Gülen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gülen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Kasım 2014 Pazar

Güya Allah'ı takdis ederken...5: Biricikleştirme hastalığı

Bu meselede herkes 'bir' yazıyorsa, ben 'beş' yazmaya mecburum. Çünkü bu zatın Kur'an'dan yaptığı tedrisin 'Kur'an'dan oluşuna' hüsnüzan edip Nur talebeleri arasında az reklamını yapmadım. (Hüsnüzan ile aptallık arasında bir ince çizgi var, aşmamak gerek; demek ben beceremedim, aştım.) Ehl-i sünnet ile uyuşmayan görüşlerine şahit olmuyor değildim, ama muhalif fikre hakk-ı hayat vermeden hakikatin hakkının verilebileceğini de sanmıyordum. Kardeş bilip merhametle baktığım için, musavvibe mesleğince 'anlamaya ve tutmaya' veya Bediüzzamanca ifadesiyle 'lütufla ıslahına çalışmaya' taraftardım.

"Nihayetinde ehl-i ilim..." diyordum. Sen delilini gösterirsin, o delilini gösterir; sen yorumunu söylersin, o yorumunu söyler; mesele deliller eşliğinde, değil hisle veya husumetle, ilmî bir surette konuşulur. O, "Ben böyle anlıyorum" der, sen dersin "Bana göre de doğrusu bu" Ya o senin sözüne gelir, ya sen onun sözüne gidersin veya ikiniz de başlarkenki noktalarınızda bitirirsiniz muhabbeti, saygıyla. Bir mümin böyle analizlerden veya tartışmalardan ne kaybeder ki? Çekinmem böyle şeylerden. Fakat bu kadar da hüsnüzanlı olmamak lazımmış. Detaylara ve onların içinde yumurtlananlara dikkat etmek lazımmış. "Şeytan ayrıntıda gizlidir" derler. Hayatta herkesin verdiği bir ders var. İyinin iyiliğinden öğreniyoruz, kötünün kötülüğünden. İslamoğlu'ndan da öyle veya böyle birşeyler öğrenmiş olduk.

Peki, ne değişti? Putuma mı vurdu yani? Bediüzzaman'a laf söyledi diye mi ben böyle karşı cepheye savruldum? Bana şu çok çirkin geliyor aslında: Tamam, ne düşünürsen düşün, ne yorum çıkarmış olursan ol, bunu cerbeze ile karşındakine yutturmaya çalışmayacaksın. Cerbeze nedir? Cerbeze, en özet ifadesiyle; aklın ifratıdır, bütünün içinden bir parçayı kaldırıp şöyle demektir: "Hey, baksana, işte senin bütünün bundan ibaret!" Genellemeler zaten hep böylesi insafsız ve zalimce bir hükmü de içerdiği için hakikat mesleğinde reddedilir.

Bunun "Bütün Kürtler/Türkler şöyle şöyle..."si de insafsızdır, "Kayserililer/Sivaslılar böyle böyle..."si de. Çünkü insan ancak parçalara hâkim olabilir. Aklın ve de nazarın sınırlılığının bir sonucudur bu. Bütün Kürtleri/Türkleri veya bütün Kayserilileri/Sivaslıları tanıman mümkün değildir ki; bir tek insanı veya birkaç insanı tanımakla ve hem onlar hakkında 'onların da bütününü ıskalamış' kanaatler belirtmekle herkese racon kesesin. "Şu şudur, bu budur..." diye insanları sınıflara ayırasın. Bu netlik, bu insanın haddini aşmış 'astığı astık kestiği kestik' hali, bu çok korkutur beni. Bu ümmetin başına her ne bela gelmişse böylesi bir dilden gelmiş diye düşünüyorum. Önce dilde 'astığı astık kestiği kestik' olanlar, sonra bunu dilde bırakmamış; bugün IŞİD'de, geçmişte Haricilikte olduğu gibi hakikaten 'astığı astık, kestiği kestik' bir hal almıştır.

'Anlamaya çalışmak' diye birşey var. İnsanın kalbinden, o kalpteki şefkatten ve muhabbetten haber veren birşey bu. (Bediüzzaman boşuna acz, fakr, şefkat ve tefekkür'de, şefkati tefekkürün önüne koymuyor.) İslamoğlu'nda bu var sanıyordum. Kur'an'dan konuşuyor güya, ama Kur'an'daki şefkatten nasibinin olmadığını anladım ben bu son açıklamalarıyla. Düşünsenize; ne Mevlana Hazretlerinin ne de Bediüzzaman'ın bütün hayatına hâkimsiniz. Ama isimlerinin önündeki şöhret buldukları lakaplara yanlış mana vermekle 'mahviyet ayakları' deyip bütün ahlaklarına bir çamur sürmek niteliği içeren genellemeler yapıyorsunuz. Bunu ancak 'anlamamaya çalışmakla' yapabilirsiniz. Ben bu son beyanıyla bunu anladım işte.

Demek aklında bu çamuru sürmek var. Bu çamuru sürmek aklında olduğu için kelimelerde mecaza müsaade etmediği gibi, farklı yorumlara da kulağını açmıyor. Bu da yetmiyor, attığı çamuru eliyle sıvamak nevinden genellemeler de yapıyor. Düşünün kardeşlerim; bugün İslam tarihinde böylesi lakaplarla anılan kaç manevî önder, kaç âlim, kaç gönül sultanı var? Aziz Mahmud Hüdaî böyle, Mevlana Halid-i Bağdadî böyle, Bediüzzaman-ı Hamedanî böyle, Hacı Bayram-ı Velî böyle. Ya insan azıcık elini kibrinin üzerinden kaldırıp vicdanına koysa der: "Ulan bir tek ben mi müslümanım? Bu kadar insan ve bu kadar müslüman böyle ifadeleri kullanmaktan çekinmemişlerse herhalde bu kelimelerde mecaza müsaade var." Bunu demesi lazım, yoksa aksi düşünce şunu gerektirir: "Bunu söylemek benim/bizim aklımıza geldi. Çünkü bizler de bu ümmetin 'biricikleri'yiz. Hakikati anlamış tek kesimiz, tek müslüman biziz."

Hayır, bir insan en azından kendisiyle çelişkiye düşmemeli. Bir ilim adamının niteliğini bununla anlarsın çünkü. İki cümlesinden birisi diğerini tekzip ediyorsa, ona ilim adamı demezsin. Şimdi ben İslamoğlu'na bakıyorum. Çay TV'deki açıklamalarında sunucunun hatırlattığı "Bediüzzaman'ın 'yazdırıldı' falan gibi ifadeleri var..." beyanına diyor ki: "Onlar tevil edilebilir." İyi de müdakkik hocam, aynı gün matbaadan çıkan kitabında hiç de onları 'tevil edilir' bulmuyorsun? Hatta orada (342. sayfanın dipnotunda) Nurcuların Risale-i Nur'u (hâşâ) 'Kur'an'ın eşiti' gibi gördüğüne karine olarak veriyorsun.

İnsan fikir değiştirir de daha matbaadan yeni çıkmış kitabındaki fikrini kitap eline ulaşmadan değiştirir mi? Madem tevile mecali vardı ve görmedik onu kitabında, demek sen 'anlamaya' değil 'anlamamaya' bakıyorsun. Senin Sünuhat'taki adını söyleyeyim: Sen tam bir tahtiecisin. Tefekküründe şefkat yok. Allah'ı biricikleştirmek davası altında kendini ve kendin gibi olanların yorumunu biricikleştirmeye çalışıyorsun. Mesleğinin şiarı budur, ölene kadar da böyle gezineceksin: "Hak yalnız benim mesleğimdir." Ve bu cümlenin cezası olarak da ümmetin seni yalnız bırakmasına mahkûm olacaksın. Çünkü ümmetin feraset tarihi, kendi parçasını bütün diye dayatanlara ders verme tecrübeleriyle doludur. Dün Gülengiller, bugün sen, aynı savrulmanın iki ucu, aynı hastalığın iki belirtisisiniz aslında: Biricikleştirme hastalığı.



22 Ekim 2014 Çarşamba

Mutlak vekilliğe serzenişler 2: Faziletlerinin mi esiriyiz?

Güzel bir söz, bir affediş, ardından eziyet gelen sadakadan daha hayırlıdır. Sizin bağışlarınıza Allah’ın ihtiyacı yoktur; O kullarına yumuşaklık ve müsamaha ile davranır." Bakara sûresi, 263

Bence ıskalanan birşey: Bediüzzaman sadece bir istibdatla mücadele etmemiştir. İki istibdatı birden karşısına almıştır. Bunlardan birisi, bildiğimiz siyasal istibdattır ve genellikle elinde maddi topuz olanın baskısını ifade eder. Maddi güç/otorite suistimalidir. Fakat ikinci istibdat, gücünü daha manevî kaynaklardan alan, genellikle de dinî referanslarla beslenmiş görünen bir baskılama içerir. İkisinin ortak özelliği; bireyi meşru dairede irade beyan edemez hale getirmesidir. Birisi kolluk kuvvetlerinin korkusuyla yapar bunu, diğeri mistik kuvvetlerinin. Birincisinin örneği çok olduğundan ben doğrudan ikincisine örnek vereceğim. Mesela Münazarat'ta geçen; "Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz..." sualine verdiği cevap, Bediüzzaman'ın bu ikinci istibdata vurduğu bir tokattır: "Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız."

Bu noktada, Bediüzzaman'ın mesleğini tasavvuf ekolüne değil de sahabe ekolüne daha yakın görmesi, yine sahabiler arasındaki eşitler arası dengeye/kardeşliğe duyduğu bir hayranlık ve aynı zamanda tasavvufun hiyerarşik yapısına yaptığı bir eleştiri olarak görülebilir:

"Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder. Pederâne, mürşidâne mesleklerdeki gıptakârâne hırs-ı sevap ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil, ehl-i tarikatin o kadar mühim ve azîm kemâlâtları ve menfaatleri içindeki ihtilâfâtın ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki, onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid'a rüzgârlarına karşı dayanamıyor."

Peki, neden kudsî kuvvetleri bid'a rüzgarlarına karşı dayanamıyor? Ben bu noktada manevî istibdadın 'susturuculuğunu' ana etken olarak görüyorum. Yani toplulukların kaymasını engelleyen şey; içlerinden birilerinin diğerinin yanlışını eleştirebilme ve uyarabilme yeteneğidir. Bir grup aidiyetine sahip olan insanların, eğer bu grup içindeki fertleri iradesizleştiriyorsa, o zaman yalnızca en yukarıdaki aklın yoldan çıkmasıyla hep beraber yoldan çıkmaları mümkün olabilir. Hiyerarşide en yukarıda olan ismin, pederane mürşid tavrıyla; "Ben böyle olmasına hükmettim!" demesi ve evladane takipçilerin; "Efendi böyle buyurdu!" deyip Kur'an ve sünnet mizanlarına vurmadan emirleri içselleştirmesiyle bu kırılma çabuk meydana gelebilir. Halbuki mürşidin 'eşitler arasında birinci' olarak görüldüğü ve doğruluğunun ondan evvel Allah'ın ihsan ettiği diğer mürşidlerle (Kur'an, sünnet, kainat, fıtrat ve vicdan) sınandığı bir düzlemde, mürşid de asıl dengesini bulur.

"Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz."

Bediüzzaman'ın bir mürşid olarak dinleyenlerine karşı tavrı böyledir. Onlarda uyandırmak istediği şey; koşulsuz itaat değil, akıllarını ağalarının ceplerine koymamalarıdır. Bu noktada, Metin Karabaşoğlu abinin Yenişafak gazetesine verdiği 30 Ocak 2014 tarihli röportajda şunları söylemesine şaşırılmamalıdır:

"Kemalist vesayetle Gülenci vesayet arasında tercih yapmak zorunda kalsam, Kemalist vesayeti tercih ederim. Çünkü Kemalist vesayet bana dindar olduğum için baskı uyguluyor. Oysa Gülenci vesayet, kendisinden farklı bir duruş sergilemem dolayısıyla, benim dindarlığımı da sorgulamaya açar, imanımı, itikadımı sorgular."

Bazıları bu beyanı suizanlarıyla suistimal etmeye çalışsa da burada dikkat çekilmeye çalışılan şey açıktır: Kemalist vesayet dindarlar açısından sadece maddi istibdat tehlikesini içerirken; Gülenist vesayet, eğer iktidarı ele geçirirse, iki topuzu birden kullanabilir. Hem maddi istibdat hem manevi istibdadı bir arada uygulayabilir. Bu ise Bediüzzaman'ın toplumdan gidermek için mücadele verdiği öcüleri geri çağırmak olur. İkisinin birden dirilmesi, sadece birinin gelmesinden daha tehlikeli olur elbette. Her eleştirinizde, sanki kendi güvenlik şirketleriymiş gibi, başınızın üstüne 'gayretullahı' kaldıran bu oluşumun eline bir de kolluk kuvvetlerini geçirdiğini düşünün. Korkutuyor olmalı.

Burada bir nefes alalım ve biraz başa dönelim: "Vesayetler nereden besleniyor?" sorusuna bir cevap arayalım. Bence vesayetlerin en çok beslendiği şey Allah'tan gayrısına karşı duyulan korkudur. Bu korku da iki çeşittir. 1) Vereceği zarardan korkma. 2) Faydasını kaybetmekten korkma. Birincisi götürüsüne, ikincisi getirisine bakar. Birincisi kuvve-i gadabiyenin suistimalidir, ikincisi kuvve-i şeheviyenin. Bu noktada maddi vesayet veya istibdat daha çok bu dünyada verebileceği zararlarla korkutur ve kaybettireceği menfaatlerle ürkütür sizi. Ancak manevi istibdat, bu dünyayı da bir tokatlama alanı olarak görmekle birlikte, daha çok ahiretiniz ile korkutur sizi. İradesine boyun eğmezseniz ahirette başınıza gelecek zararlar veya kaçıracağınız faydalar ile büker iradenizi. Maddi vesayet kalbin içini çok sınamazken manevi vesayet sürekli psikolojik bir baskı uygular. Kolluk kuvvetlerinin olmayışını, mistik kuvvetleriyle doldurur. Cennetin yolunu zorlaştırmak, imanı şeyhin/efendinin eteklerine tutunmadan kalpte tutulamayacak birşey gibi göstermek, bireyi üste ihtiyacını daha ziyade hissetmesini sonuç verir. Maddi vesayet aynısını 'muasır medeniyetler seviyesine ulaşmada önderin yolunu takip etmenin zorunluluğu' ile yapmaya çalışır.

Maddi vesayet de kalbin peşini bırakmaz, ama kolluk gücü yetmez olduğunda yapar bunu. Mesela "Atatürk vatanı kurtardı" veya "Atatürk olmasaydı baban kim bilmezdin!" tarzı bir söylem, dolayısıyla Atatürk'e muhtaç olduğunu(!) ihtar etmektir sana. Gülenist vesayet bunu "Hizmetin ekmeğini yediniz. Bu ülkede herkesin kursağında hizmetin ekmeği vardır. Hizmet bu ülkenin dünya çapındaki tek başarısıdır. Gülen bu ülkeye şu kadar hizmet yapmıştır. Hizmet olmasaydı şöyle olurdu, böyle olurdu" tarzı bir borçlandırmayla başarmaya çalışır.

Birinci örnekte borçlanılan Atatürk yerine şimdi Gülen Örgütü (bazen de Gülen'in kendisi) geçmiştir. Ve siz, başta Bediüzzaman'a sorulan soruda olduğu gibi, artık onların faziletlerinin esirisinizdir. Madem şu kadar okulları vardır, madem bu kadar başarılı olmuşlardır, o halde onlar kadar başarılı olmayanlar onlara boyun eğmek zorundadır. Halbuki Bediüzzaman'ın bu gibi manevi istibdatlara yönelik cevabı açıktır: "Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız."

Tam bu noktada biraz daha geriye gidiyorum: Geçtiğimiz ay; "Mutlak Vekillik Eleştirileri 1: Müminler Seçse Daha İyi Olmaz mı?" başlıklı bir yazı yazmıştım. O yazıda Bediüzzaman'ın vekalet anlayışının ardından bir oligarşi bırakmak olamayacağını, zira bu anlayışı kendi metinleriyle bağdaştıramayacağımızı söylemiştim. Vekaleti postnişinlik gibi algılamanın, Nur ekolünü, tasavvuf ekolüne döndürmek tehlikesi içerdiğini belirtmiştim. O yazıma gelen tepkilerden birisi (bir twit) şöyleydi: (@abdullahbarla): "Yazıyı kaleme alan nurlar ıcın çile çekmiş mı bilemiyorum. Ancak biraz cerbezeli ve cüretkar bir yazı yazmış."

Aslında ben bu tepkileri daha evvel Gülenistleri eleştirirken de almıştım. Eleştirebilme hakkının ancak onlar kadar çile çekmeye, hizmet etmeye, okul açmaya, holding sahibi olmaya vs. bağlı olduğunun altını çizen bir yaklaşımdı bu. Bir nevi fazilet esirliği istiyordu benden. Mutlak vekillik eleştirim sonrasında benzer tepkilerin Nurcular içinden de bolca geldiğini görünce şaşırmadım. Zaten bu canavarı besleyen, bizdeki yanlışlar değil miydi? Biz 'mutlak vekilliği' zorlama tevillerle külliyata dayandırıyorduk, Gülen kendi vekilliğini daha mistik öğelere yaslıyordu. Ama sonuçta herkes hiyerarşinin üstünü ve astın suskunluğunu istiyordu, hem de hiyerarşinin olmadığı bir meslekte. Cevabım ise şu: Ardından eziyet gelen sadakalarınız sizin olsun.

13 Ekim 2014 Pazartesi

Güçler ayrılığı, vesayet, tevhid ve şirk üzerine: Devlet nasıl hayatlanır?

- Ha meclis seçmiş, ha millet seçmiş ne fark eder?
- Aynı şey değil. Bir arabanın içindeyiz. Direksiyon sende. Gaz bende. Fren Polat'ta. Bu araba ne tarafa gidecek? Buna kim karar verecek?
- Ne tarafa gidecek?
- Ne tarafa gidecek! Patinaj yapıp duracak!

Kurtlar Vadisi dizisinden, Deli Hikmet ve savcı.



Güçler ayrılığı ilkesi kimileri tarafından ta Aristo'ya kadar götürülüyor. Fakat bildiğimiz şeklini miras aldığımız isimler daha çok Locke ve Montesquieu. Yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrıldığı üç ayaklı düzen Montesquieu'ya ait diye biliyorum ben. Bir açıdan Hristiyan teolojisinin de (teslis) bir etkisi olabilir bunda. (Kainat üç elle yönetiliyorsa, devlet de böyle yönetilir.)

Güçler ayrılığı kötü birşey mi peki? Bence değil. Gücün millet tarafından birilerine tevdi edildiği bir düzende, tevdi edilenlerin birbirini sınayabilecek bir şekilde üçe çıkarılması, sürecin sağlıklı işlemesi açısından kıymetli. Hatta bir açıdan muhalefet partilerinin bile güçler ayrılığı ilkesinin bir yerinde olduğunu düşünüyorum ben. Yönetimde olmasalar da, halkın teveccühünün bir kısmına mazhar olmakla, onlar da aslında devletin bir rüknü ve gücü. Hükümetin işlerinde iskamet üzere olması açısından muhalefetin eleştirisi de kıymetli. Tabii insaflı olursa, vücudun hayatını devam ettirmeye yönelik/yapıcı yapılırsa, çirkefçe saldırılmazsa. Ki biz Türkiye'de daha çok türüne rastlıyoruz.

Fakat bu noktada birşeyin yanlış anlaşıldığı kanaatindeyim. En azından halkımızın bir kısmı tarafından: Güçler ayrılığı ilkesi gereğince paylaşılan bu gücün (yahut daha doğru bir ifadeyle; millet tarafından paylaştırılması gereken bu üç gücün) birbiriyle çatışık ve çelişik olmasını bekliyoruz genelde. Örneğin: Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan'ın hem seçimi öncesinde hem sonrasında yapılan eleştiriler şu zeminde: "Cumhurbaşkanı tarafsız olmalı. Eğer Erdoğan seçilirse, tarafsız olamaz, hükümetin tarafını tutar. Her yaptıklarına onay verir." Hatta geçmiş cumhurbaşkanı Gül'e de, hükümetle uyumlu çalıştığı için, 'noter memuru' diyordu aynı isimler.

Bu noktada anladığım kadarıyla bu insanların cumhurbaşkanlığı makamından bekledikleri şey aslında hükümetin denetlenmesi, sınırlanması. Daha kesif muhalefet yürütenlerin beklentisi ise şu: Cumhurbaşkanının, hükümetin her işinin altına dinamit koyması, uğraştırması, çalışamaz hale getirmesi. Bu eğer idealse, Ecevit'e anayasa kitapçığı fırlatması ile meşhur Sezer'in cumhurbaşkanlığı dönemini iftiharla anmamız lazım. Çünkü en kral cumhurbaşkanlığını o yapmış oldu böylece. Ancak görüyoruz ki; aynı dönem, Türkiye'de siyasetin ve hükümetin çıkmazda olduğu ve vatandaşın en çok sıkıntı çektiği dönem. Sırf o anayasa kitapçığı fırlatılması meselesi yüzünden nasıl bir kriz yaşandığını hatırlayalım. İdealin(!) pek de devlet ve halk selameti açısından sağlıklı durmadığını görüyoruz. Halbuki ideal olan, en sağlıklı olandır.

Bediüzzaman, İşaratü'l-İ'caz isimli eserinde devlete bir 'şahs-ı manevi' diyor. Manevi de olsa, bir vücudu var. Vücut, hayatla ayakta durur. Her nerede olursa olsun, hayat düzendedir. Hayatı karmaşa ile tarif edenlere muhalefet ediyorum bu noktada. Hayat intizamın şiddetlisidir. Kainat ve insan karşılaştırması yaptığı Mektubat isimli eserinde; "Şundaki san'atı bir kitap olarak tezahür etmiş, bundaki sıbğası ise hitap çiçekleri suretinde açmıştır..." derken Bediüzzaman'ın dikkat çekmek istediği de bu gibi geliyor bana. Düzenin şiddetinden sureti değişiyor.

Kur'an, kainat ve insan, üçü de Allah'ın sanatı; fakat çelişik ve çakışık değil, uyumlu parçalar. Sanat ve hayat, bu düzenin, yani bir adım ötesinde uyumun, en girift halidir. Karmaşadan bahsedeceksek bunu tesadüfün omuzlarına değil, akılüstülüğün veya mucizenin (anlamakta veya yapmakta insanı aciz bırakışın) üzerine bina etmeliyiz. Karmaşık, çünkü çözemiyoruz. Ama aslında düzenin şiddetlisi. Şiddet-i zuhurundan çözemiyoruz. Biraz biyoloji, kimya, fizik, tıp bilenler; hayatın nasıl ince dengelerin eseri olduğunu bilirler.

Ali Şeriati, İslam Bilim isimli eserinde, özünde hem tevhidin hem de şirkin sadece inanç değil, aynı zamanda bir varlık algılama biçimi olduğunu söyler. Yani kainata tevhid nazarıyla bakan bir mümin yalnız uyum arar. Çünkü inancı ona der ki: "Bu âlemi yaratan birdir. Bir olduğuna göre parçaların tamamı aynı ustanın elinden çıkmıştır. Aynı ustanın elinden çıkan parçalar birbiriyle uyumsuz olamaz." Ama şirk karmaşaya bir imkan tanır ve der ki: "Eğer kainatta farklı farklı ilahlar ve onların farklı farklı mahlukları varsa, o zaman bu kainatta çakışma ve çelişme olması kaçınılmazdır. İlla birşeyler birbiriyle çatışır. İlla birşeyler birbiriyle uyumsuzluk gösterir."

O nedenle biz müslümanlar müminane bakışın asıl huzur kaynağı olduğunu savunuyoruz. Çünkü kainatta uyumu arıyoruz, karmaşayı değil. "Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ki ona pekçok hayır verilmiştir..." ayetini biraz da böyle anlıyorum ben. Hikmet zaten bu yerliyerindeliğin hem kabulu hem uygulanması değil midir? "Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır" cümlesini hem Ali Şeriati'nin yukarıdaki tesbitiyle hem de bu ayetle birlikte düşünmenizi isterim.

Toparlamaya çalışayım. Bediüzzaman, Risalelerinde, tevhidin sadece (dogmatik) inanılacak birşey değil, kainatın anlaşılması ve anlatılması noktasında da kolaylık vesilesi olduğunu söyler. Tabiat Risalesi'nden tutun Ayetü'l-Kübra'ya, oradan 33. Pencere'ye kadar Risale-i Nur'un en çok öğretmeye çalıştığı (ve başardığı) şeylerden birisi kainatın tevhidle açıklanmasının, şirkle açıklanmasından daha kolay olmasıdır. "Din kolaylıktır" hadis-i şerifine de bir yönüyle dokunan bu tesbitin tekerrürü o kadar çok ve çeşitlidir ki külliyatta, bir tanesini alıp geçeyim:

"Bütün ervâh ve kulûbun dalâletten neş'et eden ızdırâbât ve keşmekeş ve ızdırâbâttan neş'et eden mânevî elemlerden kurtulmaları, birtek Hâlıkı tanımakla olur. Bütün mevcudâtı birtek Sânia vermekle necât buluyorlar. Birtek Allah'ın zikriyle mutmaîn olurlar. Çünkü, hadsiz mevcudât birtek zâta verilmezse, Yirmi İkinci Sözde katî ispat edildiği gibi, o zaman, her birtek şeyi hadsiz esbâba isnad etmek lâzım gelir ki; o halde birtek şeyin vücudu, umum mevcudât kadar müşkül olur.

Çünkü, Allah'a verse, hadsiz eşyayı bir zâta verir. Ona vermezse, herbir şeyi hadsiz esbâba vermek lâzım gelir. O vakit, bir meyve kâinat kadar müşkülât peydâ eder, belki daha ziyâde müşkül olur. Çünkü, nasıl bir nefer yüz muhtelif adamın idaresine verilse, yüz müşkülât olur ve yüz nefer, bir zâbitin idaresine verilse, bir nefer hükmünde kolay olur; öyle de, çok muhtelif esbâbın birtek şeyin icâdında ittifakları, yüz derece müşkülâtlı olur. Ve pekçok eşyanın icâdı, birtek zâta verilse, yüz derece kolay olur."

Bold yaptığım (koyulaştırdığım) kısma dikkat edilirse Bediüzzaman'ın bu tevhid kolaylığını "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur" ayetiyle de bağladığı ve belki o ayetin tefekküründen bu noktaya geldiği anlaşılır. Fakat yalnızca bu değil, örneğin; "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti!" diyen Enbiya 22 de başka bir açıdan (alternatifin imkansızlığı açısından) aynı hakikatin altına mührünü basar. Fakat burada, Bediüzzaman, bir ayete daha atıf yapıyor verdiği misalle. Zümer sûresi, 29: "Allah, çekişip duran birçok ortakların sahip olduğu bir adam (köle) ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir? Hamd Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler." Yalnızca köleyi nefer yapıyor.

Yani nihayetinde tevhid, bunun yönetim biçimi olarak düşünülürse Rububiyet, kainattaki düzeni ve uyumu anlatmakta daha mantıklı (hatta tek mantıklı) yoldur. Allah, nihayetsiz esmasının tecellisi olarak yarattığı kainatı; bu esmayı bir nevi, tabir-i caizse­, çok kusurlu bir benzetme olarak veriyorum bunu, farkındayım; kuvvetler ayrılığı gibi, hatta kuvvetin değil de insandaki algının sınırlılığından kaynaklanan bir ayrılık gibi düşünürsek, insanın nazarında ayrıymış gibi görünen bu kuvvetleri, en nihayet tevhid içinde toplar. İman; birbirinden farklı görünen eşyanın parçalarını, bu farklılığın aslında aynı birin tecellileri olduğunu anlamak ve kabul etmekle olur. Eğer, sınırlılığımızın da payı olan bu farklılıkları farklı ilahlara verirsek, esmayı paylaştırmış oluruz ki, bu da şirktir. Şirk, kainattaki 'farklılıklar içre mükemmel düzeni' açıklayamaz.

Geriye dönelim, en başa hem de. Cumhurbaşkanlığı veya HSYK seçimlerinin öncesinde/sonrasında konuşulan yargının hükümetin güdümüne girmesi ve bunun yanlış olduğu eleştirileri, eğer burada kastedilen şey; yargının da milletin iradesine doğrudan bağlanması ise, haksız eleştirilerdir. Zira işlerin selameti açısından birbirini denetleyebilir, sınırlayabilir kuvvetler ayrılığı işgörür dursa da, son minvalde, cumhuriyet sisteminde, tüm yetkinin sahibi ve paylaştırıcısı millet olduğundan, yine o kuvvetler millet elinde tevhid edilmelidir. Fakat altını çizmek istiyorum: İktidarın elinde değil, milletin elinde. Hükümet/iktidar seçim sistemi dolayısıyla, milletin iradesini en çabuk, en sık yansıttığı ayna olduğundan yetkiyi elinde toplamayı hakeder.

Bundan daha ideali ise, ayrık bu üç gücün de millet tarafından seçilmesidir. Yani ideal devlet, bence, kuvvetler ayrılığına sahip olmakla birlikte, bu ayrılığı son minvalde milletin eline bırakan devlettir. "Yok, millet yalnız hükümeti seçer, ordu başka bir güçtür, yargı başka bir güçtür, cumhurbaşkanlığı başka bir güçtür; hükümet haricindekiler millete sormadan bu devlet gücünü paylaşırlar!" gibi düşünülüyorsa, bu bizi ayet-i kerimenin dikkat çektiği kaosa götürür. Yerde veya gökte ilahların sayısı iki olmayacağı gibi, hiçbir devlet düzeninde otoritenin sayısı iki olmaz, çünkü düzen fesada uğrar. Tıpkı cumhuriyet macerası boyunca sayısız yönetim krizi yaşayan Türkiye'de olduğu gibi.

Ki İslam'ın ideale en yakın devlet düzeni diyebileceğimiz Hulefa-i Raşidin dönemi de, içerdiği halifelik sistemi ile, seçim ve biat usulünü, son minvalde bütün yetkinin halifede toplandığı bir şekilde uygular.[1]

Bu açıdan vesayet ve şirk arasında teolojik olmasa da yönetimbilim anlamında bir benzerlik bulunmaktadır. Şirk nasıl, Allah'ın mülküne varolmayan kurgu ilahlar dahil edip, Onun elinden (haşa) mülkünü gasbetmeye çalışmaktır; vesayet de aynı şekilde, kurgu veya dayatma otoritelerle milletin elinden yönetim ve seçim hakkını çalmaktır.

Mazimiz, hassaten ordu vesayetinin izleriyle dolu. Ancak aslında tüm bu darbelerde son imzayı atan yargıdır. Türkiye, vesayet içinde vesayet bulunan bir sarmaldadır ve bunun son versiyonu da Gülen Örgütüdür. HSYK, MGK veya YÖK gibi kurumlarla milletin iradesine hep fren konulmuştur. Hep yetkisi gaspedilmiştir. Şimdi buna yavaş yavaş "Dur!" demeye başladık. Yetkiyi tevhid etmek en doğrusu millet elinde. Ama bu şu da olmamalı: Millet adına vesayetleri sonlandıran iktidar, iktidar vesayeti de yaratmamalı. Kuvvetler âdil olmalı. Ancak ayrık olmak uyumsuzluğa sebebiyet vermemeli. Yeni anayasa bunu sağlamalı. Şunu da belirtmeliyim: En az korktuğum iktidar vesayeti. Çünkü seçimle yine millete mecbur olduğundan, değiştirmesi en kolayı o. Yeter ki, bütün dizginler 'dokunulmaz' kurumların değil, milletin elinde olsun.






[1] Anısına yazılan bir eserde, M. Kaya Canpolat tarafından, İdris Küçükömer'in de, Asya toplumlarında 'iktidarın bölünmezliği' ilkesine bağlı kalındığını, Batı'da ise 'kuvvetler ayrılığı' savunulduğu için sivil toplumun daha kolay geliştiğini savunduğu aktarılıyor. (Anılar ve Düşünceler, Profil Yayınları, s. 98)

6 Ekim 2014 Pazartesi

FETÖ ‘sırran tenevveret’i nasıl kullandı?

‘Sırran tenevveret’ Kaside-i Celcelutiye'de geçen bir ifade. sorularlarisale.com'da ona şöyle bir anlam veriliyor: "Sırran tenevveret, kelime olarak, gizli aydınlanma ve nurlanma demektir. Risale-i Nur'da sırran tenevveratın manası; müspet hareket, asayişe zarar vermeden, gürültü patırtı çıkartmadan, gösteriş ve nümayişten uzak, devlet ve resmi kurumlarla mümkün mertebe karşı karşıya gelmemek olarak anlayabiliriz."[1]

Risale-i Nur Enstitüsü ise konuyla ilgili bir çalışmasında şöyle demiş: "Sözlükteki anlamıyla; gizlice aydınlanma, nurlanma, fazla ses çıkarmadan çalışma anlamına gelmektedir. Bu terim Risale-i Nur'da iman hizmetini ihlaslı bir şekilde, sessiz ve gösterişsiz yapmak anlamında kullanılmıştır. Gönüllülük üzerine kurulu informal, sivil, yaygın aydınlanma ve aydınlatma biçimidir. Bu modelde maksat, gürültüsüz patırtısız, kimse rahatsız edilmeden, muhtaç gönüllere ulaşmaktır."[2]

Başka tarifler de var. Hepsini buraya alamayacağım. Fakat daha başlarken şunu iddia etmem yerinde olur kanaatindeyim: Bu tariflerin tamamı sıkıntılıdır. Yani bu tarifleri yazanlar, kanaatimce, o an kendilerinin yapmakta oldukları şeyi 'sırran tenevveret' içine yediriyorlar. Yoksa İslamî geleneğin içinde bir 'sırran tenevveret' arıyor değiller. Hatta bu sırrı izah eden çoğu metinde rastladığım şey şu: Sırran tenevveretin ‘bu asra yönelik’ bir hizmet metodu olduğunu söylüyorlar. Acaba? Acaba gerçekten böyle mi? Yoksa biz mi gelenekle yüzleşmek istemiyoruz?

Okumalarımda aradığım şeyse şu: Asr-ı Saadet'ten bugüne kurulacak bir bağlantı, bir hadis-i şerife veyahut Kur'an ayetlerinden birkaçına bir atıf. Bunların hiçbirisi yok. Bediüzzaman'ın müceddidler geleneğinin bir ferdi olduğunu söyleyen nur talebesi araştırmacılarımız, her nedense, ‘sırran tenevverete’ gelince asırperestleşiyorlar. Kavramı İslam geleneğinden koparıp tanımlandırmaya başlıyorlar. Neticesinin hassaten FETÖ’de ne fena olduğunu az sonra izah edeceğim ama öncelikle yukarıdaki tanımları analiz edelim istiyorum:

sorularlarisale'nin tarifinden başlayalım: 'devlet ve resmi kurumlarla mümkün mertebe karşı karşıya gelmemek'i kısmını analiz edelim. “Bediüzzaman'ın hayatına ne kadar uyuyor?” diye soralım. Eski Said'i katsak zaten ortalık karışıyor fakat katmadan bile Yeni Said'in duruşunun 'mümkün mertebe devletle karşıya gelmemek' olduğunu söyleyebilir miyiz?

İrdeleyelim. Örneğin: Sürgünün ilk devrelerinden itibaren karakola gidip isbat-ı vücud etmeyi reddeden bir âlim, kendisine teklif edilen şark umumi vaizliğini karşılığında ödeyeceği bedellere rağmen kabul etmeyen bir mü’min, mahkemelerdeki savunmalarında hiçbir eserinden gram gerilemeyen bir mürşid, acaba hakikaten ‘mümkün mertebe devlet ve resmi kurumlarla karşı karşıya gelmemeye’ mi çalışıyordur? Yoksa yeri geldiğinde bundan çekinmiyor mudur?

Şefkat Tokatları bahsine gidelim mesela. O tokatları yemesinin sebepleri içinde 'kendisine ilişecekleri ihtimaliyle sakındığı zamanları’ da saymıyor mu Bediüzzaman? Ne zaman bu tarz bir çekingenlikte bulunsa başına bir şefkat tokadının geldiğini, yeni bir sürgün veya tutuklamaya maruz kaldığını, fakat aksi yönde cesaretle çalıştığında yolların daha çok açıldığını söylemiyor mu?

Yine sorularlarisale'nin 'gürültü patırtı çıkartmadan, gösteriş ve nümayişten uzak' deyişine Risale-i Nur Enstitüsü'nün 'Bu modelde maksat, gürültüsüz patırtısız, kimse rahatsız edilmeden muhtaç gönüllere ulaşmaktır'ıyla birlikte ilişmek istiyorum. İki şekilde ilişeceğim: 1) Nurculuk geleneğinde bu tanımın ne kadar hakkının verildiğiyle. 2) Bediüzzaman'ın hakikaten 'gürültüsüz patırtısız' mı bu iman hizmetini yaptığıyla. Öncelikle şunu soralım:

‘Gürültü-patırtı’dan maksat ‘umumun dikkatini çekecek etkinlikler/eylemler’ ise hakikaten Nurcular umumun dikkatinin çekmeden mi tebliğ yapıyorlar? Sempozyumları, çalıştayları, seminerleri, mevlüdleri ve daha bunlar gibi pekçok mübarek faaliyeti beraberimize alıp düşünelim. Şu an biz tam olarak neredeyiz bakalım. Nurcular, bu faaliyetleri yaparken umumun nazarını çekebilmeyi mi kıymetli buluyorlar, yoksa “Aman gürültü patırtı olmasın!” deyip gizli gizli mi toplanıyorlar? Ve akabindeki soru: Eğer niyet 'umumun nazarını çekmek' değilse böyle organizasyonlar neden yapılıyor? Bu kadar büyük masraflar ve ilanatlar neden göze alınıyor? 'Sessiz ve gösterişsiz' ilkesi böylelikle bozulmuyor mu?

İkincisine gelirsem: Hakikaten Bediüzzaman umumun nazarını eserlerine celbetmeyi istemiyor mu? Örneğin: Lahikalar'da veyahut başka yerlerde mahkemelerin böyle bir hikmetinin/faydasının olduğunu söylemiyor mu? Ehl-i vukufun, vekillerin veya daha başka devlet yetkililerinin Risaleleri okumasına vesile olmasını sağladığı için yargılama süreçlerinden razı olduğunu belirtmiyor mu? Buradaki gürültüsüz patırtısızlık eğer belirgin bir eylem türünü kastetmiyorsa o vakit mahkemeye çıkmak, savunma yapmak veya onu da geçelim, ömrünün ahirine doğru arabayla Türkiye'yi dolaşmak da bir gürültü patırtı değil mi?

Üstelik hakkında konuştuğumuz kişi sürekli Türkiye'nin gündeminde olan birisi. O dönemde gazetelerde Bediüzzaman'a ne kadar yer verildiğini görebilmek için Abdülkadir Selvi'nin Ateşten Yıllar'ını okumanızı tavsiye ederim. Neredeyse günübirlik manşet olan, başyazarların yazılarını ona hasrettiği, her hareketi haber yapılan bir isim. Bu da bir tür dikkat çekmek değil mi? Bediüzzaman bundan sakınıyor mu? Yoksa seyahatleriyle daha fazla kapısını mı aralıyor? Soralım.

En nihayet şuraya geleceğim: Bence Bediüzzaman'ın vefatından sonra ‘sırran tenevveret’ gibi kavramların içeriği yeniden şekillenmiştir. Kur'an'daki, sünnetteki, ehl-i sünnet çizgisindeki, Risale-i Nur'daki ve Bediüzzaman'ın hayatındaki karşılıkları aranmak yerine, o an hangi tanım iş görüyorsa, o yerine konmak suretiyle yola devam edilmiştir. Bir ‘sorun çözücü’ muamelesi görmüş yani ‘sırran tenevveret.’ Örneğin: Mısır'daki darbeye karşı girişilen küresel Rabia hareketi bile bu tanıma bakarsanız 'sırran tenevveret' manasına uymamaktadır. Hatta Nurcular dahi twitter’daki tt çabalarıyla bu ilkeden dışarı çıkmaktadırlar.

Peki ‘sırran tenevveret’ nedir? Tam bir tanım söyleyemem ama şunu hatırlamanın faydalı olacağına inanırım: İlk yılı çok az, altı yılı biraz daha fazla, hicretle beraber artan ve asıl inkişafıysa Hudeybiye sulhüyle olan bir çizgide yayılıyor İslam. Peki bundan ne çıkarılmalı? İlk altı yıl için ‘başarısız’ mı denmeli? Aksine, o ilk altı yıl olmasa, sonraki bu devasa adımlar atılamazdı. Çünkü o ilk altı yıl bir tür kök salma dönemiydi. İslam'ın, Aleyhissalatuvesselamdan sonra, en ihlaslı, istikametli, gayretli savunucuları o ilk altı yılın içinde yetişenlerdi. Vefatından sonra da yine en önde onları görüyoruz İslam'ı omuzlamakta.

Bu noktadan baktığımızda, evet, Aleyhissalatuvesselamın tebliğe başladığı anda katlanarak artan bir ümmeti yok. Bir gürültüsüzlük patırtısızlıktan bahsedeceksek işte bu da bir tür gürültüsüzlük patırtısızlık. Çabaları değil meyveleri itibariyle gürültüsüzlük patırtısızlık. Peki Allah Resulü dikkat çekmeye çalışmıyor muydu? Elbette çalışıyordu. Akrabalarını toplayıp hepsini birden hidayete çağırabiliyordu mesela. Panayırları gezebiliyordu. Ama Allah onun hidayet ağacını birden inkişaf ettirmedi. Önce iyi yükselecek ağacın köküne güç verdi. Az gelişti fidan ama o sırada toprağın altında büyüyordu aslında. Kök kıvamını bulunca boyu patladı. Dünyanın dört bir yanına dallarını saldı.

İşte bence sırran tenevveret budur: Ağacın kök salma dönemidir. Saklanmayı kastetmez. Dikkat çekmemeyi de. İnkişafın patlayarak olmamasını kasteder. Tedricen gelişimin ismidir. Hemen ele geçmeyen sonuca karşı sabrını korumaktır. Gürültü çıkarmamak bir yanıysa da bunda tutumu kesinlikle gizlilik değildir: "Kardeşlerim, bu geniş hücum, Risale-i Nur'un fütuhatına karşıdır. Fakat anladılar ki, Nurlara iliştikçe daha ziyade parlar, ders dairesi genişlenip ehemmiyet kesbeder ve mağlûp olmaz. Yalnız sırran tenevveret perdesi altına girer."

Hatta, ne yalan söyleyeyim, çabuk patlayan hareketlerden de korkarım ben. İçi çürük olur öyle şeylerin. FETÖ de böyleydi bence. Hırsla patladı. Fakat bu patlama öyle köksüzdü ki ayakta duramıyordu. Küresel güçlere yaslanma ihtiyacı duyuyordu. Sürekli esniyor, savruluyor, değişiyordu. Sonunda da toprağını terketti.

Hatta Gülen bir Bamteli'nde (Bayrama Hasret Asırlar ve Yumruklandıkça Güçlenen Bahadırlar) sırran tenevvereti “küresel güçleri karşısına almadan Filistin'e yardım etme” olarak bile yorumlayabiliyordu. Bundan da ötede, yıllardır sürdürdüğü gizli yapılanmayı da, çizgisinde yaşadığı esnemeleri de hep böylesi bir 'sırran tenevveret' içinde zeminlendiriyordu. FETÖ için sırran tenevveret Bediüzzaman'ın izzetli duruşu değil devletin içine sızabilmek için yürütülen bir casusluk faaliyeti gibiydi. Şiiliğin takıyyesini alıp onu sırran tenevveretin içine doldurmuştu. Dönüştürmüştü. Tebliği izzetinden arındırmıştı.

Buraya dikkatinizi çekiyorum. Çünkü bence sırran tenevveret tam bu noktada tam tersine dönüşüyor. "En büyük hile hilesizliktir!" diyen Üstadın çizgisinden gittiğini iddia eden bir grup, ‘Hedefe ulaşmak için her hile/takiyye caizdir’e varacak bir esneme yaşıyor. Bunun hikmetini sorunca da 'sırran tenevveret' veya 'tedbir' diyorlar size. Gizlice aydınlanacak, perde arkasından nurlandıracak, arkasını dolaşacak. Vay arkadaş vay! İyi de şu eylediklerini Bediüzzaman'ın hayatıyla bir sına bakalım. Ne kadarı tutuyor? Karakteri buna elverir görünüyor mu? Hatta Hz. Ali radyallahu anhın merdane mesleğine bak. Senin esnekliğinin zerresi var mı orada? Peki bu dümencilik size nereden geliyor?

Onların gelecekleri yer bilmem ama biz nihayetinde Bediüzzaman'ın Lemaat'ta altını çizdiği şeye geliyoruz: "Zaman olur zıd, zıddını saklarmış. Lisân-ı siyasette lâfız, mânânın zıddıdır. Adâlet külâhını, zulüm başına geçirmiş; hamiyet libasını, hıyânet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bâğî ismi takılmış. Esâret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürriyet nâm verilmiş. Zıdlarda emsâl olmuş, sûretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî." Yani anlam kaymaları asrındayız arkadaşım. Bu nedenle bize sunulan tanımlara ehl-i sünnet çizgisinden tekrar tekrar bakmamız gerek. Bozulmalar en çok çarpıtmayla yapılıyor çünkü.






[1] http://www.sorularlarisale.com/makale/14955/sirran_tenevverat_ne_demektir.html (Görüntülenme tarihi: 06.10.2014)
[2] http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Enstitu&SubSection=EnstituSayfasi&Date=11/11/2005&TextID=988 (Görüntülenme tarihi: 06.10.2014)

6 Eylül 2014 Cumartesi

Mutlak vekilliğe serzenişler 1: Müminler seçse daha iyi olmaz mı?

"Bilmeyenler dediler ki: 'Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir ayet (mucize) gelmeli değil miydi?' Onlardan öncekiler de işte tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalpleri (akılları) nasıl da birbirine benzedi? Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere ayetleri apaçık gösterdik." Bakara sûresi, 118.

Şükrü Nişancı, Sivil İtaatsizlik isimli eserinde 'Doktrinde Direnme Hakkı/Konusu' başlığını ele alırken Hulefa-i Raşidin dönemine (r.a.) dair ilginç bilgi aktarır:

"Hz. Peygamberden sonra ortaya çıkan yönetim sisteminde, Müslümanların genel oyları ile seçilmiş halife, aynen İslam'dan önce kendi akranları arasında seçilen bir kabile başkanı gibi 'eşitler arasında birinci' (primus inter pares) bir şahsiyettir. (...) Bunu izleyen sonuç, Hz. Peygamberden sonra seçilen yöneticilerin Allah'ın değil, ancak Hz. Peygamberin dünyevi kişiliğinin halifesi (temsilcisi) olabileceğidir. Halifetullah (Allah'ın halifesi) sıfatı, Hz. Peygamberden sonra toplumun yöneticisi seçilen Hz. Ebu Bekir tarafından reddedilmiştir. Kaldı ki, Ömer b. Hattab (r.a.) bu nitelemenin bile uygun olmadığını düşünmüş olmalı ki, kendisi için 'emirü'l-mü'minin' (inananların yöneticisi) sıfatını daha uygun bulmuştur."

İlgili bölümün içerisinde, aynı zamanda, gücünü 'ilahî seçilmişlik' üzerine zeminlendirmiş 'otorite'lerin halklarına nasıl zulümler ettiği de anlatılır. Böylesi iktidarların/otoritelerin güçlerini halktan değil, doğrudan Allah'tan aldıklarını savundukları için halkın hoşnutluğunu kazanmak gibi uğraşları da yoktur. Hesap vermezler ve kendilerine yapılan itaatsizliği de doğrudan Allah'a yapılmış gibi algılarlar. Böyle otorite sapkınlıklarının olduğu bir dünya tarihinde Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer efendilerimin duruşları ne kadar anlamlı ve örnek alınasıdır.

Geçmiş yazılarımı takip edenler, neredeyse bir yılımızı tartışmalarıyla alıp götüren AK Parti-Gülen Örgütü gerilimi sırasında neden AK Partinin yanında durduğumu hatırlarlar. O duruşun da zemini, işte, özetle; yukarıdaki metindir. Kendinde 'ilahî bir seçilmişlik' gören Gülen Örgütü ve otoritesi, elbette gücünü 'milletin iradesinden' alan ve bunu dokuz kez seçimle de sınamaya/doğrulamaya/onaya açan bir siyasî iradeye karşı tercih edilemez. Otoriteyi eline almada haklı görülemez. Kendini 'emirü'l-mü'minin' gören bir otorite, Hulefa-i Raşidin'in yukarıdaki bahiste bize verdiği dersle, kendini yönetimin seçilmiş ve sınanmaz sahibi gibi görenlerden daha tercih edilirdir. Hâkimiyetleri meşrudur.

Kusurları da olsa, bu böyledir. Çünkü ötekini değil seçime tâbi tutmanız, sınamanız bile hemen Gayretullaha dokundurulur! Allah'a isyan gibi algılanır. (Bu arada bir not: Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Kemalist Türkiye'nin Din Yanlışları kitabında, 'İcma-ı Ümmet ve İrade-i Milliye' başlıklı yazısında, irade-i milliyenin icma-ı ümmet anlamına geldiğini söyler.) Aslında bu dersi Bediüzzaman'dan aldığım bir yerler de var. Mesela Sünuhat'taki şu bahis:

"Lâkayt Emevîlik, nihayet sünnet cemaate, salâbetli Alevîlik, nihayet Râfîzîliğe dayandı. Hem zâlime karşı miskinliği esas tutan Hıristiyanlık, nihayat tecellüd; cebbarlıkta ve zâlime karşı cihad, izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet (eyvah!) nihayet miskinlikte karar kıldı.

Hem mebdei, taassup derecesinde azîmet olsa, nihayeti müsaheleye, ruhsata taraftarsa, nihayeti salâbete müncer olur. Bir kısım Hanbelî, Hanefî gibi. Hattâ en garibi, bir kısım mutaassıplar, mesleklerinin zıddına olarak, küffara karşı müsamaha dostluk ve lâkayt Jönler husumet ve salâbet taraftarı çıktılar. Güya mebde-i Hürriyetteki mevkilerini becayiş ettiler.
"

Benim bu bahisten kendimce şudur: Yüzünü her zaman ümmete, fıtrata dön. Yani bir nevi kendi hükümlerini/kanaatlerini icma ile sına. Ümmet ve fıtrat iki aynan olsun. Onların duruşlarıyla kendi duruşunu/kanaatini düzelt, ayarla veya en azından bir sigaya çek. Çünkü nass-ı hadisle buyurulmuştur ki; ümmet dalalet üzere birleşmez. Bak, Emeviler, yola başladıkları yer yanlış iken, yüzlerini ümmetten ayırmadıkları için en nihayet ehl-i sünnete dahil oldular. Aleviler ise; yola başladıkları yer doğru iken, o haklılıktan bir elitizm veya taassup ürettikleri için, her adımlarını tekrar be tekrar sınamadıkları için, haklılıklarını ümmetten ayrılmaya yol kıldıkları için, en nihayet Rafiziliğe vardılar. (Metin Karabaşoğlu abinin bu bahisten çıkardığı ve bize verdiği ders, tek cümle ile şöyle: "Doğru yerde başlamak, doğru yerde bitirmenin garantisi değildir.") Zira Bediüzzaman yine Emevilerin, Ehl-i Beyt'le kıyaslanmaktan yaşadıkları güçlükleri anlatmak için diyor:

"Hem eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi."

Yani ehl-i İslam nazarında mevkisini korumaya çalışan, yüzü ümmete dönük olan kazanıyor. Başarılarından bir 'seçilmişlik' dili üretenler değil. Azlığından elitizm, çokluğundan asabiyet üretenler değil. Ötekini kazanmaya çalışanı ve ne söylediğini önemseyeni Allah 'denge'ye ve istikamete mazhar kılıyor. Çünkü denge parçalarımızda değil, bütünümüzde. Hayır küllî, şer ise cüzî.

Bu yönüyle elbette seçimle başa gelenler ve sınanabilenler, kendi iç yapısı oligarşik olan; değil başındaki hocayı, en küçük dersanesindeki imamı/abiyi bile seçimle değil atamayla göreve getiren bir yapıdan daha demokratiktir ve icma sırrına daha yakındır. Bu noktada değil yalnız Gülenistlerin, Nurcu grupların da bir iç eleştiri üretmeleri gerekmektedir. Başta 'mutlak vekillik' meselesinden tutun, cemaatler içerisinde işleyen meşveret ve istişarelere kadar bütün yapılanmalar bu 'ümmete ve fıtrata dönüş'ün esaslarını ne kadar yerine getiriyor sınamalıdır. Başta 'mutlak vekillik' meselesi olmak üzere, diğer bütün meselelerde oligarşiye değil, icma-ı ümmete daha yakın olan cumhuriyete heves etmelidir müminler. Abiler dayatılmamalıdır. Abiler seçilebilmelidir.

Hazır dokunmuşken o konuya, o konuya dair de birşeyler yazmak istiyorum: Bence Bediüzzaman'ın metinlerinde geçen 'mutlak vekil' ifadesi bilerek veya bilmeyerek Nurcu gruplar arasında bir oligarşinin, bir vesayetin aracı kılınmaya çalışılıyor. İlgili metinde geçen ifadeden hareketle 'otoritenin' artık Bediüzzaman'dan vekil tayin ettiği abilere geçtiği ve Nurculuk adına verilecek bütün kararlarda son merciin artık onlar olduğu üzere saçma sapan bir argüman üretiliyor. Bu tam bir cerbezedir. Bediüzzaman'ın mesajının bütününü görmezden gelip; bir parçada, bir paragrafta talebelerini boğmaya çalışmaktır.

Bir kere Bediüzzaman, kendisi hayattayken dahi, zatını bütün kararların son mercii ilan etmemiştir ki? Defaatle istişareye ve talebelerinin alacağı karara sevk etmiştir işlerini. Kendisini 'dindar bir cumhuriyetçi' olarak tarif etmiştir. Hatta eserlerinin tesirini bile zatına değil, metinlerindeki hakikatlere bina etmeye çalışmış, kendisini ziyaret edeceklere dahi kitaplarını okumalarını, bunun daha faydalı olacağını söylemiştir. Böyle bir Bediüzzaman örneği, tüm detaylarıyla ve böyle bir külliyat, tüm eserleriyle karşımızdayken nasıl içimizdeki bazı Nurcular kalkıp bir nevi postnişinlik/saltanat gibi hayal ettikleri mutlak vekilliği bazı abilerin omuzlarına bırakmaktadır? Bediüzzaman'ın bize mirası bir oligarşi midir? İlgili metni de alıntılayayım buraya:

"Şimdi bütün talebelerin fevkinde diyerek değil, benim en yakınımda, hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde, dört beş adamı mutlak vekil yapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilsinler. Şimdilik Tâhirî, Sungur, Ceylân, Hüsnü ve bir iki adam daha mutlak vekilim olarak vasiyet ediyorum. Şimdi Risale-i Nur'un satılan nüshalarının sermayesi, Risale-i Nur'un malıdır. Said de bir hizmetkârdır. Hayatta tayınını alabilir. Hattâ bugünlerde ölüm bana çok yakın göründü. Ben de altı vilâyette bulunan elli altmış talebeyi iki üç sene Nur sermayesinden tayınını vermek kat'î niyet ederken, belki bazılarını bazı mâniler onları talebelik hizmetinden vazgeçirecek diye vazgeçtim. Şimdi vasiyetimi yazdım."

Gördüğünüz gibi arkadaşlar, metnin her tarafı bağırıyor ki: Bu bir üstünlük, veraset, postnişinlik, hâkimiyet tayini değildir. Bir kere başta diyor: 'bütün talebelerin fevkinde diyerek değil.' (Yani bu abiler diğer talebelerin fevkinde sayılmayacaklar.) Sınırını tayin ediyor: 'bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler' (bir derece'ye dikkat, yine sınır). Devamında kendi konumunu (yani vekalet edecekleri şeyi) anlatıyor: 'Said de bir hizmetkârdır.' Yani demiyor ki: Şimdiye kadar bütün kararları ben veriyordum. Bundan sonra da bütün kararlar bu insanların elinde. Ben bir hizmetkârdım. Bu kardeşlerim de bundan sonra hizmetime devam edecekler diyor. Ve metnin nihayeti o mutlak vekil tayininin hikmetini söylüyor: Vefatımla aksayabilecek şeyler var. Onların devamında sorun olmasın diye yapıyorum vazifelendirmeyi.

Bu metinde ne "Bundan sonra ne meseleniz olursa, hepinizin alacağı kararlarda bu arkadaşlar tasarruf sahibidir, yetki onlardadır" tayini var, ne de onlara bırakılmış manevî ve müceddidî bir veraset. Bu metinden benim aldığım tek ders: Bu abilerin Üstada dair anlattıkları dinlenmeli, ders alınmalı, kendilerine hürmet edilmeli. Fakat bizim irademizi manevî bir istibdat altına alacak, kararlarımızı belirleyecek, Nurcuların iradelerini tayin edecek ve her konuda son kararı onlar verecek gibi bir tayin yok ve zaten Bediüzzaman'ın yolu da öyle bir yol değil:

"Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder. Pederâne, mürşidâne mesleklerdeki gıptakârâne hırs-ı sevap ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil, ehl-i tarikatin o kadar mühim ve azîm kemâlâtları ve menfaatleri içindeki ihtilâfâtın ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki, onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid'a rüzgârlarına karşı dayanamıyor."

Eserlerinde defaatle bu dersi veren Bediüzzaman, herhalde ömrünün son zamanlarında birden fikir değiştirip "Şu, şu arkadaşlar size şeyhlik misal benim bir mutlak vekilliğimi yapabilirler!" tarzına dönmedi öyle değil mi? Nasıl olup da oradan böylesi bir veraset tayini çıkıyor? Neden Risale-i Nur'u bu denli bilen insanların böylesi bir oligarşiye heves ettiklerini, hatta savunduklarını anlayamıyorum. Son bandrol meselesinde bile bu vesayet açlığını hissedenlerin takındıkları garip tavırlar var. Külliyat umumun malıyken, birileri yetkiyi yalnız kendine istiyor. Neden, neden, neden? Ümmet olmak daha güzel değil mi? Halife-i Bediüzzaman olmaktansa, emirü'l-mü'minin olmak daha ahsen değil mi?

Ümmete yüzümüzü dönmek; bütünün temsilini, bütünün onay verdiği ve seçtiği/sınayabildiği insanlar eşliğinde ve fertlerin iradesini yok etmeden koruyabilmek şeriata da, Kur'an'a da, hikmete de, Risale metinlerine de daha uygun bir yolken; neden vesayetlere heves ediliyor? Gülencilerin başına gelen yeterince ders olmadı mı? Neden hâlâ onları vartaya sürükleyen huylarını taklide yelteniyoruz? (Bir zamanlar da başarılarına gıpta edip herşeyimizi onlara göre dizayn etmeye çalışırdık.) Bir kere de çukura düşmeden "Bu çukurdur!" diyelim yahu! Güce değil, katılıma değer verelim.



29 Ağustos 2014 Cuma

Muvazenesiz vaiz 2

Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu, hem daha iyidir hem de neticesi bakımından daha güzeldir." (İsrâ sûresi 35)
Aylar önce, (Muhakemat’taki şu cümleyle başlayan “Evet, muvazenesiz vâizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebep olmuşlardır.”)  ’Muvazenesiz Vaiz’ başlıklı bir yazı yazmıştım. O yazıda, Bediüzzaman’ın Muhakemat’ta ve başka eserlerde geçen bazı tesbitlerinden hareketle ‘hakikatin dengesi’ (terim için Metin Karabaşoğlu abiye teşekkürler) merkezli analizlerde bulunmuştum Gülen ve avanesi hakkında. Bu yazıda, kaldığım yerden devam ederek, müşahhas bir örnek üzerinden o yazıda söylediğim bazı şeylerin altını tekrar çizeceğim. Müşahhas örneğim, Gülen’in (bu yazının yazıldığı tarih itibariyle) son nağmesi olan ‘411. Nağme: Utanacak İş Yapmadınız; Dimdik Durun ve Âhirete Alacaklı Gidin’in içinden olacak. Fakat ona geçmeden evvel muvazenesiz vaizlikten kastımızın ne olduğunu Bediüzzaman’ın Muhakemat’taki ifadesiyle birlikte tekrar hatırlayalım: “Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum: (…) İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.
Peki, Bediüzzaman’ın bu ‘(güya) iyi birşey yapmaya çalışırken kötü birşey yapmaya’ yani şeriatın dengesini bozmaya örnek verdiği şeyler nelerdir dersek, aynı eserde şuraya ulaştırır bizi: “Mübalâğa ihtilâlcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meylü’t-tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meylü’l-mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meylü’l-mübalâğa ile, hayali hakikate karıştırmaktır. (…) Nasıl ki, bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ’e inkılâp etmektir. Öyle de, hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalâğalı tergib ve terhible, gıybeti katle müsavi; veya ayakta bevletmek, zina derecesinde göstermek; veya bir dirhemi tasadduk etmek, hacca mukabil tutmak gibi muvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar. Bu sırra binaen, vaiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır.
Kendi anladığımı aktarırsam: İnsanın lezzet aldığı şeyi arttırma, tarif veya hikaye ettiği şeyi ise abartmaya meyli vardır. Fakat ilacın faydasına kapılıp gereğinden fazla kullanmak onu zararlı birşeye dönüştürebilir. Vaizler de bazen, bazı günahlardan insanları caydırmaya çalışırken (veya bir salih ameli sevdirmeye çalışırken) ölçüyü kaçırırlar. “İnsanları onlardan soğutalım” derken, şeriatın dengesini bozarlar. Bunlardan ortaya çıkan şey hayır değildir. Çünkü nihayetinde kıyas ölçüsü olarak kullanılan amellerin/günahların kıymeti/kötülüğü bu şekilde tenzil edilir. İnsanlara ‘gıybetle katl birbirine eşit’ denirse gıybetin büyük görülmesi kâr hanesine yazılamaz, çünkü asıl zararlı sonuç ‘katlin küçük görülmesi’ olur. Özetle benim anladığım bu. (Yukarıdaki metinde haccın anıldığı kısmı da aklınızda tutmanızı istirham edeceğim. Çünkü o da lazım olacak.)
Peki, bu kusurlarına rağmen mübalağalı tergib veya terhib'ler neden yapılır? Bunun Gülen'in ve avanesinin ekseninde kalınarak verilebilecek cevabı, kanaatimce, manevi istibdattır. Yani Gülen, yaşanılan son gerilimde, kendi grubuna yönelik geliştirilen eleştirileri (muhataplarının da dindar olduğunu bildiği için) bu tarz bir 'korku' ile bastırmaya çalışmaktadır. Bunun dışında, bazı dönemlerde Gülen, öncelik verilmesini istediği alanlarda bağlılarının gayretlerini toplayabilmek için yine böylesi 'tergib veya terhib'ler yapabilmektedir. (Son bir yıl için mesela hırsızlığa/muta nikahına yaptıkları vurgu buna bir örnek olabilir.) Kanaatimce; Gülen'in dünyasında böylesi 'tergib ve terhib'ler bir kitle kontrol aracıdır. Mübalağalar eşliğinde her defasında müntesiplerine yeni hedefler gösterir ve onlara delicesine koşturur.
Dediğim gibi; ben bu yazıda esas olarak Gülen’in bir nağmesini incelemek istiyorum. 411. Nağmesinde Gülen, (29. dakikasından itibaren) diyor ki: “Allah Resulü buyuruyor ki; ‘Gıybet, zina etmeden daha şiddetlidir.’ Bir ferdi gıybet etmek zinadan daha şiddetlidir. Bir cemaati gıybet etmek o kadar zinadan daha eşeddir. Bir hareketi bütün efradıyla gıybet etmek o kadar zina etmek demektir.” Gülen’in nağmesinden başından beri yapmaya çalıştığı şey ortada zaten: Cemaatini bir arada tutmaya çalışıyor ve mümkünse dış sesleri de ahiret korkusuyla bastırabilmeyi umuyor. Fakat burada, farkettiğiniz gibi, Bediüzzaman’ın ‘muvazenesiz vaizlik’ dediği şeyin içine dahil ediyor buna çabalarken. Çünkü bir eserinde Bediüzzaman gıybet/zina ilişkisini (belki aynı hadise de bir atıf yaparak) şöyle yorumluyor:
Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı, kazf-i muhsanât nev’idir. Yani, gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zinâ isnat etmek, en şenî bir günah-ı kebâir ve en zâlimâne bir cinayettir, hayat-ı içtimâiye-i ehl-i imanı zehirlendirir bir hıyanettir, mesut bir ailenin hayatını mahveden bir gadirdir. Evet, Sûre-i Nur bu hakikati o kadar şiddetle göstermiş ki, vicdan sahibini titretiyor ve tüylerini ürperttiriyor: ‘Onu işittiğinizde, ‘Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ, bu büyük bir iftiradır’ demeniz gerekmez miydi?’ şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: ‘Gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen, merdûdü’ş-şahadettir; ebedî şahadetlerini kabul etmeyiniz. Çünkü yalancıdırlar.’ Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir? Kur’ân-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, ‘Böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız’ demektir.
Benim buradan anladığım şu: “Gıybet, zinadan daha şiddetlidir!” hadisinin söylenme sebebi gıybetin bütün efradını zinadan daha şiddetli göstermek değil. Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı'ndan insanları soğutmak. Yani dört şahidi olmadan zina isnadında bulunmaktan ve gıybetini yapmaktan insanları men etmek. Hatta Bediüzzaman orada gördüğünüz gibi o meseleyi Hz. Aişe annemizin 'ifk' hadisesine ve o hadise üzerine nazil olan ayete de atıfla yorumluyor. Yoksa Gülen gibi mutlak manada 'her gıybet zinadan daha günah' şeklinde anlamıyor. (Bu arada; muta nikahını ağzında sakız edip zina konusunu gıybet malzemesi yapan asıl kimdi, sormak lazım Gülen'e.)
Kaldı ki; Bediüzzaman Hazretleri, 24. Söz’de, bu tarz hadislere nasıl bakılmasını gerektiğini öğrettiği 12 Asıl’da da ‘tergib ve terhib’ meselesini Gülen gibi mutlak manada anlamıyor. Hatta orada, 9. Asıl’da diyor ki: “Amellerin fazilet ve sevabına dair ehâdis-i şerifenin bir kısmı, tergib ve terhîbe münasip bir tesir vermek için belâğatli bir üslûpta geldiğinden, dikkatsiz insanlar onları mübalâğalı zannetmişler. Halbuki, bütün onlar ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduklarından, mücazefe ve mübalâğa, içlerinde yoktur.” 10. Asıl’da ise tam aradığımız izahı yapıyor bizlere: 
Ekser taife-i mahlûkatta olduğu gibi, ef’al ve a’mâl-i beşeriyede bazı harika fertler bulunur. O fertler, eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin medar-ı fahrleridir, yoksa medar-ı şeâmetleridir. Hem gizleniyorlar; adeta birer şahs-ı mânevî, birer gaye-i hayal hükmüne geçerler. Sair fertlerin herbirisi, o olmaya çalışır ve o olmak ihtimali var. Demek, o mükemmel harika fert mutlak, müphembulunup, her yerde bulunması mümkün… Şu ipham itibarıyla, mantıkça kaziye-imümkine suretinde, külliyetine hükmedilebilir. Yani, herbir amel şöyle bir netice verebilmesi mümkündür. Meselâ, ‘Kim iki rekât namazı filân vakitte kılsa, bir hac kadardır.’
İşte, iki rekât namaz bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattir. Herbir iki rekât namazda, bu mânâ külliyetle mümkündür. Demek, şu nevideki rivâyetler, vukuu bilfiil daimî ve küllî değil. Zira kabulün madem şartları vardır; külliyet ve daimîlikten çıkar. Belki, ya bilfiil muvakkattir, mutlaktır; veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehâdisteki külliyet ise, imkân itibarıyladır.
Meselâ; ‘Gıybet, katl gibidir.’ Demek gıybette öyle bir fert bulunur ki, katl gibi bir zehr-i kàtilden daha muzırdır. Meselâ, ‘Bir güzel söz, bir abdi âzâd etmek gibi birsadaka-i azîmenin yerine geçer.’ Şimdi, tergib veya teşvik için, o müphem ferd-i mükemmel, mutlak bir surette her yerde bulunmasının imkânını vaki bir surette göstermekle, hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir." Devamında ise bir hadis-i şerifi bu nazarla analiz ediyor: “Kim bunu okursa, Mûsâ ile Hârun’un sevaplarının misli ona verilir.”
Bu bahisten benim anladığım yine yukarıda konuştuklarımızla paralel: Hadislerin, özellikle böylesi belagatli hadislerin işaret ettiği şey o kötü amelin veya iyi amelin bütün efradının aynı kapsamda olduğu değil. O kapsama girmeye dair ümidi (veya tersi şekilde korkusu) olduğudur. Allah Resulü, hem men ederken hem teşvik ederken, o kapsamın harika ferdine işaret ederek, bizi oraya doğru şevklendirmek veya ona göre caydırmak istemiştir. Söylediği ne abartıdır ne de şeriatın muvazenesini bozmaya çalışmaktır.
İslam ulemasınca kebair günahlar zaten bellidir. Bediüzzaman da Barla Lahikası’nda yedi madde sayar.  Zina onlardan birisidir, fakat (bütün sınıflarıyla) gıybet ne Bediüzzaman’ın ne de başka ulemanın eserinde büyük günahlara girmez. Ki girmiş olsa, zaten hepimizin yandığının resmidir. O sebepten diyorum işte: Gülen’in yaptığı bir muvazenesiz vaizliktir. Şeriatın dengesini bozmaktır. Hac meselesine ise, söz verdiğim halde, tam istediğim gibi değinemeyeceğim. Şu kadar dikkat çekeyim: Aynı nağmede Halid b. Velid’den başlayarak (onun o meselede farz haccını değil, nafile haccını Hz. Ömer’in kastettiği hiç irdelenmeden) Osmanlı Padişahlarına götürülen “Bazen daha büyük farzlar uğruna hac gibi farzlardan vazgeçilebilir” tesbiti çok korkutucudur. Zira bu daha büyüğün tayinini Gülen ulus-devlet ekseninde yapmaktadır.
Bitirirken not: Bu konuyla ilgili yakın zamanda yaşadığım komik bir hatıram da var. Gülencilerden birisiyle taksiye bindim geçenlerde. Daha Davudoğlu’nun başbakanlığı kesinleşmemişti. Taksiye biner binmez şoförü işlemeye başladı: “Davudoğlu başbakan olursa çok kan dökülür. Suriye, Mısır, Irak karışmaya devam eder. O çok radikal bir adam. Onun başbakan olmaması lazım…” Taksici de (Erdoğan hakkındaki tezyif edici ifadelerinden anladığım kadarıyla) AK Partili değildi. Fakat Gülenci de değildi. Ve sohbetin bir yerinde şöyle atarlandı: “O Fetullah’ın da ne mal olduğu ortaya çıktı. Hükümetle danışıklı dövüş ediyorlar. Ben inanmıyorum kavgalarına. Şimdiye kadar değirmenine su taşıdılar bir sürü.” Gülencinin tepkisi şu oldu: “Neyse, insanların gıybetini etmeyelim.” Hey mübarek! Gıybetin günah olduğu yeni mi aklına geldi? Taksiye bindiğimizden beri Davudoğlu’na döşerken gıybet günah değil miydi? Beni de en çok Gülengillerin bu huyu ifrit ediyor. Kendileri saldırırken birşey yok, ama eleştirilirken ahireti kalkan gibi kaldırıyorlar. Gülen’in de yapmaya çalıştığı bu aslında.

2 Ağustos 2014 Cumartesi

Bir Gülen Örgütü sendromu olarak: Tokpınar çelişkisi

Kıssa-yı Musa'da (a.s.), Hz. Musa'nın asâsını yere attığında yılan olması ve o hakiki yılanın, sihirbazların bütün sahte yılanlarını yutması, ayrıca manidar gelir. Üstadından ders aldığı şekilde hakikat mesleğinde kalmaya çalışan birisi olarak, bunu, Musa aleyhisselamın hakikat mesleğinin bir vechini izah eder görürüm: "Elinizdeki hakikati ortaya koyduğunuzda ehl-i cerbezenin oyunlarının kıymeti kalmaz. Yutar, bitirir hepsini. Cerbezenin ömrü hakikat karşısında kısadır." Zaten bize nakledildiği şekilde, Firavun'un büyücülerinin en çok şaşırdığı da budur: "Bir sihir başka bir sihri yutamaz!" derler. "Şüphesiz sen Allahın Resulüsün." İman ederler. Firavun, onların bu imanının cezası olarak kollarını ve bacaklarını çaprazlama kestirir. Neden çaprazlama? Bir fikrim var, ama bunun tefekkürünü başka yazıya bırakayım. Hakikat ve cerbezeden devam edelim.

Peki, ben bu sihir ve cerbeze arasındaki bağı nereden kuruyorum? 1. Üstadın Nâs sûresi tefsirinden. 2. Otuzuncu Söz'deki şu haşiyeden: "Evet, Nemrudları, Firavunları yetiştiren ve dâyelik edip emziren eski Mısır ve Babil'in, ya sihir derecesine çıkmış, veyahut hususi olduğu için etrafında sihir telâkkî edilen eski felsefeleri olduğu gibi, âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve esnâmı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır." Peki, cerbezenin ömrünün kısalığıyla sahte yılanların yutulması arasındaki bağ nereden? Zahirinin göstericiliği dışında şuradan: "Millet uyanmış; mugalâta ve cerbeze ile iğfal olunsa da devam etmeyecektir. Hakikat telâkki olunan hayalin ömrü kısadır. (...) Feveran eden efkâr-ı umumiye ile o aldatmalar ve mugalâtalar dağılacaktır. Ve hakikat meydana çıkacaktır, inşaallah."

Peki, bu mesele ile neden bu kadar ilgileniyorum? Onu izah edersem: Hz. Musa aleyhisselamın asâsıyla (bunun hakikat mesleğini sembolize ettiğini düşünüyorum) sınanmamış hiçbir muğalata/cerbeze/demagoji/felsefe hakikat sınıfından sayılamaz, sayılamamalı. Burhan ile kazıye arasındaki fark bu. Burhan sınanabilir ve bu sınanma sonucu inanılabilir bilgidir, yani delildir. Kazıye ise, ancak söyleyenin makbuliyetine dair bir önkabulünüz varsa sizde tesir eder. Ama ancak sizde tesir eder. Genele açık değildir burhan kadar. Bunun da izahı Emirdağ Lahikasında, şurada:

Hatta ilm-i mantıkta ‘kaziye-i makbule’ tâbir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakîn ve kat’iyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkta; burhan-ı yakînî, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu burhan-ı yakinî kısmındandır.

Bu nedenle bir Nur talebesinin, eğer hakikaten talipse hakikate, kuşanması gereken ilk özellik, makbul bildiği şahısların bile sözlerini sınamaktır. Burhansa almak, yalnız kazıyeyse yanına bir acaba bırakıp yoluna devam etmektir. Ben de bunu yaparım. Sevdiğim insanlar sözkonusu olsa bile, yaparım. Bu yazıda da bunu yapacağım. Çünkü at izinin it izine karıştığı zor zamanlardan geçiyoruz. Fitne zamanı durmak/durulmak, bir noktada, 'hareket etmeden önce daha fazla düşünmeye' de işaret eder. Demek fitne zamanı analiz ve tefekkür, hamlenin önüne geçmelidir. Her neyse... Asıl meseleme dönersem:

Gülen Örgütü ve AK Parti arasındaki gerilim sırasında pekçok insan kendisinden beklenen veya beklenmeyen saflara yerleşti. Taraflar kutuplaştı. Öyle ki, benim gibiler, evde özabisiyle bile konuşamaz oldu. Neden? Çünkü çatışma hak/batıl düzlemine hızla taşındı. Siyasi bir mesele olarak konuşmak yerine, taraflar meseleyi iman/küfür düzlemine çektiler. Bunu önce Gülen Örgütü yaptı. Tartışmanın ilk başladığı andan itibaren, kendi hareketini dinî yörüngede konumlandırdığı için, muhatabını da dine saldırıyormuş gibi göstermeye çalıştı. Sonucu: Şimdi muhatapları da onları 'sapkınlıkla' suçluyor. Bazı noktalarda, hassaten rüyalar, bazı fıkhî meseleler ve iradesiz teslimiyet noktasında ben de Gülen Örgütü'nün sapkınlık yaptığını düşünüyorum. Bu ülkenin dindar diye adlanrılılabilecek yüzde ellisi de benimle hemfikir sanıyorum. Kamuoyu yoklamaları bunu gösteriyor.

Bir tarafta Gülen Örgütü, Haydar Baş, CHP vs. Diğer tarafta neredeyse geri kalan bütün dindarlar. Böyle bir saflaşma var şu an. Bunun ufak ufak istisnaları da var. Mesela Nurcular içinde Yeniasya, diğer Nurcuların rağmına Gülen Örgütü'ne yakın. Bazı isimler var ki, asıl ciğer yakan budur, onlar da içlerinde yetiştikleri ortamın aksine Gülen Örgütü safındalar. Kimler mi? Yakınımda oldukları için (her ne kadar altı ay önce Nesil'den ayrılmış olsam da) hemen aklıma gelen üç örnek: İhsan Atasoy, Cemil Tokpınar, Nuriye Çeleğen. (Cemal Uşşak'ı da ekleyecektim, ama onun ne derece cemaatin ne derece diğer Nurcu grupların içinde olduğunu tayin edemiyorum.) Peki, bu insanlar kötü insanlar mı? Hayır, öyle olduklarını hiç düşünmedim ve düşünmem. Hepsiyle dostluğum var(dı). Hatta Cemil Tokpınar abiyi evimde misafir ettim ve evinde misafir oldum. İyiliğini de gördüm, iyilikte de bulundum. İhsan Atasoy Hocayı ise tanıyıp da sevmemek mümkün değildir. Çünkü çok hoşsohbet, alçakgönüllü bir insandır. Nuriye abla, yine öyle biliyorum.

Ama bu Gülen Örgütü-AK Parti gerilimi öyle bir bıçak gibi saplandı ki, ortamıza, tamamen karşı saflardayız şimdi. Örneğin; İhsan Atasoy birkaç yıl önce Erdoğan'la aynı okuldan mezun olmakla iftihar eden (iki sınıf gerisindeymiş galiba) ve onu öven birisiydi. (Bizzat bize anlatırdı bunu.) Fakat bugünlerde hiç öyle düşünmüyor diye duyuyorum. Yine Cemil Tokpınar abi, Erdoğan hakkında pekçok kereler sitayişlerini işittiğim bir isim, şimdi tamamen başka bir noktada. Bir tek Nuriye ablanın evvelden ne düşündüğünü bilmem. Ama onun da bugün Gülen Örgütü yanında olduğu kesin. Benim Erdoğan'ın yanında olduğumun kesinliği kadar kesin hem de. Benimse yazdıklarım ortada. (Herhalde bir darbe daha deneseler ve yapabilseler, beni asarlar.)

Fakat ben, bugün, bütün uzatılmış girizgâhın üzerine, Cemil Tokpınar abinin söylediği (çünkü kendisi de kişisel hesabında, kendisinin böyle söylediğini söyleyen birisini rt'lemiş, bu herhalde onay demektir) bir sözü analiz etmek istiyorum. Bakalım kazıye-i makbulemiz ne kadar burhan-ı yakini'ye yakın, bir görelim istiyorum. Cümle şu: "Ömrü hizmetle geçen Hocaefendi'ye 'hain' diyebilmek için ya din düşmanı ya ahmak ya dünyaperest ya kıskanç ya da aldanmış olmak gerekir." Sanıyorum bu saldırı cümlesiyle kastettiği öncelikle Erdoğan. Sonrasında Gülen'i böyle gören herkese yapılıyor bu taşlama. Gerekçesi ne? Çünkü Gülen 'ömrü hizmetle geçen' birisi. Ama durun! Peki ya Erdoğan?

Kendisini tanıyanlar da bilirler ki; Cemil Tokpınar abi, şu son gerilim olana kadar Erdoğan'ı yere göğe sığdıramayan, dualayan, destekleyen birisiydi. Her Gülen Örgütü mensubu gibi. Bu demektir ki; Cemil Tokpınar, Erdoğan'ın da 'ömrü hizmetle geçen' birisi olduğunu düşünüyor. Bu, kendisine sorulsa, inadı elinden tutmazsa, herhalde aksini söylemez. Çünkü ilk dönemler cemaat ile partinin barışması için dua da ediyordu. O zaman da şöyle bir sorun karşımıza çıkıyor: Bir dönem vatana hizmet edene hain demek bir din düşmanlığı, dünyaperestlik, aldanmışlık vs. ise, Gülen neden Türkiye'ye ve İslam'a hizmetleri gayet ortada/reddedilmez olan bir siyasetçiye 'hain' dedi/diyebildi? Ve ikinci soru: Onun Erdoğan'a hain demesi, Cemil Tokpınar abinin yaptığı tesbite (eğer bu tesbit Gülencil değilse) onu da dahil eder mi? Yani şunu diyebilir miyiz: "Ömrü hizmetle geçen 'Erdoğan'a 'hain' diyebilmek için ya din düşmanı ya ahmak ya dünyaperest ya kıskanç ya da aldanmış olmak gerekir." Bunu da yazabilir miydi Cemil Tokpınar?

Gülen bunu ne zaman mı dedi? Dostlarım, nete düşen ve Gülen Örgütü tarafından da gerçekliği reddedilmeyen bir ses kaydında Melih Gökçek'in Erdoğan'la ilgili yapılan bir belgesele Gülen'den de birkaç sözle katkıda bulunmasını istediği (ki gerilimden çok önce yapılan bir telefon görüşmesi bu) fakat Gülen'in kendisini arayan şahsa önce "O kadar hainlik etti ki, hâlâ da ediyor!" dediği malum. (Sonra yola geliyor, ok veriyor. Ses kaydının devamında bu da var.) Nette bir aratmayla kolayca bulunabilir birşey bu. Zaten dinleyenler anımsamışlardır.

Neyse... O halde biz şunu diyebiliyoruz: Gülen'e hain diyen ya din düşmanıdır ya bla bla. Ama Erdoğan'a hain diyen böyle bir kapsama girmez. Yahut girer mi? Girerse bu bir paradox mu? Sanıyorum Gülenistlerin ilk cevap vermesi gereken çelişki bu: Kendileri her haltı yiyorlar da kendilerine hiçbir şey yapılamıyor, Gayretullaha dokunuyor. Hemen dini bir kalkan gibi giyiyorlar üstlerine. Fakat ne zamana kadar? Ne zamana kadar akkaşık olabileceksiniz? Şu an mızrak o kadar keskin ki, neyi kendinize kalkan etseniz delip geçecek bir gücü var. Devletin başında olduğu için mi? Hayır, öncelikle haklı olduğu için. Zaten bu yüzden kaybediyorsunuz: Haksızsınız.

17 Temmuz 2014 Perşembe

Sadeleştirmeyi eleştirirken eldeki sözlükten olmak

Bazen oluyor; istemediğiniz birşeye karşı mücadele ederken, başka sûret giymiş aynısı onun yerine geçmeye çalışıyor. Saltanata karşı meşrutiyet mücadelesi verirken, yerine Mustafa Kemal'in cum­huriyet kostümü giymiş diktatörlüğünün geçmesi gibi. Or­well'ın Hayvan Çiftliği en güzel eleştirisi bunun. Çiftliğin yönetiminden insanları devirmek marifet değil. Marifet; yerine geçmesini istediğin şeyin 'ne olduğunu' ve 'ne olmaması gerektiğini' tam bilmek. İşlevini değiştirmeye çalışmak yani. Yoksa yönetimdeki insanları değiştirmek hüner değil. Ahmet gider, Mehmet gelir, düzen aynı kalır. Düzen aynı kaldıktan sonra değişimi istemenin de bir anlamı kalmaz. Amacını yitirir. İnce Memed gibi pes edersiniz. Kaç ağa öldürürseniz öldürün yerine yenisi geldikten sonra, yola çıktığınız ilk yer, yani Abdi Ağa'yı vurmak da yanlış görünmeye başlar.

Demek ki böylesi heyecanlı zamanlardan korkmalı. Bediüzzaman'a; "İslam Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm..." dedirten sırrı anlamalı. Adımları endişeyle atmalı. Sorgulamalı. Kapılmaktan çekinmeli. Her anlaşılmazı, nedeni izah edilmeyeni, taklid isteyeni eleştirebilmeli. Bizi kalabalıkla birlikte sürüklemek isteyenlere; "Dur bakalım! Daha beni ikna edemedin. Aklımın hakkını ver!" diyebilmeli.

Bunu kıymetli buluyorum. Çünkü bu taklid ehli değil, tahkik ehli olduğumuzu gösteren birşeydir. Delilsiz ve sınamadan hareket etmemek bizim hem mesleğimiz, hem meşrebimizdir. "Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz..." diyen Üstadın yolu herhalde bazılarının sandığı gibi 'birileri ne diyorsa doğrudur, bir hikmeti vardır' tarzı bir ezber değildir. Hatta ilk savaşılması gereken bizzat budur.

"Hatta ilm-i mantıkta 'kaziye-i makbule' tabir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakin ve katiyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; bürhan-ı yakini, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhan-ı yakini kısmındandır."

Emirağ Lahikası'ndaki bu bölümde de Bediüzzaman, kendi yolunun farkını bu bürhan-ı yakiniye temayülle ortaya koyar. 'Büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmek...' yolu ise kesinlikle Risale-i Nur'un mesleği ve meşrebi değildir. Nur talebesi sormalı, sorgulamalı; ancak tam anlamıyla ikna olduktan sonra adımlarını atmalıdır. Başkasını ikna etmeye çalışırken de araması gereken yol budur. "Filanca büyük zat böyle dedi. Yoksa sen onu 'mutlak vekil' saymıyor musun?" tarzı baskıcı bir yolla değil.

Sadeleştirme ve devamında yaşanan tartışmalar boyunca da bu gerekli endişeyi taşıyarak yoluma devam ettim. Sadeleştirme yapanların metne verdiği zarar yönüyle eleştirilerini yaparken, sadeleştirmeyi eleştirenlerin de "Üstadın izni yok!" tarzı yaptıkları savunmanın altının boş olduğunu, bunun yerine sadeleştirmenin metinde yaptığı hasarı tesbit edip insanlara onu göstermenin bürhan-ı yakini yoluna daha yakın olduğunu söyledim. "Üstadın izni yok!" demek bir kazıye-yi makbule iken, bizzat metindeki kusuratı ve anlam kaybını göstermek bürhan-ı yakini idi çünkü. "Bak burada şu şu zararları dokunmuş" diye göstermek, "Uzmanlar iyi değil diyorlarmış" demekten daha elle tutulur, somut, güçlü bir ikna yöntemiydi. Risale-i Nur'un bizden üretmemizi istediği bilgi türü de buydu.

Şimdi, bandrol olayı diye gündemimizi meşgul eden, bazılarına göreyse Risale-i Nur'un devletleşmesi olarak anılan hadiseyi de yine bu çizgide durarak değerlendiriyorum. Olayın ilk tartışıldığı günlerden itibaren önceleri "Risalelerin neşri engelleniyor!" deyip sonra "Devletleşiyor!"a dönen kesime şunu sordum: "Risalelerin devletleşmesi nedir? Ve devletleşince ne olmasından korkuyorsunuz? Bunu madde madde yazın. Şekle bürünsün. Neyi istemiyorsunuz? Sakıncalarını ve somut yanlışları görelim. Yoksa bize 'devletleşmeyi' teşhisi mümkün olmayan bir öcü gibi gösterip durmayın!" dedim. Zira Risalelerde veya Üstadın kendi hayatında devletleşmeden bu tarz bir endişe duyduğunu görmüyordum. Hatta Üstadın kendisinin külliyatın basımının devlet çatısı altında yapılmasını istediği biliniyordu. Bizzat teşebbüs etmişti buna.

Buna karşılık kimse birşey yazmadı. Yine bir dolu korku üretildi. Hatta bu korku, samimiyetinin ciddi sınanmasını gerektirecek bir iktidar düşmanlığıyla karıştırılmaya başlandı. (Erdoğan'a Deccal/Süfyan diyecek kadar...) Meselenin bu tarafında yer alan Gülengiller olsun, Yeniasyacılar olsun, her ikisinin de bu dönem kronik bir şekilde siyasi muhalif oldukları biliniyordu. Hükümetin yaptığı hiçbir şeye maşaallah demiyorlardı ki, buna da desinler. Delil de göstermeyince insan hiç inanamıyordu anlattıklarına.

En nihayet bu konu hakkında Metin Karabaşoğlu abi kendi endişelerini aktaran bir yazı kaleme aldı. Kısa, ama içindeki herşey bir surete bürünmüş, öcü olarak kalmamış, somut şeyler. Mesela benim o yazıdan anladığım: Metin abi, endişelerini, Risalelerin devletleşmesinden ziyade, devletin Risale-i Nur üzerine vesayet kurmak isteyenlere son zamandaki gerilimden dolayı bir şans verebilmesi üzerine kurguluyordu. Bu insanların, Risale-i Nur üzerine yapılan her türlü çalışmaya, geçmişte pek çoğuna şahit olduğumuz şekilde, mutaassıbane izin vermemesinden endişe ediyordu. Ayrıca kurdukları bu yeni vesayet nedeniyle kendileri dışındaki Nurcu grupları da mağdur etmelerinden endişe ediyordu. İşte bu endişe bana da 'dokunulabilir' geldi. Bu yazıyı okumamın ardından sayfaaltı sözlüklü çalışmalara dair attığım twite karşı aldığım tepkiler, bu noktada bir vesayetin/istibdadın hazırolda beklediğini gösterdi.

Bu tepkilerin bana en komik gelen yanı, bu insanların tamamının külliyattaki kelimelerin anlamı için illa bir sözlüğe bakmalarıydı. Fakat kendileri bir sözlük açıp karıştırınca bu doğru, ama bu sözlük metnin altında kolay bulunacak bir şekilde veriliyorsa bu yanlış oluyordu. Yani demek ki, karşı olunan sözlük değil, sözlüğün yeriydi. Bu endişenin de iki gerekçesi vardı: 1) Bir abiyle Üstad arasında geçen bir hadise. 2) Sayfaaltındaki anlamın külliyat okurunun anlamı ona münhasır görmesiyle yaşayabileceği bir anlam daralması. Halbuki aynı insanlar, aynı tehlikenin sohbetlerde kelimenin anlamına dair yapılan izahlarda, başka bakılan sözlüklerde yine geçerli olduğunu düşünmüyorlardı.

Bir kelimenin anlamına dair her tarif dolayısıyla bir sınırlama içerir. Bunu ister sayfanın altından okuyun, ister sözlükten, ister dersten/sohbetten. Hal böyleyken, ilk ikisi caizken, üçüncüsünü böyle "Kesinlikle olmaz!" kılan neydi? Ve buna ilaveten: Kelimenin anlamını altta yazan manaya münhasır görmek de aslında okurun nazar problemi değil miydi? Bunun sözlükle ne ilgisi vardı? Sözlükte okuğu her manayı mutlaklaştıran okur, bunu her şekilde yapardı zaten. Ha başka sözlüğe bakmış, ha sayfa altına.

Birinci hadisede ise külliyatta böyle bir kayıt bulunmamakla birlikte, hatıra nevinden aktarılan bir hadiseye göre abilerden birisi (ismini yazmayayım) böyle bir çalışma yapmış, Üstada göstermiş, Üstad da ona tepki göstererek 'altına Bediüzzaman değil, kendi adını yazmasını' söylemişti. Hadisenin naklolurken ne kadar sıhhatli nakledildiğini ve kaçıncı ağızdan bize geldiğini bir kenara koyuyorum. Bir kere o abinin yaptığı çalışmanın nasıl bir çalışma olduğuna dair elinde kesin bir bilgi olan var mı? Yani ne yazmış? Nüshası nerede? Sadece kelimelerin anlamını mı yazmış? Şerh mi yapmış? Yorum mu katmış? Düz kelime manası mı vermiş? Üstadın vermediği, onun kastettiğinin çok dışında manalar vermiş ve Bediüzzaman Hazretleri aslında buna kızmış olabilir mi? Çalışmasını o dönem için malayani bulmuş sayılabilir mi? Bediüzzaman çalışmanın metoduna mı kızmış, yoksa orada yazanlara mı kızmış? Bunların hiçbirisi analiz edilmiş veya tartışılmış değil. Çünkü çalışma da yok ortada. Yani neye kızıldığını ancak tahmin edebiliyoruz.

Kaldı ki, altı kelimeli külliyat çalışmaları ilk dönemde çok tepki almasına rağmen sonradan bu saff-ı evvel abilerin iltifat ve desteklerine de mazhar oldular. Madem Bediüzzaman bu kadar karşıydı, bu destek neden verildi? Ben bu sözlük çalışmalı külliyatlardan birisinin kenarından şahidi olarak kaç tane abinin bu külliyat çalışmasını gördüğünü, önce biraz kızsalar da sonradan destek verdiklerini, öyle külliyatlardan ders yaptıklarını biliyorum. Şimdi sormak istiyorum: Hayırdır, o zaman akla gelmeyen vesayet, şimdi ortam buldu da yeniden mi ortaya çıkıyor? Haydi bu soruları da geçelim. Bediüzzaman lügat düşmanı mıydı? Talebelerine "Aman lügata bakmayın. Kelimelerin anlamı, ayet mealleri falan önemli değil, sadece metinleri okuyun!" Böyle bir tane tavsiyesi var mı Allah aşkına? Onun yokken sizin nereden aklınıza geliyor bu endişeler?

Tamam, o mealleri ve sözlük anlamlarını tek geçer akçe görmeyelim, eyvallah, o da yanlış. Fakat onun ötesinde bu tasarıma, yeni şeyler üretmeye, hem de metne zarar vermeden çalışan şeyler nasıl yasak kılınabiliyor? Bu da bir istibdat, bir vesayet değil mi? Buna karşı mücadele vermek gerekmez mi?

11. Lem'a'da Bediüzzaman Kur'an'la ve sünnetle çelişmeyen, aykırı bir hüküm içermeyen uygulamalara bid'a-yı hasene namı verildiğini söylüyor. "Fakat, tarikatte evrad ve ezkâr ve meşrepler nev'inden olsa ve asılları Kitap ve Sünnetten ahzedilmek şartıyla, ayrı ayrı tarzda, ayrı ayrı surette olmakla beraber, mukarrer olan usul ve esasat, Sünnet-i Seniyyeye muhalefet ve tağyir etmemek şartıyla, bid'a değillerdir. Lâkin bir kısım ehl-i ilim, bunlardan bir kısmını bid'aya dahil edip, fakat 'bid'a-i hasene' namını vermiş." Peki siz kim oluyorsunuz ki, Kur'an'la ve sünnetle, külliyatın metinleriyle hiçbir çelişkisi olmadığı halde, her yeni tasarım uygulamasını bid'a diye nitelendirebiliyorsunuz? Mutlak vekillerin mutlak vekillerinin mutlak vekilleri misiniz? Uzayacak mı daha bu silsile? Bir bitseniz de Nurcular hayırlısıyla hür düşünmeye başlasa. Sizin bağnazlıklarınıza takılmaktan, bırak adım atmayı, nefes alamıyoruz.

12 Temmuz 2014 Cumartesi

Filistin neden gayretullah'a dokunmaz?

Hadi biraz özeleştiri yapalım. Bıçağın ucu bana da dokunduğunda kesikten daha emin oluyorum. Yazdığım daha bir işe yaramış gibi geliyor. "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez." Özeleştirisi olmayanın dış eleştirisi hiçbir işe yaramaz. Bu sebepten iğne yine kendime, çuvaldızı yine başkasına. Filistin meselesi hakkında konuşmak istiyorum bugün sizinle. Hani şu artık acısını neredeyse kanıksadığımız, çektiklerinin bahtları olduğunu düşündüğümüz Filistinli kardeşlerimiz. Sahi, biz onların haklılığına ne kadar aldırıyoruz? Ne kadar tarafız onlara?

Kalbinizi itham etmiyorum. O fotoğrafları, videoları, parçalanmış cesetleri görüp de ciğeri yanmayan insan bulunmaz. (Yanmıyorsa, insan denmez ona zaten.) Fakat bunun ötesinde, Filistin'in, davasında yüzdeyüz haklı olduğunu kaçta kaçımız inanıyoruz? Mesele tartışmaya açılsa, "İsrail zulmediyor, ama Filistinliler de..." demeyecek kaç kişi var aramızda? Hadi bunu mizana vuralım. Ben bu tartışmanın bizi ilginç bir yere götüreceğini düşünüyorum. Hazır duvarsız çatı adayımız Ekmekçi Ekmel Bey 'tarafsızlık' meselesini gündemimize taşımışken, tarafsızlık kendini neyin üzerine bina ediliyor analiz etmeli. Zira sadece siyasi bir seçimden kaynaklanmıyor bu tarafsızlık bana göre. Bir de itikadî düzlemde ayaklarının bastığı bir yer var.

Ben, Filistin meselesinde, Filistinlilerin günahsız olmayacağına dair ilk bilgiyi Fethullan Gülen'in bir ses kaydında işittim. Ortaokul yıllarımdı. Gülen cemaati (yoksa örgütü mü demeli artık?) abileri bizi Fen Lisesi sınavına hazırlıyorlardı ve günde en az bir kere Gülen'in ses kayıtlarını dinletiyorlardı. O ses kayıtlarından birinde kendisine Filistin meselesine dair birşey soruluyor ve Gülen de soruya cevap verdiği bölümün finalinde Bediüzzaman'ın "Beşer zulmeder, kader adalet eder..." anlayışı çerçevesinde "Filistinliler de vaktiyle Osmanlı'ya ettikleri ihanetin cezasını çekiyorlar..." gibisinden bir noktaya bağlıyordu konuyu.

Bunu işittiğim anda hissettiğim şeyi, kıvırmadan, şöyle tarif edeyim size: Rahatlama. Evet, düpedüz rahatladım. Eğer Filistinliler yüzdeyüz haklı/masum değilse, benim bu çileye taraf olmama gerek yoktu. (Çünkü izledikçe kahrımızdan öldüğümüz, taşla dövülen Filistinli gençlerin görüntüleri geziyordu o sıralar televizyonlarda.) İnsan, bir meselede elinden hiçbir şey gelmediğinde "Keşke bu tarafta olmasam!" diyor. Çaresizlik acı birşey. Ve ben de çocuk ruhumda bu çaresizlik ve öfkenin yaptığı tazkiyattan dolayı, yapılan bu tarz bir tebliğe büyük bir iştiyakla kapıldım. Filistinlilerin 'ettiğini bulduğuna' inanarak rahat uyudum geceleri.

Sonraları bu söylemin sadece Fethullah Gülen'e ait birşey olmadığını, Türk-İslam çizgisindeki çoğu insanın aynı şekilde düşündüğünü gördüm. Evet, belki hepsi bu düşüncelerini Bediüzzaman'ın bir metnine dayandırmıyorlardı. Ama aşağıyukarı hepsinin ağzındaki vird buydu. Tahmin ediyorum, bu onlarda da benim o yaşlarda yaşadığım rahatlamayı sağlıyordu. Ellerinden hiçbir şey gelmeyen bir meselede "Aslında Filistinliler de o kadar sütten çıkmış ak kaşık değiller!" tarzı tuhaf bir rahatlama. İnsanın vicdan sancısından kurtulmak için tevil edemeyeceği şey yok.

Belki bir şekilde bu kısım insanları anlayabiliriz. Can acısı delirtir. Fakat bir de ikinci sınıf insan vardı ki, onların bu cümleyi telaffuz etmesinin sebebi vicdan sancısı değildi. Onlar birebir İsrail'in yanında olmak istediklerinden bunu söylüyorlardı. Yahudiliği sevdiklerinden mi? Hayır. Çünkü İsrail güçlüydü ve hak güçlünün olmalıydı onlara göre. Bediüzzaman'ın Ene Risalesi'nde eleştirdiği 'hak kuvvettedir' anlayışı çoktan ehl-i İslam'a da sirayet etmişti. Amerika kuvvetliydi. İsrail kuvvetliydi. Türkiye de onlarla kankayken kuvvetliydi. O halde pis Araplarla kanka olup risk almaya gerek yoktu. Zaten ettiklerini çekiyorlardı hainler!

Nasıl rahatlatıyor ama! Ne tatlı tarafsızlık! Bediüzzaman, Onbeşinci Söz'de, bitarafane muhakemenin 'taraf-ı muhâlifi iltizam' anlamına gelebildiği yerlerden bahseder. Hatta onun içinde 'şeytanın müthiş bir desisesinin' saklı olduğunu söyler. Yani siz tarafsız kaldığınızı sandığınız halde yaptığınız şey aslında karşı tarafa geçmek olabilir. Çünkü hakikat tektir, görecelilik kaldırmaz. Mesele içtihad değil hakikat ise, durduğunuz yer tarafsızlık olamaz. İlla bir taraf olur. Mezkur eser, bu meseleyi çok güzel izah eder. Okuyanlar hatırlamışlardır, okumayanlara da mutlaka bakmalarını tavsiye ederim.

Şimdilerde Ekmekçi Ekmel Bey'in altını çizdiği, fakat hakikatte kendisinin de bir parçası olduğu Türk-İslam ekseninin altını yıllardır doldurduğu bu "Onlar da ettiklerini çekiyorlar..." tarzı söylemin yapmaya çalıştığı şey; işte bu, tarafsızlık suretinde haksızlığa taraf olmaktır. Hatta bu Türk-İslam akımının temelde yapmak istediği şey de Türkleri ümmet anlayışından koparıp 'tarafsız' kılmaktır. Menfaatlerini Türklük eksenine kaydırıp, siyaseti o dairede yaptırmaktır. Gülen bunun bir ucudur, Ekmel Bey diğer bir ucu. Bunun başka başka temsilcileri de vardır. Bu yönde bir analiz için Metin Karabaşoğlu abinin "İslam'a Karşı Türk-İslam" yazısını okumanızı tavsiye ederim. Benim kısacık değindiğim şeyin kökenlerini o yazı tastamam anlatıyor.

Fakat bunun yanında dokunulması gereken diğer husus: "Beşer zulmeder, kader adalet eder..." söyleminin Bediüzzamanca nasıl kullanıldığıdır. Eserlerine baktığınızda Bediüzzaman'ın bunu kullandığı her yerde kendisine ve talebelerine yönelik bir öz okuma, bir özeleştiri ve Cenab-ı Hakkın takdirinden razı olmaya yönelik bir arayışın açlığı vardır. Yoksa, Bediüzzaman hiçbir yerde bu tarzı bir okumayla ehl-i İslam'ın çektiklerini "Onlar da Osmanlı'ya az etmediler. Araplar da bizi sırtımızdan vurdu. İranlılar zaten Osmanlı'nın kadim düşmanı..." gibi bir noktaya bağlamamıştır, bağlamaz.

Bu noktada belki en geniş tefekkürü olarak söyleyebileceğimiz, Lemaat'ta geçen bir bölümde; "Musîbet olur her dem hıyânet neticesi, mükâfatın sebebi. Ey şu asrın adamı! Kader bir sille vurdu, kazâya da çarptırdı. Hangi ef'âlinizle kazâya, hem kadere şöyle fetvâ verdiniz ki, kazâ-i İlâhî musîbetle hükmetti, sizleri hırpaladı?" sorusuna verdiği yanıt kesinlikle bir siyasi savunma ve gerekçelendirme değil, ibadetlerde (namaz, oruç, hac, zekat vs.) ümmetçe gösterilen zaaf nedeniyle başa bunların geldiğini izahtır. Ne ırklarla, ne coğrafyalarla, ne de devletler ekseninde böylesi musibetleri ele almıştır Bediüzzaman. Fakat ne enteresandır ki, klasik Nurcular da çoğu zaman musibetleri kendilerine yapılan haksızlıklar ekseninde yorumlarlar. Ötekinin başına gelen şeylerse 'müsbet hareketi anlamamalarından'dır.

Yakın zamanda yaşanan Van depreminin arkasından "Onlar da PKK'ya destek veriyorlar. Allah böyle tokatlar işte!" diyen kardeşlerimizin de yine bu Türk-İslam söyleminin etkisinde oldukları yatsınamaz. Allah'ı (haşa, bin kere haşa) kendi ırkının, devletinin veya siyasi çekişmesinin tokatçısı gibi görenlerin, gruplarına dair yapılan her eleştiriye de "Gayretullaha dokunmaya az kaldı!" şeklinde cevaplamaları kaçınılmazdır. Onların anlayışına göre kaderin adaleti kendilerinin terazide hep ağır geldiği bir düzlemdedir. Peki, bu kadar konuşmamızın ardından tekrar soralım: Filistin meselesinde tarafsızlık mümkün mü?

3 Temmuz 2014 Perşembe

Çok da 'kucak delisi' olmamak lazım

"Sakın zaaf göstermeyin. Üstün olduğunuz hâlde barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir..." Muhammed sûresi, 35'ten.

Efendim, malumunuz CB seçimleri yaklaştı. Eh, adaylarımız da belli oldu gibi. Benim de bunun üzerine iki tike birşeyler karalamam yerinde olur. Hakkında laf etmediğim mevzu kalmadı zaten; bir de bu meseleye, biraz da yüzünüzü güldürmeye çalışarak değineyim: Öncelikle şu CB'lığının devlet kademesinde nasıl bir yere tekabül ettiğini anlamış değilim. Ne amaçla oraya birisini oturtuyoruz biz? "Başında bir büyük bulunsun" diye mi? Yoksa başka bir fonksiyonu da var mı? Örneğin: Başbakanlık çalışma makamı, CB'lığı da acaba 'kucaklama' makamı mı oluyor?

Bunu soruyorum, çünkü bu sıralar CB'lığı hakkında yazısını okuduğum, sözünü dinlediğim neredeyse herkes onun o meşhur kucaklamasından bahsedip duruyorlar. Öyle ki; insan falan ayırmayacak, herkesi saracak halat gibi kolları olacak. Bir nevi takım elbiseli Noel Baba. Öyle birşey canlanıyor insanın hayalinde. Yoksa istenilen bulunduğu makamda çalışması, proje üretmesi falan değil. Ülkeyi daha ileri bir noktaya getirmesinden de bahseden az. Adaylardan birisi de bunu dile getirdi zaten. "O makam öyle proje makamı değil" gibisinden birşey dedi. Herkesin niyetini başka. İyi olan kazansın.

Bu iş geçmişten beri böyle. Ne zaman CB'lığı adayları sıraya dizilse aranılan özellik çalışması değil, kucaklayıcı olması. Ben bu kucaklayıcılık işine takıldım. Kucaklayıcılık ile kastedilen ne? Herkesin hoşuna gitmesi mi? Dostlarım, azıcık bu ülkede yaşayan herkes bilir ki, birşeyler yapmaya çalıştığınız anda birileri sizi sever, birileri sizi sevmez. Sahada olmanın getirisidir/riskidir bu. Bu ülkede ancak 'taşın altına elini koymayanlar' herkes tarafından sevildiklerini sanabilirler. Hep kazanan ata oynayanlar, ama rengini belli etmeyenler. O tipler dışında herkesin sevdiği bir adam yok. Hele yaptığınız bir ülkeyi yönetmekse, ancak cenazenizde çok sayıda insan olmasıyla mükafatlandırılırsınız, herkesin sizi sevmesiyle değil.

Bediüzzaman'ın Mustafa Kemal'e verdiği Ayasofya camii örneğini hatırlayalım. O camiye girdinse, bir kere riski aldın. Artık orada yapacağın davranış ya serserileri sevindirecek ya müminleri. İkisini birden sevindirmek demek duruşsuzluk demek. Herkesin sevdiği insanlardan korkarım ben. Lisede bir arkadaşımın Gülen grubu hakkındaki (ki o aralar ben de onlara takılıyorum) enteresan feryadını hatırlarım: "Abi adamların hiç mi kavgalı oldukları birşey olmaz. Herkesle araları iyi. Herkesi idare ediyorlar. Böyle olmaz ki." Kulakları çınlasın. O zaman gözümü açamamıştı. Ama benim gözüm sonradan başka vesilelerle açıldı. Duruşsuzluğun aynı zamanda kimliksizlik veyahut bir çok kimlilik sorunu olduğunu anladım, karaladım hakkında birşeyler. Yeniden CB'lığına dönersek:

Efendim, kucaklayıcılığın zıttı da kutuplaştırıcılık. Ne demek o? Şu demek: Eğer toplum gergin saflara ayrılıyorsa, sen kutuplaştırıcısın. (Sesteki tonlamadan kötü birşey olduğunu anlayabiliyoruz.) Bu nedenle senin o makamda olmaman lazım. İyi de, bugün barış gibi, özgürlük gibi en kavgasız kavramları bile ele alsanız; arkasında durmaya çalıştığınız anda karşınızda kutuplar belirir. Barış sürecini ele alalım mesela. Barış sürecine bugün herkes taraftardır diyebilir miyiz? Diyemiyoruz, ama cesaretle arkasında durulursa; yani kutuplaşmanın oluşturduğu gerilime karşı ölçülü bir mücadele verilirse, halkın çoğunluğu istiyor, bir asırlık bu parantez kapanabilir diyoruz. Bu ümit de kucaklayıcılıktan değil, cesur bir meydan okuyuştan güç alıyor. 12 yıllık iktidarı döneminde Erdoğan'ın ve ekibinin başardığı çoğu şey de bu meydan okuyuculukla gerçek oldu. Yolda gördüğü herkesi kucakladığı için değil. (Onu Hasan Celal Güzel yapıyordu, tutmadı.) Kucaklayıcılıkta ne arıyoruz? Bunu iyi analiz etmek gerek.

Emirdağ Lahikası'nda, Bediüzzaman'ın, Mustafa Kemal tarafından Şeyh Sünûsî yerine vaiz-i umumî atanması teklifini neden kabul etmediğini izah etttiği yer de bu analizimize katkı yapabilir: "Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye alet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi."

Ve yine Gülen grubuna geri dönelim. Bugün bu grubun girdiği hal, düştüğü durum, biraz da geçmişte herkesi kucaklamaya çalışmasından değil mi? Kendisi gibi dinî bir kimlik temsil eden gruplar dışında farklı kimlikli olanlardan; solculardan, Amerikalılardan, İsraillilerden, başka din mensubu cemiyetlerden, kapitalistlerden, hatta masonik faaliyetler gösterdiği bilinen yerlerden bile kucakladığı insanlar var. Bunu şimdiye kadar hizmetlerin yürümesi için bir strateji olarak anlatıyordu. "Gönülleri ısındırıyordu." Fakat nihayeti öyle olmadı. Bu herkese kendini beğendirme çabasıdır ki, bugün kimsenin onları beğenmemesiyle netice verdi. Beğeniyor sandıkları da aslında vakit dolduruyor. İşlerine yaramadıklarını anladıkları anda sırtlarını dönecekler.

Gelelim Ekmeleddin İhsanoğlu'na. Kendisini pek tanımam. Bir kitabını okumuştum sadece. Ama gelişi itibariyle hoş çağrışımlar yapmadı. Ramazan Ramazan Anıtkabir ziyareti (hatta hızını alamayıp İsmet İnönü'ye doğru da bir tur attı sonra) bir tuhaf oldu. Onu da geçeyim: Bir kere çatısına çıktığı binanın sütunları bir tuhaf. Bir tarafta Haydar Baş var. Öteki tarafta CHP var. Diğer tarafta MHP var. Bu yanda da Gülengiller var. Bu adamlar daha düne kadar birbirlerini yiyen, demediklerini bırakmayan gruplardı. Haydar Baş'a karşı Gülen grubunda hissedilenleri Şubat Soğuğu dizisindeki Şah Veli karakteri hatırlatır herkese. CHP ve MHP'nin arasındaki bu muhabbet ise 80'li görmüşler için elektroşok etkisi yapıyor. Dahası da var. Bu çatının altında bir de Yeniasya var. Boyu küçük, ama olsun, gelenekteki işlevi büyük. Onlar da Gülengillerle, CHP'yle, Haydar Baş'la sorunlu bir geçmişe sahipler. Fakat ne enteresan, onlar da bu çatının altına dahil oldular.

Eh be muhterem okurlarım, hani Erdoğan'ın kutuplaştırıcılığı? Adam Türk-Kürt barışını sağladığı gibi perde arkasından başka kardeşlik projeleri de yürütüyor anlaşılan. Bakınız; CHP-MHP ile barıştı. (CHP'nin genel başkanı, otobüste, ülkücü işareti bilem yaptı, o derece.) Gülengillerle Yeniasya barıştı. Sonra bu ikisi Haydar Baş ve ekibiyle barıştı. Hepsi bir çatının altına girdiler, bir seçim boyunca mutlu yaşayacaklar. Hani Erdoğan kutuplaştırıyordu? Yahu Gezi'de bile ne enteresan posterlerin, bayrakların yanyana geldiğini gördük. Neler neler beraberdi. Hiç dünyada bir araya gelmez dediğimiz gruplar bir aradaydı. Sahi, Erdoğan böyle mi kutuplaştırıyor? Ben bu acip işe de şaşkınlığımı ifade eder, siyasette 'çok da kucak aramamalı' diye buraya not düşerim muhterem okurlarım. Allah, başımıza, bizi geleceğe cesaretle taşıyacak ve bu güzel yolda hilafına çalışanları kucaklamayacak bir CB nasip etsin. Amin.



Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...