reis etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
reis etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Mart 2017 Salı

Erdoğan'ı nereye koyacağız?

Bu soruyla da yüzleşmek lazım: Yaşanan onca şeyden sonra Erdoğan'ı nereye koyacağız? Yönetimde olduğu dönem boyunca başımıza gelenler, onun kararlılığına sahip birisinin, krizlerin aşılmasında çok önemli bir konuma sahip olduğunu gösterdi. Görmezden gelenlerin nasıl başarabildiğini bilmiyorum ama ben yapamıyorum. Fıtratla/hakikatle savaşmak gibi geliyor. Gezi'den tutun 15 Temmuz'a kadar, yaşanan her toplumsal veya siyasi krizde, çıkıp ekrana birşeyler söylemesini bekledim/bekliyorum. Bir meselede sebatla direndiğini görmek o meseleye dair derdimin/stresimin yüzde yetmişini alıp götürüyor.

Şu da var: Ondan başka kim konuşsa tırı-vırı geliyor. Konuşmalarını/susmalarını bir sayıyorum. Bir sıkıntı olduğunda sözlerinin arkasında durmazlar gibi hissediyorum. (O kişi hemtarafım da olsa düşüncem değişmiyor.) Yüzlerinde aynı gücü görmüyorum. Herkeste bir esneme payı var gibi. Biraz üzerlerine gidilse 'acaba' diyecekler gibi. Sarsılacaklar/karıştıracaklar gibi. Ancak Erdoğan, belki biraz da tecrübe ettiklerimize binaen, öyle gelmiyor.

Hayat sözün delilidir. Kişinin kelamı karakteriyle tartılır. Karakterini ise hayatı gösterir. Yüzyıllık Parantez isimli kitabında Etyen Mahçupyan Bediüzzaman hakkında şunları söyler: "Bediüzzaman, kendi yaşantısıyla hayata damgasını vurmuş olan biri. Sözlerinden daha önemli olan şey belki yaşantısı ve orada gösterdiği sebat, irade ve tutarlılık. Öyle bir hayatı olmasaydı, bugün fikirleri bu kadar kıymetli ve anlamlı geliyor olmayabilirdi diye düşünüyorum. Çünkü fikirler sonuçta her zaman birden fazla insan tarafından söylenirler. (...) Dolayısıyla bunu belirli bir hayat tarzıyla tamamladığınız ve bunu kendinize sembolleştirdiğiniz zaman bir mesaj verebiliyorsa, referans olma şansınız ortaya çıkıyor. Bediüzzaman bunu yaptı ve bunu yapmasıyla da binlerce, milyonlarca insanın bu rejim altında ayakta kalmasını sağladı."

Bediüzzaman da belagata dair izahlarında şöyle birşeye dikkat çeker: "Kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var: Biri mütekellim, biri muhatap, biri maksat, biri makamdır. Ediplerin, yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde kim söylemiş, kime söylemiş, niçin söylemiş, ne makamda söylemiş ise bak. Yalnız söze bakıp durma."

Bir çocuğun oyuncak tabancayla size "Dur, yoksa ateş ederim!" demesiyle; kamuflajlı bir askerin "Dur, yoksa ateş ederim!" demesi arasında fark vardır. Yine cephe hattında "Yere yatın!" diye bağrılmasıyla bir kumsalda "Yere yatın!" diye bağırılması arasında fark vardır. Yine yabancı birisinin size "Sen bana karışamazsın!" demesiyle evladınızın demesi arasında büyükçe bir fark vardır. Bunlar, sözün kendisinde bir değişiklik olmadan, söyleyen-söylenen-makam üzerinde meydana gelen değişimlerdir. Ve bu değişiklikler sözün tesirini/anlamını etkiler.

Erdoğan'a dair söylediğim şeylerin bu pencereden anlaşılabileceğini düşünüyorum. Kabul edin veya etmeyin. Sevin veya sevmeyin. Allah, ona, sözüne (en azından sevenleri açısından) delil olabilecek bir hayat yaşattı. Büyük badireler atlattık ve bu badireler atlatılırken belanın defedilmesine katkısı büyük oldu. Bütün bunlar görmezden gelinemez gibi geliyor bana... O zaman sorumuzu yineleyelim: Erdoğan nereye konulacak? Nereden nereye kadar 'vazgeçilir' ve nereden nereye kadar 'vazgeçilmez' olacak? 'Onu önemsemek' ve 'onu tabulaştırmamak' arasındaki çizgi ne şekilde çekilecek?

Sorularımız cebimizde kalsın. Ben şimdi sizi Bediüzzaman'ın başka bir metnine götürmek istiyorum. Mesnevî-i Nuriye'de 'reis' ile 'mürşid' arasında bir ilgi kuruyor mürşidim. Daha doğrusu: Reis, üstad ve mürşid örneklemeleri üzerinden sebeplere bakışta, özellikle böylesi irade sahibi sebeplere bakışta, bir incelik öğretiyor. Diyor ki mesela mürşid hakkında:

"Evet, üstad ve mürşid, masdar ve menba telâkki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve mâkes olduklarını bilmek lâzımdır. Meselâ, hararet ve ziya sana bir âyine vasıtasıyla gelir. Sen de, güneşe karşı minnettar olmaya bedel, âyineyi masdar telâkki edip, güneşi unutup, ona minnettar olmak divaneliktir. Evet, âyine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir, Cenâb-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır."

Mezkûr meseleyi anlamaya bir kapı görüyorum burada. "Evet, ayine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır..." Aynayı güneşe eş koşmamak lazım, tamam, ama güneş adına aynayı kırmakta da bir hüner yok. Aynalık yapanın, aynalık yaptığı şey adına kırılması değil, muhafazası lazımdır. Ancak yansıttığına perde olmasından korkulmalı ve kollanmalıdır. Ki, ilgili metnin hemen öncesindeki 'üstad' ve 'reis' örneklemeleri de bize bunu öğretiyor:

"Nasıl ki bir cemaatin malı bir adama verilse zulüm olur. Veya cemaate ait vakıfları bir adam zaptetse zulmeder. Öyle de, cemaatin sa'yleriyle hâsıl olan bir neticeyi veya cemaatin haseneleriyle terettüp eden bir şerefi, bir fazileti o cemaatin reisine veya üstadına vermek hem cemaate, hem de o üstad veya reise zulümdür. Çünkü enâniyeti okşar, gurura sevk eder. Kendini kapıcı iken padişah zannettirir. Hem kendi nefsine de zulmeder. Belki bir şirk-i hafîye yol açar. Evet, bir kaleyi fetheden bir taburun ganimetini ve muzafferiyet ve şerefini, binbaşısı alamaz. Evet, üstad ve mürşid, masdar ve menba telâkki edilmemek gerektir."

Demek istikametli duruş böyle olmalı. Daire-i itikat ile daire-i esbap birbirinden ayrılmalı. Peki bunu başarmak için ne yapalım? Ne onu hepten görmezden gelelim ne de herşeyi ona verelim. Aynalık yaptığı şeyler adına kıymetli bulalım ve bu niyetle/bunu yaptıkça muhafazasına çalışalım. Çünkü onun muhafazası aynasında yansıyanların da muhafazasıdır. Oradan elimize geçen nimetlerin de muhafazasıdır. Ama, sakın sakın, bunu yaparken onu ışığın kaynağı olarak da görmeyelim. Çünkü ışığın sahibi o değildir. Bediüzzaman'ın 'iradeli sebeplere' bakışta gösterdiği şu istikamet, sanıyorum, bugün de en az dün olduğu kadar gerekli ve öğretici. Hem ifratları ve tefritleri önleyici.

Mürşid, üstad veya reis... Her biri üzerinden yansıyıp gelenlerle değerlenir. Değerleri bizzat değildir. Ama değersiz de değillerdir. Esbaba müracaatın da hikmette yeri var. Aynaya edilen nasihatler de ışık içindir. Aynaya edilen iltifatlar da ışık içindir. Aynaya edilen dualar da ışık içindir. Ve, evet, aynaya ihtiyacımız var. Çünkü ayna da, tıpkı yansıttığı ışık gibi, Allah'ın hediyesidir. Toprak da, tıpkı üzerinde bitenler gibi, Allah'ın hediyesidir. Koyun da, tıpkı ondan sağılan süt gibi, Allah'ın bir hediyesidir. Öyle ya, meyveyi ağaçtan bilmemek tevhid, ama ağacın bakımını yapmak bir dua. Allah onu da istiyor şunu da. Belki buradan Bediüzzaman'ın şu cümlesini de anlamaya bir kapı buluyoruz: "Bu cihetten biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur'ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz."

30 Temmuz 2015 Perşembe

Emre Dorman nereye koşuyor 14: Risale-i Nur'u Bektaşîce okumak...

İki şeyi karıştırıyoruz. Bediüzzaman'ın, Kastamonu Lahikası'nda talebelerine tavsiye ettiği, 'muarız taifenin ruesalarını çürütmeme' meselesi, ehl-i sünnet içi bir meseledir. Yani ehl-i sünnet (hasen) dairesinde hizmet eden gruplar (ahsenler) içinde olabilecek çatışmalar için Bediüzzaman onu söyler. Ve muhatap da ehl-i hak olduğundan dolayı, kanaat önderlerinin çürütülmesinin İslam'a zarar vereceğinin tesbiti ve tereddüdüdür bu tavsiye. Fakat bazı Nur talebesi kardeşlerin, hatta hocaların gönlü/meşrebi o kadar geniş ki, Bediüzzaman'ın ehl-i sünnete münhasır söylediği bu hassasiyeti ehl-i bid'aya/modernistlere kadar genişletebiliyorlar. Siz ne zaman onlara eleştirel birşey söyleseniz/yazsanız size şöyle serzenişte bulunuyorlar: "Muarız taifenin ruesalarını çürütmemek lazım." Sanırım Risale metinlerinde Bektaşîlik böyle yapılıyor. Kim söylemiş, kime söylemiş bakılmadan, sadece sözden (hatta sözlerin yalnızca birinden) duruş belirleniyor.

"İstanbul'da malûm itiraz hâdisesi ima ediyor ki, ileride, meşrebini çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm bazı sofi-meşrepler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u cah vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nur'a ve şakirtlerine karşı kendi meşreplerini ve mesleklerinin revacını ve etbâlarının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler; belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hadiselerin vukuunda, bizlere, itidâl-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir."

Mektubun tamamına bakmadan, mezkûr cümlenin geçtiği paragrafı bile analiz etseniz, Bediüzzaman'ın bu cümleyi söylerken kastettiği kişilerin/taifelerin ehl-i hak ve ehl-i irşad olduğunu kabul ettiğini görürsünüz. (Nur talebeleri, mektupların yazılma sebebi olan kişiyi ve medar-ı niza olmuş meseleyi de bilirler.) Yani Bediüzzaman muhatablarının da kendisi gibi hak ve hakikat uğruna çalıştıklarını ve insanları irşad faaliyeti yürüttüklerini takdir etmektedir. Onları da kendisinden, kendisini de onlardan saymaktadır. Anlaşmazlığın, itikadî sapmalardan değil, daha farklı noktalardan kaynaklandığını, bu nedenle de böylesi ehl-i irşad ve ehl-i hak insanlara karşı onların mürşidlerini çürütür beyanlarda bulunulmaması gerektiğini söylemektedir. Zira dava aynı davadır. Hizmet aynı makama edilmektedir. Bediüzzaman'ın burada gösterdiği hassasiyet aslında İhlas Risalesi'nde altını çizdiği hassasiyettir. Fakat maalesef bizde İhlas Risalesi 'Nurcular içi bir metin' gibi algılandığı için çıkarılan sonuçlar da o daireye münhasır olur. Halbuki İhlas Risalesi, ehl-i sünnet içi meslek ve meşrebler arası ilişkiler üzerine yazılmış bir metindir:

"Nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır. Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa'ye şevkini kırıp atâlete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakikî bir tesanüd, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler. Eğer zerre miktar bir taarruz, bir tahakküm karışsa, o fabrikayı karıştıracak, neticesiz, akîm bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak."

Peki, modernist/ehl-i bid'a taifeye karşı duruşu nasıldır Bediüzzaman'ın? Bir kere daha en baştan söylenebilir ki; külliyat içinde ehl-i bid'aya karşı takınılan tutum, kesinlikle ehl-i sünnete karşı takınılan tutumla bir değildir. Bunu, değil Risale-i Nur'un tamamını tetkikten geçirmiş bir kişi; ilgili kelimeleri şöyle bir aratmış, önüne çıkan metinlere şöyle bir bakmış insanlar dahi bilirler. Elbette ehl-i bid'aya tutumu böylesine farklı olan Bediüzzaman'ın onların ruesalarına karşı tutumu da ehl-i sünnet ruesalarına karşı tutumuyla bir olmayacaktır. Nitekim yine Lem'alar içinde yeralan bir metin bu konuda bize ilginç şeyler söyler:

"Yani sizin değil, İmam Ömer Efendinin suali ki, bedbaht bir doktor, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın pederi varmış diye, dîvânecesine bir te'vil ile bir âyetten kendine güya şâhit gösteriyor... O bîçare adam bir zaman huruf-u mukattáa ile bir hat icadına çalışıyordu. Hem pek çok hararetli çalışıyordu. O vakit anladım ki, o adam zındıkların tavrından hissetmiş ki, hurufat-ı İslâmiyenin kaldırılmasına teşebbüs edecekler. O adam gûya o sele karşı hizmet edeceğim diye çok beyhude çalışmış. Şimdi bu meselede ve hem ikinci meselesinde yine zındıkların esasât-ı İslâmiyeye karşı müthiş hücumunu hissetmiş ki böyle mânâsız te'vilat ile bir musalâha yolunu açmak istediğini zannediyorum."

Uzunluğu nedeniyle hepsini alıntılayamadığım bu metinde Bediüzzaman ne yapmaktadır? 'Bedbaht bir doktor' dediği kişiyi, hem şahsına ve hem de modernist görüşlerinin arkasındaki niyete uzanan bir neşterle tahlil etmektedir. Yani bir nevi hem kişiyi, hem söylemini çürütmektedir. Mezkûr kişi, metinden anlaşıldığı kadarıyla, bu zamanın Kur'an müslümanlarına pek benzer bir tarzda, ayetler üzerinden (ehl-i sünnetin itikadına uymayan) bazı 'divanece tevillerle' hâkim seküler kültürle barışmaya çalışmaktadır. Niyeti, güya İslam'a hizmettir. Fakat aslında yaptığı İslam'ı tahriftir. Bunu Bediüzzaman ilgili metin boyunca vurgulu bir şekilde söyler: "O bîçâre adamın ne kadar şeriatın rûhundan uzak konuştuğu anlaşılsın. Şeriat nâmına onun sözüne ehemmiyet verilmez. Hâlikın çok akılsız feylesoflar suretinde hayvanları vardır!" (Yine bu kişinin de kim olduğu Nurcularca malumdur.)

Alıntıladığım metinler üzerinden en nihayet sormak istediğimse şu: Yahu siz ne yapıyorsunuz? Bediüzzaman'ın ehl-i sünnet reisleri/mürşidleri hakkında söylediği bir güzel temkini, ehl-i bid'aya kadar genişletip, külliyat genelinde ehl-i bid'aya karşı sergilediği duruşu ona boğdurmak mı istiyorsunuz? Yılların Risale-i Nur talebesi hocalar/abiler, benim Mustafa İslamoğlu'na, Emre Dorman'a (veya bir başkasına) yaptığım eleştiriler için bana böyle şeyler söyleyince, sitem edince, ihtar çekince, kafamı duvarlara vurasım geliyor. Aynı külliyatı okumuyor muyuz? O halde siz nasıl öyle, ben böyle anlıyorum? Nurculuğun ehl-i sünnet çizgisine uymayan hassasiyeti olur mu? Veya ehl-i bid'aya karşı hürmeti/saygısı olur mu? Onların rüeasalarını çürütmemek gibi, dolayısıyla yollarına da bir destek anlamına gelecek şeyler söyler mi Bediüzzaman? Kim böyle birşey olduğunu düşünüyorsa, çok uzağa gitmesin, kafasındaki ezberi ve kalbindeki temayülü kontrol etsin. Yanlış Risale-i Nur'da değil, oralarda bir yerdedir.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...