"
(...) ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar."
5. Şua'dan... Tabii ben kim, Ali Ünal’a cevap yazmak kim? Yaşını başını almış bir abi’dir o. Bense, kendimden küçüklere bile abi deme huyunu bırakamamış bir kardeşim, çok şükür.
Hani rahatsız da değilim. Çok da güzel birşeydir kardeşlik. Üst perdeden konuşmamayı, alçakgönüllü olmayı sağlar. Üstelik; seni uyaran büyük olsun-küçük olsun, eğer her şekilde kardeşleri olarak bakıyorsan onlara; nasihatlerinden, uyarılarından ders alırsın. Yok, abileriyim diye kasılıyorsan, o nasihat de küçük kardeş nasihati olarak tesirsiz kalır. Dünya tersini söylese; abi sen olduğun için; ters yola giren Temel misali, karşıdan gelen arabaları ters yolda olmakla suçlarsın. Tevazunun meyvesi tevbe, kibrin meyvesi pişkinliktir çünkü. Körlüktür, ama şehvetli bir körlüktür. Bile isteye körlüktür. Mecbur kalınanı değildir.
Bazen de olur, bireyde kibir alameti görülmez de nevde görülür. Bakarsınız, adam birebirde çok mütevazı; hoşgörüyle konuşuyor. Sevgiden, şefkatten, eşitlikten bahsediyor. Ama ne zaman nevinin asabiyetine, enaniyetine temas eden birşey söyleseniz, sırtlan kesilir. Kibrin en yüksek zirvelerinden posta koymaya başlar. Putuna sövülmüş müşrik gibi sertleşir. Anlarsınız ki; o kibrini öldürmemiş, yalnız suretini değiştirmiş. Başka başka isimler altında hâlâ ‘seçilmişliğini’ arıyor. Hatasız görüyor kendini (kendi nevini) ve itirafa, tevbe etmeye meyli yok. Bir şekilde üstün. Çaktırmadan mütekebbir. Bireysel bazda değilse de başka zeminlerde. Yakalamanız yetiyor zayıf yerini. Bir anda içindeki dışına çıkıyor.
Böylelerini yakalayacağınız yer: Tevbesizliktir. Şeytan da böyle bir yerden yakalanmıştı. (Nasr sûresi ders verir ki: Mümin, zafer zamanı bile tevbe eder. Kaybetse de tevbe etmeyenden korkmalı.) Belki şimdi de Hz. Âdem karşısında yaşadıklarını tevil ediyor. “Aslında kaybeden Âdem ve melekler oldu” diyor kendince. Ve ekliyor belki: “Aslında kazanan benim. Gör bak, onlardan ne kadarını cehenneme kendimle beraber çekeceğim.” Kibirli adamda zeka pek fena! Her türlü cerbezeyi yapıyor beyninde. Yeter ki, küçüklük alameti olan hata tozu üzerine düşmesin. Aman aman! Kimse onu böyle görmesin!
Ali Ünal abinin yazısına geleyim ben, üsttekiler biraz sadet harici oldu. Ali Ünal abimiz, harika bir şekilde 30 Mart seçimlerinin ve öncesinde yaşananların Gülen Hareketi için aslında bir kazanç olduğunu söylemiş. Maşaallah! Ne iyimser bir bakış. Yazının tamamını okudunuz mu bilmiyorum. Ben, ne yazık ki, okudum. Cidden Gülen Hareketi kazanmış gibi duruyor. Özellikle de sol kesimin kalbini kazanmaktan bahsettiği kısım Ali Ünal’ın, “Vay arkadaş!” deyip şaşkınlığınızı attıktan sonra, çok mantıklı(!) geliyor insana. (Koç'un gönlüne girmeyi de başarmadılar mı hem? Neden olmasın?) Yazının sonuna doğru ‘dünya tepsi şeklinde’ dense inanacak kıvama geliyorsunuz zaten. Bakınız, tırnaklayayım:
“Hizmet Hareketi, genellikle sağ-muhafazakâr tabana yayılıyor, sol tabanla olması gereken münasebeti kuramıyordu. Cenab-ı Allah (c.c.), bu defa sol tabana, Hizmet Hareketi’nin insanları kesinlikle siyaset temelinde değerlendirmediğini gösterdi ve Hareket’e şimdiye kadar tam açılamadığı sol tabana açılma, sağ-muhafazakâr tabanda da bilhassa son senelerde kendisine kısmen mesafeli duran ANAP-DYP-MHP’li kesimlerle daha sıcak münasebetler kurabilme imkânı verdi.”
Tabii Ali Ünal abinin zihni böyle çalıştığı sürece kaybetmesi mümkün değil. Yine Temel örneklendirmesi yapacağım, ama ne yapayım, yeri geliyor: Ali Ünal abi de tıpkı Temel gibi, ancak doping yaptığı anlaşılmasın diye, gönlü isterse, yarışta sonuncu gelir, yoksa mümkün değil yani. Hep kazanır. Öyle duruyor bu söylem. Fakat hani abimize Risale öğretmek gibi olmasın, haddim değil, kendisi benden daha çok okumuştur; Bediüzzaman’ın, 29. Mektup’ta bir Ayasofya Camii misali var.
Son Şahitler’de okuduğum bir hatıradan hatırımda kaldığı kadarıyla bunu ilk defa Mustafa Kemal’e anlatıyor Üstad, yani bu örneği ilk kez ona karşı kullanıyor. Batılılaşma temayülünün yanlış bir noktadan hareket ettiğini anlatmak için yapıyor bunu. Fakat ilginçtir, meseleyi hubb-u cah’a (makam sevgisine) bağlıyor orada. Makam sevgisi, kibirle ne kadar alakalıdır siz tartın orayı. Hatta maddi makamları düşünmeyin yalnız, seçilmişlik algısı üzerinden manevi makamları da hesaba katın. Kibrin bin türlü şekli var. Neyse, diyor ki orada Bediüzzaman:
“Meselâ, Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda, tek tük, sofada ve kapıda haylâz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup camiin pencerelerinin üstünde ve yakınında ecnebîlerin eğlence-perest seyircileri bulunsa, bir adam o cami içine girip ve o cemaat içine dahil olsa; eğer güzel bir sadâ ile, şirin bir tarzda, Kur’ân’dan bir aşir okusa, o vakit binler ehl-i hakikatin nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, mânevî bir dua ile o adama bir sevap kazandırırlar. Yalnız haylâz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek tük ecnebîlerin hoşuna gitmeyecek.
Eğer o mübarek camiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiği vakit, süflî ve edepsizce fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa, raksedip zıplasa, o vakit o haylâz çocukları güldürecek, o serseri ahlâksızları fuhşiyâta teşvik ettiği için hoşlarına gidecek ve İslâmiyetin kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebîlerin istihzâkârâne tebessümlerini celb edecek. Fakat umum o muazzam ve mübarek cemaatin bütün efradından bir nazar-ı nefret ve tahkir celb edecektir. Esfel-i sâfilîne sukut derecesinde nazarlarında alçak görünecektir.”
Sonra bu misali hakikate bağlayarak şöyle aktarıyor yanlış yerden teveccüh arayanın kem halini Üstad:
“İşte, aynen bu misal gibi, Âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir camidir. Ve içinde ehl-i imân ve ehl-i hakikat, o camideki muhterem cemaattir. O haylâz çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar, frenkmeşrep, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebî seyircileri ise, ecnebîlerin naşir-i efkârı olan gazetecilerdir. Herbir Müslüman, hususan ehl-i fazl ve kemal ise, bu camide, derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar-ı dikkat ona çevrilir.
Eğer İslâmiyetin bir sırr-ı esası olan ihlâs ve rıza-yı İlâhî cihetinde, Kur’ân-ı Hakîmin ders verdiği ahkâm ve hakaik-i kudsiyeye dair harekât ve a’mâl ondan sudur etse, lisan-ı hâli mânen âyât-ı Kur’âniyeyi okusa, o vakit mânen Âlem-i İslâmın herbir ferdinin vird-i zebânı olan ‘Allahım, erkek ve kadın mü’minleri mağfiret et’ duasında dahil olup hissedar olur ve umumuyla uhuvvetkârâne alâkadar olur. Yalnız, hayvânât-ı muzırra nevinden bazı ehl-i dalâletin ve sakallı çocuklar hükmündeki bazı ahmakların nazarında kıymeti görünmez.
Eğer o adam, medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telâkki ettiği Selef-i Sâlihînin cadde-i nuranîlerini terk edip, heveskârâne, hevâperestâne, riyâkârâne, şöhretperverâne, bid’akârâne işlerde ve harekâtta bulunsa, mânen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanın nazarında en alçak mevkie düşer. ‘Mü’minin ferasetinden sakının; çünkü o Allah’ın nuruyla bakar...’ sırrına göre, ehl-i imân ne kadar âmi ve cahil de olsa, aklı derk etmediği hâlde, kalbi öyle hodfuruş adamları görse soğuk görür, mânen nefret eder.”
Son kısma dikkatinizi isterim. Ne tevafuk, Erdoğan da mitingleri boyunca Paralel Yapı’nın faaliyetlerine karşı ‘halkın ferasetine’ çok vurgu yaptı. Ve hakikaten dediği çıktı. “(...) ehl-i imân ne kadar âmi ve cahil de olsa, aklı derk etmediği hâlde, kalbi öyle hodfuruş adamları görse soğuk görür, mânen nefret eder.” Etti, gördük. Neyse... Kaldığımız yerden devam edelim:
"İşte, hubb-u caha meftun ve şöhretperestliğe müptelâ adam (ikinci adam), hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i sâfilîne düşer; ehemmiyetsiz ve müstehzî ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında muvakkat ve menhus bir mevki kazanır. ‘O gün dostlar birbirine düşman kesilir, ancak takvâ sahipleri müstesna...’ sırrına göre, dünyada zarar, berzahta azap, âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur.”
Şimdi ben, hani ne alaka diyebilir kendisi ama, Ali Ünal abiye sormak istiyorum: Siz, şimdiye kadar size yapılan her hücuma sizinle birlikte göğüs germiş, ehl-i iman, ehl-i kıble, ehl-i secde, ehl-i Kur’an ve hatta ehl-i Risale kardeşlerinizin nazarında bile kötü bir duruma indiniz. Hepsinin gönlünü kırdınız, incittiniz, hatta korkuttunuz. Belki, hani sanmam ya, yazıda altını çizdiğiniz gibi, bazılarının nazarında da muvakkat ve menhus bir mevki kazandınız. İkisi de oldu diyelim. Hakikaten galip mi gelmiş oldunuz? Eğer öyleyse gerçekten, pes edeceğim, çünkü bu kafayı mağlup etmek zor. Allah’tan yardım dilerim ancak: İdrak dilerim, iz’an dilerim. Bununla sevinmenize de ancak hayret ederim. Metnin finali ne de yakışacak buraya:
“Bir zaman, dünyanın bir büyük makamını işgal eden küçük bir insan, şöhretperestlik yolunda büyük bir kabahat işlemekle Âlem-i İslâmın nazarında maskara olduğu vakit, geçen temsilin meâlini ona ders verdim, başına vurdum. İyi sarstı; fakat kendimi hubb-u cahtan kurtaramadığım için, o ikazım dahi onu uyandırmadı.”
Bu zamankiler de aynen öyle Üstadım. Bu zamankiler de öyle...
Not: CNN Türk'te Enver Aysever'in konuğu olan Ali Bulaç da, yukarıda alıntıladığım Ali Ünal'ın cümlelerinin neredeyse tıpatıp aynısını, orada söyledi. Bu abilerin replik ezberleri, ne kadar hür düşündüklerini de bize haber veriyor. Fetvacılık böyle bir meslek olsa gerek...