camia etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
camia etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Ocak 2014 Çarşamba

Çok kimlikli olmanın kökenleri 9: Dindarların memurlaştırılması...

“İnsanlığın uzun ve iç karartıcı tarihine baktığınızda, korkunç suçların isyandan çok ‘itaat adına’ işlendiğini görürsünüz.” C. P. Snow

Ne haklı söylüyor Esayan, İyi Şeyler’de; “(...) bilimsel açıklamanın vicdanî itirazları gideren bir gücü vardı” derken. Evet, hepimiz, çoğu zaman, bilimselliğin ardına sığınarak kaçıyoruz hakikatlerden. “Biribirini siper ederek sıvışıp gidenleri Allah gerçekten bilir...” buyuran Nur sûresi 63 de, biraz buna işaret ediyor sanki. Her kaçış, önce yolunu yapar. Ve bu yol, ‘benzer diğerlerinin’ bahanelerinden örülür. El değiştiren bahane, bu ellerin sayısı arttıkça, sınanmamış bilgiye dönüşür. Fısıldanma sıklığı ve şiddeti ‘söylentiyi’ gafillerin nazarında ‘doğruya’ benzetir. Başkasının hurafesi, eğer sınamazsak, bizim hoşa giden hakikatimiz olur. Tıpkı Ene Risalesi’nde dendiği gibi:

“Sonra, nevin enaniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder.”

Haksızın güç aldığı tek kaynak kalır geriye o vakit: Haksızlığın niceliği. Ve dikkat edin, haksızlar, sık sık sayılarıyla övünür; haklılar ise, tek kalsalar dahi, bozmadıkları duruşlarıyla.

Serdar Kaya’nın, itaatin mantığını sorgulatan o harika eserinde rastlamıştım ilk kez bu ‘acaba’lara. Endoktrinasyon ve Türkiye’de Toplum Mühendisliği kitabında. Kaya, daha başlarında, Milgram deneyini değerlendirirken şöyle başlıyordu sözlerine:

“İnsanın otoriteye karşı ne derece zayıf olduğu, otoriteye itaat etme adına ne kadar ileri gidebileceği ve otoritenin insanları kontrol edebilme adına ne kadar belirleyici olabileceği gibi konularda en çarpıcı deneylerden biri, 1961 yılında Stanley Milgram (1933-1984) tarafından yapıldı. Milgram’ı, otoritenin insan psikolojisi üzerindeki etkilerini ölçmeye amaçlayan bir deney yapmaya yönelten olay, (deney başladığında üç aydır Kudüs’te yargılanmakta olan) Nazi Almanyası savaş suçlusu Adolf Eichmann hakkındaki düşünceleri olmuştu. Milgram’a göre Eichmann’ın, sadist bir canavar değil, sadece kendisine verilen emirleri yerine getiren bir asker olması pekala mümkündü. Bir başka deyişle, insanlık tarihi boyunca gerçekleşen korkunç olaylar, canavar ruhlu insanların eseri olmaktan ziyade, masasında oturup kendisine verilen görevleri yerine getiren sıradan insanların (etiği sorgulamadan) yaptıkları işlerin bir sonucu olabilirdi.”

Kitabın devamında Milgram deneyinin detaylarını okuduğunuzda ‘âdemoğlunun dönüştüğü şeye’ şahit olmakla hakikaten şaşırıyordunuz. İnsanlar, deney süreci içerisinde psikiyatrların öngörülerini boşa çıkararak (40 denekten 26’sı oranında), 450 voltluk üst sınıra kadar denek öğrenciye elektrik vermekten çekinmemişlerdi. Ki 120 volttan sonraki her aşamada deneğin acı çekeceği kendilerine bildirilmiş, hatta acılı haykırışlarını içeren ses kayıtları da dinletilmişti. Ama işlerini ‘ücret karşılığında düğmeye basmak’ olarak gören insanlar, etik yanını görmezden gelerek, görevlerini yapmaktan kaçınmadılar. Onlar sadece ‘düğmeye basan memurlardı’ çünkü.

Kitapta, Milgram deneyinden başka, filmi de yapılan Stanford Hapishane deneyi, Asch deneyi gibi daha pek çok deney ve vakıa incelenerek, bunların karşılaştırmalı tahlili yapılıyordu. Fakat benim en çok dikkatimi çeken şey; Milgram deneyinin tahlilinde değinilen Nagasaki’ye atılan bomba meselesiydi. Olayı hatırlayan her insanın (Japonlar da dahil) Amerika’yı suçladığını, fakat kimsenin pilot Charles Sweeney’i anımsamadığını söylüyordu Kaya. Belki Charles Sweeney de (70.000 masum ölümden sorumlu olmasına rağmen) kendisine sorulsa, yalnızca görevini yaptığını ve Japonlara kişisel bir husumetinin olmadığını belirtecekti.

İnsanın, görevini ‘düğmeye basmak’ olarak gördükçe yaşadığı robotlaşma, bana ister istemez 2010 yapımı Kutu (The Box) filmini anımsatıyor. Başrollerini; Cameron Diaz, James Marsden, Frank Langella’nın paylaştığı filmde, bir çifte, gizemli bir adam tarafından zor bir teklif götürülüyordu: Yanında getirdiği kutuyu evlerine bırakan adam, eğer o kutudaki butona basarlarsa kendilerine yüklü bir miktarda para vereceğini, ancak bastıkları anda dünyanın bambaşka bir yerinde bir masumun öleceğini söylüyordu. Günlerce gerilim yaşayan aile, en nihayetinde yapacakları şeyin ‘sadece bir düğmeye basmak’ olacağı yönünde kendilerini ikna ederek teklifi değerlendiriyorlardı. En başta Esayan’dan alıntıladığım cümleye dönersem: İnsan kendince bilimsel bir açıklama bularak veya sıfırdan üreterek bir şekilde vicdanının sesini bastırmayı başarıyordu.

Ben şimdi bütün bunları neden anlattım? Çünkü bu düğmeye basmak meselesinde bir memurlaşmanın/robotlaşmanın payı olduğunu düşünüyorum. İnsan, bir sisteme ‘memurlaşarak’ dahil olduğunda, etik sorgulamayı daha kolay kenara itebiliyor bence. Zira memurlaşmak, yaptığı şeyin sorumluluğunu kendisine değil, bağlı olduğu kuruma/devlete/cemaate ve onların asabiyetlerine yükleyerek vicdan sızısından kurtulmak kolaylığını da sağlıyor nefislere. İnsanlar, Ene Risalesi’nden yaptığımız alıntıda da okuduğumuz gibi, nevin enaniyeti ve asabiyeti içinde bireysel sorumlulukları unutup vicdan sızılarını oralardan devşirdikleri bilimsellikle(!) giderebiliyorlar. Bu sayede, hangi safa denk gelirlerse gelsinler zaman içinde, her birinde fanatik olabiliyorlar. Bütün kimlik değişikliklerini içselleştirebiliyorlar.

Bediüzzaman, belki biraz da bu yüzden, Eski Said döneminden beri, memuriyetin kem yönlerine vurgu yapıyor ve insanları onun etkilerine karşı uyarıyor. Münazarat’ı yazdığı 1910’lu yıllarda bile:

“Maîşet için tarik-ı tabiî ve meşru ve zîhayat, san’attır, ziraattir, ticarettir. Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev’iyle imârettir. Bence imâreti, ne nâm ile olursa olsun, medâr-ı maişet edenler bir nevi cerrar ve aceze ve seeledir—fakat hilebaz kısmında... Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nevi çingenelik eder...”

Hatta aynı eserin daha başka bir yerinde İslamların ‘neslen ve serveten tedennîsini’ memuriyetin revacına bağlayabiliyor:

“Binaenaleyh, milletimiz ya üç veya bir buçuk kayıt ile mukayyeddir. Buna mukabil, bizim gayr-ı müslimlerin ayaklarında yalnız bir yalancı kaydımız vardı. Ona bedelen çok nazlarını çektiğimiz gibi, onlar neslen ve serveten ziyadeleştiler; biz, bir nevi hizmetkârlık olan memuriyet ve askerlik cihetiyle servet ve nesilce aşağıya düştük.”

Daha başka bir yerde de meşrutiyeti savunurken, milletin/dinin idaresini atanmışlara yüklemeyi şöyle eleştiriyor:

“Hem de, mağlûp biçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan, herkesin kalbindeki şefkat-i imâniye olan envâr-ı İlâhînin lemeâtının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz.”

Hem yine başka bir yerde Kürtlerin medreselerde ‘taharri ahlakı’nı geliştirmekle meşrutiyete adaptasyonda memurlardan daha ileri olduklarını, onların sistem olarak buna daha namüsait olduklarını şöyle belirtiyor:

“(...) Kürtlerin tabiat-ı meşrûtiyetperverânelerine binâen, dersi münâzara ve münâkaşa sûretinde okuyorlar. Onun içindir ki, medreseleri küçük bir meclis-i mebusân-ı ilmiyeyi andırıyor. (...) Ey ehl-i hamiyet, anlayınız! Kürt ve emsâli, fikren meşrûtiyetperver olmuş ve oluyorlar. Lâkin, bâzı memurun fiilen meşrûtiyetperver olması müşküldür.”

Daha bunun gibi pek çok yerde Bediüzzaman, memuriyeti eleştiriyor ve İslamlar üzerinde menfi tesirinin çok olduğunun altını çiziyor. Hayatının daha sonraki döneminde de (yani Yeni Said kısmında da) memuriyete bakışı değişmiyor Bediüzzaman’ın. Hatta yıllar sonra büyük bir memuriyeti neden kabul etmediği sorulduğunda verdiği cevap aynı endişeleri bize hatırlatır nitelikte:

“Büyük memurlardan bir kaç zat benden sordular ki: ‘Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip, Kürdistana ve vilâyât-ı şarkiyeye, Şeyh Sinûsî yerine vâiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun’ dediler.

Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer, otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zâyiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi.”

Tahminime göre yine aynı meseleyi bir başka eserinde de şöyle anlatır:

“Ey efendiler! Haydi, vehminiz gibi ben o hırsız gibi oldum. Ben Isparta nahiyelerinde perişan, bir köyde dokuz sene inzivada bulunan ve şimdi benimle beraber gayet hafif bir cezaya mahkûm olan safdil beş-on bîçarelerin fikirlerini hükûmet aleyhine çevirmekle kendini ve gaye-i hayatı olan risalelerini tehlikeye atmaktan ise eski zamanda olduğu gibi Ankara’da veya İstanbul’da büyük bir memuriyette oturup, binler adamı takip ettiğim maksada çevirebilirdim. O vakit, böyle zelîlane mahkûmiyet değil, belki mesleğime ve hizmetime münasip bir izzetle dünyaya karışabilirdim. (...) Nasıl ki on sene ihtiyarî bir inzivayı ihtiyar edip, takat-i beşerin fevkınde sıkıntılara tahammül ederek, hükûmetin işine hiçbir cihetle karışmadım ve karışmak arzu etmedim. Çünkü hizmet-i kudsiyem beni menediyor.”

Memuriyetin, çoklarda nasıl bir ‘iradesizleşmeyi’ beraberinde getirdiğini ve nasıl çokların memuriyet giysisi ve asabiyeti altında kendi zulümlerini meşrulaştırdıklarını ise külliyatın çoğu yerinde, hassaten lahikalarda görebilmek mümkün. Dikkatle okursanız, Bediüzzaman, bu kısımlarda da memuriyeti daima ‘kullanılmaya müsait’ çok kimlikli bir alan olarak tesbit ediyor. Mezkur bahislerde geçen; ‘insafsız ve dikkatsiz memurlar,’ ‘müşevveş büyük bir memur,’ ‘bazı alçak memurlar,’ ‘insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları,’ ‘bazı iktidarsız memurlar...’ gibi ifadeler, Bediüzzaman’ın, seçilmişlerden ziyade ‘atanmışların ettiği zulümlerden’ çektiğini gösteriyor bizlere. Bazılarını yazıyı uzatmak pahasına alıntılamak istiyorum:

“Bunu da biliniz ki: Bazı iktidarsız memurların iktidarsızlıklarından veya evhamlarından veya keçi ve kurt bahanesi nevinden veya kendilerine paye vermek veya hükûmete yaranmak fikriyle, yeni serbestî kanunlarının tatbiklerine zemin hazırlamak entrikalarından, hakkımda—dürbün ile bakarak—habbeyi kubbe gösterdiler.”

“Demek adliye memurları, hissiyattan ve tesirat-ı hariciyeden bütün bütün azade ve serbest olmazsa, sûreten adalet içinde müthiş günahlara girmek ihtimali var. (...) Isparta’da ve burada bazı isticvablarda ismim Said Nursî iken, her tekrarında Said Kürdî ve Bu Kürd diye beni öyle yâd ediyorlar. Bununla, hem ahiret kardeşlerimin hamiyet-i milliyelerine ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adaletinin mahiyetine bütün bütün zıt ve muhalif bir cereyan vermektir.”

“Hem, istemediğim halde birisi bana iyi dese, bana nezaret eden memur kıskanarak kızıyor, nüfuzunu kırayım diye vicdansızcasına tedbirler yapıyor, âmirlerinden iltifat görmek için beni tâciz ediyor.”

“Efendiler! Otuz kırk seneden beri ecnebî hesabına ve küfür ve ilhad namına bu milleti ifsad ve bu vatanı parçalamak fikriyle, Kur’ân hakikatine ve imân hakikatlerine her vesileyle hücum eden ve çok şekillere giren bir gizli ifsad komitesine karşı, bu meselemizde kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz memurlara ve bu mahkemeyi şaşırtan onların Müslüman kisvesindeki propagandacılarına hitaben, fakat sizin huzurunuzda zâhiren sizinle bir kaç söz konuşacağıma müsaade ediniz.”

Sadece bu kadar değil. Daha başka yerlerde de Bediüzzaman, hizmet-i Kur’aniyeye çalışan insanların memurluk sahasına çekilerek nasıl Nurlardan soğutulduklarını anlatır ve şöyle der:

“Resmen iki büyük merkezde, iki heyet-i ilmiye, beyanı münasip olmayan çok esbaba binaen, her vesile ile, hoca kısımlarının Risale-i Nur dan çekilmeleri için çok vasıtaları istimal ediyorlar. Memuriyet gibi derd-i maişet belasıyla biçare hocaları dairelerine çekip, Nurlardan uzaklaştırıyorlar.”

“Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanâne taarruzdan vazgeçip, dostane hulûl edip, has talebeleri Risale-i Nur’un hizmetinden geri bırakmak için memuriyet gibi bir meşgale buluyorlar, veya terfian işi çok diğer bir memuriyete veya diğer bir meşgaleyi buluyorlar. Burada, o neviden çok vakıalar var. Bu taarruz, bir cihette daha zararlı görünüyor.”

Fakat benim burada asıl dikkatini çekmek istediğim metinler, Bediüzzaman’ın memurluğun kullanılabilir yanına değil de zulmetmeye meyyal tarafına dikkat çektiği yerler. Lahikalar içinde iki yerde de Bediüzzaman, memurluk içindeki bir kem damara dikkat çekerek, hem Demokrat Partiyi, hem de ondan sonra gelecek dindar hürriyetperverleri ‘Halk fırkasının paralel devletine’ ve ‘memur vesayetine’ karşı şöyle uyarıyor:

“Halk Partisi ise: Hakikaten acip ve zevkli bir rüşvet-i umumîyi kanunlar perdesinde bazı memurlara verdikleri için, yirmi sekiz senelik bütün cinâyatıyla başkaların cinâyâtı ve İttihatçıların ve mason kısmının seyyiatları da o partiye yükletildiği halde, Demokratlara bir cihette galip hükmündedirler. Çünkü ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, nemrutçuluklar çoğalır. Bu benlik zamanında, memuriyet hakikatta bir hizmetkârlık olduğu halde, bir hâkimiyet, bir ağalık, bir nemrutçulukla nefse gayet zevkli bir hâkimiyet mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için, bütün o acip cinayetlerle ve kendinden olmayan ceridelerin neşriyatıyla beraber bana yapılan muamelelerinden hissettim ki, bir cihette mânen Demokratlara galip geliyorlar.”

“(...) memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil. Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zafiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebidâne bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet, adalet olmaz, esasiyle de bozulur. (...) Şimdi, Adnan Menderes gibi, ‘İslâmiyetin ve dînin icaplarını yerine getireceğiz’ diye ve mezkûr iki kanun-u esasîye karşı muhalefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyan, gayet büyük rüşvetle halkları aldatmak ve ecnebîlerin müdahalesine yol açmak vaziyetinde hücum etmek ihtimali kuvvetlidir.

Birisi: Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak, bir câni yüzünden kırk mâsumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor.”

Garip gelebilir, ama ben bugünlerde yaşadıklarımızla bu metinler arasında ilginç bağlantılar kuruyorum. Özellikle Gülen Hareketiyle...

Hakikaten de Gülen Hareketi, Risale mesleğinden bu noktada büyük bir ayrılık gösteriyor. Bediüzzaman’ın aksine, kadrolaşabildiği her yerde, devletin (bizzat Gülen’in ifadesiyle) ‘kılcal damarlarına kadar sızmaya’ gayret ediyor. Bediüzzaman, memuriyetin ‘alet olma ve iradesizleştirme’ yönünden ne kadar kaçıyorsa; Gülen, o kadar bunun peşinde koşuyor. Hatta bizzat devlet içinde görevlendiremediği elemanlarını bile, yine kendi kurumlarında memurlaştırarak (ve dışarıda çalışmalarını günah saçan ortamlara girmek olarak tasvir ederek) iradesini kontrol altına alıyor. Belki onları asgarî ücretle süründürüyor, belki emeklerini sömürüyor, ama bunu da ‘hizmet-i Kur’an’ başlığı içinde ibadet olarak sunarak dizginlerini bırakmıyor. Asabiyetten ayrılmalarına izin vermiyor.

Özel teşebbüste bulunacakların bile, hareketin bu dalda faaliyeti olsun veya olmasın, mutlaka onlara danışması gerekiyor. Diyelim, bir yayınevi kurmak istediniz ve cemaattensiniz, eğer onlarla istişare etmezseniz (ki istişare değil, izin almak bu) dağıtımcı firmalarında yayınevinizi banlayarak ve hakkınızda kötü bir şöhret yayarak sizin piyasada iş yapmanızı engelleyebiliyorlar. Kendi dışında rızk (ve dolayısıyla özgürlük) alanları oluşmasını pek sevmiyor cemaat. Tasavvur ettiği dünya daha çok memurlar cumhuriyeti gibi. Tıpkı Orwell’ın karaütopyası 1984’te olduğu gibi. Hatta biraz daha cüretle; tıpkı Komünizm’de olduğu gibi. Kişinin kimliğini ve ekmeğini borçlu olduğu yere asabiyetle bağlandığı bir ütopya!

En serbest ticarî teşebbüslerin bile cemaatin üst kademesiyle istişare edildiği, onayıyla ancak yola çıkıldığı; verilen bu onayların da karşılığında yapılması istenen bazı ‘iyiliklere’ bağlandığı enteresan bir zemin bu. Gülen’in ve cemaatin dünyasında kurumların ve kurumlara mecbur memurların büyük bir yeri/önemi var. Hatta bu son krizde de en büyük emeği yine onların kurumlarında çalışan hazır kıtalar veriyor. Çünkü kendi içlerinde oluşturdukları bir ‘endoktrinasyonel kapalı enformasyon’ ağları da var. Memuriyet içinde kaldıkları sürece bu insanlar sadece kendileri gibi düşünenleri okuyor ve deklare edilen bilgileri yayıyorlar. Başka fikir o kapılardan içeriye sokulmuyor. Böylece de körükörüne itaate odaklı, asabiyet-i cemaatiye ile kuşanmış ‘memur orduları’ kuruluyor orada. Her yanlış, nevin enaniyeti ve bilimselliği içinde vicdanı sızlatmaz hale getiriliyor.

Bir diğer menfi yönü de; 17 Aralık milli iradeye darbe operasyonları sırasında bazı savcı ve emniyet mensuplarının söyledikleri sözlerden, takındıkları tavırlardan da farkettiğimiz o ‘hâkimiyet rüşveti.’ Bulunduğu makamın, Bediüzzaman’ın ilgili yerlerde sıklıkla vurguladığı gibi, millete hizmet yeri olduğunu düşünmeyip; kendisinin hâkimiyeti için, nemrutçuluk yapması için verildiğini sanarak, atanmış bir sarhoşlukla milletin seçtiğine meydan okuma çılgınlığı.

Mesela; “Sizi başbakan bile kurtaramaz!” veya “Boşbakan!” tarzı söylemler üretilebiliyor artık o makamlardan: “Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor...” ve şahidi oluyorsunuz bunun. Bediüzzaman’ın dindar hürriyetperverler adına endişe ettiği paralel yapı, bu sefer şeytanın sağdan gelmesi gibi dinî bir hareket gılafı giyerek hürriyetinize saldırıyor.

Memuriyetin, iradesizleştirmesinden kendini kurtarabilmiş kardeşlerimi tenzih ederim. Fakat çoğunluk böyle ve bu halde. Bediüzzaman’ın uyarıları boş değil, boşuna değil. Görüyorsunuz ya, onun metinlerinden ışığını aldığını söyleyen koca bir cemaat, bir meyl-i memuriyet ve iktidara karışmak hevesiyle nasıl ülkeyi berbat ediyor, ortalığı fitne ile tutuşturuyor! Bu yapılanların, yaşananların Bediüzzaman’ın tavsip ettiği şeyler olduğu söylenebilir mi? ‘Hedef gösterip kelle istemeyi’ kulluğun zirvesi, hizmetin dibi sananlarla Risale mesleğinin ne alakası olabilir? Allah, bu çok kimlikli ‘adanmış robotlara’ karşı yardımcımız olsun. Paralel yapılara fırsat vermesin. Ve körükörüne itaatin yaptığı yıkımlardan ülkemizi, hürriyetimizi ve meşru hükümetimizi korusun. Âmin.

20 Ocak 2014 Pazartesi

Çok kimlikli olmanın kökenleri 7: Seçilmişlik algısı

2010 yapımı Ajan Salt filmini hatırlarsınız. başrollerini Angelina Jolie ve Liev Schreiber'in paylaşıyordu. (Yönetmeni ise Phillip Noyce'du.) Film; KGB'nin, soğuk savaş yıllarında, beyinlerini yıkadığı ‘seçilmiş çocukları’ Amerika'ya yerleştirmesini ve günü geldiğinde, her biri devlette kilit noktalara yükselmiş bu elemanlarını büyük bir operasyon için harekete geçirmesini anlatıyordu. Bu çocuklar o kadar iyi endoktrine edilmişlerdi ki, KGB ile son temaslarının ardından çok uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen, günü geldiğinde kendilerine verilen emirleri—canları pahasına—yerine getiriyorlardı. Bir tanesi hariç...

Endoktrinasyon (beyin yıkama) sadece istihbaratlar için değil, terör örgütleri için de önemli. 2007 yapımı olan Kara Elmas filmini izleyenler, Afrika'da, masum çocukların, çeşitli endoktrinasyon yöntemleriyle nasıl 'çocuk askerlere' dönüştürüldüğünü anımsayacaklardır.

Bunun İslam tarihindeki en belirgin örneği ise, Haşhaşiler. Hassan Sabbah'ın yola başlarken Şiiliğin İsmailiye öğretisini 'kullandığı' fakat daha sonra, Alamut Kalesi'ni de elde etmesinin ardından, çok başka bir noktaya getirdiği bir harekettir Haşhaşi Hareketi. Fiilen tam bir devlet olmamasına karşın, devletlerin (özellikle Selçukluların) siyasetine müdahil olmuş; ikinci bir güç olarak söz sahibi olmaya çalışmıştır. Ölümüne bağlı mürit/suikastçileriyle (ki onları da daha çocukken ailelerinden alıp yetiştirirler) nicelerine tehdit dolu mesajlar yollamıştır bu hareket. Nizamülmülk gibi tehdite papuç bırakmayanları ise, katlettirmiştir. Hatta bazı kaynaklarda, o dönemde, Batınîliği eleştiren İmam Gazalî'nin de bu tehditlere maruz kaldığı anlatılır. (Mürsel Gündoğdu, böyle bir sahneyi, Akıl Kalbi Ararken kitabında anlatır.)

Öyle enteresan sızma yöntemleri vardır ki, müritlerin; bazen çok uzak şehirlerdeki emirler bile yanıbaşlarına bir hançer ve ucunda Hassan Sabbah'ın tehdit mesajı ile uyanırlar. Selçuklu Hükümdarı Melikşah'ın bile böyle bir sabaha uyandığı anlatılır. Bu uyuyan hücreler, o kadar iyi endoktrine edilmişlerdir ki, gün gelip kendilerine aksi yönde emir verilinceye kadar, içine yerleştikleri sistemlere sıkı sıkıya itaat ederler. Komutanlarının ve amirlerinin gözlerine girerler, yükselirler. Nihayetinde sistem içinde en üst seviyelere kadar ilerlemiş birisi, kendisine iletilen bir emirle, gerçek niyetini ortaya çıkarır. Kandırıldığı yalancı cennet sayesinde, bu yaptığının Allah yolunda büyük bir hizmet olduğunu bile düşünür.

Kadrolaşma meselesi gelince, bir örnek daha var konu hakkında İslam tarihinde. Belki bu kadar korkutucu ve terörize durmuyorlar, ama yaptıkları yıkım hiç de Haşhaşilerin yaptığından geri kalır değil. Hatta çoğu noktada onlardan üstler. Onlar kim mi? Tabii ki, Emeviler. Yani Ümeyyeoğulları. Hz. Osman'ın (r.a.) hilafeti zamanında onun hüsnüzannı ve muhabbeti ile yaptıkları kadrolaşma, ileride öyle boyutlara varıyor ki, en nihayet hilafeti, saltanata çevirebilecek bir gücü kendilerinde bulabiliyorlar. Bugünkü tabirlerle ifade edecek olursak, raşid halifelerden gelen demokrasi mirasını, kendi kadrolarının/soylarının lehine bir darbe hareketiyle saltanata dönüştürüyorlar. Hatta bu yolda Hz. Hüseyin'i şehid etmekten bile çekinmiyorlar. Babadan oğula geçen bir üstünlük algısı çocuklara aktarılan bir miras onlarda da.

Peki; Ümeyyeoğullarını olsun, Haşhaşileri olsun, uygulamalarında bu kadar dinin kurallarından saptıran nedir? Benim bu noktada ilk teşhisim; 'ilahî seçilmişlik algısı' üzerine. Fakat burayı biraz daha açabilmek için sizi Şükrü Nişancı'nın Sivil İtaatsizlik kitabına götüreceğim. Orada 'otorite' kimdir ve farklı siyasi kültürlerde otorite gücünü/yetkisini nereye dayandırır konuları işlenirken Şükrü Nişancı, Hz. Ömer'e dair şöyle çok hoş birşeyi anlatıyordu: Hz. Ömer, hilafeti döneminde, kendisine Allahın halifesi denmesinden hoşlanmaz, "Bana müminlerin emiri (emire'l-mü'minin) deyin!" dermiş.

Şükrü Nişancı'nın meseleye yaptığı yorumlardan benim anladığım şuydu: Hz. Ömer, yetkinin seçim ve biatla halktan alındığını ve aslında halka ait olduğunu belirtmeye çalışıyordu. Yönetim yetkisinin, peygamberlerden sonra, ilahî bir kaynağa dayandırılmasını tasvip etmiyordu. Kendisi de hayatı boyunca emire'l-mü'minin unvanını bu yüzden kullanmıştı.

Daha sonra Şükrü Nişancı, otoritesini 'ilahî seçilmişlik' üzerine kurgulayan dinî/siyasî krallıkları veya farklı formattaki yönetimleri masaya yatırarak; yetkiyi halktan aldıklarını düşünmedikleri için ileride halka hesap verme ihtiyacı hissetmediklerini, bu nedenle de baskıcı/totaliter yönetimlere dönüştüklerini ortaya koyuyordu. Batıdaki krallıkların da, bizdeki Ümeyyeoğullarının/Haşhaşilerin de temel problemi buydu: Soydan veya mistik öğelerden ötürü 'seçilmiş ve layık olanların' kendileri olduğunu düşünme... (Hatta Hassan Sabbah’ın mehdiye dair hadisleri kendisine tevil ettiği de anlatılır.) Aksi yönde, yani halklara yönelik evrilmenin olduğu dönemlerde ise iktidarlar, yetkiyi aldıkları yere hesap vereceklerini düşündükleri için, halka karşı daha iyi ve âdil davranıyorlardı.

Buradan yakın tarihe de bir atıf yapalım: Yine böyle gücünü/yetkisini bir seçilmişlik ve kurtarıcılık üzerine kurgulayan devr-i sabık yönetimi de, halka hesap verme ihtiyacı hissetmediği için, inkılaplarını 'halka rağmen ama halk adına' yapmaya teşebbüs edebilmiştir. (Çetin Altan bunlara cumhuriyet değil, Ankara oligarşisi der.) Onun uzantıları olan geçmiş cuntalar ve günümüz Ergenekon örgütü de, halk kurtarılmak istemediği (ve zaten kurtarılacak da bir durum olmadığı) halde, önce halkı kurtarılmayı isteyecek bir kıvama getirmek, eğer bu becerilemezse, yine de zorla kurtarmak üzerine bir seçilmişlik sapkınlığı yaşamışlardır. (Örneğin; TSK'nın bir kısmının, iç siyasette, halka hesap vermeyen böyle bir kurtarıcılık/seçilmişlik görevini pırpırlarında hissettiğini tecrübelerden biliyoruz.)

Çok uzatmayacağım. Bu noktada, bütün bu bilgiler hafızamızda Gülen cemaatinin söylemlerine ve eylemlerine de bakalım istiyorum. "Gülen cemaati, dünya üzerinde güttüğü misyonu hangi otoriteye bina ediyor?" diye soracak olursanız, Sohbetlerinde ve metinlerinde Gülen'in de sıklıkla dikkatleri çektiği gibi; yaptıkları vazife, ilahî bir kaynaktan aldıkları 'tecdid' vazifesidir. Yetkilendirme ilahî bir kaynaktan olmaktadır ve bu vazife, Bediüzzaman'dan sıklıkla yapılan bir alıntıyla, 'ihsan-ı ilahî' olarak omuzlarına konmuştur.

Fakat gelgelelim, Gülen Hareketi, bu ihsan-ı ilahîyi, Bediüzzaman gibi sadece din hizmeti alanında ve bir 'ihsan' gibi değil; daha geniş bir dairede ve ihsan'dan 'hakedilmiş seçilmişliğe' yaşanan bir evrilmeyle anlamaktadır. Bu aslında ihsan’dan asabiyet’e doğru bir kıvrılmadır. Aynı lafzı, farklı bir anlam kastederek kullanmaktadır. Bunu bazen Türk milletinin tarihî misyonuna hamasi söylemlere bağlayarak ‘soy bağlamında’ anlatır Gülen. Bazen de ahirzamanda gelecek olanlara/altın nesile dair mistik öğelerle... (Fakat bir dipnot: Emeviye de Ümeyyeoğullarının üstünlüğünü Arap milliyetçiliği ile destekler. Ve Haşhaşiler de kendi hiyerarşilerini yerleştirirken böyle bir mistik dil kullanır.)

Hatta devlet iradesine hükmetme alanında da bu seçilmişliğin devam ettiğini düşünmektedir Gülen. Kendisinin; "Avukat da kiralayacaksınız. Hakim de kiralayacaksınız!" şeklindeki tavsiyeleri; yapının, 'seçilmişlik algısını' nasıl illegal faaliyetlerine mâsadak yaptığını gözler önüne sermektedir. Kendisiyle, yıllar önce, Nur hareketinin geleceği üzerine bir toplantıda bir araya gelen birisinden dinlediğim hatıraya göre; Gülen, iman-hayat-şeriat dediği üç alandan birincisinin tamamlandığını ve artık ikincisine geçmek gerektiğini düşünmektedir. Muhtemelen bu alanı, Bediüzzaman'ın tekrar tekrar yaptığı 'iktidar olmaya meyletmeme' tavsiyesini görmezden gelerek, siyasi daireye de sıçratmaktadır. Fakat bu alanda da söz sahibi olma hakkını halka değil, 'seçilmişliğe' dayandırdığı için, bu durum, demokrasi adına ciddi bir tehlikedir. En az Emeviler kadar hem de.

Ayrıca; karışma yetkisini böyle bir noktaya dayandıran birisinin, siyaset alanının gerektirdiği saptırmaları dinin içinde şerhler üreterek içselleştirmesi de kaçınılmazdır. Çünkü otoritesinin kaynağı ilahîdir ve yaptıklarının da ilahî bir dayanağı olmalıdır. Bu noktada bir siyasi parti rahatlığına sahip olamaz. Örneğin; internette de rahatlıkla bulunabilen bir ses kaydında, başörtüsüz okumaya cevaz vermeyen ve bu konuda çok sert konuşan Gülen'in, ilerleyen yıllarda "Başörtüsü füruattır!" diyerek gençleri başları açık okumaya yönlendirmesi, tâbileri tarafından fıkhî alanda da bir cevaz olarak algılanmıştır.

Yine geçmişteki vaazlarından birinde (ki yine nette rahatlıkla bulunur) bedduaya karşı çok net bir tavır koyan Gülen'in, yıllar sonra siyasi bir meselede çok şiddetli beddualar etmesi, takipçileri tarafından revaçla yapılmasına ve dinî cevazlar (hatta teşvikler) üretilmesine neden olmuştur. Yani ihsan-ı ilahî'den hakedilmiş/seçilmiş otoriteye doğru yaşanan evrilme, o evrilmenin iktidar alanına kadar teşmil edilmesi ve buradan kaynaklanan ‘çok kimlikli hallerin’ şeriat dairesine de taşınması, Gülen Hareketinin temel sorunlarından birisidir. Ve bu seçilmişlik algısı, kendilerine, konjonktüre göre, şeriatın naslarına çok da bağlı kalmadan gerekli esnemeleri yapabilme kabiliyeti vermektedir. (Bu konu hakkında Metin Karabaşoğlu’nun ‘Yuşa Makamı: Yeniden’ yazısı mutlaka okunmalıdır. Orada Hz. Hızır örneklemesi üzerinden; ‘her işinde hikmet olan, ancak bugün anlaşılmayan’ bir Hocaefendi imajının tâbilere nasıl yüklendiği anlatılmaktadır.)

Bu esnemelerin her korkuncu ise, uyuyan birer hücre gibi devletin her yerine yerleşmiş takipçilerin, gün gelip kendilerine emir verildiğinde, bağlı bulundukları devlet otoritelerini ayaklar altına alarak, bizzat yine kendi devletlerine ve meşru hükümetlerine operasyon yapabilmeleridir. Fakat Bediüzzaman, böylesi bir seçilmişlik algısının doğuracağı zararlara bir eserinde şöyle dikkat çeker: "Evet, her vakit, hususan bu zamanda ve bilhassa dalaletten gelen gaflet-i umumiyede; siyaset ve felsefenin galebesinde; ve enaniyet ve hodfüruşluğun heyecanlı asrında büyük makamlar herşeyi kendine tâbi ve basamak yapar. Hatta dünyevî makamlar için dahi mukaddesatını alet eder. Manevî makamlar olsa, daha ziyade alet eder. (...) Elhasıl: Hakikat-ı ihlas, benim için şan ü şerefe ve maddî ve manevî rütbelere vesile olabilen şeylerden beni men'ediyor."

İşte, kanaatimce; mezkûr seçilmişlik algısı, tam da Bediüzzaman'ın hakkında endişe ettiği bu şeydir. Tahayyül ettiği makama/seçilmişliğe, tahakkukta çok şeyleri kurban etmektir. Böylesi her kırılma, İslam tarihi boyunca bir fitnenin başlangıcı olmuştur, bugün olduğu gibi... Bu arada, yazının başından beri endoktrinasyonu konuşurken karşımıza sürekli çocuklar çıktı dikkat ederseniz. Çünkü çocuklar ve gençlerde beyin yıkamanın daha başarılı olduğu bir gerçek. Şimdi, yazının finaline gelirken, dersane meselesinin cemaat için neden bu kadar önemli olduğuna da dikkat çekebildim mi? Çocuklar, gençler, seçilmişlik algısı, beyin yıkama, öğrenciler, abiler... Bilmiyorum, bir yerlere bağlayabilmiş olmanız lazım. Ne kadar Hassan Sabbah da olsanız, küçükken elinize geçmeyen birisini fedai/çok kimlikli/rahat kullanılır yapamazsınız.



10 Ocak 2014 Cuma

Çok kimlikli olmanın kökenleri 4: Şebperestlik

Sen de onlara: Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin." (Bakara sûresi, 111. ayetten)

İlk kez 28. Mektup’ta görmüştüm o ifadeyi. Bediüzzaman, ‘rüya’ ile ilgili bir bahse girizgâh yaparken onu alıntılamıştı: “Ne şebem ne şebperestem men. Ğulami şemsem, ez şemsi mi gûyem haber...” Manası şöyle veriliyordu aynı sayfanın altında: “Ben ne geceyim, ne de geceye kulluk ederim. Ben bir hakikat güneşinin hâdimiyim ki, size ondan haber getiriyorum.” İfade Farsçaydı ve İmam-ı Rabbani’ye (k.s.) aitti. Yani nakşibendiliğin ve tasavvuf mesleğinin güneşi, ekser ulemanın kanaatine göre ‘ikinci bin yılın müceddidi’ olan birisine.

Günlerce düşündüm ben bunu; “Geceye tapmakla rüyanın ne alakası var?” diye. Sonra bir gün, bir sözlükte şebperest kelimesinin tasavvuf içre bir anlamına rastgeldim. Şöyle deniyordu: “f. Geceye, rüyaya ve uykuya fazla kıymet veren...” O zaman anladım ki, ‘şebperest’ mecazi ve eleştirel bir ifadedir. İmam-ı Rabbani gibi hakikat mesleğindeki zatlar, rüyaya düşkün ehl-i zevk ve keşf erbabına bu ifade ile bir eleştiri getirmektedir. Bediüzzaman da yine bu yüzden, rüyaya düşkün gördüğü bir talebesine, ihtarından evvel bunu alıntılamıştır. Ve devamında demiştir:

“(...) kardeşim, seninle mahz-ı hakikat dersini müzakereye alışmışız. Hayalâtlara karşı kapısı açık olan rüyaları tahkikî bir surette mevzubahis etmek, tahkik mesleğine tam uygun gelmediğinden, o cüz’î hadise-i nevmiye münasebetiyle, mevtin küçük bir kardeşi olan nevme ait ilmî ve düsturî olarak altı nükte-i hakikati, âyât-ı Kur’âniyenin işaret ettiği vecihte beyan edeceğiz.” Hem yine devamında demiştir: “Kur’ân ile tefe’üle ve rüyaya itimada ehl-i hakikat taraftar değiller.”

Sonrasında okuduğum metinlerde de bu ifadeler aklımda oldu. Gördüm ki, ehl-i hakikat, hangi dalda ihtisas sahibi olursa olsun, o meslek erbabını rüyasını sınamak noktasında uyarmış. “Aman!” demiş. “Dikkat!” demiş. Nasıl bir sınamak bu? Rüyayı Kur’an ve sünnet ölçüleriyle sınamak. Mesela fakihler demişler ki: “Rüya, fıkhın delillerinden değildir.” Örneğin; bir adam, rüyasında “Sen bundan sonra namaz kılma. Senden namazı kaldırdık!” diye birşey işitse, o rüya ile amel etmesi caiz değildir. (Gavs-ı Âzam Hazreti Abdülkadir’in böyle bir menkıbesi bulunur.) Çünkü Kur’an ve sünnetin açık emirleri ve hükümleri vardır. Bu noktada rüya ile fıkıh şekillendirilemez. Ancak Kur’an ve sünnete muhalif olmayan manalarda (rüya-yı sadıka nevinden olduğuna kesin kanaat getirilirse ve tabiri de ehline yaptırılırsa) güzel bir zan olarak ümit edilebilir. Yoksa rüyalardan yeni hükümler çıkarılamaz. Eskileri onunla kaldırılamaz. Hele üzerinde Kur’an, sünnet, icma ve kıyas ölçüleri işletilmeden “Ben rüyamda böyle gördüm. Bana böyle emredildi. Ben böyle yapacağım!” denilemez.

Diyenler olmamış mı? Olmuş. Fakat onlar da hakikat mesleği erbabınca hep sigaya çekilmişler. Mesela İbn-i Arabî (k.s.) ki, büyük bir velidir; eserlerinde yakazaten kendisine bildirilen hadisleri naklettiğinden, ulema, onun eserleri okunurken dikkatli olunmasını söylemişlerdir. “Hususi, yakazaten kendisine söylenmiş şeyler olabilir. Fakat onlardan ümmete emir çıkarılamaz ve o has sözler genel hükümler için ölçü olamaz!” demişlerdir. Nihayetinde bir müfessir olan zaman göstermiştir ki, onun mesleği, kendisine ve Sadreddin-i Konevi gibi şahıslara hastır. Kendisi hâdi olsa da her meselede ve her zaman mehdi olamayacaktır. Çünkü keşfini, hakikate nazaran daha fazla önemsemiştir. Ümmetin geneline hitap edense hakikat mesleğidir. Belki de bu yüzden İmam-ı Rabbani (k.s.) der:

"Hakaik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmâta tercih ederim." Hem der: "Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır." Hem yine der: "Velâyet üç kısımdır. Biri velâyet-i suğrâ ki, meşhur velâyettir; biri velâyet-i vustâ, biri velâyet-i kübrâdır. Velâyet-i kübrâ ise, verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikate yol açmaktır." Hem yine der: "Tarik-i Nakşîde iki kanatla sülûk edilir. Yani, hakaik-i imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve ferâiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez." Yani feraizden taviz verenler, itikadında sapma olanlar ne nakşi mesleğinde ne de hakikat mesleğinde söz sahibi değildirler. İsterlerse havada uçsunlar, ister suda yürüsünler.

Rüya konusunda, Bediüzzaman, sadık rüyaların hakikatini kabul edip onlara dair çok şeyler anlatsa da, külliyatın genelinden anlarsınız ki; rüyaların fazla medar-ı bahs olmasını sevmemektedir. Hatta yıllar önce gördüğü Ağrı dağının parçalanması tasviri ile meşhur rüyasını anlatırken bile orada kendisine “İ’caz-ı Kur’an’ı beyan et!” diyen kişinin ismini vermez. Mühim birisinin âmirane söylediğini zikredip geçer. Nur talebelerinin o şahsın kim olduğuna dair çok teorileri vardır. Ancak bence Bediüzzaman’ın o ismi vermeyişi yine hikmetli ve sırlıdır. Belki de o isim üzerinden kendisine fazilet atfedilmesine ve rüya üzerinden zatına inkıyad edilmesine sebebiyet vermemek içindir. (Lemaat’taki Meclis-i Nuranî bahsinde de yine meclisteki kişilerin kimler olduğunu yâd etmez.) Dedim ya, o bir hakikat güneşi hâdimidir. Hakikatin, hayalattan fazilet almaya ihtiyacı yoktur. Bu yüzden de lahikalar boyunca kendisine yazan talebelerinin bu tarz nakillerine iltifatı zayıftır. Bazı olur, tek satırla, “Tabiri çıkmış” deyip keser.

Yine manevî keşfiyatını dahi mizana vurduğunu görürsünüz Bediüzzaman’ın. Mesela; “Eski Said, bir hiss-i kablelvuku ile iki acip hadiseyi hissetmiş, fakat rüya-yı sadıka gibi tabire muhtaç imiş…” dediği yerde kendi keşfini yorumlamakta yaptığı hatayla yüzleşir. Rahattır her zaman. “Bediüzzaman’ı büyük yapan nedir?” diye bana sorulduğunda vereceğim cevap da hazırdır: “O, kendisinde gördüğü hatalarla yüzleşecek kadar, hayatını ikiye bölüp mazisini mizana vuracak kadar merttir.” Yaptığı hataların arkasını yüz tevil ile toparlamaya çalışmaz. Talebelerini buna çalıştırmaz. Yanlışa yanlış der ve yoluna devam eder. Yine lahikalarda, ebced hesaplarında yaptığı düzeltmeleri kayıt altına aldırmakla bu rahatlığını ortaya koyar.

Şimdi bir kenarda İmam-ı Rabbani gibi, Bediüzzaman gibi hakikat güneşi hâdimleri vardır; diğer yanda rüyacılar. Onları nasıl tanırsınız biliyor musunuz? Fıkıhtan, Kur’an’dan, sünnetten saptıkları her anda, tevbe etmek yerine, yeni bir rüya ortaya çıkarmalarıyla. Şapkadan tavşan çıkarır gibi rüya çıkarırlar onlar. Mesela dersiniz: “Yahu bu Türkçe olimpiyatları ne Kur’an’ın emri, ne sünnette var? Hem asabiyet kokuyor. Neden bu kadar kaynak, insan, zaman buna ayrılıyor? Bu nasıl Kur’an hizmeti? Hem kızlı-erkekli gençlerin gelip şarkı söylediği bu şey, nasıl bir din gayreti?” Daha soru ağzınızdan çıkmadan bir rüya uçup gelir mektuplarla: “Allah Resulü Türkçe olimpiyatlarına gelmiş!” Şap diye ağzınıza rüya tokatını yapıştırırlar. Daha ne fıkhı hatırlarlar, ne sünneti. “Hakikat mesleğinde rüyalara o kadar itimat edilmez” de diyemezsiniz, fıkıhta rüyaların delil sayılmadığını da.

Daha da fenası; ehl-i iman arasında beddualaşmak gibi elim bir hadiseyi masaya yatırırsınız. “Bu yanlış birşeydi. Tamam, bir hatadır oldu. Savunulmasın. Özür dilensin!” Aman, aman! Nasıl böyle birşey söylersiniz? Bu ihtarı yapan bir kardeşime, yine camiadan olan kardeşinin dediği gibi: “O beddua, Allah Resulü’nün rüyada emretmesiyle yapılmıştır. Onun emri olduktan sonra, daha nasıl sorgulanır?”

"Ulan ne iş? Din yeniden rüyalarla mı vahyolunuyor!" diye bağırasınız gelir, ama merhametiniz el vermez. Karşınızdaki bir şebperesttir çünkü. Şebpereste hakikat dersi vermek, deveye hendek atlatmaktan zordur.

Camiadaki (veya Hizmet Hareketindeki) kardeşler arasında bu rüya meselesi enteresan bir revaçtadır. “O rüyasında şunu görmüş. Bu rüyasında falancadan emir almış. Zaten büyüğümüz her gece rüyasında onunla beraber. Falanca abiye rüyasında söylemişler. Yeşil kubbeden geliyor tüm haberler…” böyle garip ve korkutucu bir tarık-ı hayalat (hatta mezheb-i hayalat), kendi fıkhını rüyalar üzerinden ufaktan ufaktan kurgulayarak, gelmeye başlamıştır. Türbana füruat dese de güzel anlaşılır, Mavi Marmara’ya tüm ümmeti küstürmek pahasına çirkin baksa da, mümin bir topluluğa beddua sallasa da...

Doğru ya, haberler rüyalardadır. Strateji gündüzleri değil, geceleri fakslanmaktadır. Daha fazlasına ne gerek vardır? Ve şalter kapatılır. Daha da acibi: Ortaokul çağındaki öğrenciler sınavlara çalışmak için abilerin rahle-i tedrisine ilk diz çöktükleri günden itibaren bu rüya tedrisine de başlarlar. Önce abilerin gördüğü rüyalardan bir girizgâh yapılır. Sonra genç sık sık; “Rüyanda filanı gördün mü? Falanı gördün mü?” sorularına muhatap kılınır... Bu tamamen bir zemin çalışmasıdır aslında. Böyle bir zeminde yetişen çocuk, Kur’an’a, sünnete, fıkha, icmaya, kıyasa bakacağına; abisinin, ablasının rüyalarına bakmaya başlar.

Böylece istedikleri evrilmeyi yaşatabilirler onlara. İstedikleri yeni kimliğe sokabilirler. O çocuk, madem dinî emirleri vahiyden değil, rüyadan çıkaracaktır; her türlü kandırılır. Her pozisyona sokulur. Her kimliğe saptırılır. Bir ‘çok kimliklilik’ eğitimi de buradan verilir böylece. Esneme eğitimi, kıvırma eğitimi, emredildiği anda yer ve yörünge değiştirme eğitimi; rüyaya göre şekillenme eğitimi. Fıkıhla, vahiyle, sünnetle sınanmama, hem sınamama eğitimi. Halbuki yine 28. Mektup’ta İmam-ı Rabbanî (k.s.) ne demektedir: “Evliyaya tuzak olan hayaller, ilahî bahçelerin ay yüzlü güzellerinin akisleridir...” Yani bazen tuzak, ay yüzlü güzellerin yüzünde gülümser. Bazen de şeytan sağdan gelir. Kıyamet kopana kadar bu imtihan bitmez. Güneşi seçen yolundan şaşmaz, geceye tapan önünü görmez. Bu, böyledir.



Bitirirken bir not: Daha Bediüzzaman’ın sağlığında, Nur talebeleri mabeynindeki ilk fikir ayrılığı diyebileceğimiz, Hüsrev abinin Latin alfabesi ile Risale basımına karşı verdiği tepkinin de yine bir rüyadan kaynaklanması, rüya meselesindeki endişemize not olarak eklenmeye değer birşeydir.

8 Ocak 2014 Çarşamba

Çok kimlikli olmanın kökenleri 3: Kemiyetin (niceliğin) yükselişi

Bir de, tehdit ederek Allah’ın yolundan O’na iman edenleri çevirmek, Allah’ın yolunu eğri ve çelişkili göstermek üzere her yol üstüne oturmayın. Hatırlayın ki, siz az (ve güçsüz) idiniz de O sizi çoğalttı. Bakın, bozguncuların sonu nasıl oldu!” (Âraf sûresi, 86)

Camia ve onun zihniyet kodları üzerine düşünmeye devam ediyoruz. Madem onlar, çokluklarına güvenerek her yolun üzerine oturdular ve oturdukları her yolu (kamusal/özel her kurumu) tehdit, doğruyu eğri göstermek (cerbeze ve muğalata) gibi şeyler için kullanıyorlar, bozgunculuk yapıyorlar; artık bizim de dilimizin kemiği kırıldı. Yıllardır saklı tuttuğumuz eleştirilerimizi ortaya dökmenin zamanı geldi. Ağzımızı her açtığımızda; "Neyse, hizmetleri de var!" deyip susmamıza neden olan kuvve-i kudsiyeyi arkalarında göremiyoruz artık. Dokunulmazlık kalktı.

Kendi adıma konuşayım: Bundan sonra benden yana atış serbest. Daha beni kimse susturmaya çalışmasın ve susturamaz da. Deneyenin ancak hüznü artar, kalbi kırılır. Çünkü ben bu meseleyi âlem-i İslam'ın bahtına kurulmuş bir kumpasın parçası olarak görüyorum. Bu dakikadan sonra o kumpasın arkasında kimi görsem gırtlağına basacağım. Dostsa, o kendisini sakınsın. Ben sakınamam. Düşmanımla onu ayıramıyorum çünkü. Münafıkane bir fitne var ortada. İçindekiler mümin olsa da, fitnenin ahlakı münafık. Dostu, düşmana karışık.

Madem çokluktan bahisle başladık; o zaman bu yazımızda, 'çok kimlikliliğin' kökenlerinden 'kemiyetin yükselişini' inceleyelim.

Kemiyetin (niceliğin) yükselişi, benim dünyamda, topyekûn ümmetin bir yarasına temas ediyor. Fakat bu yara, camianın yapılanmasına döndüğümüzde daha hazin bir hal alıyor. Zira karşınızdaki yapılanma, Bediüzzaman'ın mesleğinden ve metinlerinden istifadeyle başladığı halde yola, onun tekrar be tekrar altını çizdiği hususu görmezden geliyor: "Kemiyetin, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet, keyfiyete bakar."

Neden mi bunu söylüyorum? Çünkü içlerinde uzun yıllar bulunmuş ve halen de teması olan birisi olarak şunu net görüyorum: Karşınızdaki kitle, onların tuttukları yola dair ne eleştiri yapsanız, ne argüman üretseniz, bunu Kur'anî zeminde burhanlarla/delillerle değil; kendi sayısının çokluğuyla ve bundan kaynaklı bir haklılıkla bastırmaya çalışıyor. Hatta diğer Nur talebesi ekollerinin sayıca, kurumca, kaynakça, paraca, bilmem daha nelerce azlığını, kendisinin onlardan daha iyi hizmet ettiğine delil sayıyor.

Ne zaman bu noktada biraz üzerlerine gitseniz, kendi çokluklarının asabiyetiyle (evet, apaçık asabiyet bu, bir nevi kavmiyetçilik) konuşmaya başlıyorlar. Hatta bizzat en başındakilerin ağızlarından duyduğumuz; stadyumlar doldurmak, bilmem ne kadar okul/kurum sahibi olmak, bilmem ne kadar bir sermayeyi yönetmek diğer ekoller üzerinde hegomonik bir baskının kurulmasına ve bu baskının sürdürülmesinin haklılığına gerekçe sayılıyor.

Aralarında kurdukları cümleler de bundan farklı değil. Mesela; bir tâbinin ihlası ve hizmetteki fazileti, şahsına dair bir meziyette/kemalde/bilgide değil; hizmete kaç kişi kazandırdığıyla ölçülüyor. Kaç gazete abonesi bulunduğu, kaç burs getirildiği, kaç kurban derisi ve himmet toplandığı, bu gibi şeyler hep aralarında yarışılan şeyler. (Bunlar için fişlemeleri bile var.) Hep kemiyete dair şeyler. Keyfiyet ise, hak getire. Keyfiyet ölüyor zaten bu kadar kemiyet konuşulurken. Daha çok insan kazanma hırsı bir program gibi yükleniyor tâbilere. Fakat şu ıskalanıyor: Böylesine hırsla daha çok insan kazanmak demek, her insana/fikre göre esnemek, o insanlar sayısınca yeni yeni kimlikler kurgulamak demek. Hepsine göre bir dil konuşmak ve biraz hepsine hak vermek demek. Çünkü keyfiyet (nitelik) dik duruşu sağlayan şey, nicelik değil.

Sırf birkaç kişiyi daha kazanabilmek için, birkaç burs daha toplayabilmek için, birkaç abone daha tavlayabilmek için ülkücünün yanında ülkücü, Atatürkçünün yanında Atatürkçü, Alevinin yanında Alevi, liberalin yanında liberal olunuyor. Sonuçsa şu: 5. Şua'nın yazarı Bediüzzaman'ın yolunu takip ederek yola çıkan bir cemaat, en nihayet 10 Kasım'da "Olmasaydın, olmazdık!" ilanı alabilecek esnekliğe ulaşabiliyor. Eskişehir Mahkemesi'nde ölümü pahasına tesettürü savunan Said Nursî'nin "Başörtüsü füruattır!" diyebilecek mirasçıları türeyebiliyor. Bütün bunlar oluyor, evet, daha fazlası da oluyor; siz de "Hizmetleri de var!" avuntusuyla susuyorsunuz.

Halbuki ne size tasladıkları sayısal üstünlükte ne de bunun için esnemelerinde hak var. Çünkü Bediüzzaman bizzat Ene Risalesi'nde söylüyor "Galip olan haklıdır" düsturunun felsefenin haksız bir kaidesi olduğunu. Galibiyetten haklılık çıkaranlar Kur'an'ın yolunu takip etmiyorlar. "Bizim cemaatimiz daha kalabalık akıllım. Çokluğuz biz. Çünkü Allah bizi destekliyor. Doğru yolda olan biziz. Seçilmiş olanlar da biz!" avuntusu, Kur'an mesleğinde beş para anlam ifade etmiyor.

Mesela kıssa-yı Kur'aniye, zahiren kazananlar olarak görünseler bile, hiçbir kâfir güruhunun haklılığını beyan etmiyor. Aksine; zahiren kaybedenler olsalar bile müminleri övüyor. Demiyor; "Akıbet galip gelenlerindir." Diyor; "Akıbet takva sahiplerinindir." Süreci sağ salim atlatmayı öğütlüyor her zaman. Sonuçları elde etmeyi değil. Sonuçlar Onun takdiri çünkü. Hikmetine binaen verir veya vermez. Ama galibiyete göre de akıbet belirlemez. Sen keyfiyetin galibiyetine konsantre ol, kemiyetin galibiyetine aldanma. "Çendan, şeytan yüzünden ekser insanlar dalâlete giderler. Fakat ehemmiyet ve kıymet, ekseriyetle keyfiyete bakar; kemiyete az bakar veya bakmaz."

Ve yine ümmet, galip gelmesine rağmen atanmış Yezid'i haklı bulmuyor, onun arkasında Allah'ın inayet elini görmüyor. Aksine; mağlup olmasına rağmen zahiren, icma elini seçimle gelen Hz. Hüseyin'in bağrına basıyor. "Sen haklıydın ey şerif, fakat sana haksızlık ettiler!" diyor. Çünkü biliyor, bu dava çok kimliklilerin, esneyenlerin, atanmaktan üstünlük devşirenlerin, sayıca çokluklarına güvenerek kazanabilecekleri bir dava değildir. Bu dava öyle bir davadır ki; "Kıymet kemiyette değil, keyfiyettedir. Bazan bir halis ve fedakar talebe, bine mukabildir."

Ve yine ne güzel söylüyor, Eddifa gazetesinde İsa Abdülkadir yıllar önce: "Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. 'Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız. Onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar' diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakiki ihlası taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar."

Şimdi sen söyle ey camiadaki kardeşim: Kaç milyon olduğun, gazetenin abonesini bilmem kaç yaptığın, kaç okula/kuruma sahip olduğun, kaç lirayı ve kaç kişiyi yönettiğin senin ihlasına delil mi? Buradan bir asabiyet çıkarmak, övünmek, Risale mesleğinde gitmek mi?

Unutma ki, Karun'u da şımartan kendisinden sandığı mal artımıydı. Salebe'yi de şaşırtan koyunlarının sayısıydı. Koyunlarının sayısı artmakla, rızayı kazandın mı sandın? Sınanmazsın mı sandın? Heyhat, sen de Salebe gibisin. Rakamlara güvendin de ümmetle beraber namaz kılmayı bıraktın. Kaç hadise oldu, İslam cemaatini terk ettin. Sırtını döndün, destek vermedin. Siyaset dedin, reel politik dedin, uluslararası dengeler dedin, kimliklerini çoğalttın, esnedin; en sonunda safını bozdun. Bunlar dönüp seni bulmaz mı sandın? Sor bakalım kendine: Şimdi neden bu kadar yalnızsın?

3 Ocak 2014 Cuma

Çok kimlikli olmanın kökenleri 2: İstiğna mesleğinden uzaklaşma

De ki: Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Kendiliğimden bir şey iddia eden kimselerden de değilim.” (Sâd sûresi, 86)

Bir önceki yazımda, Risale mesleğinde yaşanan bir sapmanın, yani ‘kurumların kutsallaşmasının’ camiadaki kardeşlerimizin dünyasında ne gibi kırılmalara neden olduğunu göstermeye çalışmıştım. Bu kırılmalardan bence en büyüğü, yazıda da altını çizdiğim üzere, tek kimlilikten çok kimlikliliğe geçişti. Yani duruşu belli, elinden ve dilinden herkesin emin olduğu bir müslüman profilinden; çeşitli dengeler ve tedbirler gözetilmek için duruşu belirsizleştirilmiş, bu belirsizlik bir ahlak haline getirilmiş, elinden ve dilinden artık emin olunamayan (dolayısıyla taklitçi) sorunlu bir müslüman profiline geçişti bu. (Bazıları alınsa da böyle söylemeye mecburum. Zaten başımıza ne geldiyse bu idare edelim politikasından geldi.)

Bunu, bireysel, malum ve meşhur günahlar mabeyninde konuşmuyorum; bunlar zaten sınırları belirgin ve kardeşlerimizin de takvalarından emin olduğum noktalardır. Fakat konjonktür içinde, sıkıntılı dönemlerde, bir müslümandan beklenen dik duruşun, maalesef, ‘sonuçlara ulaşmak için süreçte kimi tavizler verilebilir’ mantığıyla içselleştirildiği görüyorum. (Eleştirilerim de doğal olarak bu yöne dairdir ve yalnızca camiaya dair değildir. Fakat konjonktür onları merkeze almamı gerektiriyor.)

Evet, kurumların kutsallaştırılması çerçevesinde, aracın amaç haline gelmesi ve araç için amaçtan tavizler verilmesi noktasında sorunu anlattım. Şimdi de başka bir eksen kaymasından hareketle anlatacağım: Bediüzzaman’ın ‘istiğna mesleğinden’ uzaklaşılması.

Peki, istiğna mesleği ne demek? Bunu, isterseniz külliyattan bir bölüm okuyarak anlayalım: “Eski Said'in çocukluk zamanından beri hem kendisi, hem babası fakir oldukları halde, başkalarının sadaka ve hediyelerini almadığının ve alamadığının ve şiddetli muhtaç olduğu halde hediyeleri mukabilsiz kabul etmediğinin ve Kürdistan âdeti talebelerin tayinatı ahalinin evlerinden verildiği ve zekâtla masrafları yapıldığı halde, Said hiçbir vakit tayin almaya gitmediğinin ve zekâtı dahi bilerek almadığının bir hikmeti, şimdi kat'î kanaatimle şudur ki: Âhir ömrümde Risale-i Nur gibi sırf imanî ve uhrevî bir hizmet-i kudsiyeyi dünyaya âlet etmemek ve menâfi-i şahsiyeye vesile yapmamak için, o makbul âdete ve o zararsız seciyeye karşı bana bir nefret ve bir kaçınmak ve şiddet-i fakr ve zarureti kabul edip elini insanlara açmamak hâleti verilmişti ki, Risale-i Nur'un hakikî bir kuvveti olan hakikî ihlâs kırılmasın.”

Bediüzzaman’ın hayatını okuyanlar bilirler ki; kendisi sadaka ve zekat türünden yardımları kabul etmediği gibi, talebelerinin almasına da razı olmamıştır. Bunu yaparken gözettiği hassasiyetin, aslında yukarıda altını çizdiği ‘ihlas’ meselesiyle alakalı olduğu kadar, öncesinde zikrettiği ‘dünyaya alet etmemek’ ile de alakalı olduğunu düşünüyorum. Zira her kim ki, birilerinden yardım alıyor veyahut kendini böylesi yardımlar toplamaya mecbur biliyor; o zaman giderek daha fazla bükülmeye, alet olmaya mecbur oluyor. Bence Bediüzzaman, biraz da bu bükülmenin yaşanmaması, ihlastan taviz verilmemesi için kendisi ve talebeleri adına böyle bir ‘istiğna mesleğini’ oluşturmaya çalışıyor.

Kendim de yıllarca devam ettiğimden bilirim: Bir camia takipçisinin, klasik Nur talebesinden en büyük nüansı; himmet toplamak konusundaki gayretidir. Ben, iki kimlik arasındaki en keskin geçişin bu noktada olduğunu düşünüyorum. Bir tarafta ihlasına zarar gelmesin diye insanlardan dünyevi birşey talep etmeyen Bediüzzaman ve onun öğretisinden alınan ders vardır; diğer tarafta ise, iyi bir niyetle dahi olsa, camiası adına daha çok şeye sahip olmak, daha çok kişiyi kazanmak, daha çok kişiye hizmet vermek adına himmet toplantıları düzenleyenler, kurban derisi toplamaya çalışanlar, gazetelerine veya dergilerine sürekli abone bulma yarışı içine girenler vardır. Bunların tamamen yanlış olduğunu söylemiyorum. Sadece Bediüzzaman’ın ‘istiğna mesleğinde’ gözetilmesi gereken dengelerin yeterince gözetilmediğini ve bu yüzden kimlik kırılmalarının kaçınılmaz olduğunu belirtmek istiyorum.

“Bu neden bükülmeye sebep olsun ki?” diyebilirsiniz. Haklısınız. Ama o gençlerden istenen maalesef süreç boyunca izzetli bir duruş değil, bilakis sonuç. Verilen limitler de var mesela onlara: “Şu kadar kurban derisi toplayacaksınız, bundan aşağısı olmasın!” veya “Şu kadar abone bulacaksınız, bundan geride kalmayın!” şeklinde. Böyle limitleri doldurmak zorunda kalan insanların bükülmesi, istekte bulundukları insanlar karşısında kimliklerinden taviz vermek zorunda kalması kaçınılmazdır. Çünkü, hadisin ihbarıyla, veren elin alan elden psikolojik/sosyolojik üstün bir tarafı mutlaka vardır. Ancak anlattığınız şey karşısında insanlardan birşey istememelisiniz ki; bu, davanızı bükmek zorunda kalmayışınızı netice versin. Peygamberlerin, Kur’an’da geçen ahlakı budur.

Bir zamanlar faize karşı en hassas kesimi oluşturduklarını düşündüğüm camianın bugün gazetelerine tam sayfa banka reklamı alabilmesi; bir zamanlar margarin yemekten tâbilerini neredeyse men eden aynı grubun bugün böylesi ürünlerin reklamlarından hiç kaçmaması; bir zamanlar tesettür meselesine en hassas tavırları sergilediğini düşündüğüm aynı insanların bugün kanallarında epey bir bu takvayı aşmış olmaları; bir zamanlar, Mustafa Kemal karşısında duruşu gayet net olan Bediüzzaman’ı takip ediyor olduklarını söyledikleri halde, gazetelerine 10 Kasım’da “Olmasaydın olmazdık!” ilanı alacak kadar enteresan şeyler yapmaları sanıyorum bükülme ile kastettiğimi anlatmaya yeter.

Artık faize karşı iki duruşu olan, helal gıda konusunda iki duruşu olan, tesettür meselesinde iki duruşu olan, darbeler konusunda iki duruşu olan, Mustafa Kemal konusunda iki duruşu olan, yani ‘çok kimlikli’ bir hale yolculuktur onlarınki. Kimlikleri çok olduğundan kullanılmaları da kolaylaşır. Yukarından gelen her yeni pozisyon bildirimine göre, bir kimliği bırakıp diğerine geçebilirler. Nitekim, elinden ve dilinden emin olunamamakla kastettiğim de budur. İdeolojinin belirsizleşmesi, davanın ilkesel değil taklitsel ve taktiksel olması; liderciliği doğurur. Liderin aldığı pozisyona göre pozisyon almak, herhalde Bediüzzaman’ın ‘birer Said olmasını’ istemekle Nur talebelerinden beklediği şey değildir. Çünkü oluşan şey, dört elif, yani 1111 değil, 1000’dir. Baştaki bir de sıfırlayınca, kaç haneli olursa olsun, sıfıra karşılık gelen bir rakam, ancak o kadar...

1 Ocak 2014 Çarşamba

Çok kimlikli olmanın kökenleri 1: Kurumların kutsallaşması...

"(...) siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakiki dindar, müttaki olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı asli siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebei hükmüne geçer." Bediüzzaman Said Nursî

Erdoğan, Hocaefendi'nin, bir din âlimi olarak siyasetin içindeki garip pozisyonunu eleştirmek için şu hadis-i şerifi seçti: "Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir." Kendisi mi seçti, yoksa bilen birisinden tavsiye mi aldı, bilinmez; ama bence yapılabilecek en sağlam seçim de buydu. Zira hakikaten 'ideal mümin karakteri' ile 'camianın temsil ettiği mümin tipi' arasında, tam da hadisin altını çizdiği tarzda, bir uyum problemi var. Bir tarafta 'tek kimliklilik' diye tesmiye edeceğim 'belirgin bir duruş' beklenirken müminlerden; diğer tarafta, emredildiği anda pozisyon değiştirmeye eğimli/eğitimli ve değiştirdiği her pozisyonda da fanatiklik derecesine çıkabilen bir mümin tipi var. Buna da yazı içinde, olumsuz bir mana yükleyerek, 'çok kimliklilik' diyeceğim.

Öncelikle; bu problemin kökenlerine gidelim istiyorum. Çünkü bu kökenler, bir müminin böylesi esnemeli bir duruşu nasıl içselleştirdiğinin açıklamasını da içeriyor. Bence bunlardan birincisi; bir manevî öğreti olan İslam'ın 'kurumların/maddenin İslam'ına' dönüşmesi problemi. Yani İslam'ın daha iyi öğretilmesi amacıyla kurulanların, daha sonra gerektiğinde onlar için İslam'dan fedakârlık yapılabilecek değerde kutsallaştırılması.

Bu, sadece camianın değil; bu tarz kurumsallaşmaya, yani bir nevi dünyevileşmeye kendini mecbur bilmiş bütün cemaatlerin problemi. Tebliğ kalitesini, takipçilerinin sayısında arayan her cemaat, bu imtihanla karşı karşıya. Hizmet Hareketi ise sürecin en çok mağduriyetini yaşayanlardan. Hareketin, daha geniş kitlelere ulaşmak adına daha çok kurum sahibi olmaya, abone sayısı arttırmaya, kalabalıklar toplamaya kendini mecbur bilmesi ve bunu tek başarı ölçüsü gibi ufkuna asması, daha sonra bu kurumların tehlikeye düştüğü dönemlerde onlar adına temel öğretilerinden taviz vermesi sonucunu doğuruyor.

Bunu en çok darbe dönemlerinde en üst düzeyde verdikleri beyanatlarda görüyoruz. (Gerçi kendi içlerinde; "Abiler yaptıysa bir bildikleri vardır" şeklinde anlamlandırıyorlar, fakat yine de bu duruşlarının camianın tarihsel kimliğine çizikler olarak kaydedildiği muhakkak. Hafızası sağlam olanlar bunları unutmuyor.)

Kurumların kutsallaşmasıyla gelen bükülmeler, o kurumların sayısı ve dünya coğrafyasına dağılımıyla da yakından ilintili. Örneğin; eğer dünyanın dörtbir yanında kurumları olan bir hareketseniz, o vakit, küresel gücü elinde bulunduran lobileri de karşınıza almaya cesaret edemezsiniz. Çünkü onlardan her biri, bir kere parmağını şıklatınca ondan, yirmiden fazla okulunuzun, kurumunuzun kapanmasını sağlayabilir. (Yakın örneğini Rusya'da yaşadık.)

Hal böyle olunca, gözetmeniz gereken denge miktarı da artıyor. Yalnızca kendi hükümetinizin suyuna gitmek zorunda kalmıyorsunuz; dünyanın güç odaklarının da dümenine uygun hareket etmek, en azından öfkelerini çekmekten çekinir hale gelmek sizde bir tabiat haline geliyor. Bunun da örneklerini, Mavi Marmara olayı ile münasebettar beyanlarda gördük. Farklı örnekleri de var, ama yazıyı uzatacaktır. Yalnız şu kadarına işaret edeyim: Camiaya bağlı medya organlarından, birkaç yıldır yoğun bir şekilde, Türkiye'nin dış siyaseti hakkında yapılan eleştirilerin bununla bağlantılı olduğu kanaatindeyim.

Birkaç kökene daha işaret edecektim, ama yazı uzuyor. Diğerlerini erteleyerek çok kimliklilik dediğim soruna geçeyim: Çok kimliklilik, camianın bu uluslararası ve ulusal bazda denge siyasetinin bir parçası veya sonucu bence. Yani camia, kendisini o kadar çok başlık altında sunuyor ki; tam olarak ne olduğunu kimse bilmiyor. Teşhis edilemediğinden, engel de olunamıyor. (Not: Vaktiyle NT'ler de her ilde farklı isimlerde açılırlardı ki, teşhis edilemesinler. Dersaneleri de yine böyle bir sistemde, her bölgede farklı isimdedir.) Hatta bu durum ulusal bazda son yıllarda 'isimlendirmeler' boyutuna da sıçramış durumda. Gerek Ekrem Dumanlı'nın cemaati yeterli görmeyerek koyduğu camia ismi, gerek Hüseyin Gülerce'nin bunu da yeterli görmeyerek koyduğu Hizmet Hareketi ismi, camianın ilk kullandığı isimler değil. Daha evvel de Gülen Hareketi, Gönüllüler Hareketi, Sevgi Hareketi vs. şeklinde birçok isim belirlemişlerdi. Ve dönem dönem bunları kullandılar.

Bunun yanısıra bu isim merkezli tartışmalar esnasında, bunların arkaplanında ne oldukları üzerine de birçok tartışma oldu. Hüseyin Gülerce, bir yazısında kendilerini 'insanî bir hareket' olarak tarif ettiği halde, daha sonra eleştirileri 'dinî bir harekete bu tarz eleştiriler yapılmaması gerektiği' şeklinde uyarılar yaparak absorbe etti. Yine dönem dönem camia içinde yazarlardan bir kısmı, kendilerini dinî ve siyasetsiz bir hareket olarak tarif ederken, diğer bir kısmı sivil toplum örgütü olduklarını ve bu nedenle siyasete karışmaya hakları olduğunu söyledi.

Tabanda da camianın duruşu kararsız. Kendisini Bediüzzaman takipçisi Nur talebesi olarak gören de var, (geçen bir okurumun yaptığı gibi) "Nurcu olmak zorunda mıyız?" diye itiraz eden de. Ülkücü olan da var, liberalliğe yakın olan da. Bunlar elbette bir açıdan zenginlik, fakat kötü olan şu: Bunların tamamı fili tarif eden adamlar gibi, camianın tamamının böyle olduğunu ve asıl ideolojilerinin bu olduğunu düşünüyor. Anadolu'da bir ev imamı kendilerini emperyalizmin düşmanı ve âlem-i İslam'ın esaretten kurtulmasına vesile olarak görürken, daha üst kesimden birisi Amerikan ruhanileriyle ittifak halinde bir İslam hareketi olduklarını söylüyor. Daha başka bir yerde sadece bir sevgi hareketi oldukları konuşuluyor. Daha başka bir yerde daha başka...

Tam bir belirsizlik. Tam bir elinden ve dilinden emin olamama hali. Eğer her cemaatin bir şahs-ı manevisi varsa, ki vardır; bu cemaatin şahs-ı manevisinin gerçekten eli, dili, aklı başka başka şeyler söyleyip duruyor.

Bir noktadan sonra bu durum içselleştiriliyor da. Camianın her bireyi, kendilerine kim gülücük gösterse (İslam'a verdiği zararları unutup) ona muhabbet gösterecek, hatta elinde şefaat hakkı olsa, ona şefaaat edecek bir şekle geliyor. İki yıl önce muhabbetinden duvarları yıktıkları, oy sandıklarının başında nöbet tuttukları bir iktidarı, sırf bir kurumlarına zarar veriyor diye âlem-i İslam'a faydalarını ayaklarının altına alarak Firavun, Karun ilan edebiliyor. Bütün bunlar işte benim kasettiğim çok kimliklilik probleminin içinde. Gülen Hareketinin, camianın, cemaatin, Hizmet Hareketinin, Gönüllüler Hareketinin veya artık ismi her neyse, o hareketin ne olduğunu tam olarak tâbileri de bilmiyorlar. O kadar çok farklı dil, metot ve beyan var ki; akıllarına mukayyet olmalarının tek yolu, bölge abisi/imamı ne derse onu yapmak. Kendi şalterlerini kapamak.

Örneğin; bir Allahın kulu sormuyor, 80'lerde Batıyı sokmadığı çukur olmayan, kitaplarında ağır Batı eleştirisi yapan Hocaefendi; 90'larda neden hiç Batı eleştirisi yapmıyor? Neden birden diyalog coşkusu geçiriyor? Hükümetin 2000'lerdeki açılım gündemi oluşuncaya kadar Kürtlerin haklarına dair, Kürtçenin meşruiyetine dair tek beyanını duymadığım Hocaefendi, neden birden bütün eserlerini Kürtçeye çevirmeye başlıyor? Hatta mazide cemevlerinin varlığına çok da sıcak bakmadıklarını bildiğim camia, neden şimdi cami ve cemevi projesini gündeme getiren oluyor? Bu evrilmeler, kırılmalar, değişmelerin bir ilkesel açıklaması var mı?

Ben camiayı bu yönüyle en çok matruşkaya benzetiyorum. Her katmanda sizi farklı bir yüzle karşılayan bir matruşkaya. Fakat bu, kesinlikle bir dinî cemaatin (eğer hâlâ öylelerse) ilkeli duruşunun örneği değil. Bu duruş, daha çok siyasi bir hareketin hareket tarzı. Onlarda görsek, tasvip etmesek de, yadırgamayız. Onlardan müttakilik beklemiyoruz zaten. Ama camiada görünce yadırgıyoruz. Başbakan da bu yüzden yadırgıyor. Sık sık siyasi içerikli demeçler veren, ülkesinin başbakanıyla siyasi bir lider gibi polemiğe giren, yolsuzluk operasyonunun tarafıymış gibi savaşan, kimin kaseti çıksa mutlaka dönüp dolaşıp mevzu ona da uzanan bir din âlimi. Kabul edelim, biz böyle âlimler görmeye alışık değiliz. (Not: Bu çok kimlilik sorununu birkaç yazıda daha teşhis etmeye çalışacağım. Bunu bir başlangıç kabul edin.)

29 Aralık 2013 Pazar

Camia bektaşiliğine reddiyemdir

Ben bu beddua meselesine neden taktım? Çünkü oradan bir zihniyet probleminin ucunu yakaladığımızı düşünüyorum. Eğer bu beddua meselesinde, camiacı kardeşler meşrulaştırma yoluna girmeyip "Evet, Hocaefendi bunu yaptı, ama yanlış yaptı. Bir an sinirle oldu herhalde. Biz de tasvip etmiyoruz!" deselerdi hiç peşine düşmeyecektim. Fakat öyle olmadı. Her yerde çarşaf çarşaf paylaşıp bir de peşine sürü sürü kendi aminlerini taktılar. Hatta bırakın 'hata' olarak görmeyi, hata diyenleri bile dokuz köyden kovacak bir şekle getirdiler. Bir de ayetten, hadisten zor tevillere giriştiler. Ben müslümansam, hukuk-u İslamı, hukuk-u Resulullahı bu yanlışlığa karşı müdafaa etmem gerekir. Zerrece geri adım atmam. Çünkü "Şimdi sen ne ile emrolunuyorsan (kafalarını çatlatırcasına) apaçık bildir!" ayeti, pes etmeyi değil, hakta sebat etmeyi emrediyor. Ben de sebat edeceğim.

Bir insanın ahlakı istisnalardan değil, geneldeki tavrından/duruşundan anlaşılır. Bir dinin aşıladığı ahlak da yine istisnaların ahlakı değil, hayata bakışının ahlakıdır. Bu yönüyle sanıyorum herkes İslam'ın da bir lanet/beddua dini olmadığını takdir eder. Buna bağlı olarak Allah Resulünün ahlakı da (haşa, yüzbin defa haşa) bir lanetçi ahlakı değildir. Yani Allah Resulü, ümmetine bir miras olarak lanetçiliği bırakmamıştır. Aksine; azıcık İslam'dan nasibi olan bilir ki; kendine kötülük edene dahi mümkün mertebe iyilik etmek, hoşgörüyle bakmak bu dinin emridir. Yine Bediüzzaman'ın lanet bahsindeki ifadesini alıntılayacağım buraya: "(...) zem ve lanet ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar amel-i salihte dahil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena... " Yani Kur'an'ın kulluk anlayışının iki temel rüknü olan takva ve amel-i salih eksenlerinde, hangisinden bakarsanız bakın, lanet tehlikeli ve olumsuz bir iştir. Ne takvaya katkısı olur ne de amel-i salihten sayılır.

Hal böyleyken ve İslamın bu noktada duruşu gayet açıkken, hâlâ kurtuluş kapısı aramak, iyi niyetin değil, olsa olsa meczupluğun delili sayılabilir. O kadar insanı etrafına toplayıp gayet kontrollü ve iradî bir şekilde 'yuvaları bozulsun, evlerine ateşler düşsün' gibi genellemelere sahip; (varsa eğer) suçluyu, yakınındaki masumlardan ayıramayan (öyle ya, o yuva kuş yuvası değil herhalde, insanlar beraber yaşıyor orada) bir bedduayı etmek, onlara amin dedirdiği yetmiyormuş gibi daha binlerce insana video paylaşımı yaparak çarşaf çarşaf amin dedirmek, bu vatanda bir acayip fitne ateşi tutuşturmak, nasıl iyi anlaşılabilir ve buna nasıl cevaz aranabilir? Camiadaki kardeşlerime soruyorum. Ellerini Hocaefendi kasetlerinin üzerine değil, vicdanlarına koysunlar; beş dakika onu hayallerindeki makamdan indirip normal bir insan olarak düşünsünler de cevap versinler.

Bir de şimdi Bediüzzaman'ın hayatındaki iki hadiseden hareketle bu tevbeler edilesi hareketi meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Onlardan birisi; ne mal olduğu belli bir valiye zulmünün tazkiyatından, çektiği acıdan ettiği, hedefi belli ve hiçbir masumu mağdur etmeyen ve etmeyecek bir beddua; diğeri ise, Meşihat dairesi yangınına tevafuk etmekle bahsettiği, yine içeriğinde ne olduğu bilinmeyen ve imanım var ki, kesinlikle masumların dahlolmadığı, lafzında da bu hassasiyetin gözetildiği ikinci bir âh hadisesi. Bu iki hadiseyi alıyorlar, esnetiyorlar da esnetiyorlar, kendilerine çıkış kapısı buluyorlar.

Efendiler, tekrar soruyorum: Bu insanın ahlakı istisnalarından mı çıkarılır, yoksa genel uygulamalarından mı? Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamın ziyade şefkatinden, oğlu ashabından olduğu için ona muhabbetinden bir münafığın cenaze namazını kıldırdığı rivayet olunur. Fakat 'münafık namazı kılmak' diye bir sünnet var mıdır? Eğer sünnet-i Resulullah ile bu beddua bahsine cevaz arıyorsanız, gayretiniz boşa. Resulullah bu ümmete, hayatından binler hadise şahit ki, bir lanetçi olarak gelmemiştir. Taif'te taşlandığında bile müşriklerin soylarından gelebilecek müslümanlar/masumlar için endişe etmiş, azap istememiştir.

Şimdi siz karşımıza geçmiş, işte kesin bir adres vermedi, eğer ile söyledi, o yüzden birşeycik olmaz diyorsunuz. Ben de diyorum ki: Bilakis, adres vermediğinden bu beddua daha tehlikeli oluyor. Bugün bu yolsuzluk meselesinin perde arkasında uluslararası dolaplar dönmediğini kim söyleyebilir? Mevcut İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Turan Çolakkadı'dan tutun ta kimlere kadar herkes bu fikirde. Aklı başında kime gitseniz, böyle düşünüyor zaten.

Geçtiğimiz gün havaalanındaki karşılamadaydım mesela. Orada nereden baksanız onbinler vardı. Hepsi böyle düşünüyordu. Ne oluyor o zaman? Soruyorum size: Bu beddua ne oluyor? Hukuk içre meseleleri böyle vaizlerimizi çıkarıp lanetleşerek mi konuşmaya başlayacağız; yoksa asıl mesleği hukukçuluk olanlar, bu dalda ehl-i ihtisas olanlar mı çıkıp konuşacak? Nereye gidiyor bu mevzu?

Madem Ali Osman Şimşek, külliyattan alıntı yapmış. Biz de biraz alıntı yapalım da, Bediüzzaman'ın bedduaya karşısındaki duruşu daha net ortaya çıksın. Çünkü farkettim ki, bu abiler Risale okudukları halde, Risalelerin men ettiği bir bektaşilik yapıyorlar. "Bu insaflı mahkemenin müsellem insaflarına elbette yakıştırmayız. Hatta (temsilde hata olmasın) bir Bektaşiye 'Niçin namaz kılmıyorsun?' demişler. O da 'Kur'ân'da 'Namaza yaklaşmayın!' var...' demiş. Ona demişler: 'Bunun arkasını, yani 'Sarhoş olduğunuz zaman...'ı da oku!' denildiğinde, 'Ben hafız değilim' demiş olması kabilinden, Risale-i Nur'un bir cümlesini tutup o cümleyi tâdil ve neticeyi beyan eden âhirini almayarak aleyhimizde verilmektedir."

Ben de bu 'ahirini almayarak aleyhimizde vermek' meselesi üzerine şimdi Üstadımı müdafaa ediyorum. Buyrun abiler, ahirini de okuyun:

"...Beşincisi: Benim ve Risale-i Nur'un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat itibarıyla, bir mâsuma zarar gelmemek için, bana zulmeden cânilere, değil ilişmek, belki beddua ile de mukabele edemiyorum. Hattâ en şiddetli bir garazla bana zulmeden bazı fâsık, belki dinsiz zâlimlere hiddet ettiğim halde, değil maddî, belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat men ediyor. Çünkü o zâlim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar bîçarelere veya evlâdı gibi mâsumlara maddî zarar gelmemek için, o dört beş mâsumların hatırına binaen o zâlim gaddara ilişmiyorum. Bazan da hakkımı helâl ediyorum..." (Şualar)

“Bugünlerde, Risale-i Nur'a suikast edenlerin ve sizlere sıkıntı verenlerin haklarında, bana verdiği bir hiddet neticesinde bedduaya teşebbüs ettim. Birden Isparta'ya kıyamadım. Kaç defadır niyet ettim, Isparta'daki iyilerin yüzünden suikastçılar kurtuldular. Kıyamadım, beddua yerine "Yâ Rab, madem Isparta, Risale-i Nur'un bir Medresetü'z-Zehrâsıdır, sen oradaki fena memurları dahi ıslah eyle ve hüsn-ü âkıbet ver" diye dua eyledim ve ediyorum.” (Kastamonu Lahikası)

“(...) Saniyen: O vâiz ve âlim zâta benim tarafımdan selam söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını, başım üstüne kabul ediyorum. Sizler de, o zâtı ve onun gibileri münakaşa ve münazaraya sevk etmeyiniz. Hatta tecavüz edilse de bedduayla da mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü, daha müthiş düşman ve yılanlar var...” (Kastamonu Lahikası)

“(...)İmanı kuvvetli bir zabıta veya adliye memurunun, on adam kadar millete ve vatana faydası olabilir. Onun için, maddi zayiatımız, bu manevi faydaya nisbeten hiç ehemmiyeti yok. Münasip gelse, benim tarafımdan da Emniyet Müdürü ve Müdde-i Umumiye selam edip deyiniz ki: "Ben onlara beddua değil, bilakis dua ediyorum ki: Ya Rabbi! Onlara iman-ı kamil ve hüsn-ü hatime ver ve Nurlardan müstefid yap..." (Emirdağ Lahikası)

"(...) Hattâ bir mahkemede yanlış muhbirlerin ve casusların evhamlarıyla bizi, yetmiş kişiyi mahkûm etmek için su-i fehmiyle, dikkatsizliğiyle Risale-i Nur'un bazı kısımlarına yanlış mânâ vererek seksen yanlışla beni mahkûm etmeye çalıştığı halde, mahkemelerde ispat edildiği gibi, en ziyade hücuma mâruz bir kardeşiniz, mahpus iken pencereden o müdde-i umumînin üç yaşındaki çocuğunu gördü, sordu. Dediler: 'Bu müdde-i umumînin kızıdır.' O mâsumun hâtırı için o müddeîye beddua etmedi. Belki onun verdiği zahmetler, o Risale-i Nur'un, o mucize-i mâneviyenin intişarına, ilânına bir vesile olduğu için rahmetlere inkılâp etti.” (Emirdağ Lahikası)

"(...) Sizler de, o zatı ve onun gibileri münakaşaya ve münazaraya sevk etmeyiniz; hatta tecavüz edilse de, beddua ile de mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem îmanı var, o noktada kardeşimizdir, bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü, daha şiddetli düşmanlar ve yılanlar var. Elimizde nur var, topuz yok. Nur incitmez, ışığıyla okşar...” (Tarihçe-i Hayat)

7 Aralık 2013 Cumartesi

Dersaneler kapatılırken sen, sen değilsin

Yıllar önce, eşi yazar olan bir albayla muhabbetimiz olmuştu. (Kendisi şimdi emeklidir. Belki böyle bir yazıda ismi de anılsın istemez, anmayacağım.) O zamanlar ben henüz askerliğimi yapmadığımdan, kendisine zorunlu askerliğin kaldırılabilme ihtimalini sormuştum. Gülümseyerek şöyle cevap vermişti: "Bu ülkede zorunlu askerliğin kalkmasını önce ordu istemez. Neden biliyor musun? Çünkü orada sana birşey yapıyor. Seni üniforma baskısıyla tanıştırıyor. İstersen milletvekili, kaymakam, başbakan ol. Orada, o kamuflajı giyince artık onların kölesisin. İsterse; istikamet verir, yerlerde süründürür, tuvalet temizletir, botlarını boyatır, küfür eder... Ne dilerse, onu yapar. İçselleştirirsin. Sana o üniforma baskısını/korkusunu öğretecek ki; ileride darbe yaparsa, karşı koymaya filan çalışma. Zorunlu askerlik bir beyin yıkamadır aslında, bir endoktrinasyon şeklidir. Bu yüzden ordu, kaldırılmasına izin vermez."

O muhabbetin üzerinden yıllar geçti. Bugün bambaşka tartışmalar içindeyiz. Dersaneleri konuşuyoruz mesela. Kaldırılmalarını veya yollarına devam etmelerini. Bazılarımız, çok ateşli bir şekilde devam etmesi gerektiğini savunuyorlar. Hatta neredeyse dersaneye dair herşeyi kutsuyorlar. Bir kısmı insaflı, can yakmadan konuşuyor. Ama bir kısmı var, şeddat. Sırf dersanelere yan gözle baktı diye, dün kardeşim dediğini sırat köprüsü üzerinde tekmeleyip cehenneme atabilir. Eğer siz de nur talebeliğinin hakkını vermeye çalışan birisiyseniz, tarafsız kalamıyorsunuz. Size yüzlercesi tarafından söylenen; "İktidar yalakası! Güce tapan! Çakma nurcu!" gibi yaftalamaları kenara itiyor ve dine birçok hizmeti geçmiş, ülkenin demokratikleşmesinde büyük payı olan bir başbakanı/hükümeti savunuyorsunuz.

Konuşan konuşsun, durduğu yerden emin olan gerilemez. Ben de dersane konusunda kimden taraf durduğumu sosyalmecralarda yeterince gösterdim sanırım. Fakat bugün, özelde dersane meselesinin, genelde cemaat/camia'nın işleyişinin Risale-i Nur mesleğinden bir farkı üzerine konuşmak istiyorum. Bu mesele bence çok önemli bir meseledir. Zira yetişen 'ideal mümin' tipinin her yerini saran bir kanserin sebebidir. Tesbitimi şu şekilde özetliyorum: İzzetsiz İslamiyet.

Bediüzzaman'ın hayatını az/çok okuyanlar bilirler: Bediüzzaman'ın bütün hayatı izzetin cisimleşmiş şekli gibidir. Medreselerde yaşadığı olaylardan tutun, Miran Reisi Mustafa Paşa'ya kafa tutmasına; Zaptıye Nazırı Şefik Paşa'ya posta koymasından tutun, Rus komutanın önünde ayağa kalkmamasına (ve oradan cumhuriyet devrinde Mustafa Kemal ve benzeri karakterlere karşı ortaya koyduğu duruşa) kadar onun hayatının tarifi; tam bir izzettir. Bediüzzaman, İslama ve müslümanlara yapılanlara karşı 'şiddetsiz bir izzetle' direnmiştir. Onun müsbet hareketinin tarifi de budur bence: Şiddetsiz ama izzetli bir direniş.

Yeni Said döneminde de bu duruşundan taviz vermez. Yüzdeyüz mahvolacağı ihtimaliyle yargılandığı Eskişehir Mahkemesinde ateşli bir şekilde tesettürü savunur. Savunmalarında asla geri adım atmaz. Sünnetten olduğu halde, sarığını asla başından çıkarmaz ve bu noktadaki tehditlere aldırmaz. Sabık devrin idarecilerine tavrını 5. Şua gibi eserlerle apaçık ortaya koyar.

Ama bunların ötesinde, bir noktada daha duruşu harikadır Bediüzzaman'ın. İstiğna mesleğini, ayet-i kerimedeki ifadeyle 'ümmetlerinden ücret istemeyen peygamberlerin' bir mesleği olarak kendine emanet bırakılmış görür. Hayatı boyunca, parasal yardımları kabul etmez. Çok az yer, çok az şeye ihtiyaç duyarak yaşar. Arttırabildikleriyle talebelerine tayınat dağıtır. Ama buna rağmen talebelerini birilerinden yardım istemeye, para dilenmeye, birşeyler toplamaya gönderdiği vaki değildir. Onların da istiğna mesleğiyle yaşamaya devam etmelerini ister.

Bediüzzaman öyle harika bir müslüman tablosu çizer ki, bu şekilde; hâzâ izzettir onun duruşu. Dünya onun elini, kolunu çevirip bükemez. Dünya ile işi minimum seviyededir. Kutsamaz onu. Amaca ulaşmak için zaruriyat haline getirmez. "Akıbet takva sahiplerinindir"den mülhem, süreç müslümanıdır Bediüzzaman. Sonuçların Allah'ın takdiri dairesinde gerçekleşeceğini bilir. Bu yüzden sırf sonuçlara çabuk ulaşayım diye süreçler boyunca eğilip bükülmez. Ne bileyim, işte mesela "Başörtüsü füruattandır" demez Eskişehir Mahkemesinde. İdam edilme ihtimaline karşı savunur onu. Çünkü süreci takvayla atlatmaktır onun düşüncesi. Takvayla sürecin hakkı verildikten sonra, varsın sonuç ele geçmesindir. Asıl akıbet, ahirettedir.

Burada bir nefes alalım. Size kendime dair birşey anlatayım: Ben, Fen Lisesi'ni, camia/cemaat'teki abiler sayesinde kazandım. O zaman bizim ilçeye gelen iki abi vardı. Nazım ve Savaş abiler. İlçemizdeki öğrenci yurdunda bizi sınava hazırlarlardı. Sınavı kazandım. Lisede de epey süre içlerindeydim. Habil ve Adem abileri anımsıyorum isim olarak. Daha nicelerini tanıdım. Hatta bir ara beni Hocaefendi'nin yanına göndermeye karar vermişlerdi. (Adem abinin lise binamıza kadar gelip bana bunu teklif ettiğini hatırlıyorum. Ben seçilmişim. Ama gitmedim.) Bilmiyorum niye? Büyük potansiyel mi görmüşlerdi bende? Neyse, olmadığını daha sonra gösterdim zaten.

Kurban derisi topladım. Zaman gazetesine abone bulma uğraşı içine girdim cami önlerinde. Yurtta saatlerce bulaşık yıkadığımı da hatırlarım. Yerleri süpürdüğümü de. Hatta tadilatı sırasında, inşaatında yardımcı olduğumu da. Bütün bunları yaptım. Fakat o günlerde bana en zor gelen; omuzumda birşeyler taşımak ve çalışmaktan ziyade; insanlardan birşeyler istemekti. Mesela kurban derisi toplamak. Mesela abone dilenmek. Dilenmek dememi mazur görün, ama çok can sıkıcı birşeydi.

Sonra dersaneye de takıldım bir dönem. Baktım ki, eğer parasal durumunuz iyi değilse, yani gariban bir aileden geliyorsanız, oralarda tutunmanın yolu abilerin emir-komuta zincirine girmektir. Yat deyince yatmak, kalk deyince kalkmaktır. Böylece dersanede idare edilirsiniz, indirim veya bursu kazanırsınız. Ama bu burs kesinlikle bedava değildir. Karşılığında onlara tüm mesainizi verirsiniz okul dışındaki. Yapılabilecek her işte sizi de kullanırlar. Siz onlara taze güç kaynağı olursunuz, onlar da size üniversiteyi kazandırırlar.

Bu sırada epey bir şekle girmiş olursunuz. Kurban derisi toplamaya çalışırken kurban kesenleri ikna etmek için taklalar atarsınız. Zaman gazetesine abone bulayım derken yine öyle. Burs ararsınız yakınlarınızda. Himmet toplantılarına bağışçı kazandırmaya çalışırsınız. Sohbete daha çok adam getirmeye gayret edersiniz. Abilerle ilişkiniz de 'itaat' eksenlidir. Ve bu sıkça sınanır. Mesela bir keresinde sabah namazından da önce top oynamaya çağrılırsınız. (Ben yaşadım.) Bir keresinde sırf abi öyle emretti diye yorgansız, döşeksiz; bir battaniye ile zeminde yatmanız istenir. (Ben yaşadım.) Bir keresinde abi sizi evden kovar ve kovunca gittiğiniz için size kızar. (Ben yaşadım.) Çünkü ışık evler, o kovsa bile terkedilmeyecek yerdir.

Namazlarınızı çizelge yapar verirsiniz. Tesbihatınızın hesabını verirsiniz. Kulluğunuz abilerin kontrolü altındadır. Her hafta okuduğunuz Hocafendi kitabının sayfa sayısını rapor edersiniz. Abilerin istemediği kitapları okuyamazsınız. İstemedikleri şeyleri izleyemezsiniz. İsterlerse, isimlerinizi değiştirirler, ailelerinizin bile telefonlarına çıkmazsınız. Abiler size bir üniversite kazandıracak ve orada barınma imkanı sağlayacaklar diye resmen her şekle girersiniz. Dilenirsiniz, öyle/böyle yaparlar onların istediği şekilde yön değiştirirsiniz. Önceki abi ile sonraki abiniz farklı düşünür bir meselede, hemen düşünmeden esnersiniz. Evlerde korkmayı da öğretiler size. Tedbir yapmayı, özgüvensiz ve izzetsiz olmak seviyesinde âdet edinirsiniz. Utanırsınız kimliğinizden neredeyse. Sonra 2008 yılında elinde Risale, otobüste açıktan okuyan birisini "Kardeşim, yanlış yapıyorsun, tedbire uygun değil" diye uyarmak gereği duyarsınız. (Ben yaşadım.)

Yani tam anlamıyla plastik top olursunuz. Bir istişare kararı gelir saldırırsınız birşeye. Başka bir istişare kararı gelir saldırırsınız öbür şeye. Kendiniz sorgulamazsınız. Sorgulayanı sevmezler zaten. Çok soru soran, itiraz eden makbul değildir. Bediüzzaman hasbelkader düşmüş olsa o dersaneye, medreselerde yaşadığı sorunların bin beterini yaşaması işten bile değildir.

İyi şeyler olmuyor mudur? Mutlaka oluyordur. Ama diğer taraftan, izzetli müslüman duruşundan verilen korkunç tavizler de vardır. Küçük ölçekte insanların önünde dilenci ve takiyyeci konumuna gelirsiniz; büyük ölçekte küresel zemindeki hizmetler sekteye uğramasın diye katmerli zalimlerin zalimlerini yüzlerine haykıramazsınız. (Mavi Marmara'ya eyvallah edersiniz mesela.) İzzet uçar gider böylece. Geriye korku kalır. Grup psikolojisi kalır. Abilerin işaretleri kalır. Hocaefendi'nin kerametleri kalır. Onu o kadar yüceltirsiniz ki, o hatasızdır. Hatasız olmasını da dilersiniz içinizden. Çünkü o esnemeleri, rüküşlükleri, izzetsizlikleri, hızlı fikir değişikliklerini, ezilmeyi başka türlü kendinize, vicdanınıza anlatamazsınız. O hatasız olmalıdır ki, yaşamınız tümüyle hata olmasın.

Borçlanırsınız böylece sürekli. Zaten hizmetin/camianın/cemaatin adam kazanma şekli, Bediüzzaman'ın mesleğinde olduğu gibi ikna değildir. Böyle kazanılmış insan belki yüzbinde birdir. Genelde fakir fukara çocuklarını, ama yetenekli çocuklarını, borçlandırarak kazanırlar. Size, siz istemediğiniz halde, o kadar çok iyilik yaparlar ki; artık o iyiliklerin esiri olursunuz. Sonra da bu esaretiniz tam olduysa, yününüzü kırpmaya başlarlar. Nereye giderseniz gidin, hangi mevkide çalışırsanız çalışın, o borç hep sırtınızdadır. Abilere konumuza göre tekmil vermeye devam edersiniz. (MİT krizi biraz bununla alakalıydı.) Çünkü cemaatle ayrı düşmek, size cehenneme gitmekle eş gösterilmiştir. Daireden atılanlara kurtuluş kapısı yoktur. Daire dışında İslam da kalamazsınız. Zaten onların ilişki ağında varsanız, var olamazsınız artık. Bitirirler sizi. Bir banlanırsanız, kimse sizinle iş yapmaz olur. Bu borçlandırmanın üzerine ilave edilmiş ikinci yönetim şekli, yani korkudur.

Neyse, özetle şunu diyecektim aslında: Bugün Erdoğan neden dersaneleri kapatmak istiyor? Bence bunun Erdoğan'ın ve Hocaefendi'nin temsil ettiği müslüman profilleriyle büyük bağlantısı var. Bir tarafta Bediüzzaman gibi bükülmeyi sevmeyen ve zor zamanlarda dik durduğuna âlem şahit bir siyasi karakter; diğer tarafta sınandığı vakitlerde söyleminde büyük açıklar vermiş, ama bunun cemaat içinde dile getirilmesi ve kabullenilmesi yasak bir kanaat önderi. İzzetsiz İslam ve İzzetli İslam. Elbet bir gün içlerinde farkı ortaya koyacaklardı. Sanıyorum bütün bu tartışmaların ötesinde ve içerisinde bu var. İki tarafın da İslam olduğu üzerine hemfikirim. Fakat ne yalan söyleyeyim, ben Bediüzzaman'ı biraz da eğilmediği için seviyorum. Zor zamanlarda bükülmediği için. Oyumu yine Erdoğan'a vereceğim. Kanaat-i şahsiyemdir. Kimseyi bağlamaz. Bu arada, baştaki ordu ve mecburi askerlik örneğimi yazının geri kalanında bir yere koyabildiniz mi?

22 Şubat 2012 Çarşamba

Cemaat neden yetmiyor ki?

Evet, bir önceki yazımda Ekrem Dumanlı’nın camia ve cemaat karşılaştırmasını haddim olmayarak bir nebze eleştirdim. Eleştirdim, çünkü o yazı sadece beni değil, birçok kişiyi incitti. İncinenlerin yüreğine bir ses olmak lazımdı, haddim değildi ama, kalemim döndüğünce olmaya çalıştım. Olmaya çalıştım, zira yürekte kalan isyan, hakkı olan sesi bulamadığında, münafık bir düşmanlığa döner. Ben kalbimde kalmasın, hem münafık da olmasın, ortaya çıksın istedim. Sürç-ü lisan ettiysek affola... Fakat ne yalan söyleyeyim, eleştirilerle yerimden pek kımıldayasım yok, yazmaya devam edeceğim. Yazmaya devam edeceğim, zira başımıza ne geliyorsa zaten bu insaflı eleştiri eksikliğinden geliyor. İnsaflı eleştiriyi yapmayınca, insafsız düşmanlıklar onun yerini alıyor.

Şimdi, Ekrem Dumanlı’nın yaptığı hatayı öncelikle sadece Ekrem Dumanlı’nın yaptığı bir hata olarak görmediğimi ifade etmek istiyorum. Eğer bu hatayı sadece Ekrem Dumanlı’nın hatası olarak görmeye çalışırsak, ona da bir insafsızlık etmiş oluruz. Bu, Nur cemaatinin Hocaefendi ekolünde bazı bazı nükseden bir arızanın yeni bir tecellisiydi, o kadar... Bu arıza kelimesini de sanmayın mahza olumsuz bir karşılıkla kullanıyorum. Benim arızadan kastettiğim aslında bir kararsızlık noktası. Yani bir belirsizlik... Nerede ve hangi noktada durduğunu belirleyememe, bir esneklik, bir oynaklık. Kelimeleri kötü anlamayın lütfen, ben sadece düşüncemi sizin zihinlerinizde daha net ifade etmeye çalışıyorum.

Öncelikle; sanıyorum Hocaefendi ekolünden hiçkimse hizmetlerinin başlangıç noktasından buraya varmasında Risale-i Nur öğretisinin katkılarını inkâr edemez. Ki inkâr etseler bile bizzat Fethullah Gülen Hocaefendi’nin hayatı yüzlerine birer tokat olur. Her bir hutbesi, vaazı, konuşması enselerine şamar olur. Hocaefendi zaten kendisi de hatıralarında Risale-i Nur’un ona neler kazandırdığını tekrar tekrar anlatır, övgüyle beyan eder. Hatta değişik yörelerde başlattığı hizmetin temel taşlarında bile yine o yörelerde daha önce hizmetleri başlatmış ağabeylerinin ayağının tozu, gözlerinin nuru, ellerinin emeği vardır. Üzerine bastığı, onlardan kalan ayak izleri vardır.

Haydi bunları geçelim, Hocaefendi’nin yazdığı eserler aslında nedir? Risale-i Nur’un bazı kısımlarının şerhinden ve yorumlanmasından ibaret değil midir? Mesela Sonsuz Nur serisi, içinde tevafuk eden onlarca örnekle Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’ne işaret etmez midir? Asrın Getirdiği Tereddütler serisi mesela... Onların her bir sorusu, her bir soruya verilmiş her bir cevabı yine büyük büyük ölçüde Risale-i Nur’dan alınmış şeyler değil midir? Kaldı ki, Hocaefendi’nin Bamteli sohbetlerini dinlerken dahi bir insan onun cümlelerinin içinden “İşte bak, bu Risale-i Nur’un şurasında geçiyor. İşte bak, bak; şu cümle de şurada! İşte bak, bu tespiti de şuradan almış” diyebilir. (Nur’dan metinlere aşina olan herkes söyler bunu...) Hal böyleyken Nur talebeliğinin Hocaefendi ekolünü Nur talebeliğinin dışında görmek, ona karşı da bir haksızlık, bir incitme değil midir? Hem değil yalnızca bizler, dış dünyadan Türkiye’ye bakanlar dahi onu böyle tarif eder. Mesela tarihçi Eric Jan Zürcher bile Modernleşen Türkiye’nin Tarihi kitabında onu “Nurculuğun ilerici bir ekolü” olarak vasıflandırır.

Bu hal böyleyken ve böyle olduğunu da herkes bilirken her nedense zaman zaman o ekolün içinden bazı fertlerde Hocaefendi ekolünün tarifini Nur talebeliğinin dışına taşırma, etrafına aşırma gibi bir meyil oluşur. Hatta bazısı özellikle ve özellikle, üstüne basa basa Fethullah Gülen Cemaati veya Fethullah Gülen Hareketi gibi ifadeler kullanır. Yine zaman olur, o ekolden bir kardeşimiz tutar müceddid kavramı üzerinden bir kitap yazarak Hocaefendi’yi de bu asrın müceddidi olarak ilan eder. Sonra biraz eleştiri alınca “yanlış anlaşıldığını” söyleyerek geri çekilir. Bizzat Hocaefendi bile bunu, yani bu eseri eleştirir. Ama o bunu eleştiredursun, alttan alta konuşulmaya devam eder. Kitap satılır, okunur, sohbetlerde bu esas anlatılır.

Ve nihayetinde Ekrem Dumanlı bir yazı kaleme alır; cemaatlerin marjinal gruplar olabileceğini ama camiaların böyle olamayacağını, kendilerinin ise bir camia olduğunu ifade eder. Yine yanlış anlamamaya çalışırsınız, ancak birazcık eleştiri üretirsiniz. Belki bu eleştiri de şunun içindir: “Ağabey, meramınız tam anlaşılmadı. Hem kendilerini Nur cemaati olarak tarif edenler de incindiler marjinal ilan edilmekten. Üzerlerine alındılar. Biraz detaylandırır mısınız? Bakınız, böyle böyle bir durum da var.” Ne yazık ki cevabınız da başkaları tarafından hazırlanmıştır: “Ya kardeşim ne üzerine geliyorsunuz hizmet edenlerin? Ne istiyorsunuz onlardan? Siz yolunuza, biz yolumuza...” Birşey istemiyoruz ki, izah istiyoruz. Hem aynı yolda yürüdüğümüzü sanıyoruz.

Biz elbette onları aynı dairede beraber hizmet ettiğimiz insanlar olarak görüyoruz, görmeyenleri de beğenmiyoruz. Bunu evvelki yazılarımda diler getirdim, okuduysanız. Fakat keşke onlar da ara sıra böyle dışarıya çıkmaya meyletmeseler. Atmaya çalışanların ekmeklerine yağ sürmeseler, malzeme vermeseler... Cemaat ifadesi içinde hepimize yer var. Hem bizde çamur da yok ki, kaçılsın. Bakınız Bediüzzaman’ın şu ifadelerine... Kendisinden başka mülahazalarla uzakta durmaya çalışanları nasıl şefkatle uyarıyor:

“Benim bazı dostlarım, ehl-i dünya bana şüpheli baktıkları için, ehl-i dünyaya hoş görünmek için benden zâhiren teberri ediyorlar, belki tenkit ediyorlar. Halbuki, kurnaz ehl-i dünya, bunların teberrisini ve bana karşı içtinaplarını, o ehl-i dünyaya sadakate değil, belki bir nevi riyaya, vicdansızlığa hamledip o dostlarıma karşı fena nazarla bakıyorlar.

Ben de derim: Ey âhiret dostlarım! Benim Kur’ân’a hizmetkârlığımdan teberri edip kaçmayınız. Çünkü, inşaallah benden size zarar gelmez. Eğer faraza musibet gelse veya bana zulmedilse, siz benden teberriyle kurtulamazsınız. O hal ile, musibete ve tokada daha ziyade istihkak kesb edersiniz. Hem ne var ki evhama düşüyorsunuz?”

İşte biz alınıyorsak, biraz bu endişeyle alınıyoruz. Neden kendinizi cemaat içinde, Nur dairesi içinde tarif etmekten kaçıyorsunuz ki? Neden alınıyor, neyi eksik görüyorsunuz ki? O daire zaten geniştir. Ayrıca camia olmaya gerek yok gibi... Hatta Ekrem Dumanlı’nın saydığı maddelere baksanız, yani bahsettiğin şeyin camia değil cemaat olduğunu sanırsınız. Cemaatin genişliğini anlarsınız. Hatta bakınız yine Mektubat’ta Bediüzzaman dost, kardeş, talebe üçlemesinde Nur dairesini ne kadar da geniş tutuyor:

“İkinci cihet, sırf Kur’ân-ı Hakîmin dellâlı olduğum cihetledir. Bu kapıdan girenleri ale’r-re’si ve’l-ayn kabul ediyorum. Onlar da üç tarzda olur: Ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur.

Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat’iyen Sözlere ve envâr-ı Kur’âniyeye dair olan hizmetimize ciddî taraftar olsun; ve haksızlığa ve bid’alara ve dalâlete kalben taraftar olmasın; kendine de istifadeye çalışsın.

Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî olarak Sözlerin neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını edâ etmek, yedi kebâiri işlememektir.

Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.”

Bakınız burada daire ne kadar da geniş... Hatta dost dairesi öyle geniş ki, kardeş olmada istediği beş farz namazı edâ şartını onlara şart dahi koşmuyor. İmana, Kur’an’a ve ona dair Sözler’e taraftar olmayı yeterli sayıyor. Yalnız “İstifadeye çalışsın” diyor. O daire bu kadar genişken ve sizin de ekolünüz bu denli Risale-i Nur’dan beslenirken, dairedeki sair kardeşlerinizi incitecek, canlarını acıtacak, belki onları beğenmemezlik ima edecek arayışlara girmeseniz, ne güzel olacak... Hem sadeleştirme meselesi de ortada bu kadar çatlak yaratmışken, çatlağa bir balyoz daha indirmeseniz ne iyi olacak... Düşünsenize, sizin içinizden Risale-i Nur çekilip alınsa, geriye ne kalır? Siz içimizden çekilip alınsanız biz ne kadar kalırız? Ekrem Dumanlı’nın yazısından inciniyorsak biz, belki biraz da bu nedenle inciniyoruz. Yoksa Ekrem Dumanlı bizim her vakit ağabeyimiz, kardeşimizdir.

“Benim camiam, senin cemaatini döver...”

Doç. Dr. Ahmet Yıldız, İletişim Yayınları’ndan çıkan “Ne Mutlu Türküm Diyebilene!” isimli kitabında, yakın tarih konuşulurken yaşanan bir kavram karmaşasına dikkatleri çeker. Millet, ümmet ve kavmiyet kavramları ekseninde yaşanan bu karmaşayı anlatan bölüm, zikredilen kelimelerin Kur’an’daki karşılıklarından uzaklaşılmasıyla manaların yerinden nasıl oynatıldığını, bir kelimenin manasını diğerinin nasıl karşılar hale geldiğini göstermektedir. Örneğin; Kur’an’da millet kelimesinin karşılığı “İslam milleti” iken, daha alt (ve ırksal) bir tasnifin karşılığı kavmiyetçiliktir. (Bugünse biz, kavmiyeti millet kelimesiyle karşılamaktayız.) Ümmet kelimesinin karşılığı ise Hz. Peygamberin (a.s.m.) davetine icabet etmişler (ümmet-i icabe) ve hâlâ davet edilenler (ümmet-i dave) olarak bütün insanlığı kapsar. (Fakat biz onun da karşılığını sadece İslam ümmeti olarak kullanmaktayız.)

Bediüzzaman’ın Lemaat isimli eserinde “Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde te­bâ­dül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî...” ifadeleriyle dikkat çektiği bu kavram karmaşası, bazen kasıtlı ve bazen de kasıtsız olarak kelimelerin yerlerinden oynatılmasıyla, birisinin yerine diğerinin kullanılmasıyla gerçekleşir. Zaten alıntıladığımız bölümden hemen önce de Bediüzzaman buna misal olarak; “Ada­let külâhını, zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, is­tibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş...” örneklendirmelerini sunar. Bu örneklerden de anlaşıldığı üzere ahirzaman fitnesinin bir yanını, bu kavram karmaşası (kaymaları) oluşturmaktadır. Yanlış şeylere yanlış namlar takılarak ve bunların gölgesinde bir meşruiyet aranmaktadır.

Zaman gazetesi genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın “Cemaat Değil Camia” başlıklı yazısını okuyunca da her nedense yukarıda alıntıladığım kısımlar geldi aklıma. Sanki o yazıda da kelimelerle oynanarak, kelimelerin altı daha farklı manalarla doldurularak bazı noktalarda meşruiyet (ve belki kurtuluş) kapısı aranıyordu. Belki oradan daha kapsayıcı ve daha üst bir tariflemeye ulaşılmaya çalışılıyordu. Belki daha alt kabul ettiği ve marjinal(!) bulduğu cemaatlerin gılafından kurtularak, kendilerine yönelik son zamanlarda şekillenen eleştirilerden bu şekilde bir sıyrılma endişesi taşıyordu. Elbette de bu yazıdan muradını ancak müellifin kendisi tam olarak bilir. Bizimkisi sadece tahminden ibarettir...

Fakat ben bu noktada (çok da büyük bir müdakkiklik örneği olmamakla birlikte) Ekrem Dumanlı’nın söylediği gibi “ezberci” olmamak için hem camia, hem de cemaat kelimelerinin karşılığını sözlükte aradım. Her zaman işyerimdeki masamda duran Ferit Develioğlu Lügati’nden “camia” ve “cemaat” kelimelerinin karşılığına baktım hemen. Ne tuhaftır ki; bu sözlük, camia kelimesine sadece “topluluk” manasını verirken cemaat kelimesine karşılık olarak da “insan toplulukları” manasını veriyordu. Yani lügate göre de Ekrem Dumanlı’nın tarifi yanlıştı. Camia daha alt, cemaat daha üst bir sınıfı tarif ediyordu lügatte... Belki orada yapılan kelimenin tam anlamıyla “makamlarda becâyiş-i mekânî” idi. Kelimeler yerlerinden oynatılmış, birbirlerinin anlamlarını kuşanmışlardı.

Zaten Metin Karabaşoğlu’nun dün yayınlanan yazısında dikkatleri çektiği hadisin (yetmiş üç fırkayı ve kurtulan tek cemaati anlatan hadisin) içerdiği cemaat ifadesi de sadece marjinal bir grubu değil, bütün grupları kapsayan geniş bir cemaat ifadesini karşılıyordu. (Zaten ehl-i sünnet ve’l-cemaat de bu idi.) Yani bütün bu öğrendiklerime binaen, ezberden konuşan bir başkası değil, Ekrem Dumanlı’nın bizzat kendisi oluyordu. Kelimelerin altını kendisine göre doldurarak, onların tarihsel ve Kur’anî karşılıklarını görmezden gelerek, yeni bir terim icad ediyor ve onunla bir meşruiyet arıyordu.

Meşruiyet aramak kötü değil elbette, son zamanlarda yaşanan tartışmalardan ötürü endişelerini anlıyoruz. Fakat içinden geldikleri ve şimdiye kadar bununla gayet de övündükleri ekole karşı; “Tüh, pis, marjinal!” demeden bunu yapmak, asıl bu önemliydi. Sanıyorum Ekrem Dumanlı, yazısında birtek bunu başaramadı. Belki biraz da bu yüzden bir nebze can yakıcı oldu yazdıkları... Zira biz biliyoruz ki; Ekrem Dumanlı kendilerini nasıl tarif ederse etsin, Nur cemaatinin onların öğretisine katkısı inkâr edilemez. Öteleşmeye çalışsalar da kimse buna inanmaz. Hatta dostlarını geçtim, düşmanları hiç inanmaz. İkinci bir kurnazlık, bir takıyye ararlar bunda. Hasılı; ilk sarsıntıda geçtiğimiz yollardan utanacaksak, biz nasıl dava ehliyiz?

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...