tarafı da bu: Sen kendini unutsan bile kendin sana sen'i unutturmaz. Allah 'vicdan' ve 'fıtrat' denilen iki dostu böylece bırakmış içimize.
29 Mart 2017 Çarşamba
Latifleşme çabaları...
Hem sadece canlılarda mı hapı yutuyor? Hayır. Fazlası var. Maddî olarak latifleşen şeyler kesiflerden daha üst bir boyutta işler yapabiliyorlar. Işık, cisim olarak bir taştan daha latifken, bir taşın başaramayacağı hızda ve harikalıkta işler yapabiliyor. Hava, sudan daha ele gelmez bir haldeyken, ses ve ışık gibi şeylerin iletkenliğinde daha üst bir konuma yükselebiliyor. İnternete yüklediğiniz elektrik letafetinde bir bilgi bir kitapta saklı kalan katı varlığından daha hızlı yayılabiliyor. Bütün bunların verdiği ders ise şu: Kesif olmak 'daha çok varolmak' demek değil. Daha yoğun bir şekilde varolmanız 'daha üst bir düzeyde varolmanız' anlamına gelmiyor. Bir şairin, şiirlerine binen düşünsel varlığı, o şairin bedeninden daha hızlı dünyayı dolaşabiliyor.
Bu farkındalıktan sonra, insanın, cevabı eşliğinde hayatını şekillendireceği soru şu: Varolmam için 'varolmam' gerekir mi? Biraz daha açalım: Varolmam için 'kendim olmam' gerekir mi? Buradaki 'kendilik' ifadesini 'kesafetimizi arttıran sınırlar' anlamında kullanıyorum. (Yoğunluk/kesafet de birim başına düşen daha çok kendilik miktarı değil midir?) Ve hakikaten de insanın 'kendim' dediği şeyi tarifi 'ötekisine' çizdiği sınırlar üzerinden şekilleniyor. Bu sınırları keskinleştirdikçe ve çoğalttıkça daha çok 'kendi' olduğumuzu sanıyoruz biz.
Kendiliğimiz belirginleştikçe kesafetimiz/yoğunluğumuz da artıyor gibi geliyor. Tüm asabiyetlerin çıkış noktası burası. "Beni ötekimden ayıran çizgiler belirginleştikçe ben daha çok ben olurum. Ben daha çok ben olursam hem daha çok varolurum." Bu inanış, bizim, nefsî düzeyde tanımladığımız varlık alanı. Zira nefis, parçası olduğu bütünün değil, bilincinde olduğu parçasının menfaatleri üzerine yaşar. Cebindeki parayı insanlığın ihtiyacına sarfetmektense ihtiyacına harcamayı önemser. Bu, parçanın, varlığını koruması için bağışlanmış bir yetenektir. Şeriat dairesinde kaldığı sürece hikmetlidir.
Bu noktada mürşidimin "Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun..." demekle neyi kastettiğine de yaklaşıyoruz. Hayvanlık varolanın kendi parçası adına yaşamasıdır. Kendi parçası adına yaşayanın ancak kendisi kadar bulabildiği varlık yerine, kalp ve ruh farkındalığında, ötesiyle anlam arayan insanın hayatını seçmeliyiz. Biz kalbimizin veya ruhumuzun varlığını en çok neyle hissediyoruz? Bizi, ötekimiz ile ilgili, onun için duygulanır hale getirmesinden değil mi? 'Kalpsiz!' dediğimiz insanların şikayetçi olduğumuz yanları, aslında hissediş yoksunluğu, yani öteye ilgisizlik, ötesi için menfaatleri dışında bir telaş hissetmeme değil mi?
"İnsan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka herşeyi nefsine feda eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mâbuda lâyık bir tenzihle nefsini meâyipten tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdafaa eder."
Burada şu ayrımın da altını çizmeliyim: Birşeyle menfaatlerimiz için ilgilenmemiz aslında onunla ilgilenmek sayılmaz. Onunla dolayısıyla ilgilenmiş oluruz. Asıl ilgilendiğimiz kendimizdir. Varlığı devam etmesi gereken kendimizdir. Çıkarları korunması gereken kendimizdir. Başkalarıyla hakiki ilgilenmek şefkatle başlayan bir yolculuktur. O zaman ötekimizin varlığına kendi varlığımızdan daha fazla ilgili ve taraftar oluruz. "Anam-babam sana feda olsun ya Resulallah!" diyen sahabe efendilerimiz bize en çok bunu ders veriyorlar.
İnsanın annesi ve babası zahiren varlığının kaynağıdır. Fakat Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın varlığı kalp ve ruhun derece-i hayatında öyle bir varlık alanı daha açar ki, maddi ve bedeni varlığımız o düzlemde detaylaşır, 'olmasa da olur' noktasına gelir. Bitirirken baştaki vurguya geri dönelim: Kesif bir şekilde varolmak 'daha çok varolmak' demek değildir. Zayıf bir şekilde varolanların gösterdikleri harikalar bize asıl varlığın bizden daha büyük birşey için latifleşmekle olabileceğini öğretiyor. O zaman başta namaz olmak üzere ibadetlere 'insanın latifleşme çabaları' diyebilir miyiz? Bütünün anlamını hatırlayarak ve hatırlatarak latifleşme çabaları...
17 Mart 2017 Cuma
Baştan çıkarıcı parçalar...
Kendimizden, yalnız kendimiz olarak ve kalarak memnun olmamalıyız. Birşeye dair veya birşeye ait olmalıyız. Neden? Çünkü biz, varlığımızla, varoluşa artı birşey katmaktan ziyade varolabilecekleri engelleyiciyiz. (Veya engelleyebilme ihtimali olanlarız.) Bereket kaçırıcıyız. Kudret perdeleyiciyiz. Araya girmemizle kudrete destek olmuyoruz. Varlığa varlık katmıyoruz. Aksine yaratabileceklerine zarar veriyoruz. Şunu nasıl ifade etmeli? Belki şöyle: Yaratılışla ilişkimiz 'Olmasaydık olmazdı!' ilişkisi değil, 'Gölge etme başka ihsan istemem!' ilişkisi. En zekice, fedakârca, gayretlice işlerimizde bile bu böyle. Benlik imtihanının bedeli bu. Nitekim mürşidim de diyor:
"Ve keza insan vücut, icad, hayır, ef'al cihetiyle pek küçük, nâkıs olmakla karıncadan, arıdan ednâ, örümcekten daha zayıftır. Fakat adem, tahrip, şer, infial cihetiyle semâvat, arz, cibalden daha büyüktür. Meselâ: Hasenat yaptığı zaman, habbe habbe yapar. Seyyiat yaparsa kubbe kubbe yapar. Evet, meselâ, küfür seyyiesi bütün mevcudatı tahkir eder, kıymetten düşürür."
Peki neden böyle oluyor? Bu, insanın, kendisini 'bütünden ayrı başka bir bütünlük' olarak tanımlayabilmesinden kaynaklanıyor. Biz, varlık içinde, varolduğunun ayrımında olan bir varlık öbeğiyiz. Kendini bütün sanabilen bir parçayız. Karınca, arı veya örümcek gibi 'bütüne büsbütün uyumlu' parçalar da değiliz. İrademiz sorumluluğumuzu katlıyor. Yeteneklerimiz bizi riske atıyor. Şıklar arasında doğru olanı bulmak zorundayız. Üstelik bunu sürekli yapmak zorundayız. İnsanın 'nisyanla/unutmakla' ilgisi belki de buradan başlıyor. Parça, kendi bütünlüğünü tanımlayabilmek ve menfaatlerini kollayabilmek için, dahil olduğu asıl bütünlüğü ve uyumu unutmaya meyyaldir.
Bu insanî kulluğumuzun başlangıç noktası ve çokça şükredilesi bir nimet. Fakat bir açıdan da tehlikeli. Çünkü o 'tevhidî büyük resmin' parçası olduğumuzu hatırımızda tutamıyoruz. (Hatırlamak için hatırlatılmasına; yani vahye, nübüvvete, vicdana ve şeriata ihtiyacımız var.) Parçamız bizi baştan çıkarıyor. Bencillik aklımızı başımızdan alıyor. Hayırlı olan aslında bütünün hayrına olanken, biz, parçamızın hayrına olanı seçiyor ve parçalıyoruz. Kudret de işte tam bu noktada esbab ile perdeleniyor.
Kainat büyüklüğünde tıkır tıkır işleyen bir saat düşünün. Bu saatin parçalarından birinin ayrıca kendine ait istek ve arzuları, irade ve akledişleri olsun. Bu arzular ve akledişlerden bir 'nefis bilinci' gelişsin. 'Diğer parçalarla uyum'a bedel 'diğerleri rağmına menfaat'ini kollamaya başlasın. Öncelikle şunu farketsin: Parçaya, menfaati, her zaman bütünün menfaatiyle aynı yönde gelmeyebilir.
Hayal kuralım: Dakikada on tur dönmesi gereken bir çarksa bu çark, bir süre sonra diyor ki kendi kendine; "Ben, bu kadar hızlı dönmeye devam edersem, çabuk yıpranırım. En iyisi dakikada bir tur döneyim. Böylesi daha menfaatime." Bu yeni görev tanımlaması, her ne kadar bireysel anlamda kendisine faydalı(!) görünse de, bütünün menfaati açısından yanlış bir seçimdir. Zira, o, fıtratı üzerine dakikada on tur dönmezse, büyük saatin işleyişi aksamaya başlayacaktır. Belki saatçi de kızıp onu umduğundan daha erken çöpe atacaktır.
İşte; göklere, yere ve dağlara bedel; insanın cesaretle uhdesine aldığı şey; yani emanet, bir vechiyle 'ene'dir mürşidime göre. Peki 'ene' nedir?
Ben 'ene'yi biraz mezkûr misaldeki gibi anlıyorum. Kainat saatinin çarklarından birisi kendi farazî/varsayımsal bütünlüğünü saatin bütünlüğünden ayırmayı başarabilmektedir. Tek başına hiçbir kıymeti olmadığı halde, yani tek başına saati falan gösteremediği halde, kendi varlığını saatin varlığından daha öncelikli/önemli görebilmektedir. Bu yeteneğin adı 'ene'dir.
Bencilliğimiz buradan doğar. Başkalarının hukukuna tecavüzler bu noktada yaşanır. Bireysel, ailevî veya toplumsal hayatta yaşanan kargaşalardan tutun; ta ekolojik dengeye verdiğimiz zarara kadar; bir yığın yıkım buradan kaynaklanır. Parça, bütünün rağmına, parçasal/farazî bütünlüğünü önceleyebilmektedir. Sabah namazını kılmaktansa uyumayı, zekat vermektense para biriktirmeyi, oruç tutmaktansa kebap yemeyi, Japon masumları korumaktansa Amerikan ulusunun çıkarları adına atom bombası patlatmayı tercih edebilmektedir.
Bu noktada Ahzab sûresinin 72. ayetinin bizi 'zalim' ve 'cahil' olarak tarif etmesi ne kadar da hikmetlidir: "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir."
Evet, zalimiz, çünkü parçamızı öncelemekle bütüne zulmediyoruz. Yorulmanın bedenine iyi gelmeyeceğini düşünüp pasa koşmayan forvet gibiyiz. Aynen bu şekilde kainat takımına zarar verebiliriz. Evet, cahiliz, kendi parçamızın menfaat bilgisine tutulmakla bütünün uyum bilgisine karşı cahilleşiyoruz. Yüzümüzün yağıyla güzelleşmesi, yılda kaç balinanın öldürüldüğünden habersiz ve hatta umarsız kılıyor bizi. Bile-isteye 'bilmezmiş' gibi yapıyoruz. Göz yumuyoruz. Kulak kapıyoruz. Kırışıklıklarımızın gitmesi onların neslinin tükenmesinden önemli geliyor. Parçamızda deliriyoruz.
Bugün, dünyayı, menfaatleri ekseninde yaşanmaz hale getiren medeniyet-i hazıra baronları şu ayet-i kerimenin en açık delili değil midir? Demek en temel arıza burada: Parça, parçasal/farazî bütünlüğü ile baştan çıktı, asıl bütünü ve ona uyumu gözden çıkardı, kudretin yaratacağı tevhidî mucizeleri engellemeye başladı. Varlık ile kardeşliğe sırtını döndü. En küçük günahtan tutun da ta en büyük sapkınlığa kadar bütün sapma ve sapıtmalarımızın özü buraya dayanıyor. Belki biraz da bu yüzden sonu 'gazaba uğrayanlardan ve sapıtmışlardan olmamayı' dilemeyi öğütleyen Fatiha, bütünü hatırlatarak başlıyor: "Elhamdülillahirabbilalemin/Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun." Evet, öyle ya, ona Âlemler Rabbi olarak iman ettikten sonra, sen nasıl dışarıda kalırsın?
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...