Hakikat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hakikat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Kasım 2022 Pazartesi

Erdoğan'ın Sisi'ni de Ehl-i Beyt dağıtır

"Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır!"
Lemeat'tan.

George Orwell'ın karaütopyası 1984'e sık sık atıflar yapıyorum yazılarımda. Zira, kitap, siyaset-devlet yaklaşımımızdaki aşırılıkların ne denli uç boyutlara götürülebileceği ile ilgili önemli öngörüler içeriyor. Bu öngörülerden birisi de 'Gerçek Bakanlığı'dır. Evet. Peki 'Gerçek Bakanlığı' nedir? Gerçek Bakanlığı, devletin o dönemde güttüğü siyaseti, 'tarihin-bilimin gösterdiği tek hakikat' olarak lanse eden bir kurumdur. Bunu yaparken de mevcut kayıtlarda, belgelerde, metinlerde (dolayısıyla onlara yaslı hafızalarda da) oynama yapmaktan çekinmez.
 
Sözgelimi: Türkiye Almanya ile savaşta olsun. Hemen Gerçek Bakanlığı memurlarına bir emir yollanır. Türkiye ile Almanya'nın geçmişte dostluk yaptıklarına dair bir kayıt-bilgi varsa hepsi yokedilir. Yerlerine 'iki ezelî düşman' olduklarını belirtir ifadeler yerleştirilir. Yani mazi yeniden düzenlenir. Böylece siyasetin girdiği yol 'toplumun-tarihin tek gerçeği' olur. Daha sonra Almanya ile ittifak mı yapıldı? Bu defa tekrar kayıtlar ele alınır. Düşmanlığımızı belirtir satırlar elden geçirilir. 'İki ezelî kardeş' olduğumuzun iltifatları yerleştirilir. Orwell'ın karaütopyasında devletler halkların zihinlerini bu detaylara kadar yönetirler. Böylece kendileri gel-git yaşamış olmazlar. Ya? Onların gelgitlerine göre tarih-toplum değişir.

Devletin ismetine toz konmaz. Uzağa gitmeyelim. Türkiye'nin yakın tarihinde de Orwell'ın bu öngörüsünün izleri vardır. Cumhuriyet kurulduğunda yazılan 'resmi tarih' toplumsal hafızamızda bir silbaştan yapmayı denemiştir. Bize, bin yıldır mücadele ettiğimiz Avrupa'yı dost, bin yıldır beraber cihad ettiğimiz müslüman kardeşlerimizi de 'hain' göstermiştir. Latin alfabesini 'Türk alfabesi' diye satmıştır. Şapka 'Türk giyeceği' olmuştur. Rakı artık 'milli içecek'tir. İncesine girdiğinizde daha birçok şeye teşebbüs etmiştir de! Fakat 5816'yla başımız belaya girmesin diye hızlı geçiyoruz. Kalemimizi aceleyle 'sadede gelmeye' davet ediyoruz. Çünkü asıl derdimiz başka. Şu Gerçek Bakanlığı'nın Ehl-i Beyt'i de yoketmeye çalışmasıdır asıl yaramız.

"Kuzum ne arasın Ehl-i Beyt Orwell'ın romanında?" demeyin muhterem kârilerim. Orada aramaz da Bediüzzaman'ın metinlerinde şöyle yeralır: 

"Eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi."

Evet. Gerçek Bakanlığı Ehl-i Beyt'i ortadan kaldırmak istiyor. Çünkü Ehl-i Beyt bu ümmetin asıl/hakiki hafızasını oluşturuyor. Siyasî otorite yalpaladığında, günden güne doğruyu-yanlışı becayiş ettiğinde, pragmatizmi fazla kaçırdığında, "Bu yaptığın yanlıştır!" diyecek, yerini bozmayacak ama fiilî siyasete de talip olmayacak ulema-evliya kadrosu İslam siyasetinin mihenk taşlarından birisini teşekkül ediyor. 

Bu mihenkler köşetaşları gibi birşey yapmaz görünürler. Ancak onlarsız herkes yolunu kaybeder. Öylece varolmaları dahi nimettir yani. (Allah, Ehl-i Beyt'in hakiki varislerini başımızdan eksik etmesin, âmin.) Çünkü duruşlarının toplum üzerindeki etkisine bakarak siyasi kadrolar kendilerini düzeltme imkanı bulurlar. Bazen gönülleriyle bazen de üzerlerindeki ilgiyi kaybetmemek için bunu yaparlar. Aksi durumda hâkim siyasetin maslahat telakkisine ayar çekebilecek kimse kalmaz. Dünün beyazı bugünün siyahı olur. Dünün siyahı bugün beyazdan beyazlaşır. Muhalefetin de en az iktidar kadar zemini oynaktır.

Bense günümüz tartışmalarına yüzümü döndüğümde Ehl-i Beyt'in fonksiyonunun kimilerince bir şekilde makaslanmak istendiğini görüyorum. Onlar siyasetin 'uyarılmasından' ziyade 'ululanmasını' istiyorlar. Bu nedenle de, bir siyasi, evvelden gittiği yolu terkettiğinde herşeyi silbaştan yazmak arzuluyorlar. İşte günümüzden bir delili: Erdoğan'ın Sisi'nin elini sıkmasıdır. Erdoğan gülümseyerek Sisi'nin elini sıkınca Sisi'nin katlettiği binlerce Mısırlı müslüman tekrar hayata mı dönmüştür? Hayır. Cezaevlerinde hâlen işkencede tutulan daha binlercesi özgürlüğüne mi kavuşmuştur? Hayır. Yani eşyanın hakikatinde bir değişiklik var mıdır? Elbette yoktur. O halde? O halde yaşanan sadece siyasetin satranç tahtasında bir hamleden ibarettir. Belki o tebessümlerin hiçbirisi de gerçek değildir. Tasannudur. Vakti gelince iade edilir.

Ancak 'kraldan çok kralcı' öyle bir kitle var ki, bunlar, Erdoğan'ın her yaptığının Gerçek Bakanlığı usûlünce kudsanmasını bekliyorlar. Erdoğan arayı bozuk tutarken 'Diktatör' olan Sisi, düzeltince Mısır'ın 'devlet başkanı' oluveriyor. Dahası da var. Türkiye'nin birçoğunu toprağında himaye ettiği İhvan üyelerine de DAİŞ'çilik yakıştırması yapılıyor. 'Terörist' deniliyor. Dahası: Erdoğan'ın vaktiyle can u gönülden, bin maşaallah, güttüğü siyasetin 'dış güçlerin oyunu' olarak şekillendiğini, aslında Mısır'la hiçbir meselemizin olmadığını, Sisi'yle de işlerin gayet yürütülebileceği söyleniyor da söyleniyor. Bunlar söyleniyor da, muhterem kârilerim, siyaset şarabından sarhoş olmayanların da yüreği sızlıyor. Tamam, siyaseti istikametteyken bunlar da alkışlıyorlar, ama siyasetten istikamet almıyorlar. İstikametin kaynağını İslam biliyorlar.

Aman, sakın, sızınızı ifade etmeyin. Çünkü Gerçek Bakanlığı Ehl-i Beyt mesleğinde gidilmesini istemiyor. Devlet neyi doğru buluyorsa artık o doğru. Devlet neyi yanlış buluyorsa artık o yanlış. Mazi? Maziyi boşverin. Bugün faydalı olan yalnız hakikattir. Aman. Yanlış söyledim. Doğrusu şu: Bugün faydalı olandır yalnız hakikat. Demirel öldü. Ama "Dün dündür!" ilelebet payidar kalacaktır. Ne de olsa "Bugün hep bugündür!" Hatta Demirel'in eksiği bile vardır. Evet. Tamamlayalım hadi: "Bugün aslında dündür. Hatta dün diye birşey yoktur. Siyasette herşey bugündür. Bugün işe yarayandır. Gerekirse dün de yeniden yazılır."

Ortalıkta silik para çok. Biz yine mürşidimizin ayak izlerini öperek 'müsbet hareket'ten ayrılmayalım. Yapıcı olmaktan başka yol yok. Sakın bırakmayalım. Hasenatı seyyiatına galip olanlar hayırlılarımızdır. Aksini savunmayalım. Lakin istikamet 'siyasetin kararlarına göre kalbimizin ayarlarıyla oynamak' da değildir. Böyle yapmayalım. Evet. Siyaseti bu denli merkezine oturtanların kalbi güncelin dansözü olur. Hayatları çelişkiyle dolar. Pirana sürüsü gibi yön değiştirirler. O yüzden gönlümüze fetva sormaktan usanmayalım. Yalnız Allah'ın rızasını arayalım.

Mesela: Ben bu Sisi meselesini sordum. Bana güzel şeyler söylemedi. Hatta dedi ki: Ulan hadi bunu hasenattan saydın diyelim. Yarın bu devlet LGBT'ye olan yarım küslüğünü de büsbütün dostluğa çevirirse? Yahut 5816'ın üzerine bir-birkaç 5816 daha ekleyecek hale gelirse? Onları da mı yalayıp yutacaksın? Hiç gönül koymayacak mısın?
 
O halde gönlünü şimdiden koy. De ki: Sisi diktatördür kardeşim. Erdoğan bin kez elini sıksa da bu değişmez. Bitti. Şahit olduğun en fazla mecbur olunmuş hatadır. Güçsüzlüğümüzdür. Kaybetmişliğimizdir. Yoksa Sisi'nin kanlı eli Erdoğan'ın elini haketmiyor. Ona diktatörden başka lakap da yakışmıyor. Fakat, İslamcılık, siyasetle mesaisi ziyade olduğundan Emevîce bozulmalar yaşıyor. Senin zaten o taraklarda bezin yok. Oturduğun yerde Ehl-i Beyt'in ayaktozu olmaya çalış bari. Kalbini koru. Ehl-i Beyt mesleği olmazsa Emevîleri-Abbasîleri muhafaza etmeye kimsenin gücü yetmeyecek. Yani ki Gerçek Bakanlığı durdurulamayacak. O halde istikamet hafızasını koruyan Ehl-i Beyt yüzbinler kere varolsun!

14 Eylül 2022 Çarşamba

Rafızî olacağına Emevî ol!

İmtihanı bidayetinde bitirmek, bitirdiğini sanmak, yetinmek, tembellerin şanıdır. Hiçbir maksûd ilk adımın garantisi altında olmaz. Her başlayan bitirmez. Bitiremez. Menzile ancak sebat edenler varır. Evet. İmanımız bizi süreçle de sorumlu tutuyor. Kimse yalnız "Kalbim temiz!" demekle kurtulmuyor. Çünkü kalbinin temizliği-kirliliği de süreçle isbatlanıyor. Yaşamak bir isbattır. İblisin iftiralarına karşı delilimizdir. Takva ehli misin? O halde hakikaten kalbin temiz. Fâsık mısın? O halde beyanın yalan. Akıbet aynadır. Yani ki arkadaşım: Delilsiz iddianın yalandan pek bir farkı yok. Burhanın söyleminin canıdır. Zamanda/mekanda bir iz bırakmış olmalısın. Varoluşun ağzından çıkanı doğrulamalı. Ateşli bir sınanmadan geçmedikten sonra altınla toprak bir. Aleyhissalatuvesselam davasıyla parladıktan sonra anlıyorsun kim Ebu Bekir (radyallahu anh) kim Ebu Cehil (aleyhi'l-la'ne). Kim elmas kim kömür? Kim üzerindeki nuru inkâr ediyor. Kim "O söylemişse doğrudur!" diyor. İş her şekilde 'sürecin hakkını vermeye' bakıyor yani. Başlamak bitirmek değil.

Hem biliyor musun: İlk adımdan ötesini düşünmeyenlerin tehlikesi de çoktur. Mürşidim bir yerde musırrane der ki: "Lâkayt Emevîlik, nihayet sünnet cemaate, salâbetli Alevîlik, nihayet Râfizîliğe dayandı."

Neden öyle oldu? Çünkü taraflardan birisi haklı bir noktadan başladığı halde haklı kalmaya konsantre olmadı. İlk adımıyla baştan çıktı. Ehl-i Beyti bahane tuttu. "Bidayetteki haklılığım bana yeter!" dedi. Diğeriyse haksız bir noktadan başladığı halde haklılığı elde etmeye gayret etti. Ümmetin desteğini arzuladı. İtibar kazanmaya çalıştı. O gözünü kendine, bu gözünü ehl-i sünnet ve'l-cemaate, sabitledi. Ötesine bakmayan istikamete çekecekleri de göremedi. Uyarıları işitemedi. Sapmalarını keşfedemedi. Gözünü cemaatten ayırmayansa en nihayet içine dahil oldu. Süreç onu terbiye etti. Çünkü, makamını korumak için bile olsun, ister-istemez, onların temayülünü yokluyordu. Rızalarını arıyordu. Teveccühlerini kazanmaya çalışa çalışa sonunda 'onlardan birisi'leşti. Ümmetin geneline aldırdı. O genel de onu irşad etti.

Metnin devamında mürşidim başka misaller de veriyor: "Hem zâlime karşı miskinliği esas tutan Hıristiyanlık, nihayat tecellüd; cebbarlıkta ve zâlime karşı cihad, izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet—eyvah!—nihayet miskinlikte karar kıldı. Hem mebdei, taassup derecesinde azîmet olsa, nihayeti müsaheleye, ruhsata taraftarsa, nihayeti salâbete müncer olur. Bir kısım Hanbelî, Hanefî gibi. Hatta en garibi, bir kısım mutaassıplar, mesleklerinin zıddına olarak, küffara karşı müsamaha dostluk ve lâkayt Jönler husumet ve salâbet taraftarı çıktılar. Güya mebde-i Hürriyetteki mevkilerini becayiş ettiler."

İşte, arkadaşım, bence bu neviden bütün sıkıntılar bir tür 'ilk adımına kapanma'dan kaynaklanıyor. Bugün de ilk adımının tesellisiyle, belki de kolaycılığıyla, sürecin devamındaki sınanmalara konsantre olmayanlar şaşırtıyorlar. "Ben haklı bir noktadan başlıyorum!" cümlesinden başka ses işitmeyenler pusulalarını da yitirmeye yaklaşıyorlar. Halbuki, sen de bilirsin, bu ümmetin istikameti sünnet ve cemaat üzerinde durur. Onlara yaslananlar onlarla ayakta kalır. İslam cadde dinidir. Sahabe yolu cadde-i kübradır. Bundan ayrılanların, istikametini ümmetle sınamayanların, belki onları elitik bir tavırla küçümseyenlerin akıbeti kötüdür. Arasokakların dini olamaz İslam. Arasokaklarda en doğrusunu arayanlar yollarını şaşırırlar.

Ben, bugünlerde neredeyse CHP'ye oy toplayacak kadar kafasını/kalbini karıştırmış dindarların da, böylesi bir arıza yaşadıklarını düşünüyorum. Çünkü onlar da 'hak-hakikat-istikamet' üzerine cesim iddialarla yola çıktılar. Sonra mesleklerinde öyle boğuldular ki, şimdi nereye doğru gittiklerini, "Delil ve akıbete bakınız!" sisteminde sorgulatmıyorlar. Sağlama yapamıyorlar.

Ha, AK Parti'nin hatası yok mu? Elbette var. O da bir çeşit Emevîliğe gitmiş olabilir. İktidar mutlaka bozar. Güç, maddiyat, siyaset elbette zehirleyicidir. Fakat AK Parti'nin Emevîliği kimsenin Rafizîliğine bahane olamaz. Kimse Yezit'in yezitliğini bahane ederek Bizans ordusuna katılamaz. (Hz. Ali radyallahu anhın en ciddi taraftarlarından olan Ebu Eyyüb el-Ensarî radyallahu anh buna pek kıymetli bir misaldir. Kendisi İstanbul'un kuşatmasına Emevîlerin yönetimindeki bir orduyla katılmıştır.) Burası ne kadar kötüleşse yine dindar halkın teveccühüne bakıyor. İster-istemez desteğini kazandıracak şeyler yapıyor. Yapmaya zorunluluk hissediyor. Çünkü tabanı onlar. Ötekilerin böyle bir arayış içinde olduğu düşünülebilir mi? Takıyyelerine inanılır mı? Şahsen ben hiçbir türlü inanmıyorum. Eğer Emevîlik ve Rafızîlik arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılacaksam oyum Emevîliğin olacak. Ehvenü'ş-şerreyn olarak onu destekleyeceğim. Çünkü onların gözü bizde. Nehirden ayrılan yine nehre karışabilir. Gözü dışarıda olan sonra bize karışır mı?

8 Eylül 2021 Çarşamba

Mehdiyet sosyo-psikoloji kaldırır mı?

Basit bir gerçek sık sık unutuluyor gibi duruyor. Nedir? "Seküler bilimler 'seküler'dir." Yahut daha bizcesiyle: "Dünyevî ilimler 'dünyevî'dir." Ne demek bu? Yani onlar birşeyin varoluşunu, sebeb-i hikmetini, hikmet-i vücudunu, 'neden'liğini maddî sınırlar içinde ifade etmeye çalışırlar. Esbap dairesine konsantredirler. Ötesinde izahlara bu yüzden kördürler. Laboratuvara sokamadıklarına inanmazlar. Kabullenmezler. Meşruiyet tanımazlar. 'İlahiyat' kırmızı çizgileridir. Ve ancak kendilerinin bittiği yerde başlar. Fizik, kimya, biyoloji böyle olduğu gibi insana temasıyla lâtifleşen 'sosyoloji' ve 'psikoloji' de böyledir. Aynı zemindedir.

Bu nedenle birşeyin 'sosyoloji' veya 'psikoloji' veyahut 'sosyo-psikoloji' ile açıklanması neredeyse otomatik olarak semavîlikten kurtarılıp arzîleştirilmesi anlamındadır. Yani: Fizik nasıl ki "Işığı kim yaratıyor?" sorusuna "Allah!" değil de "Güneş!" diye cevap vermeyi tercih ediyorsa; kimya nasıl ki "Yağmuru kim yağdırıyor?" sualine "Allah!" değil de "Bulutlar!" demeyi beğeniyorsa; biyoloji nasıl ki "Meyveyi kim veriyor?" merakına "Allah!" değil de "Ağaçlar!" demeyi uygun görüyorsa; sosyoloji de "(...) inancını kim yaratıyor?" tarzındaki tefekkürlere "Toplum!" demeyi makbul görür. Psikoloji aynı cevabı "İnsan!" temelinde zeminlendirir. Özetle: Bu tür ilimlerin yapmaya çalıştığı şey zaten 'herşeyi madde sahasında açıklamak'tır. Madde ötesi izahlara alan/gerek bırakmamaktır. Bu nedenle İslamî bir umdeyi bu mezkûr zemine çekip 'vardır-yoktur' tartışmasına girenler bıçağı Cebrail aleyhisselamın boynuna indirirler. Şeriatın gayb-aşina bağlarını görmezden gelmelerinin sonucudur şu.

Her ne kadar isimleri Mustafa-Mehmed de olsa İslam modernistlerinin yaptıkları da aynı şeydir. 'Mehdiyet' gibi keyiflerine uygun bulmadıkları mevzuları 'sosyo-psikoloji' zeminine taşıyıp cerhetmek isteyen bu zevat, eğer bunu bir usûl kaidesi olarak İslam'a sokarlarsa, dinin bütün itikad zeminini dinamitlediklerini bilmezler. Veya bilmezden gelirler. Zira, az-çok bu neviden kitapları karıştıranlar hatırlarlar, ateist sosyo-psikoloji yaklaşımı kullandıkları argümanların hemen hemen aynısını, dinin herbir umdesine karşı-için kullanmaktadır. Sözgelimi: "Mehdiyet tarih boyunca insanların hep bir kurtarıcı bekleme arzusundan doğmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." derseniz ateist meslektaşınız da size der ki: "Allah da öyledir. Peygamber de öyledir. Haşir de öyledir. Kader de öyledir..." Çünkü mehdiyet için geçerli olan bütün şartlar bunlar için de geçerlidir.

Yine mesela: "Yok, yanılıyorsun, peygamberlik öyle değildir!" derseniz adam size der ki: "Peygamberlik tarih boyunca insanların hep gizemli bir varlıkla iletişim kurma ihtiyacından doğmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." Haşir konusunda itiraz etseniz der ki: "Öldükten sonra dirilme tarih boyunca insanların sonsuzluğu arzulamasından doğmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." Hatta Allah konusunda uyarınıza da karşılık verir ki: "Tarih boyunca korkulacak olaylar karşısında insanlık bir üstün varlığa sığınma ihtiyacı içinde olmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." Hülasa: Kur'an deseniz öyle der. Namaz deseniz böyle der. Oruç deseniz şöyle der. Yani siz semavî neyi dillendirseniz size arzda yayılmış veresesini göstererek cerheder. Kendi argümanınızla size avlar. Ondan sonra dizlerinize vurmaya başlarsınız. Fakat geç olur. Çünkü semavîyi arzda açıklamaya konsantre olmakla tuzaklarına düşmüşsünüzdür.

Doğru yöntem nedir peki? Doğru yöntem yerdeki bağların yaratıcılık anlamına gelmediğini kavramakla başlar. İslam'dan önce de 'mehdiyet' diye bir inanç olabilir mi? Evet. Olabilir. Çünkü İslam, bizzat müslümanların inanışına göre de, ilk peygamber Hz. Âdem aleyhisselamdan son peygamber Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselama kadar hep gönderilen dindir. Dolayısıyla tarih boyunca benzer izlere rastlamak mümkündür. Hz. Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselamın şeriatında varolan emirlerin, özellikle de itikad umdelerinin, benzerlerinin İsa aleyhisselamın veya Musa aleyhisselamın dinlerinde de varolması müslüman için "Aaaa, nasıl olur öyle şey, cık cık cık!" bir durum değildir ki. Zaten İslam geçmişten-geleceğe gelenin hep kendisi olduğunu tekrar tekrar beyan eder. Böyle olduğunu apaçık beyan eden bir din tarihsel/toplumsal düzlemde kendi izlerine rastlayınca neden yadırgasın? Neden bunların bulunmasını kendisi için bir nakise saysın? Hatta, aksine, bir delil sayar. Geçmiş şeriatlardan böyle izlerin kalması İslam'ın hak din olduğunun delilidir. Zebur'da, Tevrat'ta, İncil'de Aleyhissalatuvesselamı haber veren birçok ifade bulunmaktadır.

Fakat bununla beraber şunu da soralım: Kendisi doğrudan Allah'ın semavî hakikat hazinesine bağlanan son din neden yatayda/arzda incik-boncuk toplamaya muhtaç olsun? Müslüman olmayana zaten diyecek birşeyimiz yok. Ama müslüman olan buna niye ihtimal veriyor? Allah'ın vahyi, Allah Resulünün sünneti, onların açtığı deniz gibi marifet nerede müslümanı aç bırakıyor ki başka sofralardan doymaya çalışsın? Biz 'mehdiyet' meselesini zaten üzerinde şekillendiği bu zeminde neden ele almıyoruz da hep sosyolojinin-psikolojinin dilencisi ediyoruz? Hadis kaynaklarımızdaki bu kadar rivayete rağmen. Ulemanın konu hakkındaki bu kadar beyanına rağmen. Arkamızdaki bu külliyetli mirasa rağmen.

İkinci bir arıza da şurada arkadaşlar: İslam bir tevhid dini olarak elbette kainatı yaratanla insanı yaratanın, insanı yaratanla da dini gönderenin aynı Allah olduğunu ortaya koyuyor. Kabul ediyor. Öğretiyor. Böyle bir dine iman eden insanlar dinlerindeki hakikatlerle kendi ruhları-psikolojileri-fıtratları arasında bağlar gördüklerinde neden "Aaa, nasıl olur öyle şey, cık cık cık!" çeksinler? Elbette aynı ustanın elinden çıkmakla birbirlerine bakar yanları olacaktır. Birbirine bakan yanları olacaktır ki kevnî şeriatla kelamî şeriatın parçaları 'cuk' diye birbirine oturacaktır. Bu birbirine oturma sayesinde insan fıtratı da hak dini tanıyacaktır. Oturmasa, tutmasa, yakışmasa insan, hâşâ, Allah'a karşı bir argüman sahibi olmaz mı? "Ya Rabbi, gönderdiğin din bana uymadı, ruhuma karşılık gelmedi, kabullenemedim!" demez mi? Öyle sanması başka. Ama hakikatte öyle olması daha başka. Hakikatte öyle olmasını reddederiz. Kâfir ise öyle sandığı için küfrü seçebilir. Bu kendisinin hatasıdır. Varlığın değil.

Şimdi soralım: 'Mehdiyet' gibi meselelerin "İnsanlar tarih boyunca bla bla..." ile açıklanmasının bir müslümanın semavî argümanlarını cerheden ne yanı vardır? Nasıl olabilir? Fıtratta/zamanda mehdiyetin izlerine rastlamak "Onun aslında hakikat olmadığına..." nasıl bir göndermesi yapılabilir? Amerika kıtasının tarih boyunca varolduğunun söylenegelmesi şimdiki varlığının cerhine delil olabilir mi hiç? Aksine, standart bir müslümanın kafasına-kalbine göre, kendisine gelen bir haberin fıtratına uygun düşmesi ülfetin kaynağıdır. Vahdetin izleridir. Hak dinin müjdecisidir. Bilakis, böyle izlere rastlamadığı zaman, müslüman kendisine verilen haberden şüphelenir. Şimdi namazın, orucun veya Allah'a inanmanın ruha-psikolojiye bakan, rahatlatan, ihtiyaç olan yanları var diye hakikaten varolduklarını inkâr mı edeceğiz? Yoksa bu hallerini onların hakikatine delil mi sayacağız? İkincisi daha makûl görünmüyor mu? En azından kalbinde istikametten parçalar kalanlara sesleniyorum.

Her neyse. Sabah okuduğum bir köşe yazısından hareketle bunları yazdım. Acele ettim. Belki güzel de ifade edemedim. İnşaallah meramımı bir parça izah ediyordur. Cenab-ı Hak ayaklarımızı Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in istikametinden ayırmasın. Âmin. Âmin. Âmin.

7 Eylül 2021 Salı

Haşre iman etmezsek geçmez ki bu yarımlık!

Geçtiğimiz günlerde Noel Carroll’un Sanat Felsefesi’ni okudum Ütopya Yayınları’ndan. "Sanat nedir?" veya "Neye sanat denilir?" gibi soruların 'çözümsel felsefe' ile ele alındığı metin boyunca birçok sanat yaklaşımı masaya yatırılıyordu. Neyse. Uzatmayayım. Yaklaşımlardan ikisi hususen dikkatimi çekti. Bunlardan birisi 'biçimsel yaklaşım' idi. Kuramcısı olan Clive Bell'e göre özü şuydu bu yaklaşımın: "Bir resmin sanat olup olmadığını belirleyen şey onun bir önemli (belirgin) biçime sahip olmasıdır. Yani bir resim ancak ve ancak çarpıcı bir tasarımı varsa sanattır." Fakat sonraları ortaya çıkan 'yeni biçimci yaklaşım' sırf tasarımı sanatın tarifine yeterli görmüyordu. Eserin bir de 'içeriği' olmalıydı. Yine yerinden alıntılarsam: "(...) O halde bir sanat eserinin içeriği anlamıdır. Ne hakkında olduğudur. Biçim de anlamın sunum şeklidir. (...) Sanatçı özünde sunum biçimleri ve anlamları eşleştirmek, biçimi içerikle birleştirmek, konusunda uzmandır. (...) Anlamı olmayan bir çalışmanın biçimi de olamaz."

Eh, serde nurculuk var, herşey bizi Risale-i Nur'a götürüyor. Bu mevzu da beni 12. Söz'e götürdü. Okuyanlar bilirler. "Hikmet-i Kur'âniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak..." diye başlayan bu metin benzer bir hakikatten bahseder:

"Bir zaman hem dindar hem gayet san'atkâr bir hâkim-i namdar istedi ki: Kur'ân-ı Hakîmi, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimâtındaki i'câza şayeste bir yazı ile yazsın, o muciznümâ kamete harika bir libas giydirilsin. İşte, o nakkaş zat, Kur'ân'ı pek acip bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri yazısında istimal etti. (...) Sonra o hâkim, şu musannâ ve murassâ Kur'ân'ı, bir ecnebî feylesofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki: 'Herbiriniz bunun hikmetine dair bir eser yazınız.'"

Hikaye böyle başlar. Peki devamında neler olur? Atlamalar yaparak takip etmeyi sürdürelim:

"Feylesofun kitabı yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder. Mânâsına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebî adam Arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur'ân'ı bilmiyor ki bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin, çendan Arabî bilmiyor, fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam bu san'atlara göre eserini yazdı."

"Amma Müslüman âlim ise, ona baktığı vakit anladı ki: O, Kitâb-ı Mübîndir, Kur'ân-ı Hakîmdir. İşte bu hakperest zat, ne tezyinat-ı zahirisine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle birşeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerinden daha âli, daha galî, daha lâtif, daha şerif, daha nâfi, daha cami'... Çünkü, nukuşun perdesi altında olan hakaik-ı kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı."

Özet geçeyim: Her ikisi de yazdıklarını Hâkim'e götürdüler. Hâkim filozofun manayı ıskalamasından kızdı. Âlimi ise tebrik etti. Sonra mürşidim temsili hakikat bahsine şöyle taşıdı: "Eğer temsili fehmettinse, bak, hakikatin yüzünü de gör: Amma o müzeyyen Kur'ân ise şu musannâ kâinattır. O hâkim ise Hakîm-i Ezelîdir. Ve o iki adam ise; birisi, yani ecnebîsi, ilm-i felsefe ve hükemâsıdır. Diğeri Kur'ân ve şakirtleridir."

Daha çabuk sonuca varmak isteyenler içinse anamesaj şu satırlarda saklıdır sanki:

"Amma, ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise, huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına 'mânâ-yı harfî' ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken, öyle etmeyip 'mânâ-yı ismî' ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar..."

Evet. Anladınız. Mürşidim hikmet-i fenniyeyi (yani günümüz seküler bilimlerini) biçime saplanıp kalmakla itham ediyor. Onları, içeriğe değer vermemekle, hatta düpedüz anlamamakla, suçluyor. Kainata bakışları yüzeysel olduğu için de ürettikleri malumat manaya dair birşey söylemiyor. "Hattâ o müzeyyen Kur'ân'ı bilmiyor ki bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır." Hikmet-i Kur'aniye ise okumalarında bir 'içerik' derinliğine sahip. Tasarımı inkâr etmemekle birlikte aslolanın 'anlam' olduğunun farkında. Bu yüzden okumasında isabet ediyor: "(...) nukuşun perdesi altında olan hakaik-ı kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı."

Varlıktaki sanatın içeriği nedir peki? Onu da yine mürşidimin şu cümlelerinde özetlenmiş buluyoruz:

"Bütün mevcudatın hakaiki, bütün kâinatın hakikati, esma-i İlâhiyeye istinad eder. Herbir şeyin hakikati bir isme veyahut çok esmaya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, san'atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ, hakikî fenn-i hikmet Hakîm ismine ve hakikatli fenn-i tıp Şâfî ismine ve fenn-i hendese Mukaddir ismine, ve hâkezâ, herbir fen bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemâlât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatleri esma-i İlâhiyeye istinad eder. Hatta muhakkıkîn-i evliyanın bir kısmı demişler: Hakikî hakaik-i eşya esma-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise o hakaikin gölgeleridir. Hatta birtek zîhayat şeyde yalnız zâhir olarak yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir."

Kendimizi felsefenin dar kalıplarına sıkıştırmayalım arkadaşım. Fakat şu kadarcık dersimizi de alalım: Müslümanlar da 'yalnızca biçimi var diye' birşeyin sanat eseri olduğuna inanmazlar. Ya? Biçimle birlikte manidar bir içeriğinde bulunması gerekir. Hatta içeriğin anlamı çoğu zaman biçimin de önüne geçer. Bu nedenle İslam 'kalıp' değil 'gönül' dinidir. ‘Bedene’ değil ‘ruha’ bakar. 'Ne adına' olduğu 'ne olduğunun' önündedir. Yahut hadiste buyrulduğu gibi: "Ameller niyetlere göredir." Bu dinin değer atıflarının neredeyse tamamı maneviyatadır. Mesela: Takvaya, dürüstlüğe, ahlaka, cömertliğe, merhamete vs. Bunların üzerine varoluşunu bina eder.

Ahirzamanın Deccalî anlayışınınsa bir gözü kördür. Yani tek gözlüdür. O yüzden değer atıfları genelde 'tasarıma' yaslanır. Güçlü, güzel, zengin, başarılı, enerjik vs. kimlikler kaymağa yükselirler. Lakin buradan tasarımın da büsbütün önemsizleştirildiğini çıkarmayalım. Allah Hakîm'dir. Her işinde hikmetlidir. Dolayısıyla varoluşta hiçbirşey sanatsız değildir. Ancak asıl derinliğin 'mülk' değil 'melekût' kısmında olduğunu kavramak gerekir. Melekûtu kavranmayan şeyin vücudu da yarım müşahede edildiğinden manası eksik anlaşılır. Yahut hiç anlaşılmaz.

'Yarım kalmak' dedim. Aklıma Haşir Risalesi okumalarım geldi. Evet. Bu sıralar eseri tekrar tefekkür ederken farkediyorum ki: Bediüzzaman Hazretleri haşrin 'olmazsa olmazlığını' kainatın yarımlığına bina ediyor. Daha doğrusu 'biçim-içerik uyumsuzluğunu' haşrin gerekliliğine delil kılıyor. Nasıl? 10. Hakikat üzerinden örneklersem mesela diyor ki:

"Hiç mümkün müdür ki, şu bekàsız misafirhane-i dünyada ve şu devamsız meydan-ı imtihanda ve şu sebatsız teşhirgâh-ı arzda bu derece bâhir bir hikmet, bu derece zahir bir inâyet ve bu derece kahir bir adalet ve bu derece vâsi bir merhametin âsârını gösteren Mâlikü'l-Mülk-i Zülcelâlin daire-i memleketinde ve âlem-i mülk ve melekûtunda daimî meskenler, ebedî sakinler, bâki makamlar, mukim mahlûklar bulunmayıp, şu görünen hikmet, inâyet, adalet, merhametin hakikatleri hiçe insin?"

Sorularla açmaya çalışalım: 1) Kainatın 'biçimi' nasıl? el-Cevap: Bekasız, devamsız, sebatsız. 2) Peki kainatın 'içeriği' nasıl? el-Cevap: Bâhir, zahir, kahir, vâsi... Yani eserin içeriğine indiğinizde sonsuzluk işaretleri okuduğunuz halde biçimine döndüğünüzde muhataplığınız fanilikten haber veriyor. Eğer bu biçim yarımlığını içeriğe taşırsanız Allah'ı, hâşâ, birçok eksiklikle suçlamak zorunda kalacaksınız. Halbuki bu eksikliklere sahip olsa, hâşâ, kainatı bu intizamla yaratamayacak. Hatta hiçbir yokluğu varlığa çıkaramayacak. Zira yokluğun varlığa çıkması da ancak burada bahsedilen sonsuz hikmet, inayet, adalet ve merhametle mümkün. Tek bir atomun varlığı bile karşısında bir sonsuzluk istiyor.

Öyleyse, Allah içerikte kemal sıfatlara sahip olduğunun birçok delilini arzetmişken, biçimde neden aksini de gösterir(!) tezahürler yaratmaktadır? Sözgelimi: Zalim zulmünün cezasını görmeden ölmektedir. Mazlum hakkını almadan dünyadan ayrılmaktadır. Halbuki fizik, kimya, biyoloji vs. düzeyine indiğinizde biçimde de en ince hakların/adaletin gözetildiği bir düzen işlemektedir. Peki bu kafa karıştıran çelişki(!) kainata neden bırakılmıştır?

Arkadaşlar, Bediüzzaman'ın bu soruya cevabı gayet basittir, mâkuldür. Aklın gideceği tek yoldur. O da şudur: Tasarım eksik değildir. Müşahedemiz yarımdır. Melekûta dair çıkarımlarımız doğru. Fakat mülkte gördüğümüz kısım noksandır. Bunu şöyle bir temsille fehminize yaklaştırmak istiyorum: Çok iyi bir yazarın yeni romanının üçte birlik bölümünün elinize geçtiğini düşünün. Okuduğunuz kadarından sağlam bir müellifle muhatap olduğunuzu anlıyorsunuz. Cümleler kallavî, ifadeler yerinde, akış muhteşem. Fakat? Fakat roman ansızın kesiliyor. Olayların bazıları doğru yerlere bağlanmadan kalıyor. O zaman ne düşünürsünüz? A) Kitabın önceki kısmında yaptığımız çıkarımların aksine bu yazar aslında roman yazmaktan hiç anlamamaktadır. Hatta böyle bir yazar yoktur. Roman kendi kendine oluşmuştur. B) Elimizde romanın sadece bir kısmı vardır. Kitabın tamamını henüz görmemişizdir. Devamını da yaşadığımızda şahitliğimizdeki mülk eksiği tamamlanacaktır. Mülk-melekût, yani biçim-içerik, uyumu sağlanacaktır. Taşlar yerine oturacaktır. İşte, elhamdülillah, doğru tercih budur.

Yani bizim mülkte/biçimde eksiklik sandığımız şeyler aslında şahitliğimizin yarımlığından kaynaklanmaktadır. Manzaranın tamamını görecek kemale henüz erişmeyişimizdendir. Zamanı vardır. Mekanı vardır. İmtihan da buradadır. Bizim içim ‘gayb’ vardır. Gaybı olan eserin tamamını görmüyor demektir. (Gayba iman eden de "Eserin tamamını görmüyorum!" hakikatine ferasetle iman edendir.) Bu nedenle biçimle içerik arasındaki uyumu yakalayamaması normaldir. Evet. Onun sınandığı şey de belki budur: İçeriğe bakıp biçimin devamına iman etmek. Ve tek dünyalıların itikadını da bozan en çok budur: Biçimde kendi kısıtlılıklarınca gördükleri sorunları içeriğe de taşımak. Daha doğrusu: Kendi sınırlarını içeriğin de sınırları sanmak. Mahlukiyetten kaynaklanan eksiklerini hatta Allah tasavvurlarına kadar götürmek. Allah’ı insanlaştırmak. Kendi kayıtlarıyla onu da kayıtlı bellemek. Her neyse. Yazı giderek dallanıp budaklanıyor. Belki sizi de bıktırıyor. Bende de başka konulara girme isteği uyandırıyor. En iyisi burada bitireyim. Cenab-ı Hak el-Hâdî ismiyle bizi istikametimize hidayet eylesin. Âmin.

17 Ocak 2021 Pazar

Şuayb aleyhisselam liberalleri gördü mü?

Dedim ya daha önce de: Fâtır sûresinin öğrettiği kritik birşey var arkadaşım: Şeytan beşeri Allah ile de aldatabilir. Ne demek bu? el-Cevap: ("Allahu'l-a'lem!" kaydıyla dinle ey kâri.) En katıksız hayırlar dahi zifir kötülüklerin aracı kılınabilir. Üzerlerinden cerbeze çevrilebilir. Manipülasyon yapılabilir. Tuzaklar kurulabilir. Zaten 'ideolojiler çağı' diye de tesmiye edilebilecek 'ahirzaman tecrübesi'nin gösterdiği budur: "Herbir hayalde bu çiznök gibi bir dane-i hakikat bulunmak şarttır." Yani ütopyaları arzulanır kılan içlerindeki hakikat tohumudur. 

Evet. Herbirisi kendince bir hakkı tutmuştur. Peşinden koşmaktadır. Yokluğundan sızlanmaktadır. Şifasın aramaktadır. Mesela: Feminizm kadını, komünizm işçiyi, faşizm ulusu, kapitalizm sermayeyi vs. korumaya çalışmaktadır. Ama? Fakat? 'Ama'nın ve de 'fakat'ın cevabını da yine mürşidim verir: "Şu bâtıl mezheplerde birer dane-i hakikat mevcut, münderiçtir; mahsus mahalli vardır. Bâtıl olan tâmimdir." Demek 'haklı hassasiyetin haksızca manipülasyonu'ndan da ileri gelebilir böylesi sapmalar. Bâtılın da elinden gelir bu tip 'ayyüzlü aldatmaca'lar.

Öyle ya. Kul, her ismiyle/sıfatıyla 'subhan' olan Allah'ı hakkında bile aldatılıyorsa, daha 'aldatılamayacağı' ne vardır? Yani ayetin işaret ettiği zirve altbaşlıklara karşı da uyarıdır. (Burada da "Allahu'l-a'lem!" demeyi unutma ey kâri.) Nitekim, ümmet-i Muhammed'in yaşadığı fırkalaşma süreci de incelendiğinde, herbir bâtıl mezhebin 'yanlış bir temayülle kıvamını bozduğu Allah tasavvuruna' yaslandığı görülür. Mutezilenin 'tenzih' anlayışında da bu vardır. Mürcie'nin 'rahmet' anlayışında da. Cebriye'nin 'azamet' anlayışında da. Vehhabiliğin 'tevhid' anlayışında da. (Ve saymadığımız nicelerinde de.) Aşağı-yukarı hepsinin sapkınlığı 'iyi niyetli' bir vurgu farklılığıyla başlamıştır. Bütünlüğün güzelliğine razı olamayanlar, ne yazık, cüretkâr bir parça övgüsüne yaslanmıştır. Gavvaslar ellerine geçen mücevheri hazinenin kendisi sanmıştır. Körler dokundukları yeri filin ta kendisi zannetmişlerdir. Böylesi kırılmalar bazen tefritlerinden bazen de ifratlarından kaynaklanmıştır. Ölçünün yitimi nice azları çoklara galip etmiştir. Eh, evet, tasarımın yasası budur: Vurgu azı çoğa galip eder. Kalın yazılmış satır bütün bir metinde kendini övgüyle-istibdatla okutur. Yârin yüzü yüzbin yüz içinde aşk ile seçilir. İblisin böyle çok silahı vardır.

Arkadaşım daha bir başkasını da Hûd sûresinin 87. ayetinde görüyorum ben. Ve elbette yine Allahu'l-a'lem. Kısa bir mealiyle şöyle buyuruyor ayet bize: "Dediler ki: Ey Şu'ayb! Babalarımızın taptığını, yahut mallarımız hakkında dilediğimizi yapmayı terketmemizi, sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın.” Bilindiği gibi Şuayb aleyhisselamın irşad vazifesiyle görevlendirildiği kavim Medyenlilerdi. Gerek Kur'an'da gerek başka kaynaklarda aktarılanlardan öğrendiğimize göre Medyenliler ticarette gelişmiş bir kavimlerdi. Ancak alışverişlerinde haksızlık yapıyorlardı. Ölçüde-tartıda oyunlar çeviriyorlardı. Şuayb aleyhisselam da hem şirkleri hem de kem ahlakları hakkında uyarmıştı onları.

Tabii mevzu 'mallar hakkında dilediğini yapabilecek bir serbestlik' konusuna gelince insan günümüz liberalizmini hatırlamadan edemiyor. Hatta mürşidimin 20. Söz'ünde hepimizi uyandırdığı "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor..." hakikatince "Bu kıssadaki kanun-u umumînin bir ucu 'burada/liberalizmde' diğer ucu 'orada/Medyenlilerde' olmasın mı?" diye sormadan yapamıyor. Çünkü nihayetinde liberalizm de "Bırakınız yapsınlar!" üzerine kurulu bir düzeni ifade etmekte. Evet. Fritjof Capra da Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası'nda liberalizmin öncü filozofu John Locke hakkında diyor ki: "Locke'un en yenilikçi teorilerinden birisi ekonomide fiyatlarla ilgili olarak yapmak istediği şeydir. Petty, fiyatların ve malların, onları vücuda getiren emek miktarını tam olarak yansıtacağını söylemişken; Locke, fiyatların aynı zamanda talep ve arz tarafından nesnel olarak belirlendiği fikrini ortaya attı. Bu fikir o günün tüccarlarını 'âdil' fiyatlara ilişkin ahlak yakasından kurtarmakla kalmadı. Aynı zamanda ekonominin bir başka köşetaşı haline geldi ve mekaniğin yasalarıyla aynı statüye yükseltildi."

Yani liberalizmle ölçü-tartı mevzuundaki dengesizliğin zirvesini ifade edebilecek bir yaklaşım başlamıştır. Bu sırf alınan-satılan arasında 'gramajdan çalma' şeklinde bir yolsuzluk değildir. Hayır. O buna göre çok masum kalır. Liberalizmle ürün değer sistemi temelinden altüst olmuştur. İmam-ı Âzam rahmetullahi aleyh gibi "Bu ürünün fiyatı bu kadar az değil!" diye satıcıya fiyat arttıran veya "Pahalıya satmışsın!" diye çırağına kızan tüccarlardan gelinen nokta "Gideri varsa koy gitsin!" fırsatçılığıdır. İşte, şu durumu bir fizikî yasa genel-geçerliliğinde dünyaya kabul ettiren, içselleştirden, liberal ekonomi anlayışıdır. Mezkûr anlayış bugün herkesin 'normal'idir.

Yazının asıl konusu olmadığından burayı hızla geçerek sadede koşayım: Liberal aydınların toplumda gördükleri işlev de kimi açılardan Medyen ahalisinin söylemine benzemektedir. Bugün piyasada çoklukla yazan-konuşan liberallerin dinle-dindarlarla ilişkisine baktığınızda hep bir 'yumuşatma' çabası görürsünüz. Onlar sosyalistler veya komünistler gibi dini tastamam karşılarına almazlar. Ya? İçine sızabilecekleri yollar ararlar. Teviller kollarlar. Dinin argümanlarını çarpıtarak kendilerine/söylemlerine meşruiyet zemini inşa ederler. Tabir-i caizse, diğer sol ekoller gibi tokatlamazlar da, yanaktan şıpşıp makaslar alırlar. Sırt sıvazlarlar. Ayetin ahirinde dendiği gibi iltifatlar ederler: "İnneke leente'l-halîmu'r-raşîd(u)/Oysa sen yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın." Bugün liberal aydınların da dindarlara en çok yaptıkları budur. 

"İslam hoşgörü dinidir. Sevgi dinidir. Akıl dinidir..." gibi vurgulu söylemlerin altını biraz kazdığınızda çıkardığınız şudur: "Canım o kadar da sıkmayın herşeyi yaa. Bakın, biz sizin bazı yönlerinizi takdir ediyoruz, hadi siz de biraz bizim tarafa gelin. Şu sertliğinizden taviz verin. Halîm olun. Raşîd olun. Ama anladığınız gibi değil bizim istediğimiz gibi olun. Yumuşayın. Uyun. Çağı tanıyın. Adaptasyon sağlayın. Bırakınız herkes istediğini yapsın yahu!" Diğer bütün tartışmalar aslında bu telkinin altbaşlıklarından ibarettir. Makas alma türlü şekillerde sürmektedir.

Hatta ayetin orta kısmındaki "Sana bunu namazın mı emrediyor?" sorusu da bugüne kolayca taşınabilmektedir. Bugün de Medyenlilerin ahirzaman kardeşleri liberaller dinin farklı yönlerini/uygulamalarını parlatarak diğer bazı şer'i uygulamaların-anlayışların ensesine çökmektedirler. Nasıl? Mesela: Din düşmanı birisinin ölümünde buğzunu mu dillendirdiniz. Cık, cık, cık. Hemen Aleyhissalatuvesselamın bir yahudi cenazesi geçerken ayağa kalktığı hatırlatılır. "Garp husumeti bâki kalmalı!" diye mi haykırdınız. Hemen "Avrupa ikidir!" ile karşınıza dikilinir. "Cennete yalnızca müslümanlar gidecek!" falan mı dediniz? Aman. Sakın. Nasıl yaparsınız? Hemen "Ehl-i Kitaptan öyleleri vardır ki..." ile başlayan ayetler başı-sonu-bağlamı koparılarak kafanıza vurulur. Hülasa: Bu kadim bir tâcir taktiğidir. Tam ismini sorarsan: 'Dine karşı din'dir. Eeee, tâcir adam uyumlu olur, her nabza göre şerbet vermesini bilir. Karşısına alıp dövüşmez.

 Uzatmayayım. "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla derim ve dedim. Benim kalbime gelenler bunlardır arkadaşım. Fakat, dikkat et, "Hemen alıp bağrına bas!" demiyorum asla. Bu şüpheyle biraz liberal aydınların yazdıklarına/söylediklerine bakmanı istiyorum. O zaman belki şurada dokunduklarımdan fazlasını sen diyeceksin. Ve göreceksin ki: "Zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşiyor." Onun buyurdukları asla eskimiyor. Çünkü insaniyetin yasası değişmiyor. Biz de bugün Şuayb aleyhisselamın yerindeyiz işte. Onun kavminden bin beter tüccarlarla mücadele etmekteyiz. Kıssalarda nasıl yaşanılacağını daha fazla tecrübe etmek istersen 1. ve 2. Lem'aları oku isterim. Bediüzzaman, bizi o zamana götürmemiş, o zamanı alıp bize getirmiş. Vesselam.

5 Ocak 2020 Pazar

Talebe ne işe yarar?

Yıllar önce bir dostum 'çok beğendiğini' söyleyerek okuduğu kitabı göstermişti. Benim de kitaplara az-buçuk merakım var. Malum. Okumaya başladım. Tek diyebileceğim şu: Hiçbirşey anlamadım. Abartmıyorum. Cidden hiçbirşey anlamadım. Çünkü metinde kullanılan 'yeni Türkçe'ye hiçbir aşinalığım yoktu. Oradaki 'salt'lar, 'ilgin'ler, 'ivedi'ler, 'içkin'ler kafamda hiçbir taşı yerinden oynatmıyordu. Fakat dostum 'çok beğendiğini' söylemişti. Sözünde de samimiydi. O zaman Türkiye'de, cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte boyverip gelişen, 'iki Türkiye' olduğunu anladım. Bir 'biz' vardık. Bir 'onlar' vardı. Bir 'bizim kelime dağarcığımız' vardı. Bir de 'onların kelime dağarcığı' vardı. Muhtemelen, ben de ona Risale-i Nur'dan bir bölümü okutmak istesem, aynı reaksiyonu alacaktım. Aynı dili konuşuyorduk. Lakin aynı dilde yazmıyorduk.

Bu farkedişi yaşadıktan sonra hayatımdaki birkaç şeyi değiştirmeye karar verdim. Birincisi: Onların kitaplarını da okuyacaktım. Okumak zorundaydım. Zira onlarla konuşmaya çalışıyordum. Halihazırda İslamî kaynakları okuyanlar muhataplarım değillerdi. Onlar zaten berzahlığım gerekmeden bilgiye ulaşıyorlardı. Bana ihtiyaçları yoktu. Ben, eğer bir tebliğ dili yakalamayı amaçlıyorsam, ötekilerin diline alışacaktım. Alışmalıydım. Konuşacaktım. Konuşmalıydım. Onlarla hakikat arasında bir berzahlık oluşturmalıydım. Yapabildiğimce. Bundan kaçınamazdım. Çünkü bilgiyi taşırken kuş değil koyun olmayı bizzat mürşidim bana nasihat ediyordu. Bu nasihati görmezden gelemezdim. Koyun dediğin aynı zamanda yediğinin berzahıydı. Otu alıp süte çevirirdi. Kuş berzahlık yapmıyordu. Yediğini yediriyordu.

İkincisi: Yazım dilimi değiştirdim. En azından elverdiğince denedim. Zorladım. Bunu yaparken 'Osmanlıca kelimeleri kullanmayı büsbütün bıraktım' diyemem. Öyle olmadığını okurken görüyorsunuz. Fakat azalttım. Konuşma diline yaklaştım. Yaklaştıkça da okurlarımın arttığını farkettim. Eskiden yazdıklarıma bakıp "Aferin bizim oğlana!" diyen abilerden/ablalardan mesajlar alırken, yeni üslûbunu oturttukça, "Abi aynen katılıyorum!" diyen kardeşlerden/bacılardan mesajlar gelmeye başladı. Bu beni mutlu etti. Ancak herşey güllük-gülistanlıktı diyemem. Çünkü mezkûr dönemde yeni düşmanlarım da ortaya çıktı. Kimdi peki onlar? "Kamus namustur!" diyen emekli nurcular. Onlar peşimi hiç bırakmadı.

Bugün bile yazılarıma böyle yorumlar gelir. Bir namussuzluk yapmışım gibi hissettirmek için de ellerinden geleni yaparlar. Onlara cevap veremiyorum. Çünkü cevaplarımın bir işe yarayacağını sanmıyorum. Reflekslerini anlıyorum. Cumhuriyet kurulduğundan beri kaybolagelen bir dili ellerinden geldiğince tutmaya çalışıyorlar. Ben de tutmayı istiyorum. Ancak şunu da reddedemiyorum: Artık bu dili, en azından bir yazım dili olarak, unutan bir gençlik yetişti. Sol yayınevlerinin yeni Türkçesi çoğusunun dimağına bizden önce ulaştı. Yıkılanı tekrar ayağa kaldırmak büyük bir sermaye, hikmet ve gayret işi. Hatta hükümet işi. Yalnız yayıncılık değil siyaset işi. Evet. Şu açık: Bu şekilde dilimizin üzerine kapandıkça sahada kazanamıyoruz. Çünkü yayılamıyoruz. Yayılanlar kazanıyorlar. Yazdıklarımıza da 'ufo görmüş masum köylü' edasıyla bakan gençler yetiştiriyorlar. Bu gençliğin miktarı artmakta. Sokağı inkâr edenlerin tebliği başarısızlığa mahkûmdur.

Bir de şöyle bir rahatsızlık var: Belki dindar camianın geneli adına da aynı şey söylenebilir ama ben daha çok nurcular içre söyleyeceğim. Birbirimize metinlerimiz üzerinden nurculuk satıyoruz. Evet. Yaşananın en acı tasviri bu. Ulaşmamız gereken dışarısını unuttuk. 'Biz' diye tarif ettiğimiz şöyle-böyle bir kitle var. Onlara rüştümüzü isbat etmeye gayret ediyoruz. Kullandığımız dilin her yanı "Beni farkedin!" diye bağırıyor. Neyi farkedecekler peki? Ne kadar çok Osmanlıca kelime biliyorum baaak. Ne kadar çok Risale-i Nur diline hâkimim baaak. Ne kadar çok nurcuyum baaak. Bütün mevzu bu gibi. O ötekine bol miktarda alıntıyla birşeyler birşeyler söylüyor. Öteki ondan daha fazlasıyla birşeyler birşeyler beyan ediyor. Fakat bakıyorsunuz: Risale-i Nur'un dili bile onlarınkinden daha anlaşılır. Üstelik bu metin en aşağı yetmiş-seksen sene önce yazılmış cümlelerden oluşuyor.

Bir talebe eğer 'müstakbel talebeleri' ile 'mürşidi' arasında berzahlık yapmayacaksa ne işe yarıyordur? Yazdıklarıyla mürşidinin metinlerinin üzerine mi çıkacaktır? Böyle birşey mümkün müdür? Alelekser değildir. Mürşidini geçen talebe nadir bulunur. O zaman yapılmaya çalışılan ne? Yapılmaya çalışılan yukarıda söylediğim şey işte. Bir iç avuntu. Bir kendine kapanma. Bir cemaat içre kendini tatmin. Ben bunun bir varta olarak serpildiğini düşünüyorum. Tepki de buradan doğdu. Peki bunun karşısında gelişen her dil doğru mu? Değil elbette. Bazılarımız da işi fazla laubalîleştiriyoruz. Genciz. Hata yapıyoruz. Lakin bizi istikamete çağıracak 'ara bölge'yi de bulamıyoruz. Çerçeveyi konuşmak cesaret istiyor. Bu cesareti göstermek kolay değil. Büyüklerimiz "Aman Ali Rıza Bey ağzımızın tadı kaçmasın!" der gibi kaçıyor da kaçıyor. Ya kızıyor ya başını çeviriyor. Ne diyelim? Allah büyük. Deneye deneye yeni dilimizi de buluruz elbet. Kıvamımızı buluruz. Sahibi davasını yerde bırakmayacaktır. Eh, bu yazı da 'derdini şikayet etmekte' bir yazı oldu, affolsun.

29 Aralık 2019 Pazar

Paralel evrene gidip dönen mi var?

Okuyanlar hemen anımsayacaklar: Bediüzzaman Hazretleri Lemeat isimli eserinde 'zihindeki meratip' diye birşeyden bahseder. Peki nedir zihindeki meratip? Efendim, izahı uzundur, kısaltmak da zordur. Fakat şöyle bir yerden belki bir parça kolaylanır: Zihindeki meratip birşeyin/fikrin insanda kesin inanış haline gelmesi sürecini açıklar. Yani denilebilir ki: Kanaatler dünyamızda önce 'hayal' olarak varolurlar. Sonra o hayaller kalıba bürünüp 'tasavvur'lara dönüşürler. Sonra o tasavvurlar da bir parça ukalalaşıp 'taakkul' evresine taşınırlar. Sonra o taakkullar da kablarına sığmayarak 'tasdik' mertebesine erişirler. Sonra o tasdikler yolculuklarına devam ederlerse bir taraftarlık edinip iz'an'a kavuşurlar. İz'anın ardından 'iltizam' devresi gelir. İltizamlar da inanışlarımızın ellerini tutup 'itikada' götürürler.

Bu süreçle dünyamız şekillenir. Sağlıklı işlemesiyle sağlıklı şekillenir. Yoksa kimi arızalar oluşur. (Aynı eserde oluşabilecek arızalara dair izahlar da vardır.) Neyse. Uzatmayacağım. Hemence mürşidimin bir başka metninde 'peygamber mucizeleri' ile 'medeniyet harikaları' arasında kurduğu ilgiye koşacağım. Evet. Bence bu ilgi de bir parça Lemeat'taki mezkûr bahse dokanır. Nasıl? Belki biraz şöyle: Ancak nebilerle gelen mucizeler sayesinde insanlık böylesi hayaller kurmayı öğrenebilmiştir. Herbir peygamberin beraberinde getirdiği delil, bize bir bilimdalında ulaşılacak zirvenin fotoğrafını çeker, yani birnevi beşerin aklına karpuz kabuğu düşürür. Bu sayede varmayı arzuladığımız düşlerimiz olur. 'Olabilirler'imiz olur. Bu düşler/olabilir de zamanla müteşebbis âkillerin mesaileriyle gelişerek günyüzüne çıkarlar. Yani mucizelerimiz bizim tahayyül öğretmenlerimizdir.

Fakat bugünlerde hayallerimizin başka öğretmenleri de var. Mesela: Marvel. Evet. Marvel'ın bilimkurgu sosu dökülmüş harikalar diyarı yeni bir zihin dünyasını şekillendiriyor bugünlerde. Sözgelimi: Oralarda uçmak Süleyman aleyhisselama ikram edilmiyor. Donunu taytının içine giymeyi bile yeni akıl eden bir soytarı başarıyor semada dolaşmayı. Hem de kimin yardımıyla? Güneşin. Yani tabiatın. Yani sebeplerin. Biraz da uzaylılığın yardımı oluyor tabii. Ancak, kudsî metinlerden farklı olarak, Allah'ın hiçbir faydası dokunmuyor. Çünkü Marvel'ın kahramanları Allah'ı bilmiyor. Herşey doğanın güçleriyle(!) hallediliyor.

Bu da yeni nesil bir mistizm aslında. Yeni nesil bir kutsal metin. Materyalizmin kıssaları. Sahi, Kur'an kıssalarına pek gücenik dolaşan ahirzaman zıpçıktıları, Marvel'ın sürekli güncellenen ahidleri hakkında ne düşünüyorlar acaba? Umursamıyorlar mı? Öyledir. Hatta bir de eğleniyorlardır. Neden eğlenmesinler? Kendi inanışlarının tahayyülü inşa edilirken eğlenmelerine kim engel olabilir? Varsın şimdiye kadar hiçbir insan örümcek sokmakla duvarlara tırmanmamış olsun. Bir kere hayali görülmeye başlanmıştır ya. Artık bu çocuklara/gençlere canlılığın bir tesadüf sonucu meydana geldiği kolaylıkla kabul ettirilebilir. Tesadüfle neler neler olmuştur şimdiye kadar filmlerde. Azıcık gama ışını Bruce Banner abimize neler yaptırmıştır. Hulk olup da pantolonunu yırtmadan nelere saldırmıştır. Gerçekte yok mu? Yahu çocuklar filmlerle gerçeği birbirinden nasıl ayırsın? Marvel'ın İncil'i de çizgiroman çizgiroman yazılsın. Animasyon animasyon yapılsın. Film film aktarılsın.

Tesadüfün yükü ağırdır. Şimdi bir de paralel evren mevzuu çıktı. Her yeni versiyonunda karakterler geçmişlerini yalanlamaya başlayınca oraya götürdük işi. "Herbir karakter farklı bir evrenin süperkahramanı. O nedenle örümcek adamlar birbirlerini tutmuyor. Başka başka kurgularla karşımıza çıkıyorlar." Bu da yaptığının sorumluluğunu almamakta yeni bir bahane oldu. Nerede birazcık sıkıştırsa mantık tutarsızlıkları, hop, yaşasın paralel evrenin kurtarıcılığı. Zaten var ya bu zıttırıpırtpırt mevzu da 'irade'nin yükünden kurtulmak için ortaya atıldı. İnan olsun öyle. Varlıkta öyle bir 'özellikle seçilmişlik' var ki, bu seçilmişliği bir irade sahibine, yani Allah'a, götürmeden halledebilmenin yolu 'bütün ihtimallerin varolduğuna' sapmakla mümkün olabilirdi. Herşey varsa seçim yoktur. Onlar da Allah dememek için buraya saptılar. Bir paralel evrenler masalı uydurdular. Oh, ne âlâ, ne kolay. Hani ahiretten bahsedince bize diyorlar: Gidip de dönen mi var? İşte şimdi intikam almanın zamanı geldi. Şimdi onların gidip dönmüşlerini sormaya başlayalım.

Mikro evrim mevzu da aynı şey. Vallahi aynı şey. Yani aynı kazmalığın türevi. Nasıl varlıktaki 'özellikle seçilmişlik' durumundan "Bütün ihtimaller var zaten!" sanrısıyla kaçmaya çalışıyorlar, aynen öyle de, türler arasındaki mesafeyi aşmak için de mikro evrim yalanına tutunuyorlar. Öyle ya, maymundan insana atlamak şıp diye olacak iş değil, arada doldurulacak çok uçurum var. Ne yapmalı peki? 'Mış gibi' yapmalı. Ne 'mış' gibi? Sanki, o boşluklar milyonlarca yıl boyunca farklı farklı canlı türleriyle dolmuş da dolmuş, sonra hiçbirisi kalmamış gibi. Uçurum hayalmiş gibi. Yahut sonradan açılmış gibi. "Aradaki türler tükenince bu uçurumları görür olduk biz. Yoksa hiç öyle uçurumlar olur mu akıllım?"

Peki ne kadar canlı lazım bu araya? "Belki yüzbinlerce tür." Nerede onlar? "Şey, kem-küm, buluyoruz işte canım. Bulmasak da mecburuz bulacağımıza inanmaya. Bulamasak da varolduklarını savunmaya. Çünkü Allah dememeyi kafamıza koyduk biz. Dikeyden açıklamaları 'bilimsel değiller deyu' boşladık. Yataydan bir izah yapacağız. Yatayda ne kolaysa onunla yoracağız. Cehennemse bile sonuna kadar gideceğiz. Kastımız gökte hilali görmek. Beyaz bir kirpik takavvüs etmiş ne ehemmiyeti var. Bize gösterdi ya görmek istediğimizi. Bitti-gitti. Fazlasına gerek yok. Fazlası inanmayana lazım. Biz evrimin inançlı mü'minleriyiz. Marvel kıssaları da ibretlerle doludur. Eskiden minarelerden çığrılırdı: Tanrı uludur. Tanrı uludur. Şimdi işler değişti. Ulular tanrıdır. İnsanlık Marvel'ın kuludur.

11 Ağustos 2017 Cuma

Modernistler salavatlara neden takıktır?

Allah bu ümmeti âlimsiz bırakmasın. Cahillik acizliktir çünkü. Cahilden daha aciz insan yoktur. Belayı, bırakın defetmeyi, farketmek bile ilim ile oluyor. İnsan cahilken kendisine zararlı çok şeyin farkında olamıyor. Benim de İslamoğlu'na (genelde ise tüm modernistlere) dair ilk uyanışım yirmili yaşlarımda olmuştu.

O zaman bu derece açık-seçik, net, köşeleri belirgin birşey değildi elbette. Neyin/ne kadar ileri gidebileceğini veya neyin/ne kadar tehlikeli olabileceğini bilmiyordum. Bu konulara dair hiçbir okuma yapmamıştım. (En önemlisi Ebubekir Sifil Hoca'nın kitaplarıyla/videolarıyla karşılaşmamıştım.) Sadece bir tatsızlık, bir rahatsızlık, bir ince sızı gibi içimde taşıyordum. Rahatsızlık duyduğum şeylerin cevabını nasıl elde edeceğimi de bilmiyordum. Kendim de cevap üretemiyordum. Öyle elini-ayağını nereye koyması gerektiğini bilemez bir durum işte.

Her neyse... Bu kısmı kısa geçelim. 'Uyanış' dediğim olay şöyle gerçekleşmişti: İslamoğlu'nun Salat-ı Tefriciye'ye dair bir itirazı (çünkü bizim evde Hilal TV gayet izleniyordu) kanıma dokunmuştu. Nesil Yayınları-Moral FM binasındaki bir cuma sabahı dersinde söz alarak Mehmed Paksu Hoca'ya da bunu ifade etmiştim. Ve "Bir cevabımız yok mu?" diye sormuştum.

Allah var. Paksu Hoca, bir Ehl-i Sünnet âlimine yakışacak şekilde, hamiyet-i diniyesi gayrete gelerek, bu itiraza karşı hiddet etmişti. Hatta, orada bulunanlar hatırlayacaklardır, "Mustafa İslamoğlu kim oluyor?" gibi ifadeler de kullanmıştı. (O sırada yanında oturan Cemil Tokpınar da kendisini sakinleştirmekte zorlanmıştı.) Fakat, bu hiddetinden ziyade olarak, gönlümü teskin edecek bir cevap alamadım kendisinden. Çünkü o soruya dair bir mesaisi yoktu.

Hem iş burada da kalmadı. O dönemde yetkili olan bir isimden 'böyle şeyleri ulu-orta dile getirerek cemaatler arasında düşmanlık sebebi olmamak' konusunda da uyarı aldım. Her neyse... Geçmiş zaman. İnşaallah, bana bu uyarıyı yapan da artık, en az benim kadar, bu derdin farkında. Ben çok gençtim. Cahildim. "Ehl-i Sünnet olmak ne demek?" bunun farkında değildim. O da İslamoğlu'na karşı ziyade hüsnüzan besliyordu muhtemelen. İşin geçmişte kalan kısmına tevbe edip geleceğe bakmalı.

Ancak bugünden bakınca İslamoğlu'nun bazı salavatların abartılı(!) oluşuyla neden bu kadar meşgul olduğunu kavrıyor gibiyim. Bence istediği taşları döşemek için yolu açmanın ilk adımıydı onlar. Hatta, o dönemde, bugün kendisini rezil eden söylemlerinin hiçbirisi dilinde yoktu. Ne menem birşey olduğunu çok da çaktırmıyordu. (Ehli gene anlıyordur elbette ama biz ehil değildik.) Lakin bu salavatlar meselesine resmen takıktı. Dönüp dönüp tefsir derslerinde bu meseleye değinirdi.

İşte, bugünlerde, 7. Söz'ün ahirindeki salavatın kısa bir mealini okurken, neden modernistlerin bu meseleye takık olduğunu ve neden Ehl-i Sünnet'e bıçak sallamaya böyle bir noktadan başlandığını anlar gibi oldum. Aklıma gelense şu:

Ehl-i Sünnet büyüklerinin salavat-ı şerifeleri, sadece birer salavat-ı şerife değil, aynı zamanda birer/birçok tanım ve tarifler içeren metinler. Nübüvvete (ve özellikle de Allah Resulü aleyhissalatuvesselama) nasıl bakılması gerektiğini öğretiyorlar. Bakış açımızı zenginleştiriyorlar. Şems-i Hidayet aleyhissalatuvesselamı 'postacı' mesabesine indirmek isteyenlere bedel, onun aslının ne büyük bir hakikati ifade ettiğini, ne çok renkler/yönler taşıdığını ortaya koyuyorlar. İsterseniz, bu bahsi konuşmadan evvel, okuduğum o salavatın mealini buraya da alıntılayalım:

"Kulun, peygamberin, yüce katından seçtiğin, dostun, mülkünün güzelliği, sanatının sultanı, inâyetinin pınarı, hidâyetinin güneşi, hüccetinin lisanı, rahmetinin timsali, yaratıklarının nuru, mevcudatının şerefi, pek çok olan mahlukatının içinde birliğinin kandili, kâinatının tılsımının keşfedicisi, rubûbiyet saltanatının ilâncısı, râzı olduğun şeylerin tebliğcisi, isimlerinin definelerinin tanıtıcısı, kullarının öğreticisi, kâinatının delillerinin tercümanı, rububiyetine ait güzelliklerin aynası, Senin görünüp gösterilmene vesile olan habibin ve âlemlere rahmet olarak gönderdiğin resulün olan Efendimiz Muhammed'e, bütün âl veashâbına, kardeşleri olan nebî ve resullere, mukarreb meleklerine ve sâlih kullarına salât ve selâm eyle. Âmin."

Elbette, şu salavattan böyle bir Resulullah tanımı aldıktan sonra, Ona, "Kur'an'ı getirmiş ve sonra da işi bitmiş, hayatının bundan aşkın bir kıymeti yokmuş, sünneti de çok ehemmiyetli değilmiş" gibi inanılamayacağını görüyorsunuz. Onu, konulması layık ve gerekli olan, asıl yerine koyuyorsunuz. Böyle bir bakış açısı eğitimi aldıktan sonra, yani kalbiniz ve aklınız ona böyle bakmaya alıştıktan sonra, nasıl Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'sadece bir postacı' olduğuna inanabilirsiniz ki? Nasıl sünneti önemsizleştirebilirsiniz? Hiç mümkün olur mu?

İşte, 7. Söz'ün ahirinde yeralan bu salavat-ı şerife, bana, İslamoğlu ve benzeri modernistlerin neden yolun başında böylesi salavatlarla uğraştıklarını ve neden Ehl-i Sünnet büyüklerinin böylesi salavatları yazmaya, okumaya, hıfzetmeye, nakletmeye ve hatta sevenlerine okunmasını tavsiye etmeye ayrıca bir özen gösterdiklerini anlattı. "Bediüzzaman'dan bize miras kalan böylesi salavatların (ve ehl-i sünnet muktesebatında yeralan daha nicelerinin) böyle bir hikmeti de olmalı!" dedirtti.

Evet. Kesinlikle böyle: Biz bu mübarek salavatları okurken nübüvvete nasıl bakmamız gerektiğini de ders alıyoruz. Mürşidlerimiz de bu salavat-ı şerifeleri sık okumayı tavsiye ederek hem Efendimizle ümmet ilişkimizi kavi, hem de nübüvvete bakışımızı zengin ve diri tutmamızı sağlıyorlar. Ve belki bugünlerde de en çok şu konuda eksiğiz. O salavat-ı şerifeleri ayrıca, ehemmiyetle, vurguyla ders almaya ihtiyacımız var. Ayrıca üzerinde durmalı ve haklarında daha çok konuşmalıyız. Nübüvvetin kalplerimizdeki tanımı saldırı altında çünkü.

9 Ağustos 2017 Çarşamba

Belki de ben çirkin değilim sen çok yakınsın

Yakından bakılan hiçbir yüz güzel değildir. Gözenekleri vardır. Siyah noktaları vardır. Sivilceleri vardır. Belki terlidir. Yediği yemekten iz kalmıştır. Belki düzgünce de traş olmamıştır. Burun kılları uzamıştır. Dişine maydanoz takılmıştır. Yakından bakarak kimseye âşık olmazsınız. Yanında uzun müddet kalınarak kimseye hayran olunmaz. (Ancak ki o insanın kemali bütün hayatını kaplayan bir kemaldir.) Bu yazıma aranızda hak verecek çokların olduğunu umuyorum. Öncelikle hemen belirteyim: Sosyalmedya düşmanı değilim. Doğru şekilde kullanıldığında pekçok hayrı olduğuna inanıyorum. Nitekim kendim de kullanıyorum. (Hem de istemediğim kadar çok.) Ancak sosyalmedyanın bize kötü birşey yaptığının da farkındayım. Nedir o? Bizi 'an'ların insanı haline getiriyor.

Bazılarımızın bundan bir şikayeti olmayabilir. Ancak özellikle yazar-düşünür kısmımızın olmalı. Çünkü yazmak/düşünmek özünde 'an'a değil 'sürec'e bakan şeyler. Süreçle yetişen, olgunlaşan ve kemalini bulan şeyler. Aklınıza gelen herhangi birşeyi bir twit olarak paylaşmakla bir yazı haline getirmek arasında büyük farklar var. Yazı bir olgunluktur. Üstünde durulmuşluktur. Tekrar tekrar düşünülmüşlüktür. Bir yazıyı ne kadar hızlı yazarsanız yazın, bir saatte bile yazsanız, başından sonuna geldiğinizde başka bir insan olursunuz. Hakkında yazdığınız meseleden bir nebze uzaklaşırsınız. Yazmaktan yorulursunuz.

Yorulmak uzaklaşmaktır. Öfkeniz geçer. Heyecanınız diner. Bu uzaklık aynı zamanda bütünü görme imkanı verir size. Birşey hakkında fazla duygulanmak ona aşırı yakın olmanın (zamansal veya mekansal) alametidir. Uzaklaştıkça duygulanım azalır. Mantık daha rahat işler. Mürşidimin de dediği gibi: Zaman bir müfessirdir. Üzerinden zaman geçen olaylar sizin için bir derece tefsire uğrar. Açıklık kazanır. İnsanlar hakkında yazar. Başkaları başka başka bakış açıları sunar. Siz de o meseleye bakarken olgunlaşırsınız bekledikçe.

Hakkında bir yazı yazsanız güzellikle ortaya koyacağınız, belki daha az yanılacağınız, belki muhatabınızı daha güzel ikna edeceğiniz birşeyi twitlerle anlık iletiler şeklinde tüketmek elinizi zayıflatır da zayıflatır. Sonra tekrar yazacak enerjiniz de kalmaz. Ben bunun sancısını çok çekiyorum. Hem şu da var: Twit attığınız hiçbir mesele arkanızda kalmıyor. Ancak hakkında yazınız olan meseleleri arkanızda bırakabiliyorsunuz. Bu yönüyle twitter'ı yazar katili gibi görmeye başladım. Hatta çoklarını katlettiğini gözlerimle görüyorum. Ahmet Haşim bir yerde 'resim' ve 'fotoğraf' arasındaki farkı ortaya koyarken diyor ki:

"Fotoğraf adesesine zerre kadar itimadım yoktur. Bundan dolayı fotoğraf aletinin keşfiyle 'portre' ressamının vazifesine nihayet bulmuş gözüyle bakanlara hak vermek bence müşküldür. Şekil ve madde ışığın akislerine göre her an değişir. Bu itibarla hiçbir çehrenin, vasıfları belirli, bir tek görünüşü yoktur. Fırça sanatkârı resmedeceği çehre üzerinde uzun müddet hayatının iniş ve çıkışını gözlemek ve onu birçok değişikliklerinde tesbit etmek suretiyle, nihayet gerçek hüviyetin gizli hatlarını sezmeğe ve görmeğe muvaffak olur. Fotoğraf bu zihnî tahlil ve terkip kudretine sahip değildir. Onun için hassas cam üzerinde beliren şekle bir vesika kıymeti izafe edilmez."

Bu metinde ifade edilen hakikatin 'anlık ileti' ve 'yazı' arasında da geçerli olduğunu söyleyemez miyiz? Ben söyleyebileceğimizi düşünüyorum. Öyle ya! Acele bizi parçayla muhatap ediyor. "Hayır küllî, şer cüz'îdir..." sırrında gizlenen bütüncül bakıştan aklımızı mahrum ediyor. Yazmak yerine twit atmayı seçtiğimiz herşey belki de kürtaj ettiğimiz bir fikir. En iyi ihtimal bir erken doğum. Bebek için yine tehlikeli. Hadi, hepsi için böyle olduğunu söylemek abartı olur, ama yok mu böyle cinayetler? Kaç yazar öldürdü sosyalmedya siz de görüyorsunuz.

Metinlerini okumaktan keyif aldığınız insanların anlarıyla karşılaştığınızda nasıl inkisar-ı hayale uğradığınızı biliyorum. Ben de yaşadım çünkü. Belki bazıları da benimle yaşadı. Bir yazıda güzel olan insan, aslında bir yazı bütünlüğünde güzelliği görülebilen insandır, anlarda değil. (Bazı filmlerin güzelliği de sonuna kadar izlemekle ortaya çıkmaz mı?) Anların adamı olmaya çalıştıkça çirkinleşmeye başlıyoruz. Belki de sosyalmedyadan üzerimize akan çirkinlik de bu açıdan yanıltıcı bir çirkinlik.

Bu insanlar, bir saat yanlarında otursanız siz de bileceksiniz, böyle kötü değiller. Ama o anlarda, o çirkin anlarda, kötüler. Cüz'îde şer daha sık göz kırpmaya başlıyor. Normalde bu anları bilmezdiniz. Şahitleri olmazdınız. Hayatlarını bu kadar yakından görmezdiniz. Ancak devir değişti. Artık o anları size pek kolay ulaştırabiliyorlar. Bu da korkunç değil mi! Örtünemiyoruz. Settar isminin bir perdesini kendi elimizle yırttık. Zamanın örtücülüğünü kullanamıyoruz. Beklemenin olgunluğundan faydalanamıyoruz. Özgürleşirken esir alındık. Ne kadarına ulaşabilirsek o kadarı da bize ulaşıyor. Kimin köle kimin efendi olduğu belli olmayan bir ilişki bu.

18 Mart 2017 Cumartesi

Hayy ve Kayyum neden kardeştir? (3): Zeki Müren bizi neden göremiyor?

Şu diyeceğim insanın garip bir yanılgısıdır: 'Olmak' her zaman 'görülmeye' delalet etmediği gibi, 'görmek' de her zaman 'olmaya' delalet etmez. Bu ikisi arasında bir yakınlık olduğu ve sık sık birbirlerine tevafuk ettikleri doğrudur. Fakat bu 'mukarenet' içinde birisinin diğerisinin zaruri lazımı olduğunu düşünmek yanlıştır. Birşey aynada görüldüğünde, görülen aynadadır, ama aynadan değildir. Bu yansımanın öğrettiği bir varoluş sırrıdır. Ben bu sırra şöyle bir cümleyle yaklaşmaya çalışıyorum:

Birşeyin, başka birşey üzerinden görülmesi, o şeyin onda tastamam varolmasını gerektirmez. Yahut da, birşeyin bir yerde görülüyor olması, o şeyin orada tastamam varolduğu anlamına gelmez. Bu tıpkı, her istenildiğinde görülebilen sevimli yüzünün, sevdiğinizin fotoğraf albümünün içinde varolduğu anlamına gelmemesi gibidir. Hadi Vizontele filmine bir atıf yapalım burada. Evet, siz, televizyonda Zeki Müren'i görebilirsiniz. Ama hayır, Zeki Müren sizi göremez, çünkü görüldüğü yerde varolmuş değildir.

Peki Zeki Müren diye birisi hiç mi varolmamıştır? Elbette olmuştur. Şu gölgedeki kemal bir asıldan haber vermektedir. Ancak sizin televizyonda gördüğünüz Zeki Müren asıl Zeki Müren'in arızî bir varlığıdır. Ondan gelmektedir fakat o değildir. Ondan geldiğini benzerliğiyle, o olmadığını ise farklarıyla anlarsınız. İzlediğiniz Zeki Müren'in sesi tıpkı Zeki Müren'dir. "O zaman ondandır!" dersiniz. Fakat izlediğiniz Zeki Müren sorularınıza cevap veremez. "O zaman o değildir!" dersiniz. Asıl Zeki Müren'in yaptığı şeyleri yapmasıyla ondan olduğunu, asıl Zeki Müren'in yaptığı şeyleri yapamamasıyla da o olmadığını anlarsınız. Televizyonu açıp içine bakmanıza gerek yoktur.

Mürşidimin sıklıkla dikkat çektiği şu hakikat, aslında 'varolmak' ile 'görmek/görülmek' arasında kurduğumuz bağlantıyı tashih etmek içindir: "Nefsin en mühim bir hastalığı da şudur ki; küllü cüz'îde, büyüğü küçükte görmek istiyor. Göremediği takdirde red ve inkâr eder. Meselâ: Küçük bir kabarcıkta güneşin tamamıyla tecelliyâtını ister. Bunu göremediği için o kabarcıktaki cilvenin güneşten olduğunu inkâr eder. Halbuki, şemsin vahdeti, tecelliyâtının da vahdetini istilzam etmez. Ve keza, delâlet etmek, tazammun etmeyi iktizâ etmez. Meselâ: Kabarcıktaki güneşin cilvesi güneşin vücuduna delâlet eder, fakat güneşi tazammun edemez, yani içine alamaz. Ve keza birşeyi birşeyle tavsif edenin o şeyle muttasıf olması lâzım gelmez. Meselâ: Şeffaf bir zerre, şemsi tavsif eder, fakat şems olamaz. Balarısı, Sâni-i Hakîmi vasıflandırır, amma Sâni olamaz."

Benzerlikler 'vahdet'e ve 'hamd'e bakar, eksiklikler 'subhaniyete' ve 'tenzihe' bakar. Biz Allah'a hamdederiz hazinesinden gelen ve Onu haber veren bağışları için. Kemal için, cemal için, ihsan için... Ve Onu tenzih ederiz görünenin kaldıramayacağı 'tastamamlık' için. Şer için, kusur için, çirkinlik için... 'Elhamdülillah' birincisi içindir. 'Subhanallah' ikincisi içindir. 'Allahu Ekber' ise bu ikisi içinde yaptığımız tefekkürlerin dahi onu anlamakta eksik kalacağını ifade içindir. Allah bizim marifetimizle eriştiğimiz her bilişten de yücedir. Tıpkı Sahib-i Miraç aleyhissalatuvesselamın duasında buyurduğu gibi: "Seni hakkıyla bilemedik ya Maruf!"

Evet, bizde 'tecelliyat' sırrının bir gereği olarak Allah'ın Esmaü'l-Hüsnası yansıyor. Fakat bu yansımalar bizi üzerimizden görülenlerin sahibi kılmıyor. Çünkü onlar aslında bizde varolmuyor. Bizde sadece konaklıyor. Üzerimizden görülüyor olmalarıyla onlara sahip çıkamayacağımız gibi, başkaları da hataya düşüp onları bize ait görmemeli. Cam parçasında güneşin yansıması veya cam parçasından güneşin görülmesi, nasıl ki, 'güneşin içinde olduğu' veya 'onun olduğu' veya 'tastamam onunla olduğu' anlamına gelmez; bizim üzerimizden okunan her kemal, cemal ve fiil de bizde varoluyor anlamına gelmez.

Bizde sadece konaklıyor onlar. Tıpkı bizim de dünyada bir süre konakladığımız gibi. Demek, bu noktada bizi yanıltan, daha uzun ömürlü olanda daha kısa ömürlü olanın konaklamasını/yansımasını, aradaki süre farkından dolayı, sahiplik sanıyoruz. "O gitti ve şu kaldıysa demek bu onundu!" diyoruz.

Halbuki Baki olan Allah'tan başka ne kalıyor geriye? Gözüne değen sevgilinin yüzü, azıcık konaklayıp gözünde, gitti. Ayrılığına dayanamadın. Deliye döndün. Bu gideni şu kalan sevgilinin yüzünden sandın. Peşine düştün. Meyveyi tattın. Dilin yandı lezzetinin firkatiyle. Ağacının peşine düştün. Fakat gün geldi. O güzellik de şu yüzden gitti. Ağaç sandığın daha uzun ömürlü bir meyve çıktı sadece. Şimdi nereye gideceksin? Daha uzun ömürlü başka bir meyveye mi? Daha uzun süre kırılmayan bir aynaya mı? Bu kadar aynalarla oyalandığın yetmedi mi?

17 Mart 2017 Cuma

Baştan çıkarıcı parçalar...

Mürşidimden aldığım derslerden şöyle birşey sezinliyorum: Sebep perdesi inceldikçe, yani neden-sonuç ilişkisinin iki ucu arasındaki orantısızlık "Yok artık!" cümlesini daha içten söyletecek bir hal aldıkça, netice daha da bereketleniyor. Daha aciz canlılar daha kolay besleniyor. (Bitkiler durdukları yere gelen gıdalarıyla rızıklanırken aslanlar günlerce av kovalamak zorunda kalıyorlar.) Beyinleri daha küçük canlılar daha zekice işler yapıyor. (Arının hayretle farkettiğimiz muvaffakiyetleri malum.) Daha güçsüz şeyler daha büyük işler başarıyor. (Küçücük incir çekirdeğinden kocaman incir ağacı çıkıyor.) Varlığı daha hafif olanlar daha çok işe yetişiyor. (Işığın her parlak şeyde eylediklerine bakınız.) Bütün bunlar şunu farketmekte önemli:

Kendimizden, yalnız kendimiz olarak ve kalarak memnun olmamalıyız. Birşeye dair veya birşeye ait olmalıyız. Neden? Çünkü biz, varlığımızla, varoluşa artı birşey katmaktan ziyade varolabilecekleri engelleyiciyiz. (Veya engelleyebilme ihtimali olanlarız.) Bereket kaçırıcıyız. Kudret perdeleyiciyiz. Araya girmemizle kudrete destek olmuyoruz. Varlığa varlık katmıyoruz. Aksine yaratabileceklerine zarar veriyoruz. Şunu nasıl ifade etmeli? Belki şöyle: Yaratılışla ilişkimiz 'Olmasaydık olmazdı!' ilişkisi değil, 'Gölge etme başka ihsan istemem!' ilişkisi. En zekice, fedakârca, gayretlice işlerimizde bile bu böyle. Benlik imtihanının bedeli bu. Nitekim mürşidim de diyor:

"Ve keza insan vücut, icad, hayır, ef'al cihetiyle pek küçük, nâkıs olmakla karıncadan, arıdan ednâ, örümcekten daha zayıftır. Fakat adem, tahrip, şer, infial cihetiyle semâvat, arz, cibalden daha büyüktür. Meselâ: Hasenat yaptığı zaman, habbe habbe yapar. Seyyiat yaparsa kubbe kubbe yapar. Evet, meselâ, küfür seyyiesi bütün mevcudatı tahkir eder, kıymetten düşürür."

Peki neden böyle oluyor? Bu, insanın, kendisini 'bütünden ayrı başka bir bütünlük' olarak tanımlayabilmesinden kaynaklanıyor. Biz, varlık içinde, varolduğunun ayrımında olan bir varlık öbeğiyiz. Kendini bütün sanabilen bir parçayız. Karınca, arı veya örümcek gibi 'bütüne büsbütün uyumlu' parçalar da değiliz. İrademiz sorumluluğumuzu katlıyor. Yeteneklerimiz bizi riske atıyor. Şıklar arasında doğru olanı bulmak zorundayız. Üstelik bunu sürekli yapmak zorundayız. İnsanın 'nisyanla/unutmakla' ilgisi belki de buradan başlıyor. Parça, kendi bütünlüğünü tanımlayabilmek ve menfaatlerini kollayabilmek için, dahil olduğu asıl bütünlüğü ve uyumu unutmaya meyyaldir.

Bu insanî kulluğumuzun başlangıç noktası ve çokça şükredilesi bir nimet. Fakat bir açıdan da tehlikeli. Çünkü o 'tevhidî büyük resmin' parçası olduğumuzu hatırımızda tutamıyoruz. (Hatırlamak için hatırlatılmasına; yani vahye, nübüvvete, vicdana ve şeriata ihtiyacımız var.) Parçamız bizi baştan çıkarıyor. Bencillik aklımızı başımızdan alıyor. Hayırlı olan aslında bütünün hayrına olanken, biz, parçamızın hayrına olanı seçiyor ve parçalıyoruz. Kudret de işte tam bu noktada esbab ile perdeleniyor.

Kainat büyüklüğünde tıkır tıkır işleyen bir saat düşünün. Bu saatin parçalarından birinin ayrıca kendine ait istek ve arzuları, irade ve akledişleri olsun. Bu arzular ve akledişlerden bir 'nefis bilinci' gelişsin. 'Diğer parçalarla uyum'a bedel 'diğerleri rağmına menfaat'ini kollamaya başlasın. Öncelikle şunu farketsin: Parçaya, menfaati, her zaman bütünün menfaatiyle aynı yönde gelmeyebilir.

Hayal kuralım: Dakikada on tur dönmesi gereken bir çarksa bu çark, bir süre sonra diyor ki kendi kendine; "Ben, bu kadar hızlı dönmeye devam edersem, çabuk yıpranırım. En iyisi dakikada bir tur döneyim. Böylesi daha menfaatime." Bu yeni görev tanımlaması, her ne kadar bireysel anlamda kendisine faydalı(!) görünse de, bütünün menfaati açısından yanlış bir seçimdir. Zira, o, fıtratı üzerine dakikada on tur dönmezse, büyük saatin işleyişi aksamaya başlayacaktır. Belki saatçi de kızıp onu umduğundan daha erken çöpe atacaktır.

İşte; göklere, yere ve dağlara bedel; insanın cesaretle uhdesine aldığı şey; yani emanet, bir vechiyle 'ene'dir mürşidime göre. Peki 'ene' nedir?

Ben 'ene'yi biraz mezkûr misaldeki gibi anlıyorum. Kainat saatinin çarklarından birisi kendi farazî/varsayımsal bütünlüğünü saatin bütünlüğünden ayırmayı başarabilmektedir. Tek başına hiçbir kıymeti olmadığı halde, yani tek başına saati falan gösteremediği halde, kendi varlığını saatin varlığından daha öncelikli/önemli görebilmektedir. Bu yeteneğin adı 'ene'dir.

Bencilliğimiz buradan doğar. Başkalarının hukukuna tecavüzler bu noktada yaşanır. Bireysel, ailevî veya toplumsal hayatta yaşanan kargaşalardan tutun; ta ekolojik dengeye verdiğimiz zarara kadar; bir yığın yıkım buradan kaynaklanır. Parça, bütünün rağmına, parçasal/farazî bütünlüğünü önceleyebilmektedir. Sabah namazını kılmaktansa uyumayı, zekat vermektense para biriktirmeyi, oruç tutmaktansa kebap yemeyi, Japon masumları korumaktansa Amerikan ulusunun çıkarları adına atom bombası patlatmayı tercih edebilmektedir.

Bu noktada Ahzab sûresinin 72. ayetinin bizi 'zalim' ve 'cahil' olarak tarif etmesi ne kadar da hikmetlidir: "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir."

Evet, zalimiz, çünkü parçamızı öncelemekle bütüne zulmediyoruz. Yorulmanın bedenine iyi gelmeyeceğini düşünüp pasa koşmayan forvet gibiyiz. Aynen bu şekilde kainat takımına zarar verebiliriz. Evet, cahiliz, kendi parçamızın menfaat bilgisine tutulmakla bütünün uyum bilgisine karşı cahilleşiyoruz. Yüzümüzün yağıyla güzelleşmesi, yılda kaç balinanın öldürüldüğünden habersiz ve hatta umarsız kılıyor bizi. Bile-isteye 'bilmezmiş' gibi yapıyoruz. Göz yumuyoruz. Kulak kapıyoruz. Kırışıklıklarımızın gitmesi onların neslinin tükenmesinden önemli geliyor. Parçamızda deliriyoruz.

Bugün, dünyayı, menfaatleri ekseninde yaşanmaz hale getiren medeniyet-i hazıra baronları şu ayet-i kerimenin en açık delili değil midir? Demek en temel arıza burada: Parça, parçasal/farazî bütünlüğü ile baştan çıktı, asıl bütünü ve ona uyumu gözden çıkardı, kudretin yaratacağı tevhidî mucizeleri engellemeye başladı. Varlık ile kardeşliğe sırtını döndü. En küçük günahtan tutun da ta en büyük sapkınlığa kadar bütün sapma ve sapıtmalarımızın özü buraya dayanıyor. Belki biraz da bu yüzden sonu 'gazaba uğrayanlardan ve sapıtmışlardan olmamayı' dilemeyi öğütleyen Fatiha, bütünü hatırlatarak başlıyor: "Elhamdülillahirabbilalemin/Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun." Evet, öyle ya, ona Âlemler Rabbi olarak iman ettikten sonra, sen nasıl dışarıda kalırsın?

6 Şubat 2017 Pazartesi

Bir mü'min 'inanması zor gelen' bir rivayetle karşılaşırsa ne yapmalı? (2)

"Acaba fikir dediğiniz şey—el'iyazü billâh—arzu olmasın?" Bediüzzaman Said Nursî, İlk Dönem Eserleri'nden...

Bazen, şahit olduklarımız hakkında bir yargıya varmakta o kadar acele ediyoruz ki, hakikat hızımıza yetişemiyor. 2016 yapımı Denial/İnkâr filminin en sevdiğim cümlelerinden birisiydi: "İnkar başka bir yöne doğru açıldıkları görülen kapıların kilitlenmesi için yapılmış bir seçimdir." Biz de kilitliyoruz kapıları. Gitmek istemediğimiz bir yöne açıldıkları için. O tarafa doğru yürümeyi (veya yürünmesini) istemediğimiz için. Hakikat menfaate uyumlu gelmediğinde yaşanıyor bu. 'Olan' ile 'olması istenen'in uyumsuzluğu, nefsimizi, nefsü'l-emirde olanı inkâra zorluyor. Kuvve-i gadabiye ve şeheviyenin menfaatçi baskısı, kuvve-i akliyeyi, başını nereye çevirsen oraya gider bir beygire dönüştürüyor.

Karşısında durabilmek mümkün mü? Evet. Ama bunun için hakikatle 'haklı çıkmak' kadar olsun menfaat ilişkisi kurmamalısınız. Hesapçı olmamalısınız. Birşeyle menfaat ilişkiniz biterse kuvve-i gadabiyenizin ve şeheviyenizin ondan ümidi/ilgisi de kesilir. Akıl kuvveniz rahatlar. Daha objektif şekilde nesneler ve olaylar üzerinde düşünmeye başlarsınız. "Kesinlikle hakikate ulaşırsınız!" demiyorum, ama yaklaşacağınız kesindir. Hakkaniyet hakikatin müjdecisidir.

Detayların bakışaçımızı ne denli değiştirebileceğine dair bir örneği yıllar önce Bilim ve Teknik dergisinde okuduğumu hatırlıyorum. Yazı, benim gibi avamdan olanlara, Newtoncu fizikten Kuantumcu fiziğe geçişin ne tür bir 'paradigma değişimini' ifade ettiğini anlatıyordu. Müellifin farfaralı iddiasına göre: Newtoncu fiziğe kıyasla Kuantumcu fizik anlayışı 'evrenin ele alınış biçiminin' değişmesiydi. Verdikleri örnek ise şuydu: Bir hastanenin acilinde sıra beklediğinizi düşünelim. Orada bir kadın ve iki çocuğu daha var. Kadın çocuklarına karşı ilgisiz. Çocuklar yaramaz. Ortalığı yıkıyorlar. Rahatsız oluyorsunuz. Anneyi 'kötü bir ebeveyn' olarak görüyorsunuz. En nihayet dayanamayıp uyarıyorsunuz: "Hanımefendi, çocuklarınıza biraz sahip çıkar mısınız, ortalığı ne hale getirdiler!" Kadın bir düşten uyanmış gibi silkiniyor: "Kusura bakmayın. Babalarının ölüm haberini henüz aldık. Ne yapacağımı bilmiyorum. Çocuklar da bilmiyor."

Buna dair bir örnek de bende var: Arkadaşlarımla bir iftar organizasyonuna katılmıştım. Çirkince bir kedi yakınımızda oturuyordu. Gözü masamızdaki yemeklerdeydi. Biz de aramızda şakalaşarak "Bakışa bak bakışa! Buradakiler ancak bize yeter! Oruçlunun yemeğine sulanılır mı?" gibi şeyler söylüyorduk. O sırada kedi ayağa kalktı. İnanın hepimizin bir anda yüzünün şekli değişti. Bir ayağı yoktu kedinin. Üç ayağıyla sekerek yürüyebiliyordu. Az önce masadan zırnık koklatmamak konusunda kararlı olan bizler, tabaklarımızdaki herşeyden vazgeçtik, kediye beğendirmeye çalıştık. Kedinin ayağa kalkışıyla masada yaşanan duygu değişimini, o gün bugündür, unutamıyorum.

Bütün bunları neden anlattım? Normal bir mü'minde 'inanılması zor gelen' hadislere karşı varolması gereken tevakkufun mantığını bir nebze çağrıştırabilmek için. Şunu kabul etmek gerekiyor önce: Detay dediğimiz şey aslında sihirli birşey. Ve kesinlikle önemsiz değil. (Kuantum fiziği dahi, makro âlemde değil, mikro âlemde yapılan deneyler sırasında farkedilmiştir.) Bazen, zahiren küçük bir detaya yeni bir farkındalık, olaylara bakışımızda 'paradigma değişimine' sebep olabilir. Sıklıkla da oluyor bu...

Örnekleri bile boşuna verdim aslında. Her gün yaşadığımız şeyler bunlar. Bir dostunuzun diğerine karşı öfkesini anlamak için, hemen, malumunuz olmayan bir detayın araştırmasına girişiyorsunuz. Sonra öğreniyorsunuz ki: Vaktiyle o diğeri de şu dostunuza bazı yanlışlar yapmış. Bunu arıyorsunuz. Bunu hepimiz arıyoruz. Çünkü olayları/taşları yerlerine oturtmak için bu tefekküre ihtiyacımız var. Fakat şunu asla yapmıyoruz: Dostumuzun eylediğini ahlakına uygun görmeyince "Böyle birşey olmadı!" deyip inkârına girişmiyoruz. Çünkü bu mantıksızdır. Yaşananlar karşımızdayken inkâra girişemeyiz. Meğer ki: Yaşananlar arzumuzun hilafına ve biz de arzumuza esir olmalayım.

Uzun ömürlü (inşaallah) bir yazıya kısa ömürlü bir örnek olacak ama, Ahmet Türk'ün kollarına girmiş jandarmalarla çekilen fotoğrafı hakkında önceleri neler söylendi? "Saygın ve yaşlı bir insanı, jandarmalar kollarına girmiş bir şekilde, oradan oraya götürmek ne kadar yanlış!" Fakat Ahmet Türk ne dedi o fotoğraf hakkında sonra: "Kayıp düşmemem için kollarıma girdiler." Bakınız, küçücük bir detay, ama olaya bakışınızı topyekün değişikliğe uğratabiliyor. Bediüzzaman'ın 24. Söz'ün 3. Dalı'nda yeralan mezkûr ifadesi de işte bu detay tereddüdüne uyanık olmamızı salık veriyor: "Şimdi, insafın varsa, bu On Usulü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. 'Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır' de, ilişme..."

Benim de kolaylıkla hadis inkâr edenlerde anlayamadığım şey bu: Modern bilim, herhangi bir detay farkındalığının bilimde topyekün paradigma değişikliğine, hatta evren algısının büsbütün değişmesine sebep olabileceğini kabullenirken ve ona uyanık/tetikte düşünürken; siz neden nakil ilminde 'başka yöne açılabilecek kapıları' kilitliyorsunuz?

Hakkınızda suizan etsem Denial filminde dendiği gibi diyeceğim ki: O yöne açılan kapıları görmemek için. O kapıların varolmasını istemiyorsunuz zaten. Çünkü o kapılar ortaya çıkarsa, aslında yapmak istediğiniz şey, yani 'hadis ilmiyle/nakliyle gelen bilginin tartışmaya açılması' mümkün olmayacak. Eğer bunlarda bir hikmet olduğu ortaya çıkarsa 'inkâr paradigması'nın en sağlam kaleleri düşmüş olacak. O yüzden içinizdeki engisizyonda Galileilerin ensesine umarsız çöküyorsunuz. Tevakkuf etmek, anlamayı ve hak vermeyi kaçınılmaz kılacağı için. Dünya yuvarlak çıkacağı için.

Bitirirken bir not: Detay bilgisinin hadislerin doğru anlaşılmasında ne denli zenginlikler oluşturabileceğini anlayabilmek adına Ebubekir Sifil Hoca'nın Riyazü's-Salihin'den veya Mişkatü'l-Mesabih'ten yaptığı desleri takip etmenizi tavsiye ederim. İnternetten de kolaylıkla bulunabiliyorlar.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...