"Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır." 17. Lem'a'dan.
Filistin her gündem olduğunda ardından boykot gelir. Karşı değilim. Yanlış anlaşılmasın. Hatta, Filistin meselesinde değil sadece, genel anlamda 'zaruriyat dışı' her ilişkinin bozulmasını dilerim. Müslümanların iç pazarlarının varolmasını, alışverişlerinin o pazarda dönüp durmasını, böylece İslam içre bir mübarek kapanma yaşamalarını isterim. Zira bugün Batı dalaletinin empozesi en çok ticaret üzerinden olmaktadır. Alınan herşey onları bir parça daha dünyamıza sokmaktadır. Her pazarlığımız giderek Batı'ya daha bağımlı hale getirmektedir. Ekonomimiz dış müdahalelere daha açık bir mahiyet kazanmaktadır. Gelgelelim, 'daha çok kazanmak' diye de bir put vardır ki, ahirzamanda karşısında durmak zordur. Bu zamanda müslüman da çok çok çok... kazanmak ister. Öyle çok kazanmak isteyen de Deccal'in çarkına illa bir yerden dahil olur.
Ancak gelgit tavırlı boykotlara da bazı eleştirilerim vardır tabii. Mesela: Bugüne kadar boykottan batan bir firma görmeyişimi garip bulurum. Garip buluşum boykotun başarısını sorgulama anlamındadır. Yoksa küresel şirketlerin batmasının pek de kolay olmadığını bilirim. O şirketlerin dünya üzerinde mal satmadıkları ülke nadirdir. Türkiye'den keseleri sıkılsa başka yerden gevşetmeye yol bulurlar. Zaten Türkiye özelinde de birazcık dişlerini sıkmaları yeter. Bir süre sonra boykotun enerjisi düşer. Almayanlar da ucundan ucundan almaya başlar. Hem zaten Türkiye gibi sosyolojilerde ülkenin en az %40 boykotla pek ilgilenmez. (Çok iyimser bir rakam söylediğimi düşünüyorum.) Bu da Türkiye'de satış yapan firmaların şöyle böyle bir ciro elde etmelerine yeter. Batmadan yollarına devam edebilirler. Peki boykot nihayet ne işe yarar?
İnsanın kişisel takvası dışında şöyle birşeye daha faydası olduğunu düşünüyorum: Boykot dindarların gazını almaya yarıyor. Evet. Aynen böyle. Çünkü müslümanlarda yaşananlara karşı birşey yapma hissi/beklentisi kuvvet kazanıyor. O da mevcut devletlere/hükümetlere bir baskı yapıyor. Bu baskının azaltılması gerekiyor elbette. Zira ortada söylem/diplomasi düzeyi dışında birşey yapmaya niyetlenen görünmüyor. Sorular artarsa cevapsızlık daha da belirginleşir. Böyle olunca dindarlarda biriken kirli(!) kanın hacamat edilmesi lazım geliyor. Boykot bence bizde böyle bir iş de görüyor. Elimize listeler alıp marketlerde "Neyi alayım-almayayım?" diye didinirken yoruluyoruz. Birşey yapmış olduğumuz tatminini de yaşıyoruz. Maşaallah. Halbuki Gazze'de o sırada pek birşey değişmiyor. Şehid sayısı yüz yüz artarak yüzbine doğru koşuyor.
İslamcı aydınlar hakkında da suizan üretmeye başladım artık. Evet. Çünkü onların da hükümeti çok sıkıştırmaya gönülleri elvermiyor. Erdoğan'la kişisel hukukları olanları bilmem ama çoğusu hükümete yakın organlarda yazıp-çiziyorlar veya bir işler yapıyorlar. Bu da Gazze konusundaki isyanlarının zülf-i yâre dokunmayacak oranda kalmasına dikkat etmelerini sağlıyor gibi duruyor. Buna üzülüyorum. Zira aydınların idare lambası olmak istemiyorum. Cambaza bakarak yaşamak da bir yere kadar. İnsan Gazzelileri görünce ayılmadan yapamıyor. Sahi bu işi sonuna kadar izleyecek miyiz? İzledikten sonra kendimize müslüman diyecek miyiz?
Gazze meselesinin Erdoğan için kritik bir sınav olduğu kanaatine de sahibim. Benim Erdoğancılığımı bilmeyeniniz yok. Son seçim de dahil olmak üzere kendisine desteğimi hep açıktan belirttim. Lakin bu Gazze sınavının altından kalkamadığını kederle görüyorum. Askeri birşey yapmayı gözünün kesmemesini şöyle-böyle anlasam da, ki o da eleştirilebilir, fakat devleti de fiilen topa sokmak istemediğini görerek üzülüyorum. Konuşma? Evet. Konuşuyor. Diplomasi? Evet. Galiba onu da kullanıyor. Fakat 12.000 Gazzeli çocuk da şahittir ki İsrail'e bunun bir zararı dokunmuyor. Lâf herkeste var. Gırla. İsrail'in de karnı lâfa epeyce tok gibi. Nihayetinde bu 'yerinde dayılanma'nın mevzuu hiçbir yere götürmediği dört ayda ortaya çıktı.
Erdoğan bu sınavı atlatamazsa bundan sonraki siyasi hayatına 'herhangi birisi' olarak devam eder. Bir daha seçimlerde aday olacak mı? Bilemem. Belki olacak. Belki olmayacak. Ancak dindarların gözünde Gazze'ye hiçbir müdahalede bulunamamış siyasetçi olarak iz bırakacak. İnsanlar son yaptıklarıyla hatırlanır. 'Ümmetin lideri' söyleminin de sonudur bu. Hayatta hiçbir Gazzeli kalmayana kadar Ankara'dan atarlanmaya devam edeceksek herhalde ümmet de bizim liderliğimizi pek umursamaz artık. Nihayetinde lâfla liderlik olmaz. Lider dediğin elini taşın altına soktuğu kadar liderdir. Sokamıyorsan iddialarının altında ezilirsin.
Bunu söylerken Türkiye sosyolojisinin de çok cesaret verici olduğu iddiasında değilim. Bir kere %40 kafadan gidiyor. Solcular hiçbir zaman müslümanlarla aynı hassasiyetlerin peşine düşmek istemediler. Yine istemeyecekler. Geri kalan %60 içinde de ehl-i keyif olanımız çoktur. Bir aylık cirosu bozulunca "Yemişim Filistin'i!" diye Erdoğan'a parmak sallayacaklar da çoktur. Olabilir ki, Erdoğan'ın kişisel takvası, dindarlığı, yiğitliği, gayreti bu kadar parmağı birden kaldırmayabilir. Zaten ekonomi de iyi gitmiyor. Yeni bir cephe açmak doğru bir tavır mı? Bahse yokum. Zira caiz değil. Ama bir deyim olarak kullanayım yine de: Bahse varım ki: Erdoğan'ın gözü yeni bir cephe açmayı kesmiyor. En azından bu cepheyi yalnız başına açmak istemiyor. Ağababalar aynı topa girsin arzu ediyor. Fakat nerede? Âlem-i İslam'ın da bizden iyi durumda olduğu pek söylenemez. "Yalnız kalacaksak hiiç gaza gelmeyelim!" diye düşünüyor olabilir.
Sonra "Şiilerin oyununa gelmeyelim!" var. Sonra "Türkiye bir tuzağa çekiliyor olabilir!" var. Sonra "Filistin bizim derdimiz mi?" var. Sonra "Önce Araplar düşünsün var..." Var, var, varoğlu var, ama ortada da hergün cesetlerini seyrettiğimiz çocuklar var. Bir de Yemen var. Bombalanmasına rağmen, fakirliğine rağmen, erkek oğlu erkek gibi yapabildiğini yapıyor görünen bir Yemen. Şiiiliği? Şimdi ona bakacak zamanda mıyız Allah aşkına? Gazze'ye yardım eden İspanyol'a "Maşaallah!" çeken gönlümüz belki Yemen'e de "Maşaallah!" çekmeyi öğrenebilmelidir. Fakat onu da selefi kardeşlerimiz istemiyorlar. Ortalık öyle karıştı ki herkes herkese operasyon çekme vaziyetinde. Kim kimden ne et koparabileceğinin derdinde...
Nisâ sûresinin 140. ayetinde kısa bir mealiyle "O, size Kitap'da 'Allah'ın ayetlerinin inkar edildiğini ve alaya alındığını işittiğinizde, başka bir söze geçmedikçe, onlarla bir arada oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz...' diye indirdi!" buyruluyor. Elbette kâfirlerden uzaklaşmamız lazım. Çünkü şu an yaşadığımız da düpedüz alaydır. İki milyarlık İslam âlemi eşek yerine konulmaktadır. Hatta eşşşş...ekkk yerine konulmaktadır. Ne boykotları, ne tepkileri, ne isyanları dikkate alınmaktadır. İsrail, canı nasıl çekerse öyle, dinlene dinlene, geze geze, gezdire gezdire, istediği sayıda çocuk, kadın, ihtiyar öldürmektedir. Mücahidlerin kahramanca karşı koyuşu dışında bizden yana hiçbir endişesi yoktur. Koskoca Türkiye mesela, anlaşılıyor ki, bir avuç el-Kassam mücahidi kadar keyfini kaçırmamaktadır. Bu bizimle yapılan bir alaydır. Bir küçük görmedir. İstihzadır. Doğrudur. İstihza anında uzaklaşmamızın bir yanı da boykottur. Fakat narin boykottan öteye geçemeyişimiz de sakın gayretimizin boyunu kısaltıyor olmasın?
Aslında yerel olaylardaki tavrımızla Gazze konusundaki tutumumuzun bir ilgisi var gibi. Sözgelimi: Metin Uca'nın ölümüyle tekrar dünyamıza dahil olan tartışmalar... Ateist, deist vs. olduğunu beyan eden, İslam'la imkânı elverdiğince alay eden, fakat nihayetinde cenazeleri yine bizim camilerimizden kaldırılan insanlarla birlikte yaşıyoruz. Onları da, ayet-i kerimenin emrettiği gibi, kendimizden uzaklaştıramıyoruz. Ebubekir Sifil Hoca gibi "Cenazeleri camimize gelmesin..." diyenler de önce kendi cenahından linç yiyor. 'Küçük görülme'nin yükü hep üzerimizde kalıyor. Düşman da bizden emin oluyor. Diyor belki: "Ne kadar ileriye gidersem gideyim yine cenazem bunların camisinden kalkar. Yine beni onaylamış, kabullenmiş, kendilerinden saymış gibi olurlar. Bu kadar duruşları zayıftır bunların..." Eee, İsrail'le ona destek olan Batı da belki aynısını söylüyor: "Ne kadar bize boykot yapsalar da yine eninde sonunda tavolurlar. AB'nin kapısında yatarlar. Mallarımızı alırlar. O kadar duruşları zayıftır bunların..." Eh, kendisiyle istihza edilmesine bu kadar katlanır bir milletten de fazla sert hareketler beklenmez. Zaten ayetin sonu da onu söylüyor sanki: "Yoksa siz de onlar gibi olursunuz..." Olmayan bir yanımız kaldı mı sahi? Hak Teala imanımızı muhafaza eylesin. Âmin.
Erdoğan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Erdoğan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
13 Şubat 2024 Salı
21 Kasım 2022 Pazartesi
Erdoğan'ın Sisi'ni de Ehl-i Beyt dağıtır
"Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır!"
Lemeat'tan.
George Orwell'ın karaütopyası 1984'e sık sık atıflar yapıyorum yazılarımda. Zira, kitap, siyaset-devlet yaklaşımımızdaki aşırılıkların ne denli uç boyutlara götürülebileceği ile ilgili önemli öngörüler içeriyor. Bu öngörülerden birisi de 'Gerçek Bakanlığı'dır. Evet. Peki 'Gerçek Bakanlığı' nedir? Gerçek Bakanlığı, devletin o dönemde güttüğü siyaseti, 'tarihin-bilimin gösterdiği tek hakikat' olarak lanse eden bir kurumdur. Bunu yaparken de mevcut kayıtlarda, belgelerde, metinlerde (dolayısıyla onlara yaslı hafızalarda da) oynama yapmaktan çekinmez.
Sözgelimi: Türkiye Almanya ile savaşta olsun. Hemen Gerçek Bakanlığı memurlarına bir emir yollanır. Türkiye ile Almanya'nın geçmişte dostluk yaptıklarına dair bir kayıt-bilgi varsa hepsi yokedilir. Yerlerine 'iki ezelî düşman' olduklarını belirtir ifadeler yerleştirilir. Yani mazi yeniden düzenlenir. Böylece siyasetin girdiği yol 'toplumun-tarihin tek gerçeği' olur. Daha sonra Almanya ile ittifak mı yapıldı? Bu defa tekrar kayıtlar ele alınır. Düşmanlığımızı belirtir satırlar elden geçirilir. 'İki ezelî kardeş' olduğumuzun iltifatları yerleştirilir. Orwell'ın karaütopyasında devletler halkların zihinlerini bu detaylara kadar yönetirler. Böylece kendileri gel-git yaşamış olmazlar. Ya? Onların gelgitlerine göre tarih-toplum değişir.
Devletin ismetine toz konmaz. Uzağa gitmeyelim. Türkiye'nin yakın tarihinde de Orwell'ın bu öngörüsünün izleri vardır. Cumhuriyet kurulduğunda yazılan 'resmi tarih' toplumsal hafızamızda bir silbaştan yapmayı denemiştir. Bize, bin yıldır mücadele ettiğimiz Avrupa'yı dost, bin yıldır beraber cihad ettiğimiz müslüman kardeşlerimizi de 'hain' göstermiştir. Latin alfabesini 'Türk alfabesi' diye satmıştır. Şapka 'Türk giyeceği' olmuştur. Rakı artık 'milli içecek'tir. İncesine girdiğinizde daha birçok şeye teşebbüs etmiştir de! Fakat 5816'yla başımız belaya girmesin diye hızlı geçiyoruz. Kalemimizi aceleyle 'sadede gelmeye' davet ediyoruz. Çünkü asıl derdimiz başka. Şu Gerçek Bakanlığı'nın Ehl-i Beyt'i de yoketmeye çalışmasıdır asıl yaramız.
"Kuzum ne arasın Ehl-i Beyt Orwell'ın romanında?" demeyin muhterem kârilerim. Orada aramaz da Bediüzzaman'ın metinlerinde şöyle yeralır:
Aman, sakın, sızınızı ifade etmeyin. Çünkü Gerçek Bakanlığı Ehl-i Beyt mesleğinde gidilmesini istemiyor. Devlet neyi doğru buluyorsa artık o doğru. Devlet neyi yanlış buluyorsa artık o yanlış. Mazi? Maziyi boşverin. Bugün faydalı olan yalnız hakikattir. Aman. Yanlış söyledim. Doğrusu şu: Bugün faydalı olandır yalnız hakikat. Demirel öldü. Ama "Dün dündür!" ilelebet payidar kalacaktır. Ne de olsa "Bugün hep bugündür!" Hatta Demirel'in eksiği bile vardır. Evet. Tamamlayalım hadi: "Bugün aslında dündür. Hatta dün diye birşey yoktur. Siyasette herşey bugündür. Bugün işe yarayandır. Gerekirse dün de yeniden yazılır."
Ortalıkta silik para çok. Biz yine mürşidimizin ayak izlerini öperek 'müsbet hareket'ten ayrılmayalım. Yapıcı olmaktan başka yol yok. Sakın bırakmayalım. Hasenatı seyyiatına galip olanlar hayırlılarımızdır. Aksini savunmayalım. Lakin istikamet 'siyasetin kararlarına göre kalbimizin ayarlarıyla oynamak' da değildir. Böyle yapmayalım. Evet. Siyaseti bu denli merkezine oturtanların kalbi güncelin dansözü olur. Hayatları çelişkiyle dolar. Pirana sürüsü gibi yön değiştirirler. O yüzden gönlümüze fetva sormaktan usanmayalım. Yalnız Allah'ın rızasını arayalım.
Mesela: Ben bu Sisi meselesini sordum. Bana güzel şeyler söylemedi. Hatta dedi ki: Ulan hadi bunu hasenattan saydın diyelim. Yarın bu devlet LGBT'ye olan yarım küslüğünü de büsbütün dostluğa çevirirse? Yahut 5816'ın üzerine bir-birkaç 5816 daha ekleyecek hale gelirse? Onları da mı yalayıp yutacaksın? Hiç gönül koymayacak mısın?
O halde gönlünü şimdiden koy. De ki: Sisi diktatördür kardeşim. Erdoğan bin kez elini sıksa da bu değişmez. Bitti. Şahit olduğun en fazla mecbur olunmuş hatadır. Güçsüzlüğümüzdür. Kaybetmişliğimizdir. Yoksa Sisi'nin kanlı eli Erdoğan'ın elini haketmiyor. Ona diktatörden başka lakap da yakışmıyor. Fakat, İslamcılık, siyasetle mesaisi ziyade olduğundan Emevîce bozulmalar yaşıyor. Senin zaten o taraklarda bezin yok. Oturduğun yerde Ehl-i Beyt'in ayaktozu olmaya çalış bari. Kalbini koru. Ehl-i Beyt mesleği olmazsa Emevîleri-Abbasîleri muhafaza etmeye kimsenin gücü yetmeyecek. Yani ki Gerçek Bakanlığı durdurulamayacak. O halde istikamet hafızasını koruyan Ehl-i Beyt yüzbinler kere varolsun!
Lemeat'tan.
George Orwell'ın karaütopyası 1984'e sık sık atıflar yapıyorum yazılarımda. Zira, kitap, siyaset-devlet yaklaşımımızdaki aşırılıkların ne denli uç boyutlara götürülebileceği ile ilgili önemli öngörüler içeriyor. Bu öngörülerden birisi de 'Gerçek Bakanlığı'dır. Evet. Peki 'Gerçek Bakanlığı' nedir? Gerçek Bakanlığı, devletin o dönemde güttüğü siyaseti, 'tarihin-bilimin gösterdiği tek hakikat' olarak lanse eden bir kurumdur. Bunu yaparken de mevcut kayıtlarda, belgelerde, metinlerde (dolayısıyla onlara yaslı hafızalarda da) oynama yapmaktan çekinmez.
Sözgelimi: Türkiye Almanya ile savaşta olsun. Hemen Gerçek Bakanlığı memurlarına bir emir yollanır. Türkiye ile Almanya'nın geçmişte dostluk yaptıklarına dair bir kayıt-bilgi varsa hepsi yokedilir. Yerlerine 'iki ezelî düşman' olduklarını belirtir ifadeler yerleştirilir. Yani mazi yeniden düzenlenir. Böylece siyasetin girdiği yol 'toplumun-tarihin tek gerçeği' olur. Daha sonra Almanya ile ittifak mı yapıldı? Bu defa tekrar kayıtlar ele alınır. Düşmanlığımızı belirtir satırlar elden geçirilir. 'İki ezelî kardeş' olduğumuzun iltifatları yerleştirilir. Orwell'ın karaütopyasında devletler halkların zihinlerini bu detaylara kadar yönetirler. Böylece kendileri gel-git yaşamış olmazlar. Ya? Onların gelgitlerine göre tarih-toplum değişir.
Devletin ismetine toz konmaz. Uzağa gitmeyelim. Türkiye'nin yakın tarihinde de Orwell'ın bu öngörüsünün izleri vardır. Cumhuriyet kurulduğunda yazılan 'resmi tarih' toplumsal hafızamızda bir silbaştan yapmayı denemiştir. Bize, bin yıldır mücadele ettiğimiz Avrupa'yı dost, bin yıldır beraber cihad ettiğimiz müslüman kardeşlerimizi de 'hain' göstermiştir. Latin alfabesini 'Türk alfabesi' diye satmıştır. Şapka 'Türk giyeceği' olmuştur. Rakı artık 'milli içecek'tir. İncesine girdiğinizde daha birçok şeye teşebbüs etmiştir de! Fakat 5816'yla başımız belaya girmesin diye hızlı geçiyoruz. Kalemimizi aceleyle 'sadede gelmeye' davet ediyoruz. Çünkü asıl derdimiz başka. Şu Gerçek Bakanlığı'nın Ehl-i Beyt'i de yoketmeye çalışmasıdır asıl yaramız.
"Kuzum ne arasın Ehl-i Beyt Orwell'ın romanında?" demeyin muhterem kârilerim. Orada aramaz da Bediüzzaman'ın metinlerinde şöyle yeralır:
"Eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi."
Evet. Gerçek Bakanlığı Ehl-i Beyt'i ortadan kaldırmak istiyor. Çünkü Ehl-i Beyt bu ümmetin asıl/hakiki hafızasını oluşturuyor. Siyasî otorite yalpaladığında, günden güne doğruyu-yanlışı becayiş ettiğinde, pragmatizmi fazla kaçırdığında, "Bu yaptığın yanlıştır!" diyecek, yerini bozmayacak ama fiilî siyasete de talip olmayacak ulema-evliya kadrosu İslam siyasetinin mihenk taşlarından birisini teşekkül ediyor.
Bu mihenkler köşetaşları gibi birşey yapmaz görünürler. Ancak onlarsız herkes yolunu kaybeder. Öylece varolmaları dahi nimettir yani. (Allah, Ehl-i Beyt'in hakiki varislerini başımızdan eksik etmesin, âmin.) Çünkü duruşlarının toplum üzerindeki etkisine bakarak siyasi kadrolar kendilerini düzeltme imkanı bulurlar. Bazen gönülleriyle bazen de üzerlerindeki ilgiyi kaybetmemek için bunu yaparlar. Aksi durumda hâkim siyasetin maslahat telakkisine ayar çekebilecek kimse kalmaz. Dünün beyazı bugünün siyahı olur. Dünün siyahı bugün beyazdan beyazlaşır. Muhalefetin de en az iktidar kadar zemini oynaktır.
Bense günümüz tartışmalarına yüzümü döndüğümde Ehl-i Beyt'in fonksiyonunun kimilerince bir şekilde makaslanmak istendiğini görüyorum. Onlar siyasetin 'uyarılmasından' ziyade 'ululanmasını' istiyorlar. Bu nedenle de, bir siyasi, evvelden gittiği yolu terkettiğinde herşeyi silbaştan yazmak arzuluyorlar. İşte günümüzden bir delili: Erdoğan'ın Sisi'nin elini sıkmasıdır. Erdoğan gülümseyerek Sisi'nin elini sıkınca Sisi'nin katlettiği binlerce Mısırlı müslüman tekrar hayata mı dönmüştür? Hayır. Cezaevlerinde hâlen işkencede tutulan daha binlercesi özgürlüğüne mi kavuşmuştur? Hayır. Yani eşyanın hakikatinde bir değişiklik var mıdır? Elbette yoktur. O halde? O halde yaşanan sadece siyasetin satranç tahtasında bir hamleden ibarettir. Belki o tebessümlerin hiçbirisi de gerçek değildir. Tasannudur. Vakti gelince iade edilir.
Ancak 'kraldan çok kralcı' öyle bir kitle var ki, bunlar, Erdoğan'ın her yaptığının Gerçek Bakanlığı usûlünce kudsanmasını bekliyorlar. Erdoğan arayı bozuk tutarken 'Diktatör' olan Sisi, düzeltince Mısır'ın 'devlet başkanı' oluveriyor. Dahası da var. Türkiye'nin birçoğunu toprağında himaye ettiği İhvan üyelerine de DAİŞ'çilik yakıştırması yapılıyor. 'Terörist' deniliyor. Dahası: Erdoğan'ın vaktiyle can u gönülden, bin maşaallah, güttüğü siyasetin 'dış güçlerin oyunu' olarak şekillendiğini, aslında Mısır'la hiçbir meselemizin olmadığını, Sisi'yle de işlerin gayet yürütülebileceği söyleniyor da söyleniyor. Bunlar söyleniyor da, muhterem kârilerim, siyaset şarabından sarhoş olmayanların da yüreği sızlıyor. Tamam, siyaseti istikametteyken bunlar da alkışlıyorlar, ama siyasetten istikamet almıyorlar. İstikametin kaynağını İslam biliyorlar.
Aman, sakın, sızınızı ifade etmeyin. Çünkü Gerçek Bakanlığı Ehl-i Beyt mesleğinde gidilmesini istemiyor. Devlet neyi doğru buluyorsa artık o doğru. Devlet neyi yanlış buluyorsa artık o yanlış. Mazi? Maziyi boşverin. Bugün faydalı olan yalnız hakikattir. Aman. Yanlış söyledim. Doğrusu şu: Bugün faydalı olandır yalnız hakikat. Demirel öldü. Ama "Dün dündür!" ilelebet payidar kalacaktır. Ne de olsa "Bugün hep bugündür!" Hatta Demirel'in eksiği bile vardır. Evet. Tamamlayalım hadi: "Bugün aslında dündür. Hatta dün diye birşey yoktur. Siyasette herşey bugündür. Bugün işe yarayandır. Gerekirse dün de yeniden yazılır."
Ortalıkta silik para çok. Biz yine mürşidimizin ayak izlerini öperek 'müsbet hareket'ten ayrılmayalım. Yapıcı olmaktan başka yol yok. Sakın bırakmayalım. Hasenatı seyyiatına galip olanlar hayırlılarımızdır. Aksini savunmayalım. Lakin istikamet 'siyasetin kararlarına göre kalbimizin ayarlarıyla oynamak' da değildir. Böyle yapmayalım. Evet. Siyaseti bu denli merkezine oturtanların kalbi güncelin dansözü olur. Hayatları çelişkiyle dolar. Pirana sürüsü gibi yön değiştirirler. O yüzden gönlümüze fetva sormaktan usanmayalım. Yalnız Allah'ın rızasını arayalım.
Mesela: Ben bu Sisi meselesini sordum. Bana güzel şeyler söylemedi. Hatta dedi ki: Ulan hadi bunu hasenattan saydın diyelim. Yarın bu devlet LGBT'ye olan yarım küslüğünü de büsbütün dostluğa çevirirse? Yahut 5816'ın üzerine bir-birkaç 5816 daha ekleyecek hale gelirse? Onları da mı yalayıp yutacaksın? Hiç gönül koymayacak mısın?
O halde gönlünü şimdiden koy. De ki: Sisi diktatördür kardeşim. Erdoğan bin kez elini sıksa da bu değişmez. Bitti. Şahit olduğun en fazla mecbur olunmuş hatadır. Güçsüzlüğümüzdür. Kaybetmişliğimizdir. Yoksa Sisi'nin kanlı eli Erdoğan'ın elini haketmiyor. Ona diktatörden başka lakap da yakışmıyor. Fakat, İslamcılık, siyasetle mesaisi ziyade olduğundan Emevîce bozulmalar yaşıyor. Senin zaten o taraklarda bezin yok. Oturduğun yerde Ehl-i Beyt'in ayaktozu olmaya çalış bari. Kalbini koru. Ehl-i Beyt mesleği olmazsa Emevîleri-Abbasîleri muhafaza etmeye kimsenin gücü yetmeyecek. Yani ki Gerçek Bakanlığı durdurulamayacak. O halde istikamet hafızasını koruyan Ehl-i Beyt yüzbinler kere varolsun!
10 Mart 2018 Cumartesi
Erdoğan'ın sözleri bizi neden korkuttu?
Bediüzzaman'ın 1. Meclis'e hitaben yazdığı hutbede vurguladığı şeylerden birisidir: "Bâhusus bu güruh-u mücâhidin ve bu yüksek meclisin ef'âli taklid edilir. Kusurlarını millet ya taklit veya tenkit edecek; ikisi de zarardır. Demek onlarda hukukullah hukuk-u ibâdı da tazammun ediyor." Sanıyorum, Cumhurbaşkanımızın, İslam'ın güncellenmesi hakkındaki sözlerinden dolayı ciğerimizin yanmasının en büyük sebeplerinden birisi de şu sözlerde saklı olan hikmetti. Onlardaki hukukullahın hukuk-u ibâdı da tazammun etmesiydi.
Öyle ya. Güçlü bir iktidarın muktedirliği tartışmasız bir lideriydi bunu söyleyen. Üstelik ülke için anlamı sadece siyasi başarısından kaynaklanmıyordu. Halkı onu hamiyet-i diniyesi ve vataniyesi için de seviyordu. Tıpkı bir zamanlar Mustafa Kemal'i sevdiği gibi.
Hakkında okuması olanların malumudur: Mustafa Kemal, 1. Meclis'in açılışını öyle dinî bir hava içerisinde gerçekleştirir ki, Kazım Karabekir gibi kimi isimler bu vurgunun şiddetinden rahatsız olurlar. Aşırı bulduklarını hatıralarında/günlüklerinde yazarlar. Fakat aynı Mustafa Kemal, iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra, öyle bir hale gelir ki, aksi yönde bir vurguyla toplumu yeniden inşa etmeyi dahi dener. Ezanı yasaklar. İslam harflerini yasaklar. Medreseleri yasaklar. Tekkeleri yasaklar. Dinî eğitimi yasaklar. Dinî kıyafetleri yasaklar.
Bundan başka, FETÖ gibi başa gelen nice tecrübe vardır ki, mürşidimin ifade ettiği şu sırrı tekrar eder: "Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı."
Yani, haklı bir noktada başlamak, haklı kalmanın garantisi değildir. Haklılığın garantisi her adımında hakkın içinde kalmaktır. Peki bu nasıl mümkün olabilir? Sağlaması nasıl yapılabilir? Bunun sağlaması ancak Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat mizanlarıyla olur. Onun mirasına sahip çıkarak olur. Onun iltizamlarına taraftarlıkla olur.
Bu cadde-i kübradan ayrılan en küçük adımlar bile alınan büyük risklerdir. Çünkü arkalarından onları taklide meyyal çokların yürümesiyle dalalet fırkaları haline gelebilirler. İslam tarihi böylesi nice tecrübeyle doludur. Bu da ferasetli mü'minlere bir teenni refleksi kazandırır. İşte, bizim, Cumhurbaşkanının sözleri karşısında harekete geçen refleksimiz, çok tecrübelere dayanan bu reflekstir.
Şimdi korkuyoruz. Değil kara kaşı-gözü için, hamiyet-i diniyesi ve vataniyesi için, canımız gibi sevdiğimiz liderimizin 14-15 asırlık bu cadde-i kübraya taraftarlığını yitirmesinden korkuyoruz. Zira bu taraftarlığı yitirmek yerelliğini yitirmektir. İçimizden birisinin yabancıya dönüşmesidir. Biz onun adına bundan da korkuyoruz. Kökleriyle olan bağında sorunlar çıkmasından korkuyoruz. Bu sorunların onda kalmayıp teşvikiyle topluma da inmesinden korkuyoruz. Zaten her gün yüz çeşit saldırıyı göğüslemekteyiz. Bir de böylesi dost bir yüzden gelmesinden korkuyoruz.
Bakınız, bu sıradan bir iş değildir, devam ederse bir dönüşümdür. Bizden olanın başkasına dönüşümüdür. AK Parti içinde hangi köşeleri tuttuklarını tam olarak bilmediğimiz bid'a görüş sahiplerinin tesirlerinin çok yukarılara çıktığının bir göstergesidir.
O metni Cumhurbaşkanımız yazmamıştır. Yazanlar vardır. Ona bu metni okutabildiklerine göre makamına tesirleri de vardır. Bütün bu peşpeşe okumalar bizi dehşetli bir endişeye sevkederler. Çünkü bize Erdoğan dinin selameti için gereklidir. Din Erdoğan için gerekli değildir. Siyaset İslam için gereklidir. İslam siyaset için değildir.
Eğer o istikametini kaybederse sevildiği şey adına artık sevilmemesi gerekir. Değil hayır 'ehven-i şerreyn' bile sayılmaması gerekir. Din bütün hayırların başıdır. İmanın istikameti ise o dinin tek zeminidir. Eğer biz, İslam'ın güncellenmesi gerektiğine inanmaya başlayan bir yönetimin eline düşersek, mesele, Bediüzzaman'ın Hz. Eyyüb aleyhisselamın duasını yorumladığı şekle döner:
"Pek çok yara, bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın azîm mükâfâtını düşünerek, kemâl-i sabırla tahammül edip kalmış. Sonra, yaralarından tevellüt eden kurtlar kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlâhiyenin mahalleri olan kalb ve lisanına iliştikleri için, o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle, kendi istirahati için değil, belki ubudiyet-i İlâhiye için demiş: 'Yâ Rab, zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor!' diye münâcât edip, Cenâb-ı Hak o hâlis ve sâfi, garazsız, lillâh için o münâcâtı gayet harika bir surette kabul etmiş, kemâl-i âfiyetini ihsan edip envâ-ı merhametine mazhar eylemiş."
Biz bu iktidar için pekçok şeye katlandık. Pekçok şeye katlanmayı da kafamıza koyduk. Siyasi yalnızlaşmaymış, ABD'nin düşmanlığıymış, Rusya'yla geçimsizlikmiş, Avrupa bizi sevmemesiymiş, aç kalırmışız, darbe olurmuş, ülkece kötüye gidermişiz vs... Vallahi, tallahi, billahi, bunlardan hiçbirisini sallamadık. Hatta böyle haberler kulağımıza üflendiğinde "Onlar öyle kimselerdir ki, halk onlara: İnsanlar size karşı toplandı; onlardan korkun, dediği zaman, bu onların imanını arttırdı ve dediler ki: Bize Allah yeter; ne güzel vekildir O..." ayetine güzel bir masadak olduk.
Fakat şimdi korkuyoruz. Çünkü kurdun gövdeye girmesinden endişe ediyoruz. Bu iş, iman işi, başka şeylere benzemiyor. Ödenecek bedeli başka noktalarda hayırlar umarak görmezden gelinemiyor. Yine de "Allah ululemrimizi Ehl-i Sünnet istikameti üzerine eylesin!" diye dua ederiz. Ne diyelim: Allah bize böyle bir imtihan yaşatmasın.
Öyle ya. Güçlü bir iktidarın muktedirliği tartışmasız bir lideriydi bunu söyleyen. Üstelik ülke için anlamı sadece siyasi başarısından kaynaklanmıyordu. Halkı onu hamiyet-i diniyesi ve vataniyesi için de seviyordu. Tıpkı bir zamanlar Mustafa Kemal'i sevdiği gibi.
Hakkında okuması olanların malumudur: Mustafa Kemal, 1. Meclis'in açılışını öyle dinî bir hava içerisinde gerçekleştirir ki, Kazım Karabekir gibi kimi isimler bu vurgunun şiddetinden rahatsız olurlar. Aşırı bulduklarını hatıralarında/günlüklerinde yazarlar. Fakat aynı Mustafa Kemal, iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra, öyle bir hale gelir ki, aksi yönde bir vurguyla toplumu yeniden inşa etmeyi dahi dener. Ezanı yasaklar. İslam harflerini yasaklar. Medreseleri yasaklar. Tekkeleri yasaklar. Dinî eğitimi yasaklar. Dinî kıyafetleri yasaklar.
Bundan başka, FETÖ gibi başa gelen nice tecrübe vardır ki, mürşidimin ifade ettiği şu sırrı tekrar eder: "Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı."
Yani, haklı bir noktada başlamak, haklı kalmanın garantisi değildir. Haklılığın garantisi her adımında hakkın içinde kalmaktır. Peki bu nasıl mümkün olabilir? Sağlaması nasıl yapılabilir? Bunun sağlaması ancak Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat mizanlarıyla olur. Onun mirasına sahip çıkarak olur. Onun iltizamlarına taraftarlıkla olur.
Bu cadde-i kübradan ayrılan en küçük adımlar bile alınan büyük risklerdir. Çünkü arkalarından onları taklide meyyal çokların yürümesiyle dalalet fırkaları haline gelebilirler. İslam tarihi böylesi nice tecrübeyle doludur. Bu da ferasetli mü'minlere bir teenni refleksi kazandırır. İşte, bizim, Cumhurbaşkanının sözleri karşısında harekete geçen refleksimiz, çok tecrübelere dayanan bu reflekstir.
Şimdi korkuyoruz. Değil kara kaşı-gözü için, hamiyet-i diniyesi ve vataniyesi için, canımız gibi sevdiğimiz liderimizin 14-15 asırlık bu cadde-i kübraya taraftarlığını yitirmesinden korkuyoruz. Zira bu taraftarlığı yitirmek yerelliğini yitirmektir. İçimizden birisinin yabancıya dönüşmesidir. Biz onun adına bundan da korkuyoruz. Kökleriyle olan bağında sorunlar çıkmasından korkuyoruz. Bu sorunların onda kalmayıp teşvikiyle topluma da inmesinden korkuyoruz. Zaten her gün yüz çeşit saldırıyı göğüslemekteyiz. Bir de böylesi dost bir yüzden gelmesinden korkuyoruz.
Bakınız, bu sıradan bir iş değildir, devam ederse bir dönüşümdür. Bizden olanın başkasına dönüşümüdür. AK Parti içinde hangi köşeleri tuttuklarını tam olarak bilmediğimiz bid'a görüş sahiplerinin tesirlerinin çok yukarılara çıktığının bir göstergesidir.
O metni Cumhurbaşkanımız yazmamıştır. Yazanlar vardır. Ona bu metni okutabildiklerine göre makamına tesirleri de vardır. Bütün bu peşpeşe okumalar bizi dehşetli bir endişeye sevkederler. Çünkü bize Erdoğan dinin selameti için gereklidir. Din Erdoğan için gerekli değildir. Siyaset İslam için gereklidir. İslam siyaset için değildir.
Eğer o istikametini kaybederse sevildiği şey adına artık sevilmemesi gerekir. Değil hayır 'ehven-i şerreyn' bile sayılmaması gerekir. Din bütün hayırların başıdır. İmanın istikameti ise o dinin tek zeminidir. Eğer biz, İslam'ın güncellenmesi gerektiğine inanmaya başlayan bir yönetimin eline düşersek, mesele, Bediüzzaman'ın Hz. Eyyüb aleyhisselamın duasını yorumladığı şekle döner:
"Pek çok yara, bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın azîm mükâfâtını düşünerek, kemâl-i sabırla tahammül edip kalmış. Sonra, yaralarından tevellüt eden kurtlar kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlâhiyenin mahalleri olan kalb ve lisanına iliştikleri için, o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle, kendi istirahati için değil, belki ubudiyet-i İlâhiye için demiş: 'Yâ Rab, zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor!' diye münâcât edip, Cenâb-ı Hak o hâlis ve sâfi, garazsız, lillâh için o münâcâtı gayet harika bir surette kabul etmiş, kemâl-i âfiyetini ihsan edip envâ-ı merhametine mazhar eylemiş."
Biz bu iktidar için pekçok şeye katlandık. Pekçok şeye katlanmayı da kafamıza koyduk. Siyasi yalnızlaşmaymış, ABD'nin düşmanlığıymış, Rusya'yla geçimsizlikmiş, Avrupa bizi sevmemesiymiş, aç kalırmışız, darbe olurmuş, ülkece kötüye gidermişiz vs... Vallahi, tallahi, billahi, bunlardan hiçbirisini sallamadık. Hatta böyle haberler kulağımıza üflendiğinde "Onlar öyle kimselerdir ki, halk onlara: İnsanlar size karşı toplandı; onlardan korkun, dediği zaman, bu onların imanını arttırdı ve dediler ki: Bize Allah yeter; ne güzel vekildir O..." ayetine güzel bir masadak olduk.
Fakat şimdi korkuyoruz. Çünkü kurdun gövdeye girmesinden endişe ediyoruz. Bu iş, iman işi, başka şeylere benzemiyor. Ödenecek bedeli başka noktalarda hayırlar umarak görmezden gelinemiyor. Yine de "Allah ululemrimizi Ehl-i Sünnet istikameti üzerine eylesin!" diye dua ederiz. Ne diyelim: Allah bize böyle bir imtihan yaşatmasın.
13 Ocak 2018 Cumartesi
İstiğna iktidarın düşmanıdır
Kur'an'ın ilk nazil olan ayetleri Alak sûresinin başındadır. Malum. Aleyhissalatuvesselamın Cebrail'e (a.s.) "Ne okuyayım?" sorusu üzerine nazil olmuşlardır. Bu ilk beş ayetin beşincisi şöyle der: "İnsana bilmediğini O öğretti." Altıncı-yedinci ayet ise şöyledir: "İnsan kendisini müstağni sayarak azgınlık eder." Başlarken belirtelim. Ayette geçen 'istiğna' kelimesine şu anlamları verenler var: 1) Kendisi yeterli görme. 2) İhtiyaçtan uzak bulma. 3) Zenginlik. Fakat tüm anlam katmanlarının özünde aynı kokuyu alıyorum ben: İnsan için dışakapalılık bir maraz. Kendisini gerek 'bilme' gerekse 'e-bilebilme' durumu açısından 'ihtiyaçtan uzak' görünce azgınlaşıveriyor insanoğlu.
Meseleyi 'fıtrat' düzleminden 'siyaset' düzlemine taşıyalım: Demokrasiye taraftarlığımın en önde duran sebeplerinden birisi iktidarları 'seçmene muhtaç' hale getirmesidir. Bir iktidar, ne kadar güçlü olursa olsun, en nihayet seçim sandığından çıkacak sonuca göre muktedirliğini devam ettirebileceği için 'halkına müstağni kalmamak' zorundadır. 'Oyunu arttırmak' veya 'aynıyla korumak' veya 'kayıbını az tutmak' bağlamında hükümetler halklarının rızasını gözetmeye meylederler/zorlanırlar. Eğer seçim sistemi olmasa hükmedicilerin 'gücün sarhoşluğuna kapılarak' istiğna ile azgınlaşmalarından korkulur. En azından ben bundan korkarım. Bu korku doğru bir korkudur.
Tabii iktidarların meşruiyetlerini devşirdiği tek şey 'sandık' değildir. Sandığın olmadığı dönemlerde de, muktedirler, halkın teveccühünü çeşitli yollarla korumaya çalışırlar. Çoğunluğun teveccühünün korunmadığı iktidarlarda muktedirlerin iç karışıklıklarla uğraşmaları ise kaçınılmazdır. Çünkü en nihayetinde iktidarlar 'halk için ama halka rağmen' başta kalamazlar. 'Halk için ve halk ile' olursa iktidarların ömrü uzar. Bu sandık ötesi/üstü diyebileceğimiz meşruiyet kaynaklarından en önemlisi ise adalettir.
Bir iktidarın adaleti halkının genel kabulü ise, o iktidar seçimle başa gelmese bile, hükmünü sürdürebilir. Zira sessiz bir onaylayış vardır. Hatta diyebiliriz ki: Sandık dediğimiz şey de aslında bunun sağlamasından ibarettir. Elbette hiçbir iktidar mutlak bir şekilde adaleti sağlayamaz. Adaleti sağlamak için yaptığı hamlelerin bile değişimin ortaya çıkardığı yeni durumdan mutsuz mağdurları oluşur. Sözgelimi: Sadece kamyonculardan alınan bir köprü vergisinin terkedilmesiyle o köprüde kamyon trafiği artacağı için sair kullanıcılarda sızlanmalar olur: "O vergiyi kaldırmayacaktı be kardeşim! Ne rahat kullanıyorduk bu yolu. Şimdi kamyondan geçilmez oldu."
İşte, bu noktada, iktidarın meşruiyetini korumaktaki ikinci hamlesi/yolu halkı ile iletişimidir. Yani iktidar, adalet için yaptığı hamlelerin mevcuda alışık topluluklarda oluşturduğu rahatsızlığı gidermek için, halka bir iletişime girer. Bu iletişim iki yönlüdür. Hem kendisini anlatır. Hem onları dinler. Onları dinlediği ise serzenişlerinin iktidardan cevap alabilmesiyle ölçülür. Eğer bir iktidar, kendisini büyük bir medya gücüyle anlatıyor, ama halkı aynı büyüklükte bir şikayet masası gücüyle dinlemiyorsa iletişimi istibdada dönüşür. Bu gerçek bir iletişim değildir. Bir tür dayatmadır. Bir endoktrinasyondur.
Bu noktadan sonra 'diyalog' denilen şey aslında 'monolog'dur. Kendi kendisini över. Kendi kendisini meşrulaştırır. Kendi kendisini ikna eder. Kendi kendisini haklı bulur. Ancak bütün bu illüzyonların dağılacağı/yutulacağı Musa (a.s.) asâsı sandıktır. İş o kutudan çıkacak sonuca geldiğinde halk duyulmadığını muktedirlere hissettirir. Ses çıkarabildiği tek yerden güçlü bir ses çıkarır. Bunu öfkeyle yapmaz. Bunu derin ve güçlü bir akarsunun sessiz dönüşümüyle yapar. Öyle ki, kendi monoloğunun gücüyle körleşen iktidar dahi, sonuçlardan büyük bir şaşkınlığa düşer. Belki öfkeye asıl kapılan de o olur. Ancak öfkesi haksızdır. Haksız öfkesi onu halkından daha da uzaklaştırır.
Olağanüstühal sürecinin geldiğin noktada benim de hissettiklerim yukarıdakiler gibi. Olağanüstühali 15 Temmuz'dan sonra gerekli buluyor muydum? Kesinlikle! Özellikle ilk altı ay olağanüstühal olmadan atlatılamazdı gibi geliyor bana. Tehdit bastırılmıştı ama yokolmamıştı. Hızlı hareket etmek şarttı. Yaşanan hakikaten olağanüstü birşeydi. Fakat gelinen noktada birşeyler ters gidiyor. Kulağındaki açıklıktan dolayı sevdiğimiz iktidarımızın kulakları duvarlaşıyor. Devlete sesimizi ulaştıramıyoruz. Babamız yabancıya dönüşüyor. En çok abim Murat Ay'ın tutukluluk sürecinde gördüm bunu.
Bunu "AK Parti'yi artık desteklemiyorum!" bağlamında yazmıyorum. Hayır. Ben hâlâ özelde Erdoğan'ı genelde AK Parti'yi destekliyor ve Türkiye'nin bahtı adına varlıklarını önemsiyorum. 16 yılda başardıklarını da Allah'ın inayetiyle eriştiği büyük muvaffakiyetler olarak görüyorum. Ama hem Erdoğan'ı hem AK Parti'yi 'kulağı bendeyken' daha çok seviyorum. Çünkü beni de (ister istemez parçası olduğum) süreçlere dahil etsin istiyorum. Benim için en doğruyu, en hikmetliyi, en güzeli ve en ideal olanı uzaklarımda belirlemesin istiyorum. Bu yabancılaşma hissi seçmenden nasıl giderilir? Elbette iletişim kanallarıyla.
Soğuk yüzlü savcıların/hakimlerin, yargılama süreçlerinin, hapishanelerin duvarlarıyla beni daha fazla muhatap ederek değil. Bana açık olarak. Beni dikkate alarak. Beni işiterek. Bunu buraya iyiliğini istediğim insanların ellerindeki fırsatları heba etmemesini dileyerek yazıyorum. İstiğna iktidarın düşmanıdır. Hem bireysel anlamda hem yönetimsel anlamda, insan, kendisini sınamaya ve sınanmaya açık tutmak zorundadır. Bu iletişim ve özeleştiri mekanizması işlerse ancak azgınlaşmaktan korunuruz. Cenab-ı Hakkın 'insana bilmediğini öğreten' olduğunu buyurmasının hemen ardından istiğnayı bir tuzak olarak anması boşuna değil. Gücümüz merhametle karışsın ki kulaklarımız kapanmasın. Unutmayalım ki, Hz. Süleyman'ı (a.s.) büyük bir hükümdar yapan sadece ordusu değil, kuşların dilini bile anlaması ve karıncanın dahi sesini işitmesiydi.
Meseleyi 'fıtrat' düzleminden 'siyaset' düzlemine taşıyalım: Demokrasiye taraftarlığımın en önde duran sebeplerinden birisi iktidarları 'seçmene muhtaç' hale getirmesidir. Bir iktidar, ne kadar güçlü olursa olsun, en nihayet seçim sandığından çıkacak sonuca göre muktedirliğini devam ettirebileceği için 'halkına müstağni kalmamak' zorundadır. 'Oyunu arttırmak' veya 'aynıyla korumak' veya 'kayıbını az tutmak' bağlamında hükümetler halklarının rızasını gözetmeye meylederler/zorlanırlar. Eğer seçim sistemi olmasa hükmedicilerin 'gücün sarhoşluğuna kapılarak' istiğna ile azgınlaşmalarından korkulur. En azından ben bundan korkarım. Bu korku doğru bir korkudur.
Tabii iktidarların meşruiyetlerini devşirdiği tek şey 'sandık' değildir. Sandığın olmadığı dönemlerde de, muktedirler, halkın teveccühünü çeşitli yollarla korumaya çalışırlar. Çoğunluğun teveccühünün korunmadığı iktidarlarda muktedirlerin iç karışıklıklarla uğraşmaları ise kaçınılmazdır. Çünkü en nihayetinde iktidarlar 'halk için ama halka rağmen' başta kalamazlar. 'Halk için ve halk ile' olursa iktidarların ömrü uzar. Bu sandık ötesi/üstü diyebileceğimiz meşruiyet kaynaklarından en önemlisi ise adalettir.
Bir iktidarın adaleti halkının genel kabulü ise, o iktidar seçimle başa gelmese bile, hükmünü sürdürebilir. Zira sessiz bir onaylayış vardır. Hatta diyebiliriz ki: Sandık dediğimiz şey de aslında bunun sağlamasından ibarettir. Elbette hiçbir iktidar mutlak bir şekilde adaleti sağlayamaz. Adaleti sağlamak için yaptığı hamlelerin bile değişimin ortaya çıkardığı yeni durumdan mutsuz mağdurları oluşur. Sözgelimi: Sadece kamyonculardan alınan bir köprü vergisinin terkedilmesiyle o köprüde kamyon trafiği artacağı için sair kullanıcılarda sızlanmalar olur: "O vergiyi kaldırmayacaktı be kardeşim! Ne rahat kullanıyorduk bu yolu. Şimdi kamyondan geçilmez oldu."
İşte, bu noktada, iktidarın meşruiyetini korumaktaki ikinci hamlesi/yolu halkı ile iletişimidir. Yani iktidar, adalet için yaptığı hamlelerin mevcuda alışık topluluklarda oluşturduğu rahatsızlığı gidermek için, halka bir iletişime girer. Bu iletişim iki yönlüdür. Hem kendisini anlatır. Hem onları dinler. Onları dinlediği ise serzenişlerinin iktidardan cevap alabilmesiyle ölçülür. Eğer bir iktidar, kendisini büyük bir medya gücüyle anlatıyor, ama halkı aynı büyüklükte bir şikayet masası gücüyle dinlemiyorsa iletişimi istibdada dönüşür. Bu gerçek bir iletişim değildir. Bir tür dayatmadır. Bir endoktrinasyondur.
Bu noktadan sonra 'diyalog' denilen şey aslında 'monolog'dur. Kendi kendisini över. Kendi kendisini meşrulaştırır. Kendi kendisini ikna eder. Kendi kendisini haklı bulur. Ancak bütün bu illüzyonların dağılacağı/yutulacağı Musa (a.s.) asâsı sandıktır. İş o kutudan çıkacak sonuca geldiğinde halk duyulmadığını muktedirlere hissettirir. Ses çıkarabildiği tek yerden güçlü bir ses çıkarır. Bunu öfkeyle yapmaz. Bunu derin ve güçlü bir akarsunun sessiz dönüşümüyle yapar. Öyle ki, kendi monoloğunun gücüyle körleşen iktidar dahi, sonuçlardan büyük bir şaşkınlığa düşer. Belki öfkeye asıl kapılan de o olur. Ancak öfkesi haksızdır. Haksız öfkesi onu halkından daha da uzaklaştırır.
Olağanüstühal sürecinin geldiğin noktada benim de hissettiklerim yukarıdakiler gibi. Olağanüstühali 15 Temmuz'dan sonra gerekli buluyor muydum? Kesinlikle! Özellikle ilk altı ay olağanüstühal olmadan atlatılamazdı gibi geliyor bana. Tehdit bastırılmıştı ama yokolmamıştı. Hızlı hareket etmek şarttı. Yaşanan hakikaten olağanüstü birşeydi. Fakat gelinen noktada birşeyler ters gidiyor. Kulağındaki açıklıktan dolayı sevdiğimiz iktidarımızın kulakları duvarlaşıyor. Devlete sesimizi ulaştıramıyoruz. Babamız yabancıya dönüşüyor. En çok abim Murat Ay'ın tutukluluk sürecinde gördüm bunu.
Bunu "AK Parti'yi artık desteklemiyorum!" bağlamında yazmıyorum. Hayır. Ben hâlâ özelde Erdoğan'ı genelde AK Parti'yi destekliyor ve Türkiye'nin bahtı adına varlıklarını önemsiyorum. 16 yılda başardıklarını da Allah'ın inayetiyle eriştiği büyük muvaffakiyetler olarak görüyorum. Ama hem Erdoğan'ı hem AK Parti'yi 'kulağı bendeyken' daha çok seviyorum. Çünkü beni de (ister istemez parçası olduğum) süreçlere dahil etsin istiyorum. Benim için en doğruyu, en hikmetliyi, en güzeli ve en ideal olanı uzaklarımda belirlemesin istiyorum. Bu yabancılaşma hissi seçmenden nasıl giderilir? Elbette iletişim kanallarıyla.
Soğuk yüzlü savcıların/hakimlerin, yargılama süreçlerinin, hapishanelerin duvarlarıyla beni daha fazla muhatap ederek değil. Bana açık olarak. Beni dikkate alarak. Beni işiterek. Bunu buraya iyiliğini istediğim insanların ellerindeki fırsatları heba etmemesini dileyerek yazıyorum. İstiğna iktidarın düşmanıdır. Hem bireysel anlamda hem yönetimsel anlamda, insan, kendisini sınamaya ve sınanmaya açık tutmak zorundadır. Bu iletişim ve özeleştiri mekanizması işlerse ancak azgınlaşmaktan korunuruz. Cenab-ı Hakkın 'insana bilmediğini öğreten' olduğunu buyurmasının hemen ardından istiğnayı bir tuzak olarak anması boşuna değil. Gücümüz merhametle karışsın ki kulaklarımız kapanmasın. Unutmayalım ki, Hz. Süleyman'ı (a.s.) büyük bir hükümdar yapan sadece ordusu değil, kuşların dilini bile anlaması ve karıncanın dahi sesini işitmesiydi.
10 Kasım 2017 Cuma
Yine şiir okuduğu için hapse girer mi birileri?
"Kararnamede kaç yerinde 'Devletin emniyetini ihlâl edebilir veya yapabilir' gibi tâbirlerle imkânat, vukuat yerinde istimal edilmiş. Herkes, mümkündür ki, bir katl yapsın. Bu imkân ile mes'ul olabilir mi?" Bediüzzaman Said Nursî, İddianameye Karşı İtiraznamenin Tetimmesi, Şualar.
Viva Zapata (1952) filminde çok etkilendiğim bir sahne vardır. Yıllar önce bir yöneticiyle atışarak isyan etmeye karar veren genç Emiliano Zapata, yıllar sonra, artık yaşını başını almış bir yönetici olarak bir gençle atışır, hatta tıpkı o yöneticinin yıllar önce kendisine yaptığı gibi ismini kağıda not alır. Tam notunu alırken kafasında bir ampul parlar. Gençliğinde savaştığı şeye dönüştüğünü farkeder. Hemen not aldığı kağıdı yırtar. Koltuğunu bırakıp tartıştığı gruba katılır. Tekrar direnişçi olur.
Kaç zamandır düşünüyorum: "Kaynak Holding'de birisinin bilgisayarından çıkıp ismi geçtiği için ağabeyimin tutuklanmasına sebep olan 'dua listesi' neyin nesi olabilir?" diye. En nihayet şu teori aklıma geldi: Belki de bu bir hatim listesi. Evet. Böyle tahmin ediyorum. Delilleri göremediğim için kesin birşey söyleyemiyorum. Belki de başka türlü birşey çıkacak. Fakat zannım bu yönde. Çünkü ağabeyimin böylesi bir listeyi yıllar önce bana da ulaştırdığını ve haftada bir cüz okumak sûretiyle dahil olmamı teklif ettiğini hatırlıyorum. (Haftada bir cüz yetiştirmek zor geldiği için dahil olmamıştım.)
Yalnız bu kadar da değil. Aşağı-yukarı tüm sohbet gruplarında (hadi siz cemaat deyiverin) böylesi listelere rastlamışımdır. Grup farkı gözetmeksizin denk geldiğim birşeydir şu. Her sohbet-ders grubu, dinî konular hakkında yaptıkları bilgi paylaşımının yanında, bir de cüz paylaşırlar aralarında. Bu cüzler, okunması ihmal edilmesin diye, bir Excel dosyası olarak isim isim liste halinde gönderilir. Sebep? Kimse sırasını şaşırmasın, o hafta okuması gereken cüzü ihmal etmesin, böylece her hafta bir hatim bitirilmiş olsun diye. Bildiğim kadarıyla malum suçun(!) işleniş şekli böyle.
Eskiden, yani sabık ve karanlık dönemlerde, dinî grupların evlerine yapılan baskınlarda 'takke, tesbih, seccade, Kur'an, tefsir, hadis kitabı' gibi şeylerin de suç aletleri olarak kayıt altına alındığı anlatılırdı. Hatta böyle bilgiler içeren tutanakların devlet arşivlerinde yeraldığı söylenirdi. Ağabeyimin mezkûr listeden ötürü tutuklu yargılanacak kadar korkulacak bir hale gelmesi bana o zamanlara dair işittiklerimi anımsattı. Ne diyebilirim ki! "Ya ne komik zamanlarmış!" diyerek tebessümle andığımız devirlere şöyle bir bakıp dönüyoruz anlaşılan. (İnşaallah uzun sürmez.) Eğer, iş benim tahmin ettiğim gibiyse, yani o 'dua listesi' denilen şey bir 'hatim listesi'nden ibaret ise, bir suç unsuru olarak görülmesinin başka açıklaması olamaz. Daha kötüsü de şu: O listelerden o kadar çok var ki! Kum gibi! Her yerde ve her cemaatte! Evet. Hatta şöyle söyleyeyim: Bazı listelerdeki insanlar birbirlerini tanımazlar bile.
Belki biliyorsunuz zaten ama yine de anlatayım: Bu herhangi bir namazda omuz omuza verip cemaat olmak gibidir. Yanındakine kefil olmayı gerektirmez. Hatta dönüp yüzüne bakmaya bile zorlamaz. Örgüt olmaya ise hiç ihtiyaç duymaz. İnternetten bile böyle listelere dahil olabilirsiniz. Yeter ki Kur'an okumak arzunuz olsun. Bir hatim grubuna dahil olup şahs-ı manevî denilen şeyden faydalanmak, yani bir iken bin olmak, her hafta bir cüz okuduğunuz halde hep beraber okunan bir hatimden sevap kazanmak, biz bu faydalı ve mübarek yolu sıklıkla istimal ediyoruz ve ederiz. (Allah kabul etsin.) Bir yakınımız vefat ettiğinde ilk aklımıza gelen şey budur hatta: Cüz dağıtmak.
İsim isim de yazarız bunu. 1. Cüz: Filanca falancaya... 2. Cüz: Falanca filancaya... 3. Cüz: Ötekine berikine... 4. Cüz: Berikine ötekine... Fakat bunu bilmek için azıcık olsun bir dinî bir grubun içinde takılmak gerekir. (15 Temmuz şehitleri için de böyle listeler düzenlendiğini ve bazılarına maaliftihar benim de dahil olduğumu belirteyim.)
Peki böylesi bir grubun içinde hiç bulunmamış birisi şöyle bir listeyle karşılaştığında ne olur? Muhtemelen şok olur. İsimlerin altalta yazıldığı, karşılarına nelerin ne zaman okunacağının kaydedildiği, bazen tarihler dışında başka bilgilerin de kayıtlı olduğu tuhaf şeylerdir bunlar. İşte böylesi birisi için şu liste bir suç unsuru olarak görülebilir. Tıpkı namaz nedir bilmeyen birisine abdest almak su israfı gibi görüneceği gibi. Veya oruç nedir bilmeyen birisine sahur yapmanın tuhaf gelmesi gibi.
Yine arzedeyim: Ben bu listenin neyin nesi olduğunu bilmiyorum. Bir hatim listesinden başka birşey de çıkabilir. Kesin konuşmuyorum. Sadece tahmin yürütüyorum. Tahmin yürütme yeteneğimi de durduramıyorum. Nihayetinde otuzbeş yıldır aynı sofraya kaşık salladığım ağabeyim Murat Ay, hattında bylock bile çıkmamasına rağmen, o listede adı geçtiği için şu an cezaevinde.
Tabii insan haliyle hakkında düşünmeden edemiyor. Sonra çeşitli komplo teorileri kuruluyor zihnine. Tahayyül bu ya: Bugün bir dua listesi suç unsuru haline gelebiliyorsa yarın başka neler suç aleti haline gelebilir? Dün olduğu gibi bugün de, ümmetin lideri olmaya layık gördüğümüz reislerimiz, 'şiir okudular' diye hapse atılırlar mı? İnsan devletine de dinine güvendiği gibi güvenmek istiyor. Fakat devlet dinin ne kadar farkında? Endişesi ne kadar gözüne sirayet etti? Korkusu adaletine ne kadar izin veriyor? Dindar ve dine hürmetkâr erkanımızı tenzih ederim. Başımıza böyle bir bela geldiği için asıl biz vehim yapıyoruz belki. Fakat 'e-bilmek'ler tutuklama karinesi olmaya başlayınca insan ihtimallerin gidebileceği yerden korkuyor. Siz korkmuyor musunuz?
Viva Zapata (1952) filminde çok etkilendiğim bir sahne vardır. Yıllar önce bir yöneticiyle atışarak isyan etmeye karar veren genç Emiliano Zapata, yıllar sonra, artık yaşını başını almış bir yönetici olarak bir gençle atışır, hatta tıpkı o yöneticinin yıllar önce kendisine yaptığı gibi ismini kağıda not alır. Tam notunu alırken kafasında bir ampul parlar. Gençliğinde savaştığı şeye dönüştüğünü farkeder. Hemen not aldığı kağıdı yırtar. Koltuğunu bırakıp tartıştığı gruba katılır. Tekrar direnişçi olur.
Kaç zamandır düşünüyorum: "Kaynak Holding'de birisinin bilgisayarından çıkıp ismi geçtiği için ağabeyimin tutuklanmasına sebep olan 'dua listesi' neyin nesi olabilir?" diye. En nihayet şu teori aklıma geldi: Belki de bu bir hatim listesi. Evet. Böyle tahmin ediyorum. Delilleri göremediğim için kesin birşey söyleyemiyorum. Belki de başka türlü birşey çıkacak. Fakat zannım bu yönde. Çünkü ağabeyimin böylesi bir listeyi yıllar önce bana da ulaştırdığını ve haftada bir cüz okumak sûretiyle dahil olmamı teklif ettiğini hatırlıyorum. (Haftada bir cüz yetiştirmek zor geldiği için dahil olmamıştım.)
Yalnız bu kadar da değil. Aşağı-yukarı tüm sohbet gruplarında (hadi siz cemaat deyiverin) böylesi listelere rastlamışımdır. Grup farkı gözetmeksizin denk geldiğim birşeydir şu. Her sohbet-ders grubu, dinî konular hakkında yaptıkları bilgi paylaşımının yanında, bir de cüz paylaşırlar aralarında. Bu cüzler, okunması ihmal edilmesin diye, bir Excel dosyası olarak isim isim liste halinde gönderilir. Sebep? Kimse sırasını şaşırmasın, o hafta okuması gereken cüzü ihmal etmesin, böylece her hafta bir hatim bitirilmiş olsun diye. Bildiğim kadarıyla malum suçun(!) işleniş şekli böyle.
Eskiden, yani sabık ve karanlık dönemlerde, dinî grupların evlerine yapılan baskınlarda 'takke, tesbih, seccade, Kur'an, tefsir, hadis kitabı' gibi şeylerin de suç aletleri olarak kayıt altına alındığı anlatılırdı. Hatta böyle bilgiler içeren tutanakların devlet arşivlerinde yeraldığı söylenirdi. Ağabeyimin mezkûr listeden ötürü tutuklu yargılanacak kadar korkulacak bir hale gelmesi bana o zamanlara dair işittiklerimi anımsattı. Ne diyebilirim ki! "Ya ne komik zamanlarmış!" diyerek tebessümle andığımız devirlere şöyle bir bakıp dönüyoruz anlaşılan. (İnşaallah uzun sürmez.) Eğer, iş benim tahmin ettiğim gibiyse, yani o 'dua listesi' denilen şey bir 'hatim listesi'nden ibaret ise, bir suç unsuru olarak görülmesinin başka açıklaması olamaz. Daha kötüsü de şu: O listelerden o kadar çok var ki! Kum gibi! Her yerde ve her cemaatte! Evet. Hatta şöyle söyleyeyim: Bazı listelerdeki insanlar birbirlerini tanımazlar bile.
Belki biliyorsunuz zaten ama yine de anlatayım: Bu herhangi bir namazda omuz omuza verip cemaat olmak gibidir. Yanındakine kefil olmayı gerektirmez. Hatta dönüp yüzüne bakmaya bile zorlamaz. Örgüt olmaya ise hiç ihtiyaç duymaz. İnternetten bile böyle listelere dahil olabilirsiniz. Yeter ki Kur'an okumak arzunuz olsun. Bir hatim grubuna dahil olup şahs-ı manevî denilen şeyden faydalanmak, yani bir iken bin olmak, her hafta bir cüz okuduğunuz halde hep beraber okunan bir hatimden sevap kazanmak, biz bu faydalı ve mübarek yolu sıklıkla istimal ediyoruz ve ederiz. (Allah kabul etsin.) Bir yakınımız vefat ettiğinde ilk aklımıza gelen şey budur hatta: Cüz dağıtmak.
İsim isim de yazarız bunu. 1. Cüz: Filanca falancaya... 2. Cüz: Falanca filancaya... 3. Cüz: Ötekine berikine... 4. Cüz: Berikine ötekine... Fakat bunu bilmek için azıcık olsun bir dinî bir grubun içinde takılmak gerekir. (15 Temmuz şehitleri için de böyle listeler düzenlendiğini ve bazılarına maaliftihar benim de dahil olduğumu belirteyim.)
Peki böylesi bir grubun içinde hiç bulunmamış birisi şöyle bir listeyle karşılaştığında ne olur? Muhtemelen şok olur. İsimlerin altalta yazıldığı, karşılarına nelerin ne zaman okunacağının kaydedildiği, bazen tarihler dışında başka bilgilerin de kayıtlı olduğu tuhaf şeylerdir bunlar. İşte böylesi birisi için şu liste bir suç unsuru olarak görülebilir. Tıpkı namaz nedir bilmeyen birisine abdest almak su israfı gibi görüneceği gibi. Veya oruç nedir bilmeyen birisine sahur yapmanın tuhaf gelmesi gibi.
Yine arzedeyim: Ben bu listenin neyin nesi olduğunu bilmiyorum. Bir hatim listesinden başka birşey de çıkabilir. Kesin konuşmuyorum. Sadece tahmin yürütüyorum. Tahmin yürütme yeteneğimi de durduramıyorum. Nihayetinde otuzbeş yıldır aynı sofraya kaşık salladığım ağabeyim Murat Ay, hattında bylock bile çıkmamasına rağmen, o listede adı geçtiği için şu an cezaevinde.
Tabii insan haliyle hakkında düşünmeden edemiyor. Sonra çeşitli komplo teorileri kuruluyor zihnine. Tahayyül bu ya: Bugün bir dua listesi suç unsuru haline gelebiliyorsa yarın başka neler suç aleti haline gelebilir? Dün olduğu gibi bugün de, ümmetin lideri olmaya layık gördüğümüz reislerimiz, 'şiir okudular' diye hapse atılırlar mı? İnsan devletine de dinine güvendiği gibi güvenmek istiyor. Fakat devlet dinin ne kadar farkında? Endişesi ne kadar gözüne sirayet etti? Korkusu adaletine ne kadar izin veriyor? Dindar ve dine hürmetkâr erkanımızı tenzih ederim. Başımıza böyle bir bela geldiği için asıl biz vehim yapıyoruz belki. Fakat 'e-bilmek'ler tutuklama karinesi olmaya başlayınca insan ihtimallerin gidebileceği yerden korkuyor. Siz korkmuyor musunuz?
13 Temmuz 2017 Perşembe
Fitne mümkün olmayanı isteme sanatıdır (5): Kıyamet kopar da ayağının altı sallanmaz mı sandın?
"Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zalim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla mânen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir." 14. Söz'ün Zeyli'nden.
İş öyle bir noktaya doğru gidiyor ki, yakında, "Bir de öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz. Allah'ın azabı şiddetlidir!" ayetinden dolayı, hâşâ, Cenab-ı Hakkı dahi 'adalet-i mahzaya uygun hareket etmemekle' ihtam edeceğiz. (Allah bizi böyle vartalara düşmekten korusun.) Herşeyin müfriti tat kaçırıyor.
Bir kere şu ayrımda bir sıkıntı yaşandığını görüyoruz: Daire-i itikad ile daire-i muamelatı birbirinden seçemiyorlar. Halbuki mürşidim diyor: "Daire-i itikadı daire-i muamelâta karıştırmaya mecburiyet yoktur." Biz, kulluk sahasında çok hatalar yaparız, çok günahlara batarız, ancak bu hata ve günahları işleyişimiz 'onların doğruluğuna iman ettiğimiz' anlamına gelmez.
Ehl-i Sünnet itikadında, biraz da bu daire-i itikat ve muamelat ayrımından ötürü, büyük günahlara girenler tekfir edilmez. Bunu yapan ancak sapkın Mutezilîlerdir. (Allah onları ıslah etsin.) Biz bir insanın kalbiyle hayatını birbirinden ayırırız. İnanışıyla eyleyişini birbirinden ayırırız. İnsanın sadece akıldan, kalpten, ruhtan veya vicdandan ibaret olmadığını kabul ederiz. Fıtrata bakışımız bu yüzden kapsamlıdır. Biraz daha ilerisi: İnsanın imzasının kusur olduğunu biliriz. O yüzden bu iki daire içinde birebir uyum, mü'mince arzulanır, ama hayatın her anında olmayışı tersine yorulmaz.
Bu, bireyler içdünyalarına bakarken böyle olduğu gibi, dış dünyayı tefekkür ederken de böyledir. İşlemekten Allah'a sığındığımız bir günahı (mesela içki içmeyi) bir müslümanda görmemiz (o kişi eyleminin günahlığını inkâr etmediği sürece) itikadî bir yoruma yol açmaz. Onu buna bağlamayız. Aklını veya kalbini değil (onlara rağmen ayaklarını kaydırabilecek olan) nefsini sorumlu tutarız.
Nitekim kendi hayatlarımızda da ancak bu ayrım sayesinde 'çıldırtıcı bir vesveseye' düşmeyiz. Düşünsenize: Kafamızdan geçen her yanlış fikri ve elimizden çıkan her hatalı fiili 'imanımızdaki bir soruna' hamletseydik biz müslümanlar için yaşam nasıl bir işkence olurdu? Bir günde kaç defa dinden çıkar ve tekrar dine dönerdik? En nihayet "Yahu bu iman işi olmuyor!" deyip pes etmez miydik? İşte, biz, Allah'ın imkansızı teklif etmeyeceğini (Hakîm ismi muktezasınca) bildiğimiz için, kusur işlemeye müsait yaratılmış varlığımızı 'kusursuzlukla' sorumlu tutmadığını düşünürüz.
Ancak şu var tabii: Kusurda ısrar etmeyiz. Âdileştirmeyiz. Onu alışkanlık edinmeyiz. Bundan sorumlu tutulduğumuzu biliriz. Kusurumuzu farkedince çabukça tevbe ederiz. Günaha sıradan bir eylem gibi davranmayız. Hatanın hata olduğunu itiraf etmek de Cenab-ı Hakkı tenzihtir çünkü. Onun emretmiş veya yasaklamış olduğu şeylerin 'uyulması gerekenler' olduğunu kabuldür.
Bu 'şahıslar' dünyasında olduğu gibi 'şahs-ı manevîler' dünyasında da böyledir. Bediüzzaman İşaratü'l-İ'caz'da söyler ki: "Devlet bir şahs-ı manevîdir." Münazarat'ta ise yine bununla ilgili olarak der:
"Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiatına tereccuhudur. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi—Allah etmesin—bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi sûretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü't-tahrip ile, o sûreti bozmaya çalışacak. Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türklerin nazarlarında dahi, mel'un, anarşist ve iğtişaşçı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilâl ve fesattır."
Hükümetler de hata yapar. Devletler de hata yapar. İnsanlar da hata yapar. Şahıslar yaptığı gibi şahs-ı manevîler de hata yapar. Bunların hiçbirisinden 'kusursuzluk' beklenmez. Ya ne beklenir? İşte, en evvel, şu hadisin bize ders verdiği şey beklenir: "Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: Resulullah aleyhissalatuvesselam buyurdular ki: 'Kim Müslümanların kadılık hizmetini talep edip elde etse, sonra adaleti zulmüne galebe çalsa, cennete girer. Zulmü adaletine galebe çalsa ateş onundur.'" (Kütüb-i Sitte, Hadis No: 4885)
Cenab-ı Hak da bizi mahşer günü böyle yargılayacaktır. 'Hiç günahı olmayanları' değil sadece, 'hasenatı seyyiatından fazla olanları' cennete alacaktır. Allah Rahman'dır, Gafûr'dur, Hakîm'dir. Kullarını bir hatasında silicilerden değildir. 'Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak' emr-i Nebevîsi (a.s.m.) işte tam burada somutlaşır: Biz, çevremizdeki insanları bir hatalarında silmemeyi, Cenab-ı Hakkın bizi 'bir hatamızda silmeyişinden' öğreniriz. Özür kabul etmeyi de tevbelerimiz bize öğretir. Şükretmeyi de teşekkürle ders ederiz. İnsan yaşamındaki herşeyi kendi ihtiyaçları/yaşanmışlıkları vesilesiyle bilgi edinir.
Bütün bunları anlatıyorum. Neden? Çünkü 15 Temmuz'la ilgili devam eden süreçlerde yaşanan hataları işitiyorum. Bu hataların varlığını inkâr edemeyiz. Hatasızlık iddia edemeyiz. Dillendirilmesini de engelleyemeyiz. Bu tevbenin yolunu kapamak olur çünkü. Fakat şuna itiraz edebiliriz: Bu hataları nümayişle dillendirenler, biri bin yapanlar, 15 Temmuz gibi birşeyi yaşamış devletten ne bekliyorlar? Günahsızlık mı? Böyle birşeyin Ehl-i Sünnet itikadında yalnız peygamberler için geçerli olduğunu biliyoruz. Öyleyse ne?
Eğer istedikleri hükümetin hasenatının seyyiatına galebe etmesi ise, eyvallah. Hatalarını farkedip tevbe etmesi ise, eyvallah. Bunlar can yakmayan nasihatle de olabilir. Fakat ben; öfke öfke, atar atar, racon racon biriken bu itirazların öyle bir hale geldiğini görüyorum ki; neredeyse, 15 Temmuz suçluları ile mücadelede devletin elini tutacaklar.
Kastettikleri bu gibi. Acaba bu insanlar, eğer mevcudun ellerini kırarlarsa, darbecilerle mücadele etmek için görevlendirebilecekleri ismet sahibi bir kadroya mı sahipler? Sahabeye bile verilmeyen bu özelliğe sahip elemanları mı var? Hiç. Hiçbirşey. Hiçbirşeyleri yok. Tek istedikleri, hiçbir zaman hayatlarında bulamayacakları, mükemmellik gibi duruyor. Yahut da muhalif hissiyatlarını bu yoldan tatmin ediyorlar.
Yer deprenmiş. 15 Temmuz gibi bir kıyamet kopmuş. 200'den fazla kişi şehit olmuş. 2000'den fazla gazi yaralanmış. Büyük bir eşikten dönülmüş. Bütün bunları kabul ediyorsun da ayağının altının sallanmasına neden inanmıyorsun? Kıyamet kopar da sana hiçbirşey dokunmaz mı sandın? Musibet gelir de masumları incitmez mi sandın? Nasreddin Hoca'nın kazan fıkrasını hatırlatmıyor mu senin halin? Elbette birçok şeyin değişmesi gerek. Bu kabul etmeyen bir Allah'ın kulu yok. Fakat hangimizin elinde sihirli değnek var?
Allah korusun, bugün bu mücadeleyi vermekte devletin elini gayretten alıkoyarsak, yarın şu hastalığın daha beter nüksetmeyeceğinin garantisi var mı? Kim verse inanırız ki bu garantiye? Yarına çıkacağımızın bile bir garantisi yok. Bindiğimiz geminin yoluna devam etmesine hep beraber sağlamak yerine mürettebatın haline doludizgin sövmek niye?
En nihayet mürşidimin dediği gibi derim: "Evet, maatteessüf, daha yeni ve bulanık bir devlette ve cahil ve perişan bir millette, şöyle fena ve pis şeylerin vuku zarûri gibidir. Eskiden daha berbatı vardı. Fakat, şimdi görünüyor. Bir dert görünürse, devası âsândır. Hem de, büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sünbüllendirerek hasenata galip etmektir. (...) İşte şu cerbezenin tavr-ı acîbi; zaman ve mekanda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder."
Bir kere şu ayrımda bir sıkıntı yaşandığını görüyoruz: Daire-i itikad ile daire-i muamelatı birbirinden seçemiyorlar. Halbuki mürşidim diyor: "Daire-i itikadı daire-i muamelâta karıştırmaya mecburiyet yoktur." Biz, kulluk sahasında çok hatalar yaparız, çok günahlara batarız, ancak bu hata ve günahları işleyişimiz 'onların doğruluğuna iman ettiğimiz' anlamına gelmez.
Ehl-i Sünnet itikadında, biraz da bu daire-i itikat ve muamelat ayrımından ötürü, büyük günahlara girenler tekfir edilmez. Bunu yapan ancak sapkın Mutezilîlerdir. (Allah onları ıslah etsin.) Biz bir insanın kalbiyle hayatını birbirinden ayırırız. İnanışıyla eyleyişini birbirinden ayırırız. İnsanın sadece akıldan, kalpten, ruhtan veya vicdandan ibaret olmadığını kabul ederiz. Fıtrata bakışımız bu yüzden kapsamlıdır. Biraz daha ilerisi: İnsanın imzasının kusur olduğunu biliriz. O yüzden bu iki daire içinde birebir uyum, mü'mince arzulanır, ama hayatın her anında olmayışı tersine yorulmaz.
Bu, bireyler içdünyalarına bakarken böyle olduğu gibi, dış dünyayı tefekkür ederken de böyledir. İşlemekten Allah'a sığındığımız bir günahı (mesela içki içmeyi) bir müslümanda görmemiz (o kişi eyleminin günahlığını inkâr etmediği sürece) itikadî bir yoruma yol açmaz. Onu buna bağlamayız. Aklını veya kalbini değil (onlara rağmen ayaklarını kaydırabilecek olan) nefsini sorumlu tutarız.
Nitekim kendi hayatlarımızda da ancak bu ayrım sayesinde 'çıldırtıcı bir vesveseye' düşmeyiz. Düşünsenize: Kafamızdan geçen her yanlış fikri ve elimizden çıkan her hatalı fiili 'imanımızdaki bir soruna' hamletseydik biz müslümanlar için yaşam nasıl bir işkence olurdu? Bir günde kaç defa dinden çıkar ve tekrar dine dönerdik? En nihayet "Yahu bu iman işi olmuyor!" deyip pes etmez miydik? İşte, biz, Allah'ın imkansızı teklif etmeyeceğini (Hakîm ismi muktezasınca) bildiğimiz için, kusur işlemeye müsait yaratılmış varlığımızı 'kusursuzlukla' sorumlu tutmadığını düşünürüz.
Ancak şu var tabii: Kusurda ısrar etmeyiz. Âdileştirmeyiz. Onu alışkanlık edinmeyiz. Bundan sorumlu tutulduğumuzu biliriz. Kusurumuzu farkedince çabukça tevbe ederiz. Günaha sıradan bir eylem gibi davranmayız. Hatanın hata olduğunu itiraf etmek de Cenab-ı Hakkı tenzihtir çünkü. Onun emretmiş veya yasaklamış olduğu şeylerin 'uyulması gerekenler' olduğunu kabuldür.
Bu 'şahıslar' dünyasında olduğu gibi 'şahs-ı manevîler' dünyasında da böyledir. Bediüzzaman İşaratü'l-İ'caz'da söyler ki: "Devlet bir şahs-ı manevîdir." Münazarat'ta ise yine bununla ilgili olarak der:
"Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiatına tereccuhudur. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi—Allah etmesin—bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi sûretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü't-tahrip ile, o sûreti bozmaya çalışacak. Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türklerin nazarlarında dahi, mel'un, anarşist ve iğtişaşçı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilâl ve fesattır."
Hükümetler de hata yapar. Devletler de hata yapar. İnsanlar da hata yapar. Şahıslar yaptığı gibi şahs-ı manevîler de hata yapar. Bunların hiçbirisinden 'kusursuzluk' beklenmez. Ya ne beklenir? İşte, en evvel, şu hadisin bize ders verdiği şey beklenir: "Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: Resulullah aleyhissalatuvesselam buyurdular ki: 'Kim Müslümanların kadılık hizmetini talep edip elde etse, sonra adaleti zulmüne galebe çalsa, cennete girer. Zulmü adaletine galebe çalsa ateş onundur.'" (Kütüb-i Sitte, Hadis No: 4885)
Cenab-ı Hak da bizi mahşer günü böyle yargılayacaktır. 'Hiç günahı olmayanları' değil sadece, 'hasenatı seyyiatından fazla olanları' cennete alacaktır. Allah Rahman'dır, Gafûr'dur, Hakîm'dir. Kullarını bir hatasında silicilerden değildir. 'Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak' emr-i Nebevîsi (a.s.m.) işte tam burada somutlaşır: Biz, çevremizdeki insanları bir hatalarında silmemeyi, Cenab-ı Hakkın bizi 'bir hatamızda silmeyişinden' öğreniriz. Özür kabul etmeyi de tevbelerimiz bize öğretir. Şükretmeyi de teşekkürle ders ederiz. İnsan yaşamındaki herşeyi kendi ihtiyaçları/yaşanmışlıkları vesilesiyle bilgi edinir.
Bütün bunları anlatıyorum. Neden? Çünkü 15 Temmuz'la ilgili devam eden süreçlerde yaşanan hataları işitiyorum. Bu hataların varlığını inkâr edemeyiz. Hatasızlık iddia edemeyiz. Dillendirilmesini de engelleyemeyiz. Bu tevbenin yolunu kapamak olur çünkü. Fakat şuna itiraz edebiliriz: Bu hataları nümayişle dillendirenler, biri bin yapanlar, 15 Temmuz gibi birşeyi yaşamış devletten ne bekliyorlar? Günahsızlık mı? Böyle birşeyin Ehl-i Sünnet itikadında yalnız peygamberler için geçerli olduğunu biliyoruz. Öyleyse ne?
Eğer istedikleri hükümetin hasenatının seyyiatına galebe etmesi ise, eyvallah. Hatalarını farkedip tevbe etmesi ise, eyvallah. Bunlar can yakmayan nasihatle de olabilir. Fakat ben; öfke öfke, atar atar, racon racon biriken bu itirazların öyle bir hale geldiğini görüyorum ki; neredeyse, 15 Temmuz suçluları ile mücadelede devletin elini tutacaklar.
Kastettikleri bu gibi. Acaba bu insanlar, eğer mevcudun ellerini kırarlarsa, darbecilerle mücadele etmek için görevlendirebilecekleri ismet sahibi bir kadroya mı sahipler? Sahabeye bile verilmeyen bu özelliğe sahip elemanları mı var? Hiç. Hiçbirşey. Hiçbirşeyleri yok. Tek istedikleri, hiçbir zaman hayatlarında bulamayacakları, mükemmellik gibi duruyor. Yahut da muhalif hissiyatlarını bu yoldan tatmin ediyorlar.
Yer deprenmiş. 15 Temmuz gibi bir kıyamet kopmuş. 200'den fazla kişi şehit olmuş. 2000'den fazla gazi yaralanmış. Büyük bir eşikten dönülmüş. Bütün bunları kabul ediyorsun da ayağının altının sallanmasına neden inanmıyorsun? Kıyamet kopar da sana hiçbirşey dokunmaz mı sandın? Musibet gelir de masumları incitmez mi sandın? Nasreddin Hoca'nın kazan fıkrasını hatırlatmıyor mu senin halin? Elbette birçok şeyin değişmesi gerek. Bu kabul etmeyen bir Allah'ın kulu yok. Fakat hangimizin elinde sihirli değnek var?
Allah korusun, bugün bu mücadeleyi vermekte devletin elini gayretten alıkoyarsak, yarın şu hastalığın daha beter nüksetmeyeceğinin garantisi var mı? Kim verse inanırız ki bu garantiye? Yarına çıkacağımızın bile bir garantisi yok. Bindiğimiz geminin yoluna devam etmesine hep beraber sağlamak yerine mürettebatın haline doludizgin sövmek niye?
En nihayet mürşidimin dediği gibi derim: "Evet, maatteessüf, daha yeni ve bulanık bir devlette ve cahil ve perişan bir millette, şöyle fena ve pis şeylerin vuku zarûri gibidir. Eskiden daha berbatı vardı. Fakat, şimdi görünüyor. Bir dert görünürse, devası âsândır. Hem de, büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sünbüllendirerek hasenata galip etmektir. (...) İşte şu cerbezenin tavr-ı acîbi; zaman ve mekanda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder."
13 Nisan 2017 Perşembe
Ya kötü birisi başkan seçilirse? (3)
"Dediler: 'İttihada şedit bir muarızdın. Neden şimdi sükût ediyorsun?' Dedim: 'Düşmanların onlara şiddeti hücumundan. Düşmanın hedef-i hücumu, onların hasenesi olan azim ve sebattır ve İslâmiyet düşmanına vasıta-i tesmim olmaktan feragatıdır.'" Münazarat'tan.
Bediüzzaman'ın hayır ve şer bahsinde dikkatimizi çektiği birşeydir: Hayır vücudî/varlıksal olandır. Şer ise ademî/yokluksal olandır. Birşey yokluğa hizmet ediyorsa şerdir. Birşey varlığa hizmet ediyorsa hayırdır. Merhamet varlığa hizmet ettiği için hayırdır. Nefret yokluğa hizmet ettiği için şerdir. Parçalanmaya/tefrikaya hizmet eden dolayısıyla yokluğa hizmet eder. İttihada/bütünlüğe hizmet eden dolayısıyla varlığa hizmet eder. Yani; parçalamak yokluğa, birlik varlığa yakındır. Zehir, insanın, hayat birliğini dağıttığı ve bedenî varlığını parçaladığı için şerir birşeydir. İlaç, insanın, hayat birliğini koruduğu ve bedenî varlığını kolladığı için hayır birşeydir. Dolayısıyla en genel anlamda diyebiliriz ki: Birşey bizim ve parçası olduğumuz bütünlüklerin varlığına katkıda bulunuyor ve kolluyorsa o şey hayırdır. Birşey bizim ve parçası olduğumuz bütünlüklerin varlığını eksiltiyor ve zarar veriyorsa şerdir.
Ancak, şaşırmayalım, imtihan dünyasında herşey bu kadar 'şaşırtmasız' işlemez. Yine mürşidimin dikkatimizi çektiği üzere varlık âleminde 'ademî görünür vücudîlikler' ve 'vücudî görünür ademîlikler' de vardır. Yani; birşey, zâhirde size ve başkalarına yokluksal görünür de, aslında siz ve dahil olduğunuz bütünlükler adına varlıksal olabilir. Yine; birşey, zâhirde size ve başkalarına varlıksal görünür de, aslında siz ve dahil olduğunuz bütünlükler adına yokluksal olabilir. Mesela: Zekat vermek, zâhirde varlıksallığınızın eksilmesi gibi görünürken, aslında sosyolojik ve uhrevî anlamda varlığın korunmasına hizmet etmektedir. Ve yine faiz, zâhirde varlıksallığınızın artması gibi görünürken, aslında sosyolojik ve uhrevî anlamda yokluğun artmasına hizmet etmektedir.
İşte vahiy ve şeriat, sünnet ve Kur'an boyutlarıyla, bize, bu 'zâhiren ademî görünen vücudîlikleri' ve 'zâhiren vücudî görünen ademîlikleri' görmeyi öğretir. Çünkü yokluksal görünenin aslında varlıksal olduğu veya varlıksal görünenin aslında yokluksal olduğu ancak 'büyük resme' bakınca anlaşılır. Küllî bakışlarla elde edilir. Ezel de bu resimlerin en büyüğünü gören nazar-ı âlâdır.
Zübeyir Tercan abinin o güzel örneğiyle izah etmem gerekirse: Birkaç insanın birisini bıçakla kestiklerini görmek size o an yaşananın şer olduğunu düşündürebilir. Fakat biraz başınızı kaldırıp daha büyük bir resme baktığınızda, mesela, kapının üzerinde yazan 'Ameliyathane' yazısını görecek kadar başınızı kaldırdığınızda, hadiseyi değerlendirişiniz değişir. Yokluksal görüneni aslında varlığa hizmet ettiğini, o kesişin aslında bir parçalama değil, bütünlüğü koruma çabası olduğunu anlarsınız. Ezel, yine bu perspektiften, resimlerin en büyüğünü de anlatır bize. Tevhid o resmin bütünlüğünün en özet tarifidir.
Ben, Bediüzzaman'ın, meşrutiyete ve İttihat ve Terakki'ye bakışını da bu nazarla anlarım. Bediüzzaman, meşrutiyetten de, başlangıçta İttihat ve Terakki'den de, hayra hizmet etmesini beklemiş ve hayır murad ederek taraftarları olmuştur. Ne zaman ki, İttihat Terakki'nin muradının meşrutiyet değil başka bir tür istibdat olduğunu anlamış, o zaman İttihat ve Terakki'den desteğini çekmiştir. Sonra yine varlığa hizmet ettiklerini düşündüğünde destek çıkmıştır. Kendisine bu durum sorulduğunda verdiği cevapta da vardır bu. O, bir âlim olarak, meşrutiyete bakışında ve duruşunda bir değişiklik yapmamıştır. Aksine, ona göre, meşrutiyete bakışı ve duruşu değişenler ondan ayrılmıştır.
Yani; Bediüzzaman'ın muradı hayırdır, varlıksaldır, vücudîdir. Sureten vücudî görünen şu ademîlik aslını sonradan ortaya koymuşsa bundan Bediüzzaman'ın bir mesuliyeti yoktur. Onun niyeti halistir. Kaldı ki: O dönemde şöyle veya böyle uygulanmış bir meşrutiyettir ki, bugün, demokrasi denilen şeyi konuşulabilir/uygulanabilir kılmıştır. Yani; o dönem için bu seçimler ademî/yokluksal sonuçlar verse de, geçen zaman bu hayırlı/varlıksal seçimlerin gerçek suretini görmemizi sağlamıştır. Tıpkı, başlarda, Hudeybiye sulhünün bizzat sahabe tarafından üzüntüyle karşılanılacak kadar yokluksal görünmesine rağmen, ilerleyen dönemde varlıksal neticelerini göstermesi gibi.
Bugüne geleyim. Önümüzde bir referandum var. Biz bu referandumla başkanlık sistemi üzerinden hayırlı bir netice murad ediyoruz. Bu sistemi, büyük güçlüklerle elde ettiğimiz meşvereti yitirmenin değil, onun işleyişini arızalardan kurtarmanın bir parçası olarak görüyoruz. Muradımız hayırdır. Murad ettiklerimiz 15 yıldır hayırlarını gördüğümüz insanlardır. Onların dillerinden de işittiklerimiz hayırdır. Hadi şu vehme bir suret verelim: Velev ki, başkanlık sistemi sinesinde bir sıkıntı barındırıyor olsun, şu sıkıntı geçicidir. Türkiye toplumu meşveretin ihyası yolunda geri döndürülmeyecek bir mesafe almıştır. Yüzyıllık bir tecrübe kazanmıştır. Şu gidişin dönüşü muhaldir.
15 Temmuz bunu gösterdi bize. Tereddüt etmeyelim. Artık sosyolojimize güvenelim. Meşrutiyetle murad olunan hayır, ondan sonra gelen istibdatla ziyan olmadığı gibi; başkanlık sistemiyle murad olunan güzellik de, ondan sonra ne gelirse gelsin, ziyan olmayacaktır. Değişim risk almaktır. Biz de Bediüzzaman ve emsali gibi bir risk alıyoruz. Ama hayrı murad ederek alıyoruz.
Bediüzzaman meşrutiyet istedi. Gelen istibdat oldu. Biz de başkanlık istiyoruz. Velev başımıza bir arıza gelsin. Muradımızla yargılanırız. Fakat Bediüzzaman, Münazarat'ta olduğu gibi, "Ya şeriata zarar gelirse?" diyenler arasında yeralıp tereddüt etseydi bugün 'demokrasiyi' konuşabilir miydik? Gelecek imkanattır. İmkanat sonsuzdur. Delilden neşet etmeyen şüpheyle hüküm verilmez. Biz birşeyi bir niyet ve murad ile istiyoruz. O da belli. Neden vehmin ürettiği her ihtimalle korkup ürkelim? Gelecek, bugünde şekillenen, fakat gelecekte müdahale edilemeyecek birşey midir? İTF meşrutiyetten ayrılırsa biz de ondan ayrılırız. AK Parti demokrasiden ayrılırsa biz de ondan ayrılırız. Ancak şimdi 'dövülmeden ağlamak' niye? Ülke yaşanmaz hale gelince anlaşılmaz mı bu? Neden kendimizi bu hamleyi yapamayacak kadar zayıf buluyoruz?
Bediüzzaman'ın hayır ve şer bahsinde dikkatimizi çektiği birşeydir: Hayır vücudî/varlıksal olandır. Şer ise ademî/yokluksal olandır. Birşey yokluğa hizmet ediyorsa şerdir. Birşey varlığa hizmet ediyorsa hayırdır. Merhamet varlığa hizmet ettiği için hayırdır. Nefret yokluğa hizmet ettiği için şerdir. Parçalanmaya/tefrikaya hizmet eden dolayısıyla yokluğa hizmet eder. İttihada/bütünlüğe hizmet eden dolayısıyla varlığa hizmet eder. Yani; parçalamak yokluğa, birlik varlığa yakındır. Zehir, insanın, hayat birliğini dağıttığı ve bedenî varlığını parçaladığı için şerir birşeydir. İlaç, insanın, hayat birliğini koruduğu ve bedenî varlığını kolladığı için hayır birşeydir. Dolayısıyla en genel anlamda diyebiliriz ki: Birşey bizim ve parçası olduğumuz bütünlüklerin varlığına katkıda bulunuyor ve kolluyorsa o şey hayırdır. Birşey bizim ve parçası olduğumuz bütünlüklerin varlığını eksiltiyor ve zarar veriyorsa şerdir.
Ancak, şaşırmayalım, imtihan dünyasında herşey bu kadar 'şaşırtmasız' işlemez. Yine mürşidimin dikkatimizi çektiği üzere varlık âleminde 'ademî görünür vücudîlikler' ve 'vücudî görünür ademîlikler' de vardır. Yani; birşey, zâhirde size ve başkalarına yokluksal görünür de, aslında siz ve dahil olduğunuz bütünlükler adına varlıksal olabilir. Yine; birşey, zâhirde size ve başkalarına varlıksal görünür de, aslında siz ve dahil olduğunuz bütünlükler adına yokluksal olabilir. Mesela: Zekat vermek, zâhirde varlıksallığınızın eksilmesi gibi görünürken, aslında sosyolojik ve uhrevî anlamda varlığın korunmasına hizmet etmektedir. Ve yine faiz, zâhirde varlıksallığınızın artması gibi görünürken, aslında sosyolojik ve uhrevî anlamda yokluğun artmasına hizmet etmektedir.
İşte vahiy ve şeriat, sünnet ve Kur'an boyutlarıyla, bize, bu 'zâhiren ademî görünen vücudîlikleri' ve 'zâhiren vücudî görünen ademîlikleri' görmeyi öğretir. Çünkü yokluksal görünenin aslında varlıksal olduğu veya varlıksal görünenin aslında yokluksal olduğu ancak 'büyük resme' bakınca anlaşılır. Küllî bakışlarla elde edilir. Ezel de bu resimlerin en büyüğünü gören nazar-ı âlâdır.
Zübeyir Tercan abinin o güzel örneğiyle izah etmem gerekirse: Birkaç insanın birisini bıçakla kestiklerini görmek size o an yaşananın şer olduğunu düşündürebilir. Fakat biraz başınızı kaldırıp daha büyük bir resme baktığınızda, mesela, kapının üzerinde yazan 'Ameliyathane' yazısını görecek kadar başınızı kaldırdığınızda, hadiseyi değerlendirişiniz değişir. Yokluksal görüneni aslında varlığa hizmet ettiğini, o kesişin aslında bir parçalama değil, bütünlüğü koruma çabası olduğunu anlarsınız. Ezel, yine bu perspektiften, resimlerin en büyüğünü de anlatır bize. Tevhid o resmin bütünlüğünün en özet tarifidir.
Ben, Bediüzzaman'ın, meşrutiyete ve İttihat ve Terakki'ye bakışını da bu nazarla anlarım. Bediüzzaman, meşrutiyetten de, başlangıçta İttihat ve Terakki'den de, hayra hizmet etmesini beklemiş ve hayır murad ederek taraftarları olmuştur. Ne zaman ki, İttihat Terakki'nin muradının meşrutiyet değil başka bir tür istibdat olduğunu anlamış, o zaman İttihat ve Terakki'den desteğini çekmiştir. Sonra yine varlığa hizmet ettiklerini düşündüğünde destek çıkmıştır. Kendisine bu durum sorulduğunda verdiği cevapta da vardır bu. O, bir âlim olarak, meşrutiyete bakışında ve duruşunda bir değişiklik yapmamıştır. Aksine, ona göre, meşrutiyete bakışı ve duruşu değişenler ondan ayrılmıştır.
Yani; Bediüzzaman'ın muradı hayırdır, varlıksaldır, vücudîdir. Sureten vücudî görünen şu ademîlik aslını sonradan ortaya koymuşsa bundan Bediüzzaman'ın bir mesuliyeti yoktur. Onun niyeti halistir. Kaldı ki: O dönemde şöyle veya böyle uygulanmış bir meşrutiyettir ki, bugün, demokrasi denilen şeyi konuşulabilir/uygulanabilir kılmıştır. Yani; o dönem için bu seçimler ademî/yokluksal sonuçlar verse de, geçen zaman bu hayırlı/varlıksal seçimlerin gerçek suretini görmemizi sağlamıştır. Tıpkı, başlarda, Hudeybiye sulhünün bizzat sahabe tarafından üzüntüyle karşılanılacak kadar yokluksal görünmesine rağmen, ilerleyen dönemde varlıksal neticelerini göstermesi gibi.
Bugüne geleyim. Önümüzde bir referandum var. Biz bu referandumla başkanlık sistemi üzerinden hayırlı bir netice murad ediyoruz. Bu sistemi, büyük güçlüklerle elde ettiğimiz meşvereti yitirmenin değil, onun işleyişini arızalardan kurtarmanın bir parçası olarak görüyoruz. Muradımız hayırdır. Murad ettiklerimiz 15 yıldır hayırlarını gördüğümüz insanlardır. Onların dillerinden de işittiklerimiz hayırdır. Hadi şu vehme bir suret verelim: Velev ki, başkanlık sistemi sinesinde bir sıkıntı barındırıyor olsun, şu sıkıntı geçicidir. Türkiye toplumu meşveretin ihyası yolunda geri döndürülmeyecek bir mesafe almıştır. Yüzyıllık bir tecrübe kazanmıştır. Şu gidişin dönüşü muhaldir.
15 Temmuz bunu gösterdi bize. Tereddüt etmeyelim. Artık sosyolojimize güvenelim. Meşrutiyetle murad olunan hayır, ondan sonra gelen istibdatla ziyan olmadığı gibi; başkanlık sistemiyle murad olunan güzellik de, ondan sonra ne gelirse gelsin, ziyan olmayacaktır. Değişim risk almaktır. Biz de Bediüzzaman ve emsali gibi bir risk alıyoruz. Ama hayrı murad ederek alıyoruz.
Bediüzzaman meşrutiyet istedi. Gelen istibdat oldu. Biz de başkanlık istiyoruz. Velev başımıza bir arıza gelsin. Muradımızla yargılanırız. Fakat Bediüzzaman, Münazarat'ta olduğu gibi, "Ya şeriata zarar gelirse?" diyenler arasında yeralıp tereddüt etseydi bugün 'demokrasiyi' konuşabilir miydik? Gelecek imkanattır. İmkanat sonsuzdur. Delilden neşet etmeyen şüpheyle hüküm verilmez. Biz birşeyi bir niyet ve murad ile istiyoruz. O da belli. Neden vehmin ürettiği her ihtimalle korkup ürkelim? Gelecek, bugünde şekillenen, fakat gelecekte müdahale edilemeyecek birşey midir? İTF meşrutiyetten ayrılırsa biz de ondan ayrılırız. AK Parti demokrasiden ayrılırsa biz de ondan ayrılırız. Ancak şimdi 'dövülmeden ağlamak' niye? Ülke yaşanmaz hale gelince anlaşılmaz mı bu? Neden kendimizi bu hamleyi yapamayacak kadar zayıf buluyoruz?
11 Nisan 2017 Salı
Ya kötü birisi başkan seçilirse? (2)
Bunu da bir evvelki yazıya tetimme olarak anmadan geçemeyeceğim: 'Mustafa Kemal olmasaydı baban kim bilmezdin'cilerle 'Ya başkanlık sisteminde istemediğin birisi seçilirse'cileri aynı çizgide görüyorum. İki cümle de aynı şekilde bizi, irademizi, aklımızı, hamiyetimizi, muhakememizi, cesaretimizi ve en özünde insanlığımızı görmezden geliyor. Nasıl? Bize, ninelerimize veya dedelerimize, Mustafa Kemal olmasa namusunu bile koruyamayacak reziller olarak bakılmasıyla; bir kere seçtikten sonra, başkan kimse onun dediğini yapacak, hiç karşı çıkamayacak, hiç kendi aklıyla ve vicdanıyla tartamayacak, itiraz edemeyecek, ne denilse hemen boyun eğecek reziller diye bakılması aynı. Aynı derecede tahkir edici. Aynı derecede koyunlaştırıcı. Aynı derecede aptal yerine koyucu... İkisi de aynı şekilde bireysel varlığımızı/insanlığımızı görmezden geliyor, unutuyor veya hiçe sayıyor ve inkar ediyor.
Bu dayatmaya insanlığımız ve insaniyet-i kübra olan İslamiyetimiz adına karşı koymalıyız. Biz cenneti bir siyasal sistemin sonucu olarak kazanmıyoruz. Biz cenneti, inşaallah, ona layık bireyler olmakla kazanacağız. Hak ile bâtılı ayırmasını öğreten Kitabullah ve sünnet-i seniyye ile kazanacağız. Bütün bunlar da, siyasal sistemlerden veya kişilere atfettiğimiz önemlerden bağımsız olarak, insanlık sınavını geçmemize bakıyor. Ben şahsen ümmet-i Muhammed'i böyle olmaktan tenzih ederim. Bu ümmet seçtiği 'halife' dahi olsa, şeriatı ve vicdanı havsalasından çıkarıp, iradesinin direksiyonunu onlara bırakmamıştır. İmamlarına masumiyet atfeden ehl-i sünnet ve'l-cemaat değildir şiadır.
Bu konudaki rüştünü bindörtyüz yılı aşkın kemaliyle de ispatlamıştır. Zalime karşı duruşuyla da ispatlamıştır. Fazıla verdiği destekle de ispatlamıştır. Kim bunu diyorsa milletine, en başta da bizzat kendi dedelerine ve ninelerine, güvenmiyordur. O dedelerin ve ninelerin ahlakını şekillendiren dinine de güvenmiyordur. O kendi ceddine namuslarını koruyamama konusunda güvenmeyebilir, ama biz ceddimize güveniyoruz, elhamdülillah. Yunan işgaline kadar bu ümmet, başta moğolların istilası ve haçlı saldırıları olmak üzere, birçok taarruz gördü. Bütün bu krizleri atlatırken, bir parlamenter sistem veya bir Mustafa Kemal aramadığı gibi, hamiyetini birilerinin omuzlarına da bırakmadı.
Peki neden şimdi bütün bunlar yokmuş gibi davranılıyor? Biz başkanlık sistemini isterken omuzumuzdan yük atalım diye mi istiyoruz? 15 Temmuz'da ölümü pahasına "Bana ne?" dememiş bir millete bu tahkir ağır değil mi? Tanklar üzerine gelirken "Bana ne?" dememişlere bu itham ağır sayılmaz mı? Diyenleri hayâ etmez mi? Hayır! Biz, yükümüzü başkasına bırakmak için değil, gayretimizin önündeki duvarlar yıkılsın diye istiyoruz. "Tevhidde kolaylık var!" diye bildiğimiz için istiyoruz. Bizi başıbozukluğa iten dağınıklığımız kalksın; kalplerimiz, kuvvetimiz ve sistemimiz ittihada yatkın olsun diye istiyoruz.
Ve evet, biz doğruyu/yanlışı parlamenter sistem sayesinde öğrenmiş bireyler değiliz ki, onun elimizden gitmesiyle din gitmiş gibi ağlayalım. Başkanlık sisteminde yanlış uygulamalar yaşanırsa, daha ölmedik abiler-ablalar, bunu eleştirmeye ve değiştirmeye de kâdiriz. Herşeye gücü yeten Allah'a dayanırız. Bunu yaparız. Tek parti diktasına karşı yaptığımız gibi yaparız. Yine yaparız.
Eğer bir mü'min doğruyu-yanlışı ayırma yetisini parlamenter sistemin gitmesiyle kaybediyorsa, o çok dizlerine vursun, zaten imtihanını kaybetmiştir. Fakat biz Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dar-ı bekaya irtihalinde Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) konuştuğu yerdeyiz. Allah'ı ve bize indirdiğini baki biliriz. Onunla tahlil eder, amel eder ve karar veririz. Kişileri 'olmazsa olmaz' kılmadığımız gibi, sistemleri de 'olmazsa olmaz' kılmayız. Başkanlık sistemi sorunsuz mu olacak? Elbette hayır. Arızaları hiç mi çıkmayacak? Elbette hayır. Beşerî her sistem gibi onun da sorunlarına şahit olacak ve süreç içinde telafisine çalışacağız. Fakat, Allah aşkına, bir sistem değişiyor diye insandan koyuna dönüşüyormuşuz gibi davranmayın. Kendi insanlığınıza/vicdanınıza biraz saygı gösterin.
10 Nisan 2017 Pazartesi
Ya kötü birisi başkan seçilirse?
Bence, mürşidimin metinlerinde sıklıkla dikkatimizi çekmeye çalıştığı, ama bizim aynı sıklıkta ıskaladığımız birşeydir şu: Biz, elhamdülillah, mü'minleriz. Bizim hayatımızı ve o hayatların birlikteliğinden oluşan sosyolojimizi ve o sosyolojiye bina olunan seçimlerimizi İslam belirler. Büyük oranda onun etkisinde şekillenir veya en azından bir açlık, bir gaye-i hayal, bir 'olması gereken' olarak vicdan-ı umumi onu ufkunda bulundurur. Onu tanır. Ona özenir. Onu arar ve talep eder. Kur'an'da 'ümmeten vasatan' buyrularak işaret edilen de, hadis-i şerifte "Ümmetim dalalet üzerine birleşmez!" denilerek altı çizilen de budur. İmanımız bizi farklı kılar. Ahirette, inşaallah, cennete gitmemizi sağlayacağı gibi; bu dünyada da bizi hadd-i vasatta, yani adalette, tutar.
"Her milletin kamet-i kıymeti başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa, tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar hocaya tango bir kadın libası giydirilmediği gibi, körü körüne taklit dahi çok defa maskaralık olur..." derken Bediüzzaman'ın dikkat çektiği biraz da budur. Biz, kendi sosyolojimiz ile değerlendirilir, yargılanır ve şekilleniriz. Başka sosyolojiler üzerinden yapılan çıkarımlar bünyemize uymaz. Bizi bağlamaz. Hem haklı da çıkmaz. Çünkü üzerinde yükseldiğimiz değerler silsilesi de farklıdır:
"Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel 'hakkı' kabul eder. Gayede menfaate bedel 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine 'düstur-u teâvünü' esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında unsuriyet, milliyet yerine 'rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî' kabul eder. Gayâtı, hevesat-ı nefsâniyenin tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan eder."
Bu yüzden Batı'nın tarihi 'zulüm tarihi' iken İslam'ın tarihi fazilet tarihidir. Sömürgecilik Batı'nın medeniyet İslam'ındır. İşgal ettikleri her bölgeye kan kusturmak Batı'nın, gittikleri her yere insanlık götürmek İslam'ındır. Dalaleti meslek haline getirmek Batı'nın, dalalette birleşmemek İslam'ındır. İfrat etmek Batı'nın, adalet etmek İslam'ındır. Sayılacak her değerde bu böyledir. Çok şükür, biz mü'minler, Batı'nın zulümle dolu mirasının yetişemeyeceği pak bir tarihe sahibiz. Çünkü bu tarihi dinimizin getirdiği değerler üzerine bina etmişiz.
Peki hiç mi zulüm olmamıştır İslam tarihinde veya hiç mi müslümanlar zulmetmemiştir birbirlerine veya başkalarına? Elbette olmuştur. Fakat kritik ayrım şurada: Ümmet hiçbir zaman böylesi hadiseleri olumlamamış veya meşrulaştırmamıştır. Yezit'in yezitliğini hatırda tutmuş, Haccac'ın yanına 'zalim'i eklemiş, içinden çıkan her fasığa fırsatını bulduğunda karşı koymuştur.
Batı, zulmünü 'sosyal darwinizm' gibi şeyler üzerinden meşrulaştırırken, müslümanlar kendi içindeki sapmaların üzerine 'zulüm' kaşesini vurarak kaldırıp ümmete göstermiştir. Geçmiş ulemamızın eserlerine bakınız. Zalimin zalimliğinin net bir şekilde altının çizildiğini göreceksiniz. Bundan daha fazlası, menkıbe menkıbe anlatılan, ahlaklarında vardır. İslam tarihi zalimlere karşı dik dik konuşabilen âlimlerin tarihidir.
Üstelik bu zalimler ümmetin iradesiyle başa geçmiş kişiler de değillerdir. Yezit'in saltanatı hangi seçimle olmuştur? Haccac'ı hangi ümmet atamıştır? Yakın tarihte tahtları devrilen Saddam gibi, Kaddafi gibi, Hüsnü Mübarek gibi nemrutlar seçimle mi başagelmişlerdir? Yoksa, elde ettikleri silah gücüyle veya sırtlarını sıvazlayan küresel ağaların desteğiyle mi iktidarı elde etmişlerdir? Daha öncesinden sarf-ı nazar, Arap Baharı'nı doğuran sürece bu gözle bakılsa, şu zalimlerin halklarının iradesini/isteklerini değil, onları oraya atayan 'küresel ağaların' iradesini/isteklerini kolladıkları görülür. İktidarı ne elde edişleri ne de elde tutuşları demokratiktir. Bu 'Asya münafıklarını' başımıza bırakan 'Avrupa kafirleri'dir. Bizim oylarımız değildir.
"Biz ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz—fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin; kılıçlarından gelen fayda bize lâzım değil. Zaten o mütemerrid ecnebîlerdir ki, münafıkları ehl-i imana musallat ettiler ve zındıkları yetiştirdiler..." derken Bediüzzaman'ın altını çizdiği de budur.
Önümüzdeki referandum nedeniyle tekrar dillendirilmeye başlanan Hitler-Erdoğan benzetmesi tam da bu nedenle yanlıştır. Mantığı tam da bu noktadan yanlışlanır. Nasıl? Bu benzetme kafir sosyolojisini müslüman sosyolojisine kıyaslıyor. Küfrün üzerinde yükselen bir toplumun seçimleriyle İslam'ın üzerinde yükselen bir toplumun seçimlerini bir tutuyor. Mürşidimin ifadesiyle tangocu bir kadının libasını ihtiyar hocaya giydiriyor.
Hitler'i biz seçmedik. Müslümanlar asla bir Hitler seçmediler. Çünkü mü'mindiler. Allah, onlara, doğruyu yanlıştan ayıran Furkan'ı ve hak ile batılı öğreten sünneti bağışlamıştı. Bu yüzden Museviler Endülüs'te kılıçtan geçirilirken müslümanlar onlara kucak açtılar. Şunlar üzerine yükseldikleri değerlerin/sosyolojinin hakkını veriyorlardı. Bunlar üzerinde yükseldikleri değerlerin/sosyolojinin hakkını verdiler. Ve işte yine tam da bu yüzden "Ya kötü birisi başkan seçilirse?" veya "Hitler de çok oy almıştı!" argümanlarının altı boştur. Boştur, çünkü bizim sosyolojimize ve tecrübelerimize değil, küfrün sosyolojisine ve tecrübelerine yaslanmaktadır. Hasıl-ı kelam: Bu ve benzeri demagojileri aşabilmek için kopyala-yapıştır analizlerden kaçmaya ve kendi mirasımıza daha fazla özgüven duymaya ihtiyacımız var. İslam'ın izzeti burada saklı çünkü. Ve evet, tangocu kadının elbisesi, bu ihtiyar hocaya yakışmaz.
7 Mart 2017 Salı
Erdoğan'ı nereye koyacağız?
Bu soruyla da yüzleşmek lazım: Yaşanan onca şeyden sonra Erdoğan'ı nereye koyacağız? Yönetimde olduğu dönem boyunca başımıza gelenler, onun kararlılığına sahip birisinin, krizlerin aşılmasında çok önemli bir konuma sahip olduğunu gösterdi. Görmezden gelenlerin nasıl başarabildiğini bilmiyorum ama ben yapamıyorum. Fıtratla/hakikatle savaşmak gibi geliyor. Gezi'den tutun 15 Temmuz'a kadar, yaşanan her toplumsal veya siyasi krizde, çıkıp ekrana birşeyler söylemesini bekledim/bekliyorum. Bir meselede sebatla direndiğini görmek o meseleye dair derdimin/stresimin yüzde yetmişini alıp götürüyor.
Şu da var: Ondan başka kim konuşsa tırı-vırı geliyor. Konuşmalarını/susmalarını bir sayıyorum. Bir sıkıntı olduğunda sözlerinin arkasında durmazlar gibi hissediyorum. (O kişi hemtarafım da olsa düşüncem değişmiyor.) Yüzlerinde aynı gücü görmüyorum. Herkeste bir esneme payı var gibi. Biraz üzerlerine gidilse 'acaba' diyecekler gibi. Sarsılacaklar/karıştıracaklar gibi. Ancak Erdoğan, belki biraz da tecrübe ettiklerimize binaen, öyle gelmiyor.
Hayat sözün delilidir. Kişinin kelamı karakteriyle tartılır. Karakterini ise hayatı gösterir. Yüzyıllık Parantez isimli kitabında Etyen Mahçupyan Bediüzzaman hakkında şunları söyler: "Bediüzzaman, kendi yaşantısıyla hayata damgasını vurmuş olan biri. Sözlerinden daha önemli olan şey belki yaşantısı ve orada gösterdiği sebat, irade ve tutarlılık. Öyle bir hayatı olmasaydı, bugün fikirleri bu kadar kıymetli ve anlamlı geliyor olmayabilirdi diye düşünüyorum. Çünkü fikirler sonuçta her zaman birden fazla insan tarafından söylenirler. (...) Dolayısıyla bunu belirli bir hayat tarzıyla tamamladığınız ve bunu kendinize sembolleştirdiğiniz zaman bir mesaj verebiliyorsa, referans olma şansınız ortaya çıkıyor. Bediüzzaman bunu yaptı ve bunu yapmasıyla da binlerce, milyonlarca insanın bu rejim altında ayakta kalmasını sağladı."
Bediüzzaman da belagata dair izahlarında şöyle birşeye dikkat çeker: "Kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var: Biri mütekellim, biri muhatap, biri maksat, biri makamdır. Ediplerin, yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde kim söylemiş, kime söylemiş, niçin söylemiş, ne makamda söylemiş ise bak. Yalnız söze bakıp durma."
Bir çocuğun oyuncak tabancayla size "Dur, yoksa ateş ederim!" demesiyle; kamuflajlı bir askerin "Dur, yoksa ateş ederim!" demesi arasında fark vardır. Yine cephe hattında "Yere yatın!" diye bağrılmasıyla bir kumsalda "Yere yatın!" diye bağırılması arasında fark vardır. Yine yabancı birisinin size "Sen bana karışamazsın!" demesiyle evladınızın demesi arasında büyükçe bir fark vardır. Bunlar, sözün kendisinde bir değişiklik olmadan, söyleyen-söylenen-makam üzerinde meydana gelen değişimlerdir. Ve bu değişiklikler sözün tesirini/anlamını etkiler.
Erdoğan'a dair söylediğim şeylerin bu pencereden anlaşılabileceğini düşünüyorum. Kabul edin veya etmeyin. Sevin veya sevmeyin. Allah, ona, sözüne (en azından sevenleri açısından) delil olabilecek bir hayat yaşattı. Büyük badireler atlattık ve bu badireler atlatılırken belanın defedilmesine katkısı büyük oldu. Bütün bunlar görmezden gelinemez gibi geliyor bana... O zaman sorumuzu yineleyelim: Erdoğan nereye konulacak? Nereden nereye kadar 'vazgeçilir' ve nereden nereye kadar 'vazgeçilmez' olacak? 'Onu önemsemek' ve 'onu tabulaştırmamak' arasındaki çizgi ne şekilde çekilecek?
Sorularımız cebimizde kalsın. Ben şimdi sizi Bediüzzaman'ın başka bir metnine götürmek istiyorum. Mesnevî-i Nuriye'de 'reis' ile 'mürşid' arasında bir ilgi kuruyor mürşidim. Daha doğrusu: Reis, üstad ve mürşid örneklemeleri üzerinden sebeplere bakışta, özellikle böylesi irade sahibi sebeplere bakışta, bir incelik öğretiyor. Diyor ki mesela mürşid hakkında:
Mezkûr meseleyi anlamaya bir kapı görüyorum burada. "Evet, ayine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır..." Aynayı güneşe eş koşmamak lazım, tamam, ama güneş adına aynayı kırmakta da bir hüner yok. Aynalık yapanın, aynalık yaptığı şey adına kırılması değil, muhafazası lazımdır. Ancak yansıttığına perde olmasından korkulmalı ve kollanmalıdır. Ki, ilgili metnin hemen öncesindeki 'üstad' ve 'reis' örneklemeleri de bize bunu öğretiyor:
Demek istikametli duruş böyle olmalı. Daire-i itikat ile daire-i esbap birbirinden ayrılmalı. Peki bunu başarmak için ne yapalım? Ne onu hepten görmezden gelelim ne de herşeyi ona verelim. Aynalık yaptığı şeyler adına kıymetli bulalım ve bu niyetle/bunu yaptıkça muhafazasına çalışalım. Çünkü onun muhafazası aynasında yansıyanların da muhafazasıdır. Oradan elimize geçen nimetlerin de muhafazasıdır. Ama, sakın sakın, bunu yaparken onu ışığın kaynağı olarak da görmeyelim. Çünkü ışığın sahibi o değildir. Bediüzzaman'ın 'iradeli sebeplere' bakışta gösterdiği şu istikamet, sanıyorum, bugün de en az dün olduğu kadar gerekli ve öğretici. Hem ifratları ve tefritleri önleyici.
Mürşid, üstad veya reis... Her biri üzerinden yansıyıp gelenlerle değerlenir. Değerleri bizzat değildir. Ama değersiz de değillerdir. Esbaba müracaatın da hikmette yeri var. Aynaya edilen nasihatler de ışık içindir. Aynaya edilen iltifatlar da ışık içindir. Aynaya edilen dualar da ışık içindir. Ve, evet, aynaya ihtiyacımız var. Çünkü ayna da, tıpkı yansıttığı ışık gibi, Allah'ın hediyesidir. Toprak da, tıpkı üzerinde bitenler gibi, Allah'ın hediyesidir. Koyun da, tıpkı ondan sağılan süt gibi, Allah'ın bir hediyesidir. Öyle ya, meyveyi ağaçtan bilmemek tevhid, ama ağacın bakımını yapmak bir dua. Allah onu da istiyor şunu da. Belki buradan Bediüzzaman'ın şu cümlesini de anlamaya bir kapı buluyoruz: "Bu cihetten biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur'ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz."
Şu da var: Ondan başka kim konuşsa tırı-vırı geliyor. Konuşmalarını/susmalarını bir sayıyorum. Bir sıkıntı olduğunda sözlerinin arkasında durmazlar gibi hissediyorum. (O kişi hemtarafım da olsa düşüncem değişmiyor.) Yüzlerinde aynı gücü görmüyorum. Herkeste bir esneme payı var gibi. Biraz üzerlerine gidilse 'acaba' diyecekler gibi. Sarsılacaklar/karıştıracaklar gibi. Ancak Erdoğan, belki biraz da tecrübe ettiklerimize binaen, öyle gelmiyor.
Hayat sözün delilidir. Kişinin kelamı karakteriyle tartılır. Karakterini ise hayatı gösterir. Yüzyıllık Parantez isimli kitabında Etyen Mahçupyan Bediüzzaman hakkında şunları söyler: "Bediüzzaman, kendi yaşantısıyla hayata damgasını vurmuş olan biri. Sözlerinden daha önemli olan şey belki yaşantısı ve orada gösterdiği sebat, irade ve tutarlılık. Öyle bir hayatı olmasaydı, bugün fikirleri bu kadar kıymetli ve anlamlı geliyor olmayabilirdi diye düşünüyorum. Çünkü fikirler sonuçta her zaman birden fazla insan tarafından söylenirler. (...) Dolayısıyla bunu belirli bir hayat tarzıyla tamamladığınız ve bunu kendinize sembolleştirdiğiniz zaman bir mesaj verebiliyorsa, referans olma şansınız ortaya çıkıyor. Bediüzzaman bunu yaptı ve bunu yapmasıyla da binlerce, milyonlarca insanın bu rejim altında ayakta kalmasını sağladı."
Bediüzzaman da belagata dair izahlarında şöyle birşeye dikkat çeker: "Kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var: Biri mütekellim, biri muhatap, biri maksat, biri makamdır. Ediplerin, yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde kim söylemiş, kime söylemiş, niçin söylemiş, ne makamda söylemiş ise bak. Yalnız söze bakıp durma."
Bir çocuğun oyuncak tabancayla size "Dur, yoksa ateş ederim!" demesiyle; kamuflajlı bir askerin "Dur, yoksa ateş ederim!" demesi arasında fark vardır. Yine cephe hattında "Yere yatın!" diye bağrılmasıyla bir kumsalda "Yere yatın!" diye bağırılması arasında fark vardır. Yine yabancı birisinin size "Sen bana karışamazsın!" demesiyle evladınızın demesi arasında büyükçe bir fark vardır. Bunlar, sözün kendisinde bir değişiklik olmadan, söyleyen-söylenen-makam üzerinde meydana gelen değişimlerdir. Ve bu değişiklikler sözün tesirini/anlamını etkiler.
Erdoğan'a dair söylediğim şeylerin bu pencereden anlaşılabileceğini düşünüyorum. Kabul edin veya etmeyin. Sevin veya sevmeyin. Allah, ona, sözüne (en azından sevenleri açısından) delil olabilecek bir hayat yaşattı. Büyük badireler atlattık ve bu badireler atlatılırken belanın defedilmesine katkısı büyük oldu. Bütün bunlar görmezden gelinemez gibi geliyor bana... O zaman sorumuzu yineleyelim: Erdoğan nereye konulacak? Nereden nereye kadar 'vazgeçilir' ve nereden nereye kadar 'vazgeçilmez' olacak? 'Onu önemsemek' ve 'onu tabulaştırmamak' arasındaki çizgi ne şekilde çekilecek?
Sorularımız cebimizde kalsın. Ben şimdi sizi Bediüzzaman'ın başka bir metnine götürmek istiyorum. Mesnevî-i Nuriye'de 'reis' ile 'mürşid' arasında bir ilgi kuruyor mürşidim. Daha doğrusu: Reis, üstad ve mürşid örneklemeleri üzerinden sebeplere bakışta, özellikle böylesi irade sahibi sebeplere bakışta, bir incelik öğretiyor. Diyor ki mesela mürşid hakkında:
"Evet, üstad ve mürşid, masdar ve menba telâkki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve mâkes olduklarını bilmek lâzımdır. Meselâ, hararet ve ziya sana bir âyine vasıtasıyla gelir. Sen de, güneşe karşı minnettar olmaya bedel, âyineyi masdar telâkki edip, güneşi unutup, ona minnettar olmak divaneliktir. Evet, âyine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir, Cenâb-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır."
Mezkûr meseleyi anlamaya bir kapı görüyorum burada. "Evet, ayine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır..." Aynayı güneşe eş koşmamak lazım, tamam, ama güneş adına aynayı kırmakta da bir hüner yok. Aynalık yapanın, aynalık yaptığı şey adına kırılması değil, muhafazası lazımdır. Ancak yansıttığına perde olmasından korkulmalı ve kollanmalıdır. Ki, ilgili metnin hemen öncesindeki 'üstad' ve 'reis' örneklemeleri de bize bunu öğretiyor:
"Nasıl ki bir cemaatin malı bir adama verilse zulüm olur. Veya cemaate ait vakıfları bir adam zaptetse zulmeder. Öyle de, cemaatin sa'yleriyle hâsıl olan bir neticeyi veya cemaatin haseneleriyle terettüp eden bir şerefi, bir fazileti o cemaatin reisine veya üstadına vermek hem cemaate, hem de o üstad veya reise zulümdür. Çünkü enâniyeti okşar, gurura sevk eder. Kendini kapıcı iken padişah zannettirir. Hem kendi nefsine de zulmeder. Belki bir şirk-i hafîye yol açar. Evet, bir kaleyi fetheden bir taburun ganimetini ve muzafferiyet ve şerefini, binbaşısı alamaz. Evet, üstad ve mürşid, masdar ve menba telâkki edilmemek gerektir."
Demek istikametli duruş böyle olmalı. Daire-i itikat ile daire-i esbap birbirinden ayrılmalı. Peki bunu başarmak için ne yapalım? Ne onu hepten görmezden gelelim ne de herşeyi ona verelim. Aynalık yaptığı şeyler adına kıymetli bulalım ve bu niyetle/bunu yaptıkça muhafazasına çalışalım. Çünkü onun muhafazası aynasında yansıyanların da muhafazasıdır. Oradan elimize geçen nimetlerin de muhafazasıdır. Ama, sakın sakın, bunu yaparken onu ışığın kaynağı olarak da görmeyelim. Çünkü ışığın sahibi o değildir. Bediüzzaman'ın 'iradeli sebeplere' bakışta gösterdiği şu istikamet, sanıyorum, bugün de en az dün olduğu kadar gerekli ve öğretici. Hem ifratları ve tefritleri önleyici.
Mürşid, üstad veya reis... Her biri üzerinden yansıyıp gelenlerle değerlenir. Değerleri bizzat değildir. Ama değersiz de değillerdir. Esbaba müracaatın da hikmette yeri var. Aynaya edilen nasihatler de ışık içindir. Aynaya edilen iltifatlar da ışık içindir. Aynaya edilen dualar da ışık içindir. Ve, evet, aynaya ihtiyacımız var. Çünkü ayna da, tıpkı yansıttığı ışık gibi, Allah'ın hediyesidir. Toprak da, tıpkı üzerinde bitenler gibi, Allah'ın hediyesidir. Koyun da, tıpkı ondan sağılan süt gibi, Allah'ın bir hediyesidir. Öyle ya, meyveyi ağaçtan bilmemek tevhid, ama ağacın bakımını yapmak bir dua. Allah onu da istiyor şunu da. Belki buradan Bediüzzaman'ın şu cümlesini de anlamaya bir kapı buluyoruz: "Bu cihetten biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur'ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...