"Reklamcıların planına göre, dünyanın bütün büyük şehirleri, birkaç saat içinde aynı afişle baştan aşağıya donatılacaktır. Böylece şu zavallı dünyada yaşayan bütün şehirliler, kendi istediklerine rağmen, kendilerine sunulan değil 'dayatılan' şeyi görmek zorunda kalacaklardır." Enformasyon Bombası'ndan.
Geçtiğimiz günlerde Enformasyon Bombası'nı bitirdim. Paul Virilio'dan ilk okumamdı. Tanıştığımıza gayet memnun oldum. İnşaallah ileride daha fazlasını okuyacağım. Narin Güran cinayeti ile denk gelince bazı parçalarını sizinle de paylaşmak istedim. Kitabın temasını özetlersem: Virilio, bir kara-kehanet olarak, gelişen 'iletişim teknolojisi'nin küresel savaşların rengini değiştireceğini öngörüyor. Ona göre gelecekte savaşlar manipülasyon üzerinden yapılacak. Virilo 1932 doğumlu bir felsefeci. Elbette bunları kaleme aldığı dönemde söylediklerinin bir kısmı hayaldi. Fakat biz artık gerçeğiyle yüzleşiyoruz diyebiliriz. Evet. Bugün hakikaten devletler birbirlerine 'medyaları eliyle' operasyonlar çekiyorlar. Hasımlarının hem ekonomilerini hem siyasetlerini etkileyebiliyorlar. Hatta içsavaşlar bile başlatabiliyorlar. (Arap Baharında sosyalmedyanın neler yapabildiğini görmedik mi sahi?) Paul Virilo, işte bu tarz hâdiselere, Einstein'dan mülhem olarak 'enformasyon bombası' ismini veriyor:
"Bir Fransız borsacısı, 1997 sonbaharında, 'Dünyadaki borsa piyasası beşyüzbin ekran üzerinden tamamen bilgisayarlaştığı için Asya krizi heryere doğrudan ulaştı' diyordu. Ama asıl tüm dünyada beşmilyon 'live camera' olduğu, yüzmilyonlarca internet gezgini bu kemaralardan görüntü almak için aynı anda bağlandıkları zaman ilk 'görsel krize' tanıklık edeceğiz. Bu durumda televizyon yerini dünyanın tele-gözetimine bırakacaktır. Böyle bir dünyada finans piyasalarının şu ünlü sanal küresi, kolektif muhayyilenin görsel küresine bırakmış olacaktır yerini. Bu durum da, Albert Einstein'ın daha 1950'lerde haber vermiş olduğu bir bombanın, 'Enformasyon Bombası'nın patlamasını beraberinde getirecektir.
Bugün akıldışılık nasıl finansal küreselleşmenin çeşitli bölgelerinde artış gösteriyorsa, bu akıldışılık yakın gelecekte kolektif muhayyilenin küreselleşmesi alanında daha da fazla serpilip gelişecektir. Çünkü eskinin televizyonunun çoğaltıcı etkisi (Rodney King vakası, Simpson davası ve Prenses Diana'nın cenazesi gibi olaylardan bu etki sorumludur) dünya genelindeki tele-gözetimin aşırı-tepkisel niteliği nedeniyle müthiş şekilde artacaktır. Paris'teki Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi'nden bir araştırmacı Asya krizi hakkında 'Bireysel tavır alışlar genelleşir ve hep bir yönde hareket ederse küresel olarak istikrarsız ortamlar yaratır' diyordu: Bireysel hareketlerin akılcılığı küresel bir akıldışılıkla sonuçlanıyor."
Yani bilginin bu kadar hızlı yayılır olması insanların savunma reflekslerini düşürebiliyor. Hatta varolan sigaya çekme oranlarını da azaltıyor. Tekrarın şiddeti iradeyi törpülüyor. Bir köyde gerçekleşen cinayet aynı gün tüm Türkiye'nin, hatta yabancı ülkelerin de, gündemlerinde yer tutabiliyor. Bazen aslı dahi olmayan bir söylenti kitlesel infiallerin ortaya çıkmasına sebep olabiliyor. Evler yakılıyor. Dükkanlar taşlanıyor. Günahsızlar incitiliyor. Çünkü insanlar kendilerine erişen her bilgiye tepki vermek ihtiyacı hissediyorlar. Bilginin sonucu tepkidir. Çünkü bilgi de bir etkidir. Fakat tek tek akılcı görünen bu tepkiler yekünde büyük bir akıldışılığa, belki bir içsavaşa kadar, işleri götürebiliyor. İletişim, tam da bu noktada, bir nimet değil imtihana dönüşüyor. Küresel baronlar menfaatleri her iktiza ettiğinde bu yollu operasyonlar çekiyorlar. Enformasyon bombalarını gelişigüzel patlatıyorlar. Belki bunlar için büyük yatırımlar, insan kaynakları, fonlar, şirketler ayırıyorlar. (Belki sosyalmedyanın kuruluş amacı da bizzat buydu.) Kabul edelim. Neredeyse bütün iletişim kanallarının kontrolü onlarda. Onların tekelinde. Algoritmaları parmaklarının uçlarında. İstedikleri haberlerin şiddetle görünebilmesini istemediklerinin gündemden hemen düşmesini sağlayabiliyorlar. Yakınlarda, İsmail Heniye merhumla ilgili paylaşımlara gösterilen saygısızlıktan ötürü, Instagram'la yaşadığımız gerilimi hatırlayalım lütfen. Benzerleri bütün medya araçlarında fazlasıyla yaşanmakta değil midir?
İşte, o zaman, Bediüzzaman Hazretlerinin bir asırdan dahi önce söylediği hâlâ hayattardır denilebilir:
"İstanbul siyaseti İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır. Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder, biz kendimizden hayal edip, asammâne tahribimizde eser-i telkini icra ederiz."
Sen "Hak arıyorum!" sanırsın ama aslında 'arattırılmış'tır. Sen "Hürriyeti savunuyorum!" sanırsın fakat aslında 'savundurulmuş'tur. Hatta "Şeriat istiyorum!" sanırsın lakin aslında 'istettirilmiş'tir. Yakın tarihimiz, başta Gezi Olayları olmak üzere, bunun birçok nümunesiyle doludur. Aşırı tepkiyle ayağa her kalkıldığında, millet, başlangıçta hiç hesap etmediği zararlar üzere tekrar oturtulmuştur. İşte bu tekerrürün tecrübesinden dolayı sünni ulema 'Dahilde kılıç çekilmez'i bir düstûr haline getirmiştir. Yoksa bu tutum, hâşâ, 'sünnilerin pasifliğinden' dolayı değildir. Tarihi doğru okumanın getirdiği teyakkuzdandır.
Narin Güran cinayetinde yazılanları da hatırlayalım hemen. Evet. Sol haber kaynakları başından beri hâdiseyi nereye yerleştirdi? 1) Kur'an kursuyla ilişkilendirilmek istendi. 2) Ailenin meçhul dindarlığıyla bağlanmak istendi. 3) Ailenin güya HÜDA-Par'lı oluşuyla alakalandırıldı. 4) İtirafçının namaz kıldığına dikkatler çekildi. 5) İslamcılığın aslında böyle birşey olduğuna atıf yapıldı. 6) Dindarların hükümetinde bu tarz olayların arttığı(!) vurgulandı. 7) (...) Uzatmayayım. Özetle solcular millete demek istediler ki: "İslam çok kötü birşeydir. Çocuk istismarıdır. Cinayetidir. Kötülüktür. Ahlaksızlıktır... vs. Bunları iktidardan devirmezseniz böyle şeyleri daha çoooook yaşarsınız." Vakıada argümanları hep yalan çıksa da ellerinden geldiği kadar mezkûr temayı işlediler. Kuvvetleri dahilindeki her türlü imkanla saldırdılar. Acı üzerinden bir 'toplumsal infial oluşturmaya' çalıştılar.
Peki bunu kendi başlarına mı düşündüler? Ben öyle olduğunu düşünmüyorum. Bence bize böyle hâdiseler üzerinden de 'enformasyon bombaları' atılıyor. Hatta Türkiye, 23 yıllık AK Parti iktidarı boyunca, Dresden'in-Gazze'nin maruz kaldığı hakiki bombardımandan daha yoğun bir bombardımanı sürekli yaşıyor. Sosyalmedyada yaşıyor, medyada yaşıyor, sokak röportajlarında yaşıyor, köşeyazılarında yaşıyor, youtubeda yaşıyor... Doğru haber daha köşeyi dönmeden yanlış dağları aşıyor. Ve bu operasyonların arkasında Batı'nın ya doğrudan yahut da dolaylı desteklediği mecralar var. Fonlar var. Burslar var. Bayrağını değiştirmiş gayrımeşru evlatlar var. Küreselcilerin veled-i zinası haline getirdiği gafil zihinler var. Bu insanlar sabahtan akşama müslüman ahaliye nasıl operasyon çekeceklerini tartıyorlar. Oluşan her fırsatta tempoyu yükseltiyorlar.
İşte Narin Güran cinayetinde de kırk türlüsünü gördük. Daha kayıp haberlerinin ilk gününden mevzu Kur'an kurslarına bağlanmaya çalışıldı. Sonra AK Parti'ye, HÜDA-Par'a, dindarlığa, namaza kadar geldi. Yani, solcular Narin'in katilini aramadılar baştan beri, kafalarında zaten belirgin olan katile Narin buldular. Ona yamamaya çalıştılar. O katil de Erdoğan'dı, AK Parti'ydi, muhafazakârlardı, HÜDA-Par'dı, Diyanet'ti, Kur'an kurslarıydı, namaz kılanlardı vs. Karalamalar hep bu kıvamda sürdü gitti.
Ben, Bediüzzaman'ın, Eski Said ile Yeni Said arasındaki tavır farkı olarak 'siyasetle meşguliyet'le birlikte 'özgürlükle meşguliyet'e de ayraç koyarım. Bence, mürşidim, ahir ömründe 'hürriyet' üzerinden müslüman ahalinin bir tür manipülasyona maruz kaldığını farketmiştir. Her ayağa kalkıldığında zararla oturulduğunu tecrübelerle yaşamıştır. Abdülhamid Han'ın zayıf istibdadına karşı tepki İttihat ve Terakki'nin parti istibdadını netice vermiştir. İttihat ve Terakki'nin parti istibdadı da arkasından Tek Parti döneminin şedit istibdadını getirmiştir. Yeni Said döneminde Bediüzzaman'ın metinlerindeki vurgusu 'hürriyet'ten 'müsbet hareket'e kaymıştır artık. Çünkü 'algı yönetimi çağında' hiçbir şekilde kullanılmamanın tek yolu müsbet harekettir. Yıkıcı bir etkinin maşası olmaktan kurtulmanın tek yolu yapıcı tavırdan sapmamaktır. Her adımında dengeleri kollamaktır.
"Bir dert görünürse devâsı âsândır..." diyor yine mürşidim bir yerde. Biz de derdimizi görmeliyiz. Derdimiz: Medya eliyle kolay manipüle ediliyor oluşumuz. Devamız: Hangi haber, ne sıklıkta/şiddette tekrarlanıyor olursa olsun, onu sınamamız. Bir tepki geliştirirken müsbet hareketten ayrılmamamız. Dahilde kılıç çekmememiz. Dinimize güvenmemiz. Bizden olanlara olmayanlardan daha fazla itimat etmemiz. Kur'anî ifadesiyle 'fâsıktan gelen haberi sorgula'mamız. Salihler/salihalar hakkında duyduğumuz kemliklere "Bu bir iftiradır!" diyebilmemiz. Ancak böyle yaparsak operasyonlardan kurtulabiliriz. Evet. Ne diyelim. Hüda hilecilere karşı muinimiz olsun. Hakkı 'hak' bâtılı 'bâtıl' gösterecek yalnız Odur. İnayetini herdaim dilemeliyiz.
Sosyalmedya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sosyalmedya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
13 Eylül 2024 Cuma
9 Ağustos 2017 Çarşamba
Belki de ben çirkin değilim sen çok yakınsın
Yakından bakılan hiçbir yüz güzel değildir. Gözenekleri vardır. Siyah noktaları vardır. Sivilceleri vardır. Belki terlidir. Yediği yemekten iz kalmıştır. Belki düzgünce de traş olmamıştır. Burun kılları uzamıştır. Dişine maydanoz takılmıştır. Yakından bakarak kimseye âşık olmazsınız. Yanında uzun müddet kalınarak kimseye hayran olunmaz. (Ancak ki o insanın kemali bütün hayatını kaplayan bir kemaldir.) Bu yazıma aranızda hak verecek çokların olduğunu umuyorum. Öncelikle hemen belirteyim: Sosyalmedya düşmanı değilim. Doğru şekilde kullanıldığında pekçok hayrı olduğuna inanıyorum. Nitekim kendim de kullanıyorum. (Hem de istemediğim kadar çok.) Ancak sosyalmedyanın bize kötü birşey yaptığının da farkındayım. Nedir o? Bizi 'an'ların insanı haline getiriyor.
Bazılarımızın bundan bir şikayeti olmayabilir. Ancak özellikle yazar-düşünür kısmımızın olmalı. Çünkü yazmak/düşünmek özünde 'an'a değil 'sürec'e bakan şeyler. Süreçle yetişen, olgunlaşan ve kemalini bulan şeyler. Aklınıza gelen herhangi birşeyi bir twit olarak paylaşmakla bir yazı haline getirmek arasında büyük farklar var. Yazı bir olgunluktur. Üstünde durulmuşluktur. Tekrar tekrar düşünülmüşlüktür. Bir yazıyı ne kadar hızlı yazarsanız yazın, bir saatte bile yazsanız, başından sonuna geldiğinizde başka bir insan olursunuz. Hakkında yazdığınız meseleden bir nebze uzaklaşırsınız. Yazmaktan yorulursunuz.
Yorulmak uzaklaşmaktır. Öfkeniz geçer. Heyecanınız diner. Bu uzaklık aynı zamanda bütünü görme imkanı verir size. Birşey hakkında fazla duygulanmak ona aşırı yakın olmanın (zamansal veya mekansal) alametidir. Uzaklaştıkça duygulanım azalır. Mantık daha rahat işler. Mürşidimin de dediği gibi: Zaman bir müfessirdir. Üzerinden zaman geçen olaylar sizin için bir derece tefsire uğrar. Açıklık kazanır. İnsanlar hakkında yazar. Başkaları başka başka bakış açıları sunar. Siz de o meseleye bakarken olgunlaşırsınız bekledikçe.
Hakkında bir yazı yazsanız güzellikle ortaya koyacağınız, belki daha az yanılacağınız, belki muhatabınızı daha güzel ikna edeceğiniz birşeyi twitlerle anlık iletiler şeklinde tüketmek elinizi zayıflatır da zayıflatır. Sonra tekrar yazacak enerjiniz de kalmaz. Ben bunun sancısını çok çekiyorum. Hem şu da var: Twit attığınız hiçbir mesele arkanızda kalmıyor. Ancak hakkında yazınız olan meseleleri arkanızda bırakabiliyorsunuz. Bu yönüyle twitter'ı yazar katili gibi görmeye başladım. Hatta çoklarını katlettiğini gözlerimle görüyorum. Ahmet Haşim bir yerde 'resim' ve 'fotoğraf' arasındaki farkı ortaya koyarken diyor ki:
"Fotoğraf adesesine zerre kadar itimadım yoktur. Bundan dolayı fotoğraf aletinin keşfiyle 'portre' ressamının vazifesine nihayet bulmuş gözüyle bakanlara hak vermek bence müşküldür. Şekil ve madde ışığın akislerine göre her an değişir. Bu itibarla hiçbir çehrenin, vasıfları belirli, bir tek görünüşü yoktur. Fırça sanatkârı resmedeceği çehre üzerinde uzun müddet hayatının iniş ve çıkışını gözlemek ve onu birçok değişikliklerinde tesbit etmek suretiyle, nihayet gerçek hüviyetin gizli hatlarını sezmeğe ve görmeğe muvaffak olur. Fotoğraf bu zihnî tahlil ve terkip kudretine sahip değildir. Onun için hassas cam üzerinde beliren şekle bir vesika kıymeti izafe edilmez."
Bu metinde ifade edilen hakikatin 'anlık ileti' ve 'yazı' arasında da geçerli olduğunu söyleyemez miyiz? Ben söyleyebileceğimizi düşünüyorum. Öyle ya! Acele bizi parçayla muhatap ediyor. "Hayır küllî, şer cüz'îdir..." sırrında gizlenen bütüncül bakıştan aklımızı mahrum ediyor. Yazmak yerine twit atmayı seçtiğimiz herşey belki de kürtaj ettiğimiz bir fikir. En iyi ihtimal bir erken doğum. Bebek için yine tehlikeli. Hadi, hepsi için böyle olduğunu söylemek abartı olur, ama yok mu böyle cinayetler? Kaç yazar öldürdü sosyalmedya siz de görüyorsunuz.
Metinlerini okumaktan keyif aldığınız insanların anlarıyla karşılaştığınızda nasıl inkisar-ı hayale uğradığınızı biliyorum. Ben de yaşadım çünkü. Belki bazıları da benimle yaşadı. Bir yazıda güzel olan insan, aslında bir yazı bütünlüğünde güzelliği görülebilen insandır, anlarda değil. (Bazı filmlerin güzelliği de sonuna kadar izlemekle ortaya çıkmaz mı?) Anların adamı olmaya çalıştıkça çirkinleşmeye başlıyoruz. Belki de sosyalmedyadan üzerimize akan çirkinlik de bu açıdan yanıltıcı bir çirkinlik.
Bu insanlar, bir saat yanlarında otursanız siz de bileceksiniz, böyle kötü değiller. Ama o anlarda, o çirkin anlarda, kötüler. Cüz'îde şer daha sık göz kırpmaya başlıyor. Normalde bu anları bilmezdiniz. Şahitleri olmazdınız. Hayatlarını bu kadar yakından görmezdiniz. Ancak devir değişti. Artık o anları size pek kolay ulaştırabiliyorlar. Bu da korkunç değil mi! Örtünemiyoruz. Settar isminin bir perdesini kendi elimizle yırttık. Zamanın örtücülüğünü kullanamıyoruz. Beklemenin olgunluğundan faydalanamıyoruz. Özgürleşirken esir alındık. Ne kadarına ulaşabilirsek o kadarı da bize ulaşıyor. Kimin köle kimin efendi olduğu belli olmayan bir ilişki bu.
Bazılarımızın bundan bir şikayeti olmayabilir. Ancak özellikle yazar-düşünür kısmımızın olmalı. Çünkü yazmak/düşünmek özünde 'an'a değil 'sürec'e bakan şeyler. Süreçle yetişen, olgunlaşan ve kemalini bulan şeyler. Aklınıza gelen herhangi birşeyi bir twit olarak paylaşmakla bir yazı haline getirmek arasında büyük farklar var. Yazı bir olgunluktur. Üstünde durulmuşluktur. Tekrar tekrar düşünülmüşlüktür. Bir yazıyı ne kadar hızlı yazarsanız yazın, bir saatte bile yazsanız, başından sonuna geldiğinizde başka bir insan olursunuz. Hakkında yazdığınız meseleden bir nebze uzaklaşırsınız. Yazmaktan yorulursunuz.
Yorulmak uzaklaşmaktır. Öfkeniz geçer. Heyecanınız diner. Bu uzaklık aynı zamanda bütünü görme imkanı verir size. Birşey hakkında fazla duygulanmak ona aşırı yakın olmanın (zamansal veya mekansal) alametidir. Uzaklaştıkça duygulanım azalır. Mantık daha rahat işler. Mürşidimin de dediği gibi: Zaman bir müfessirdir. Üzerinden zaman geçen olaylar sizin için bir derece tefsire uğrar. Açıklık kazanır. İnsanlar hakkında yazar. Başkaları başka başka bakış açıları sunar. Siz de o meseleye bakarken olgunlaşırsınız bekledikçe.
Hakkında bir yazı yazsanız güzellikle ortaya koyacağınız, belki daha az yanılacağınız, belki muhatabınızı daha güzel ikna edeceğiniz birşeyi twitlerle anlık iletiler şeklinde tüketmek elinizi zayıflatır da zayıflatır. Sonra tekrar yazacak enerjiniz de kalmaz. Ben bunun sancısını çok çekiyorum. Hem şu da var: Twit attığınız hiçbir mesele arkanızda kalmıyor. Ancak hakkında yazınız olan meseleleri arkanızda bırakabiliyorsunuz. Bu yönüyle twitter'ı yazar katili gibi görmeye başladım. Hatta çoklarını katlettiğini gözlerimle görüyorum. Ahmet Haşim bir yerde 'resim' ve 'fotoğraf' arasındaki farkı ortaya koyarken diyor ki:
"Fotoğraf adesesine zerre kadar itimadım yoktur. Bundan dolayı fotoğraf aletinin keşfiyle 'portre' ressamının vazifesine nihayet bulmuş gözüyle bakanlara hak vermek bence müşküldür. Şekil ve madde ışığın akislerine göre her an değişir. Bu itibarla hiçbir çehrenin, vasıfları belirli, bir tek görünüşü yoktur. Fırça sanatkârı resmedeceği çehre üzerinde uzun müddet hayatının iniş ve çıkışını gözlemek ve onu birçok değişikliklerinde tesbit etmek suretiyle, nihayet gerçek hüviyetin gizli hatlarını sezmeğe ve görmeğe muvaffak olur. Fotoğraf bu zihnî tahlil ve terkip kudretine sahip değildir. Onun için hassas cam üzerinde beliren şekle bir vesika kıymeti izafe edilmez."
Bu metinde ifade edilen hakikatin 'anlık ileti' ve 'yazı' arasında da geçerli olduğunu söyleyemez miyiz? Ben söyleyebileceğimizi düşünüyorum. Öyle ya! Acele bizi parçayla muhatap ediyor. "Hayır küllî, şer cüz'îdir..." sırrında gizlenen bütüncül bakıştan aklımızı mahrum ediyor. Yazmak yerine twit atmayı seçtiğimiz herşey belki de kürtaj ettiğimiz bir fikir. En iyi ihtimal bir erken doğum. Bebek için yine tehlikeli. Hadi, hepsi için böyle olduğunu söylemek abartı olur, ama yok mu böyle cinayetler? Kaç yazar öldürdü sosyalmedya siz de görüyorsunuz.
Metinlerini okumaktan keyif aldığınız insanların anlarıyla karşılaştığınızda nasıl inkisar-ı hayale uğradığınızı biliyorum. Ben de yaşadım çünkü. Belki bazıları da benimle yaşadı. Bir yazıda güzel olan insan, aslında bir yazı bütünlüğünde güzelliği görülebilen insandır, anlarda değil. (Bazı filmlerin güzelliği de sonuna kadar izlemekle ortaya çıkmaz mı?) Anların adamı olmaya çalıştıkça çirkinleşmeye başlıyoruz. Belki de sosyalmedyadan üzerimize akan çirkinlik de bu açıdan yanıltıcı bir çirkinlik.
Bu insanlar, bir saat yanlarında otursanız siz de bileceksiniz, böyle kötü değiller. Ama o anlarda, o çirkin anlarda, kötüler. Cüz'îde şer daha sık göz kırpmaya başlıyor. Normalde bu anları bilmezdiniz. Şahitleri olmazdınız. Hayatlarını bu kadar yakından görmezdiniz. Ancak devir değişti. Artık o anları size pek kolay ulaştırabiliyorlar. Bu da korkunç değil mi! Örtünemiyoruz. Settar isminin bir perdesini kendi elimizle yırttık. Zamanın örtücülüğünü kullanamıyoruz. Beklemenin olgunluğundan faydalanamıyoruz. Özgürleşirken esir alındık. Ne kadarına ulaşabilirsek o kadarı da bize ulaşıyor. Kimin köle kimin efendi olduğu belli olmayan bir ilişki bu.
8 Temmuz 2016 Cuma
Varlığın yokluğu yokluğun varlığından acıdır
"Her kim kendisini Allah'a mal ederse, bütün eşya onun lehinde olur. Ve kim Allah'a mal olmasa, bütün eşya onun aleyhinde olur." Mesnevî-i Nuriye'den.
İhlas sosyalmedya denen şeye nasıl dayanacak? Bu çılgınca paylaşma arzusuna. Şahit kılma arzusuna. Gizli amelimiz kalmayacak ki onunla 'sadece Allah'ın rızasını umduğumuzu' iddia edebilelim. Taziyesini paylaşıyor. Sadakasını paylaşıyor. Hasta ziyaretini paylaşıyor. Bunca 'haberdar etme' nasıl emin ve rahat olur ki, desin: "Bütün bunlar sadece Allah rızası içindi."
Diyemez. Dese de inanılmaz. Ben inanamıyorum. Her anına çılgınca şahit tutmaya çalışırken hüsnüzannımı korumakta zorlanıyorum. Çünkü 'yetmediğini' farkediyorum. Neyin yetmediğini? Şahit olarak Allah'ın yetmediğini. Yetmiyor ki duyurmak istiyorsun vesilesi kılındığın her hayrını. Halbuki Fussilet sûresi aksine soruyor: "Rabbinin herşeye şahit olması yetmez mi?"
Yaşadığını sanmanın yeni bir müskiri çıktı şimdilerde: Daha çok şahit bulmak. Bununla daha çok varolduğunu sanıyor. Benim veya bizim dünyamızdaki varoluşunun/şahitliğimizin onu daha 'kalıcı' kıldığını düşünüyor. Halbuki hiçbir şey değişmedi. Hâlâ aynı faniliğin izlerini taşıyor fiilerin. Tek farkı: Bir yerlere yazmış oldun. Gözlerimizi o anın farkında kıldın. Hafızamızda bir vücudu daha oldu seninkinden başka. Bildik. Duyduk. Öğrendik. Gördük. Sen belki bizim kadar da aklında tutamayacaktın eylediğini. Biz biraz daha tutacağız başka kablarda. Bu kadar... Geçiciliğindeki değişiklik ancak bu kadar oldu.
Şimdilerde yaşadığını sananın tek tesellisi her anına şahit tutmak. Ve bununla hakikaten yaşadığını, dolu dolu yaşadığını, iliklerine kadar yaşadığını isbat etmeye çalışıyor. Mümkün mü bu? Faninin şahitliğiyle mülk bakileşir mi? Kendisini varlıkta tutamayan başkasının varlığını varlıkta tutabilir mi?
Şahidinim. Yaptın. Şahidinim. Gördün. Şahidinim. Tattın. Peki. Nasıl kazanırsın? Şahit olarak beni tuttuğun halde davanı isbat etmeye çalıştığın kişi de benim. Canım çekmediği halde nasıl kazanırsın? Hadi, beni de boşverelim. Hakikatte nasıl kazanırsın? Yaşadıklarını biriktirmiyorsun ki. Vedalaşacaklarının sayısını arttırıyorsun. Kovan deliktir. Bulduğun diğer kovaların (yani şahitlerinin) kovaları da seninki gibidir. Tutamazlar. Tutsalar da saklayamazlar. Bırakacaklar. İlla ki unutacaklar. Önemsediklerini de inkar edecekler. Bu şahitlerin tamamı 'kalıcılık' iddiasında yalancıdır. Nasıl kazanırsın?
Bir zaman senle olmuşlardı ama senin olmadılar ki. Sahiplik ne demek? Sahiplik her istediğinde yanında bulmaktır. Sahip olan sahip olduğunu arzu ettiğinde veya muhtaç olduğunda yanında bulur. Kur'an'daki ifadesiyle: 'Herşeyin hazinesi yanında olan'dır asıl sahip. Her istediğinde yanında bulamadığın senin olmamıştır. Senle olmuştur. Sende olmuştur. Senden olmuştur. Sana olmuştur. Ama senin olmamıştır. Senin olsaydı seni terkedemezdi çünkü. Mülkü, Malik'ini, iradesi ve isteği dışında terkedemez. Terkediyorsa emanettir. Demiyor mu Rahman sûresi de bize öyle: "Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresinden geçmeye gücünüz yeterse geçin gidin. Ama Allah'ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz."
O vakit bu fenaya mahkûm şahitliklerle avunmak da boş. Yaratıcısının şahitliğinden başka yaradılana teselli yoktur. İsm-i Hafîz'den başka yaşanmışın ve yaşayanın devası yok. Hakiki sahiplik ancak unutmamakla ve yaratabilmekle olur. İnsanın sahipliği mecazidir, çünkü hem unutur hem yaratamaz. Kendisiyle olanın da tüm detaylarını kuşatamaz. Kuşattığının da tamamını saklayamaz. Sakladığının da tamamını diri tutamaz. Aradığında aynı tazelikte bulamaz. Yaratamadığını her arzu ettiğinde veya ihtiyacı olduğunda yanında göremez. Demek bir çekmeceye atmamıştır. Bir kasaya kapatamamıştır. Tapusu elinde de değildir. Ölüm elinden aldıktan sonra hiçbir belge ile varlığını tazeleyemez.
'Zeval-i elem lezzet olduğu gibi zeval-i lezzet dahi elemdir...' diyen Bediüzzaman buna da dikkatimizi çekiyor. Lezzet bir sahiplik (her istediğinde yanında bulma) arzusu verdiğindendir ki, hakikatte hakikati olmadığından acı çektiriyor. Varlığını, o varlığın tekrarını, özletiyor. Lezzeti ve o lezzetin taşıyıcısını bir şekilde tutmak istiyoruz. Olmuyor. Varlığı her hatırladığımızda tekrar yokoluyor. Varlığı yokolmuyor. Yokluğu tekrar be tekrar varoluyor.
Nefsin lezzetleri tekrar tekrar yokolucudur. Bir gidince hep gidicidir. 'Elem' ise yanımızda bulmak istediğimiz birşey değildir ki, gidişiyle sahiplik arzumuza yokluğunun varlığını çektirsin. Yoku yok oluyor onun. "Yok yok ise o vardır. Yok yok olsa varolur..." sırrını mazhar oluyor. O varlıksallıktan bir lezzet alıyoruz. Yokunun yokluğu varlık oluyor. Demek, sahibi olmamakta arasak, bize çok lezzet ve varlık var. Tutmaya çalışanın elleri yara...
İhlas sosyalmedya denen şeye nasıl dayanacak? Bu çılgınca paylaşma arzusuna. Şahit kılma arzusuna. Gizli amelimiz kalmayacak ki onunla 'sadece Allah'ın rızasını umduğumuzu' iddia edebilelim. Taziyesini paylaşıyor. Sadakasını paylaşıyor. Hasta ziyaretini paylaşıyor. Bunca 'haberdar etme' nasıl emin ve rahat olur ki, desin: "Bütün bunlar sadece Allah rızası içindi."
Diyemez. Dese de inanılmaz. Ben inanamıyorum. Her anına çılgınca şahit tutmaya çalışırken hüsnüzannımı korumakta zorlanıyorum. Çünkü 'yetmediğini' farkediyorum. Neyin yetmediğini? Şahit olarak Allah'ın yetmediğini. Yetmiyor ki duyurmak istiyorsun vesilesi kılındığın her hayrını. Halbuki Fussilet sûresi aksine soruyor: "Rabbinin herşeye şahit olması yetmez mi?"
Yaşadığını sanmanın yeni bir müskiri çıktı şimdilerde: Daha çok şahit bulmak. Bununla daha çok varolduğunu sanıyor. Benim veya bizim dünyamızdaki varoluşunun/şahitliğimizin onu daha 'kalıcı' kıldığını düşünüyor. Halbuki hiçbir şey değişmedi. Hâlâ aynı faniliğin izlerini taşıyor fiilerin. Tek farkı: Bir yerlere yazmış oldun. Gözlerimizi o anın farkında kıldın. Hafızamızda bir vücudu daha oldu seninkinden başka. Bildik. Duyduk. Öğrendik. Gördük. Sen belki bizim kadar da aklında tutamayacaktın eylediğini. Biz biraz daha tutacağız başka kablarda. Bu kadar... Geçiciliğindeki değişiklik ancak bu kadar oldu.
Şimdilerde yaşadığını sananın tek tesellisi her anına şahit tutmak. Ve bununla hakikaten yaşadığını, dolu dolu yaşadığını, iliklerine kadar yaşadığını isbat etmeye çalışıyor. Mümkün mü bu? Faninin şahitliğiyle mülk bakileşir mi? Kendisini varlıkta tutamayan başkasının varlığını varlıkta tutabilir mi?
Şahidinim. Yaptın. Şahidinim. Gördün. Şahidinim. Tattın. Peki. Nasıl kazanırsın? Şahit olarak beni tuttuğun halde davanı isbat etmeye çalıştığın kişi de benim. Canım çekmediği halde nasıl kazanırsın? Hadi, beni de boşverelim. Hakikatte nasıl kazanırsın? Yaşadıklarını biriktirmiyorsun ki. Vedalaşacaklarının sayısını arttırıyorsun. Kovan deliktir. Bulduğun diğer kovaların (yani şahitlerinin) kovaları da seninki gibidir. Tutamazlar. Tutsalar da saklayamazlar. Bırakacaklar. İlla ki unutacaklar. Önemsediklerini de inkar edecekler. Bu şahitlerin tamamı 'kalıcılık' iddiasında yalancıdır. Nasıl kazanırsın?
Bir zaman senle olmuşlardı ama senin olmadılar ki. Sahiplik ne demek? Sahiplik her istediğinde yanında bulmaktır. Sahip olan sahip olduğunu arzu ettiğinde veya muhtaç olduğunda yanında bulur. Kur'an'daki ifadesiyle: 'Herşeyin hazinesi yanında olan'dır asıl sahip. Her istediğinde yanında bulamadığın senin olmamıştır. Senle olmuştur. Sende olmuştur. Senden olmuştur. Sana olmuştur. Ama senin olmamıştır. Senin olsaydı seni terkedemezdi çünkü. Mülkü, Malik'ini, iradesi ve isteği dışında terkedemez. Terkediyorsa emanettir. Demiyor mu Rahman sûresi de bize öyle: "Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresinden geçmeye gücünüz yeterse geçin gidin. Ama Allah'ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz."
O vakit bu fenaya mahkûm şahitliklerle avunmak da boş. Yaratıcısının şahitliğinden başka yaradılana teselli yoktur. İsm-i Hafîz'den başka yaşanmışın ve yaşayanın devası yok. Hakiki sahiplik ancak unutmamakla ve yaratabilmekle olur. İnsanın sahipliği mecazidir, çünkü hem unutur hem yaratamaz. Kendisiyle olanın da tüm detaylarını kuşatamaz. Kuşattığının da tamamını saklayamaz. Sakladığının da tamamını diri tutamaz. Aradığında aynı tazelikte bulamaz. Yaratamadığını her arzu ettiğinde veya ihtiyacı olduğunda yanında göremez. Demek bir çekmeceye atmamıştır. Bir kasaya kapatamamıştır. Tapusu elinde de değildir. Ölüm elinden aldıktan sonra hiçbir belge ile varlığını tazeleyemez.
'Zeval-i elem lezzet olduğu gibi zeval-i lezzet dahi elemdir...' diyen Bediüzzaman buna da dikkatimizi çekiyor. Lezzet bir sahiplik (her istediğinde yanında bulma) arzusu verdiğindendir ki, hakikatte hakikati olmadığından acı çektiriyor. Varlığını, o varlığın tekrarını, özletiyor. Lezzeti ve o lezzetin taşıyıcısını bir şekilde tutmak istiyoruz. Olmuyor. Varlığı her hatırladığımızda tekrar yokoluyor. Varlığı yokolmuyor. Yokluğu tekrar be tekrar varoluyor.
Nefsin lezzetleri tekrar tekrar yokolucudur. Bir gidince hep gidicidir. 'Elem' ise yanımızda bulmak istediğimiz birşey değildir ki, gidişiyle sahiplik arzumuza yokluğunun varlığını çektirsin. Yoku yok oluyor onun. "Yok yok ise o vardır. Yok yok olsa varolur..." sırrını mazhar oluyor. O varlıksallıktan bir lezzet alıyoruz. Yokunun yokluğu varlık oluyor. Demek, sahibi olmamakta arasak, bize çok lezzet ve varlık var. Tutmaya çalışanın elleri yara...
17 Ekim 2014 Cuma
Halit Ertuğrul'un Zaman röportajı ve twitter hesabı üzerine bir savunma: "O hesap kendisinindir."
"Bu iftirayı
işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsnüzanda
bulunup da: 'Bu, apaçık bir iftiradır' demeleri gerekmez miydi?" Nûr sûresi, 12
Halit Ertuğrul Hoca, yıllarca kitaplarına hem editörlük, hem mizanpaj, hem bir nevi kendisinde yayınevinde asistanlık yaptığım bir isimdi. Ben geçtiğimiz sene Nesil Yayınlarından ayrılana kadar da fiilen böyle devam etti. (Öyle ki, arkadaşlarım bana Halitolog diye takılırlardı.) Fazla detaya lüzum yok. Yayınevinde, kendisi de misafir edilerek, yapılan toplantılardan birisinde yönetim olarak Ertuğrul Hoca'nın sosyalmedyayı daha iyi kullanabilmesi için destek olma kararı alınmıştı. Ve o noktada bana da Ertuğrul Hoca daha aktif kullanmaya alışana kadar sosyalmedyada destek olma görevi verilmişti. Pekçok korsan Halit Ertuğrul hesabı vardı. Onlarla uğraşmak yerine sıfırdan yeni bir tane açtık: @erturul_halit Ve ben, uzun bir süre Halit Hocamdan aldığım bilgilere göre bu hesaptan twitler attım. Onun programlarından gönderdiği fotoğrafları paylaştığım gibi, atmamı istediği twitleri de attım. Bunun dışında kitaplarından yaptığım alıntıları da paylaşıyordum. Sonra, Halit Hoca da iyice ısınınca twitter'ı kullanmaya, hesabı kendisine devrettim. O günden sonra twitleri kendisi attı, paylaşımları kendisi yaptı, ben bir daha karışmadım.
Bugün Zaman gazetesindeki röportajını görünce şok oldum. "Sosyal medyada hayli aktifsiniz?" sorusuna şöyle cevap veriyordu Halit Hoca: "Gördüklerinizin hiçbiri ben değilim. Şu an adıma açılmış birçok Twitter ve Facebook hesabı var. Bir tanesi çok aktif, epey takipçisi var. Ve üslubu bana o kadar çok benziyor ki, sanki beni çok iyi tanıyan biri gibi. Çok rica ettim bırakması için ama bırakmıyor. Bazılarını mahkeme kararıyla kapattırabildik."
Öncelikle, röportajlarda bazen böyle şeyler olduğu için, bir yazım yanlışı veya yanlış anlama olabileceğini düşündüm bunun. Sonra mezkur twitter hesabında şöyle bir twit gördüm: "Muhterem kardeşlerim. Bir okuyucumun yönettigi bu hesap artık bana devrolmuştur." Bugün atılmış. Hatta bazı takipçileri tekrar tekrar soruyorlar, o da yine böyle cevap veriyor. "Bir okurum takip ediyordu. Röportajdan sonra bana devretti!" Şaşırdım! Bu sefer, "Acaba bu hesap başkasının mı?" diye iyice geçmişine baktım. Benim attığım twitlerin durduğunu gördüm. Yani hesap o hesap, bir karışıklık yok ve ben Halit Hoca'ya devrettim! Peki neden Halit Hoca böyle birşey söylüyordu?
Ne hikmeti var bunun bilmiyorum. Fakat yanlış. Doğrusu bunu söylemekle beni de töhmet altında bıraktı. Bilenler arayıp sormaya başladı: "Sen o hesabı onun için kurmadın mı? Devretmedin mi?" Zira o hesabı açtığımı, adına twit attığımı o günlerde benimle beraber çalışmış, bugün de hâlâ Nesil çatısı altında çalışan/çalışmayan pekçok arkadaşım bilir. Hatta bunun şakasını bile yapardık aramızda. Şimdi sanki ben o hesabı gizlice kurmuş, ondan habersiz işletmiş ve sonra da ona devretmemişim gibi birşey oldu. Halbuki o dönem benimle çalışan herkes şahittir ki, devrettim ve bunu herkese de haber verdim. Zaten yazılan twitlerin tashih ve imlasından anlaşılır. Halit Hocayla kullanımlarımız birbirine benzemiyor. Şimdi, hangi niyetle söylemiş olursa olsun, Halit Hoca'nın bu ithamı/çamuru sosyalmedyadan işin aslını beyan ederek temizlemesini bekliyorum. Ve bunu beklemek hakkım. Çünkü kendisi tek gücü samimiyeti/güvenilirliği olan bir meslekte bulunuyor. Ben de aynı meslekteyim. Üstelik o, yazdığı metinlerin de 'yaşanmış hikayeler' olduğunu söylüyor. Yalan bu mesleğin de, iddianın da altına yakışacak birşey değildir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...