15 Temmuz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
15 Temmuz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ekim 2018 Cumartesi

Ben ne ara 'adalet-i izafiyeci' oldum?


Metin Karabaşoğlu abi Fethi Çağıl'ın konuğu olduğu bir Haftanın Yorumu Özel'de FETÖ hakkında şunları söylemişti: "'Böyle bir darbe teşebbüsü (YN: 15 Temmuz kastediliyor) savuşturuldu. Tamam. Mesele bitti!' olarak da görmüyorum. Bakarsak; sürekli, zemin altında, kırk-kırkbeş senedir kök salan bir yapı artık ifşa oldu. Evet. Son beş sene içerisinde. MİT Krizi, dersaneler meselesi, 17-25 Aralık derken ifşa oldu. Fakat ifşa olmasına karşılık o yapı sürekli el arttırdı. Her aşmada bir öncekinden daha da beteri bir savrulma, bir ihanet, bir eylemsellik ile çıkıyor karşımıza. Burada kalmayabilir. Bundan daha da beterini görebiliriz. Bunu da dikkate almamız gerekir diye düşünüyorum.

Niye böyle söylüyorum? Çünkü, tekrar ifade edeyim, daha hakkıyla üzerinde durulmamış bütün o tırnak içinde 'sabırlı' hazırlık sürecini yöneten, ondan sonra yeri geldiğinde hakimse hakim, polisse polis, akademisyense akademisyen, esnafsa esnaf, subaysa subay. Herkes yeri geldiğinde, emir geldiğinde artık, kurulmuş bir robot gibi harekete geçiren unsur. O unsur, evet, teolojik bir boyut taşıyor. Bir teolojinin ürettiği bir psikolojik motivasyon var.
"

Dostlarım affetsinler. Ben galiba bu türden cümleleri kurmanın normal olduğu bir zamanda takılıp kaldım. Sonrasında yaşanan gelişmeleri de yeterince kavrayamadım. Doğrudur. Olabilir. Kafam biraz yavaş çalışır zaten. Fakat şunu yine de anlayamıyorum: Ben ne ara 'adalet-i izafiyeci' oldum? Nasıl bu kadar ileriye gidebildim? Doğrusu bunu bilmek, değişimimi gözlemleyebilmek, en azından 'değiştiğimden haberdar olmak' isterdim. Lakin, yok, olmadı. Ben kendimin değiştiğini anlayamadım. Fakat beni dışarıdan izleyenler 'şıp' diye anladılar.

Halbuki 15 Temmuz'un yaşanmasından beri 'Yaş da yansın kurunun yanında!' diye birşey söylemedim. Masum olduğunu bildiğim, hadi isim de verelim, Ahmet Yıldız abi gibi insanların görevden alınmasına tepki verdim. (Tanımadıklarımda, istikameti burada gördüğüm için, sessiz kaldım.) Bunlarla ilgili yazdıklarım, geçmişimi silmek âdetim olmadığı için, sosyalmedya hesaplarımda bulunabilir.

Ancak hep şuna dikkat çektim: FETÖ mevzusu 'suçun şahsiliği' ilkesini (fıkıh yerine ilkenin konmasına nasıl gıcık olduğumu başka yazının konusu yapacağım) koyup da 'Hop!' diye sonuç alınabilecek bir olay değil. Bir kere bu suç 'şahsî' mi 'organize' mi? Taraflar bu konuda uzlaşabilmiş değil. Bunun tartışmasını yapmaya yanaşmadan yürüyoruz meseleye. Bu yürüyüşten insanların/devletin kulak vereceği bir nasihat çıkmayacak. Belki ancak şu olacak: İşte, tıpkı benim yakın zamanda yaşadığım türden, kendileriyle aynı şekilde düşünmediğim kişiler 'imtihanı kaybedenler' başlığı açıp adımı da üstlerde bir yere yazacaklar. Tabii, bunu yaparken, FETÖ'nün da aynı şekilde başlıklar açıp, kendisi gibi düşünmeyen dindarları içine yazdıklarını hatırlamayacaklar.

Köşelerden savaşmak kolaydır. Artık epey eskidiğini biliyorum ama gençliğimde çok oynadığım Quake diye bir oyun vardı. Elinizde silahla sanal mekanlarda dolaşıp birbirinizi avladığınız oyunların ilkiydi sanırım. Orada, en sevilmeyen oyuncular, köşeleri tutanlardı. Evet. Köşe tutmanın rahat bir tarafı vardı. Sağınızdan-solunuzdan düşman gelmeyeceğini bilirdiniz. Köşede beklerdiniz. Gelip-geçen olursa vurup puan alırdınız. Ancak böyle oyuncuların artmasıyla oyun tatsızlaşırdı. Herkesin bir köşe bulup kurulduğu oyunda kimse ortalarda dolaşmadığından can sıkılırdı. Bu yüzden öyle oynamayı âdet edinenlerle kimse oynamak istemezdi.

Doğrusu artık ben de sıkılıyorum. Çünkü kimse köşesinden çıkmak istemiyor. Herkes bir başlığı kendi adına mülk edinip rakibini diğer başlık içinde kalmaya zorlayarak (hatta itekleyerek) kolay yoldan haklılık arıyor. Müzakere zemini var mı? Sanmıyorum. Varsa da çok kısıtlı. Azıcık konuşsanız "Hakkın hatırı âlidir!" ile ağzınıza bir şamar alıyorsunuz. O cümle sanki "Ben ne diyorsam o!" makamında söylenmiş gibi bir muamele görüyorsunuz. Her neyse... Meselenin bu tarafı gayet acı olmakla birlikte çok da konuşmayla sonuç alınabilesi değil. Çünkü saflar giderek kalıcılaşıyor. Duygusallığın arttığı yerde empati azalır.

İşte, 'adalet-i mahza'yı daha oyunun ilk dakikalarında tutup, oradan düşman avlamaya çıkan sniperlar da "Ya bu iş o kadar basit değil!" diyen herkesi 'adalet-i izafiye' torbasına sokuyorlar. "Şunu bir konuşalım/tartışalım!" diyen herkes "Oooo filanca beyler de adalet-i izafiyeci olmuşlar!" rivayetlerine dahil ediliyorlar. Argümanları, karşı başlık altına sokulmakla, 'konuşulmaz' kılınıyor. Bunu herkes yapıyor. Ben de sadece bir tarafı suçlayarak aynı hataya düşmek istemem.

Lakin meseleyi bu kadar basitleştirmek de istemem. Zira bu kadar basitleştirilince birşey üretilmez. Çözüm çıkmaz. Nasihat edilmez. Edenler de dinlenilmez. Herkes kendi köşesinden çıkmadan havayı yumruklamaya devam eder. Bu yüzden, tıpkı maçı başlatan hakem gibi, her iki tarafa da bir parça 'köşesinden çıkmayı' teklif ediyorum. Bir kere 'adalet-i mahza'cılara şöyle bir soruya cevap vererek azıcık dışarıya adım atmalarını öğütlüyorum: "Sizler FETÖ'nün işlediği suçların 'bireysel' mi 'organize' mi olduğunu düşünüyorsunuz?"

Bence bu soruya hiçbir insaflı muhatap 'bireysel' diye cevap vermez. Çünkü eylenenlerin bir organizasyon işi olduğu hepimizin kabulü. Güneş gibi aşikâr olan birşey. Bizim burada tartışmamız gereken 'suçun şahsiliği' değil. Suça kimlerin/ne kadar dahil olduğu? Kimin/ne kadar mesul tutulabileceği? Kimin/ne kadar içinde yeraldığı? Soru bu olmalı ve cevap da şu şekilde aranmalı. Eğer siz organize bir örgütün işlediği suçlardan 'suçun şahsîliği' ile çıkmaya çalışırsanız ne sorunu çözebilirsiniz ne de muhatabınız ne söylemek istediğinizi anlar. Mevcut iletişimsizliğin kaynağı da budur bence. Tedavisi tavrın değişiminde saklıdır.

Suçun şahsîliği organize eylemlerde ne şekilde uygulanır? Cevap aramamız gereken soru bu olmalı. Veya ondan öncesinde, FETÖ özelinden konuşursak, cemaat nerede başlar nerede biter? Örgüt nerede başlar nerede biter? Silahlı terör örgütü nerede başlar nerede biter? Bu tür birçok soruya kesinleştirilmiş cevaplar bulunmalı. FETÖ başlığı altında bu tanımların tarifi, tasnifi, kriterleri konulmalı.

Eğer siz bu alt soruların tamamını görmezden gelip, yanıtlamaktan çekinip, alternatif üretmekten kaçarsanız, sizi kimse muhatap almaz. Çünkü aklın muktezasını iptal ediyorsunuz. Adamlar karşılarında bir organizasyon görüyor. Çok komplike bir hazırlık ve eylem süreci yaşıyorlar. Siz de diyorsunuz ki: Suçun şahsîliği...

İyi de bu bireysel suç değil ki. Bireylerin bireysel olarak işledikleri suçlar büyük resmin görünürlüğünü ortadan kaldırmıyor. Atıyorum: Ankara'da sivilleri bombalamış F-16 pilotunun girdiği kanda İstanbul'da tank ile yol kesmiş subayın ne ölçüde payı var? Ona sosyalmedyadan destek vermiş sivilin buradaki payı ne kadardır? Darbeyi meşrulaştırmaya çalışan köşeyazarının bu cürmden payı ne olmalıdır? "Yoktur!" derseniz alacağınız cevap "Hadi ordan!" Daha ötesi değil. Bütün bu alt sorulardan kaçıldığı sürece hiçbir yere varılmaz.

Elbette iyi bir tasnif şart. Elbete bu tasnifte somut delillere şüpheden daha fazla pay verilmeli. Ancak şunu da kabul edelim: Kendisini gizlemeyi daha çocuk yaşlarda öğrenmiş böyle bir örgütün mensuplarına karşı hiçbir şüpheyi haklı görmezseniz yarın iş hakikaten Metin Karabaşoğlu abinin dediği noktaya gelir: 15 Temmuz'un bin beterini yaşarsınız. Ve sokakta işlenen ve faili belli/sınırlı bir suçla FETÖ'nün eylemlerini aynı ilkeyle, hiçbir farklılık kollamadan, çözmeye çalışırsanız kendi ellerinizi ellerinizle bağlarsınız. Benim bu söylediklerime 'ademe vücud rengi vermek' olarak bakanlar da azıcak insaf etsinler. Bizi aptal yerine koymasınlar. Bu bütün ithamlardan daha çok can yakıyor.

Anlatılır ki: Mızrağa Kur'an sayfası asılıp kaldırıldığında durmak isteyen Hz. Ali (r.a.) değildi. Ancak ordusundakileri ikna edemedi. Bunun bir hile olduğunu biliyordu. Yaklaşan galibiyetin kesinleştirilmesi için devamını istiyordu. Olmadı. Savaşın devam ettirilememesi tedavisi asırlar süren bir yaranın açılmasına sebep oldu. Biz de buradaki dersi günümüze taşıyalım: Taraflardan birisine biraz daha 'merhamet' diğerine biraz daha 'empati' lazım. Başka birşey değil. Böyle olursa ancak çözüm bulunur.

4 Kasım 2017 Cumartesi

Bu celal AK Parti'ye ne kazandırır?

Bir dostum geçenlerde güzel birşey söyledi, ben de hak verdim, çünkü ifade edemediğim bir mananın sûrete bürünmesi gibiydi. "Biz" dedi, "FETÖ'cülerin tamamının birer aptal, birer ahmak, birer gerizekalı olduklarının söylenmesine itiraz etmeyiz, hatta şevkle onaylar ve katılırız, fakat herbirinin eşit derecede 'terörist' olarak yaftalanması ağırımıza gidiyor."

Hakikaten biraz böyle. Yaşadığım örnekten konuşayım: Ağabeyimin 15 Temmuz sonrası Kaynak'ın kapatılmasıyla tazminatı verilmeden işten çıkarılmasına üzüldüm mü? Vallahi "Zarara rızasıyla girene merhamet edilmez!" kaidesiyle çok üzülmedim. Çünkü işin kötü bir yere gittiği belliydi. Nasihat dinlemedi. Ferasetli davranmadı. Eh, o zamandan beri işsiz, evde oturuyor, buna üzüldüm mü? Vallahi, yine yukarıdaki sırr-ı hikmetle, bunun 'âdil kaderin bir tokadı olduğunu' düşünerek canımı çok sıkmadım. Ama şimdi devlet bir gece gelip, derdest edip, ağabeyimi cezaevine koyunca bu bana ağır geldi. Niye ağır geldi? Çünkü "O kadar da değil!" diye düşünüyorum. Bu ses vicdanımdan geliyor.

Bakınız, bunu söylememe bile gerek yok belki, ama ileride gelecek muhtemel itirazları engeller: Ben gizli-saklı bir adam değilim, nicedir yazdığım-çizdiğim ortada. Sosyal medyada, köşe tuttuğum sitelerde, internette, kağıtlarda... Ben, hassaten Fetullah Gülen'i, genelde ise Fetullahçılığı günahım kadar sevmem. Bir 'yoldan çıkmışlık' olarak görürüm.

Dersane krizinden beri sapmalarını/sapıtmalarını ortaya koyan yazılar kaleme alarak bu azgınlığa karşı koymaya çalıştım/çalışıyorum. Fitnenin ilk günlerinden beri, özellikle nur talebelerini etki altına alma çabalarına karşı, Risale-i Nur'a dair muktesabatımla karşı koymaya gayret ediyorum. Şunu da söyleyeyim: Durduğum yer yüzünden isimsiz mesajlarla tehdit de edildim. Bedel de ödedim. 17 Aralık sonrasında işimden oluşum, son katıldığım toplantıya şahit olanlar da bilirler ki, en çok bu karşı duruş sebebiyledir.

Ben bunları kimseye yaranmak için yapmadım. Sonunu da düşünmedim. Doğru olanın bu olduğuna, müslümana bunun yakışacağına ve Risale-i Nur mesleğine uygun olanın da ancak bu olacağına inandığım için yaptım. 15 Temmuz'da "Erdoğan'ı bu itlere yedirdikten sonra biz de ölelim!" diye yazıp, daha Cumhurbaşkanımız çağrı yapmadan önce, arkadaşlarını arayıp 'Sokağa çıkmak lazım' diyen de benim. Elhamdülillah. Buna bugün de, inşaallah, mahşer gününde de hamdederim. Şimdi hayret ediyoruz. Ablamla biz o gece neredeyse Esenyurt'tan Yenibosna'ya kadar yürüdük. Üstümüzden uçaklar geçiyordu. AK Parti ilçe teşkilanının önündeki insanlar "Havalaanını ordu tanklarla ele geçirmiş. Orayı geri alacağız!" diyorlardı. "Lan nasıl alacağız? Cebimizde traş bıçağı bile yok!" demiyorduk. Kimse de demiyordu. Kimsenin aklına korkmak gelmiyordu. O gece öyle mübarek bir geceydi. Bin ay gibi gecelerdendi.

Fakat şimdi korkuyoruz. Neden? Çünkü bilemiyoruz. Hani Kur'an'da Hz. Hızır (a.s.) ile Hz. Musa'nın (a.s.) kıssasında geçer. Hz. Hızır hikmetle der: "İçyüzünü bilmediğin şeye nasıl sabredeceksin?" Durumumuz tam o. 15 Temmuz'da haklı belliydi, hain belliydi. Ölsen şehit olacağını biliyordun. Şimdi ne olacağını da bilmiyorsun. Alınıp bir hafta tutulan var, bir ay tutulan var, bir yıl tutulan var. Hattında bylock olan adam salınıyor bazen. Bazen olmadığı halde içeride kalıyor. O-bu-şu hakkında "FETÖ'cüdür!" diye fısıldadığı için iyiliğinden başka birşey işitmediğiniz insanların hayatları kayıyor da sonra iş hatayı düzeltmeye gelince "Hele sen bekle!" deniliyor. Ya bütün bunlar normal mi?

Böyle şeylerin olduğunun ilk söylendiği zamanlarda ben diyordum ki: "Devlet çok büyük bir badire atlattı. Kafası karıştı. Neyi/nasıl yapacağını bilmiyor. Kurt gövdeye girmiş durumda. Şok yaşıyor. Kendisini toplaması için zaman vermek lazım. Sabırlı olmak lazım. Hatta adaletine yardımcı olmak lazım." Bütün bunları kendi hevamdan da söylemiyordum. Mürşidim Münazarat isimli eserinde diyordu ki: "Evet, maatteessüf, daha yeni ve bulanık bir devlette ve cahil ve perişan bir millette, şöyle fena ve pis şeylerin vukuu zarurî gibidir. Eskiden daha berbadı vardı; fakat şimdi görünüyor. Bir dert görünürse, devâsı âsândır. Hem de büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir."

Ancak bir seneyi devirdik. Biraz ayağa kalkmış olmamız lazım. Birşeylerin yerine oturmuş olması lazım. Ayarlarımızın düzelmesi lazım. Bu bilinmezlik korkusuyla nereye kadar yaşanır? İnsan endişenin yükünü omzunda kaç gün tutar? Üstelik işin şöyle 'mağduriyet büyütücü' bir yanı da var:

Böyle tutuklamalar olduğu zaman tutuklanan kişinin cümle yakınları da mağdur edilmiş oluyor. Ağabeyimden pay biçeyim yine. Şimdi ağabeyim içeriye alındı. Ne yediğimizin tadı var ne içtiğimizin. Yalnız bizim mi? Haberi alan her akrabamızın içine bir ateş düşüyor. Tüm sevenlerimiz üzülüyor. Bu birtek bizde böyle değildir ki. Her içeriye alınanda az-çok bunlar oluyordur. Yani bir adam dışarıdayken sadece kendi mağduriyeti olan durumu, içeriye alınınca, herkese yayılıyor. Herkes üzülüyor. Bundan siyaseten AK Parti'ye ne fayda gelir?

Hatta iş öyle bir noktaya geldi ki: Arayıp bana atar yapan var. Niye atar yapıyor? Benim AK Parti'ye verdiğim destekten dolayı. Beni de ağabeyimin başına gelenden sorumlu tutuyor. Yani işin geldiği noktada, bırakınız siyaseten muhalif olmaktan, akraba veya tanışıklık muhabbetinden AK Parti'ye bir husumet filizleniyor. Bu yanlış yanlış büyüyen tehlikeyi görmek lazım.

Bu neden böyle oluyor? Bence şundan: İçeriye alınan adamın suçunu netlikle ortaya koymuyor, açıklamıyor, yakınlarının vicdanını tatmin edemiyorsun ki, onlar da içyüzünü bilip sabretsinler. Beklenilen sadece anlayış. 'Acaba' demeyecek bir duruş. Hatta anlayış da isteyen yok. İstenilen: "Kaderimse çekerim!" Fakat biz AK Parti'ye bundan dolayı destek vermedik ki. Biz AK Parti'ye bizi 'devletin soğuk dişlilerinin arasında ezilmekten kurtaracak' diye oy verdik. Nitekim geçmişte bunu başardı da. Neden şimdi de aynı şeyi başaramıyor? Halkı yeniden bu çarklara itmekten AK Parti'ye bir fayda gelir mi?

Biz ittihadın kıymetini biliyoruz. Bu ittihad kırılmasın istiyoruz. İttihad olmadan ümmete ferah yok. Ancak, suçu ortaya konulmadan, hatta bazen devletin de itirafıyla suçsuz yere, içeriye alınan insanların mağduriyetleriyle büyüyen bir yara var. Bu yara bir girdap gibi olayla ilgisiz bütün yakınlarını da içine doğru çekiyor. Bu yakınların birçoğu 15 Temmuz'u ve sonrasındaki geceleri sokaklarda geçirmiş insanlar. Bu insanları küstürmemek lazım.

Dediğim gibi: Ne soruşturmaların, ne sorgulamaların, ne de FETÖ'cülerin peşine düşülmesinin aleyhindeyim. Hatta 15 Temmuz'u organize edenlerin idam edilmesi taraftarıyım. Ama tutuksuz yargılanması mümkün olan insanların nafile yere içeriye alınmasıyla giderek büyüyen yara görülmeli. AK Parti bunu bugün görmezse sandıkta pek acı sonuçlarını görebilir. Biraz feraset, merhamet ve empati bizi bu girdaba düşmekten kurtarabilir. Bu treni kaçırmayalım. AK Parti'nin bize, bizim AK Parti'ye ihtiyacımız var, hâlâ var.

31 Ekim 2017 Salı

İnsanın ağabeyi FETÖ'den içeriye alınınca...

İnsan tuzu kuruyken öyle laflar ediyor ki onda birini ıslakken edemez. Mü'minûn sûresi 97. ayette mealen deniliyor ki: "De ki: Ey Rabbim! Sana sığınırım, şeytanların kışkırtmalarından!" ve devamında buyruluyor ki: "Onların yanımda bulunmasından da Sana sığınırım." İnsan fitne zamanlarında böylesi ayetlerin sırrını daha iyi anlıyor. Ben de ağabeyinin FETÖ mevzusundan tutuklandığını henüz öğrenmiş birisi olarak bu ayetleri daha başka okuyorum.

Suçu ne idi ağabeyimin? Bildiğimiz hiç. Bildiğimiz, ayet-i celilede haber verilen, şeytanların yanında bulunmak. 15 Temmuz'a kadar Kaynak'ta muhasebecilik yapmaktan başka bildiğimiz suçu yok. Ha, bu ailecek hakverdiğimiz bir davranışı mıydı, değildi. Bana kalsaydı 17 Aralık'ın ertesi günü orayla bağlantısını kesmeliydi. Fakat yapmadı/yapamadı. Ev almak için para biriktiriyordu, işsiz kalmak istemedi veya sürecin bu noktaya geleceğini ummadı. Ancak bundan başka bildiğimiz bir suçu yok. Daha kötüsü: Devletin de bundan fazla birşeye dahil olduğuna dair bize söylediği birşey yok. Ama tutukladı.

Ve bekleyeceğiz. Tıpkı Gezi'den sonra Kazlıçeşme'de, 17 Aralık'tan ve 15 Temmuz'dan sonra Atatürk Havaalanında beklediğimiz gibi bekleyeceğiz. O gece Cumhurbaşkanımız daha kimseyi sokağa çağırmadan kendimizi sokağa atıp Avcılar'dan Yenibosna'ya kadar yürüdüğümüz gibi bekleyeceğiz.

Ne değişti? Belki biraz yıprandık. Herşeye rağmen hata yapmamaya dikkat edeceğini düşündüğümüz, buna arsız bir inatla inandığımız ve inatla başkalara karşı da savunduğumuz devletimizin bizi incitmeyeceğine inanmaktan yıprandık. Sağdan-soldan hatalar yapıldığını duyuyorduk. Suçsuz insanların içeriye alınıp uzun süreler kaldığını işitiyorduk. Diyorduk ki: Devlet büyük birşey yaşadı. Kafası karıştı. Elbet kendisini toparlayacak. İnatla bunu söyledik. İnatla bunu yazdık. Hâlâ da inanıyoruz buna. İnsan umudu olmadan yaşayamıyor.

Fakat yıprandık. 15 Temmuz gecesi uğruna ölmeye hazır olduğumuz hamiyetli insanların kulağına sesimizin gitmemesinden yıprandık. Hattında bylock bile çıkmayan ağabeyimizin bir dua listesine (onun da ne olduğunu bilmiyoruz henüz) her nasılsa adının dahil edilmiş olmasından örgüt üyeliğine terfi etmiş olabilme ihtimaline varılmasından yıprandık. Devlet, onun için canımızı vermeye cüretliyken iyiydi de, canımızın içine dokununca yıprandık. Yine de kimseye küsmüş değiliz. Ama diyorum ya. Yıprandık. İnsan sevdiğinin yüzüne bakmaktan yıpranır mı? Biz bundan da yıprandık.

İki aile bir evde yaşıyoruz. Annemiz şeker hastası. 9 yaşında bir yeğenim var. Ben anlatamıyorum. Devlet büyüklerimizden buradan rica ediyorum. Biri gelip anlatırsa anlayacağız. Ağabeyimin 15 Temmuz'a kadar Kaynak'tan ayrılmamak dışında ne aptallığı var? Üzerinden bir yılı aşkın bir zaman geçmiş, aynı adreste, aynı evde, bizimle oturuyor. Kaçmasına dair nasıl bir tehlike var? Acaba, bırakın yurtdışını, kiraya çıksa birkaç ayı çıkaracak kadar parası var mı? Neyle kaçacak? Nereye kaçacak? Hem niye kaçacak? Nasıl oturduğu yerde devlet için tehlikeli olacak? Allah belasını versin şu Fetulah Gülen'inki geberip gitmiyor. O geberse belki şu işin tansiyonu biraz düşecek. İşte, biz de, artık elimizi Allah'a açıyoruz. Ümit senden Allah'ım. Kulların derdi kulları germiyor.

13 Temmuz 2017 Perşembe

Fitne mümkün olmayanı isteme sanatıdır (5): Kıyamet kopar da ayağının altı sallanmaz mı sandın?


"Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zalim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla mânen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir." 14. Söz'ün Zeyli'nden.

İş öyle bir noktaya doğru gidiyor ki, yakında, "Bir de öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz. Allah'ın azabı şiddetlidir!" ayetinden dolayı, hâşâ, Cenab-ı Hakkı dahi 'adalet-i mahzaya uygun hareket etmemekle' ihtam edeceğiz. (Allah bizi böyle vartalara düşmekten korusun.) Herşeyin müfriti tat kaçırıyor.

Bir kere şu ayrımda bir sıkıntı yaşandığını görüyoruz: Daire-i itikad ile daire-i muamelatı birbirinden seçemiyorlar. Halbuki mürşidim diyor: "Daire-i itikadı daire-i muamelâta karıştırmaya mecburiyet yoktur." Biz, kulluk sahasında çok hatalar yaparız, çok günahlara batarız, ancak bu hata ve günahları işleyişimiz 'onların doğruluğuna iman ettiğimiz' anlamına gelmez.

Ehl-i Sünnet itikadında, biraz da bu daire-i itikat ve muamelat ayrımından ötürü, büyük günahlara girenler tekfir edilmez. Bunu yapan ancak sapkın Mutezilîlerdir. (Allah onları ıslah etsin.) Biz bir insanın kalbiyle hayatını birbirinden ayırırız. İnanışıyla eyleyişini birbirinden ayırırız. İnsanın sadece akıldan, kalpten, ruhtan veya vicdandan ibaret olmadığını kabul ederiz. Fıtrata bakışımız bu yüzden kapsamlıdır. Biraz daha ilerisi: İnsanın imzasının kusur olduğunu biliriz. O yüzden bu iki daire içinde birebir uyum, mü'mince arzulanır, ama hayatın her anında olmayışı tersine yorulmaz.

Bu, bireyler içdünyalarına bakarken böyle olduğu gibi, dış dünyayı tefekkür ederken de böyledir. İşlemekten Allah'a sığındığımız bir günahı (mesela içki içmeyi) bir müslümanda görmemiz (o kişi eyleminin günahlığını inkâr etmediği sürece) itikadî bir yoruma yol açmaz. Onu buna bağlamayız. Aklını veya kalbini değil (onlara rağmen ayaklarını kaydırabilecek olan) nefsini sorumlu tutarız.

Nitekim kendi hayatlarımızda da ancak bu ayrım sayesinde 'çıldırtıcı bir vesveseye' düşmeyiz. Düşünsenize: Kafamızdan geçen her yanlış fikri ve elimizden çıkan her hatalı fiili 'imanımızdaki bir soruna' hamletseydik biz müslümanlar için yaşam nasıl bir işkence olurdu? Bir günde kaç defa dinden çıkar ve tekrar dine dönerdik? En nihayet "Yahu bu iman işi olmuyor!" deyip pes etmez miydik? İşte, biz, Allah'ın imkansızı teklif etmeyeceğini (Hakîm ismi muktezasınca) bildiğimiz için, kusur işlemeye müsait yaratılmış varlığımızı 'kusursuzlukla' sorumlu tutmadığını düşünürüz.

Ancak şu var tabii: Kusurda ısrar etmeyiz. Âdileştirmeyiz. Onu alışkanlık edinmeyiz. Bundan sorumlu tutulduğumuzu biliriz. Kusurumuzu farkedince çabukça tevbe ederiz. Günaha sıradan bir eylem gibi davranmayız. Hatanın hata olduğunu itiraf etmek de Cenab-ı Hakkı tenzihtir çünkü. Onun emretmiş veya yasaklamış olduğu şeylerin 'uyulması gerekenler' olduğunu kabuldür.

Bu 'şahıslar' dünyasında olduğu gibi 'şahs-ı manevîler' dünyasında da böyledir. Bediüzzaman İşaratü'l-İ'caz'da söyler ki: "Devlet bir şahs-ı manevîdir." Münazarat'ta ise yine bununla ilgili olarak der:

"Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiatına tereccuhudur. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi—Allah etmesin—bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi sûretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü't-tahrip ile, o sûreti bozmaya çalışacak. Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türklerin nazarlarında dahi, mel'un, anarşist ve iğtişaşçı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilâl ve fesattır."

Hükümetler de hata yapar. Devletler de hata yapar. İnsanlar da hata yapar. Şahıslar yaptığı gibi şahs-ı manevîler de hata yapar. Bunların hiçbirisinden 'kusursuzluk' beklenmez. Ya ne beklenir? İşte, en evvel, şu hadisin bize ders verdiği şey beklenir: "Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: Resulullah aleyhissalatuvesselam buyurdular ki: 'Kim Müslümanların kadılık hizmetini talep edip elde etse, sonra adaleti zulmüne galebe çalsa, cennete girer. Zulmü adaletine galebe çalsa ateş onundur.'" (Kütüb-i Sitte, Hadis No: 4885)

Cenab-ı Hak da bizi mahşer günü böyle yargılayacaktır. 'Hiç günahı olmayanları' değil sadece, 'hasenatı seyyiatından fazla olanları' cennete alacaktır. Allah Rahman'dır, Gafûr'dur, Hakîm'dir. Kullarını bir hatasında silicilerden değildir. 'Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak' emr-i Nebevîsi (a.s.m.) işte tam burada somutlaşır: Biz, çevremizdeki insanları bir hatalarında silmemeyi, Cenab-ı Hakkın bizi 'bir hatamızda silmeyişinden' öğreniriz. Özür kabul etmeyi de tevbelerimiz bize öğretir. Şükretmeyi de teşekkürle ders ederiz. İnsan yaşamındaki herşeyi kendi ihtiyaçları/yaşanmışlıkları vesilesiyle bilgi edinir.

Bütün bunları anlatıyorum. Neden? Çünkü 15 Temmuz'la ilgili devam eden süreçlerde yaşanan hataları işitiyorum. Bu hataların varlığını inkâr edemeyiz. Hatasızlık iddia edemeyiz. Dillendirilmesini de engelleyemeyiz. Bu tevbenin yolunu kapamak olur çünkü. Fakat şuna itiraz edebiliriz: Bu hataları nümayişle dillendirenler, biri bin yapanlar, 15 Temmuz gibi birşeyi yaşamış devletten ne bekliyorlar? Günahsızlık mı? Böyle birşeyin Ehl-i Sünnet itikadında yalnız peygamberler için geçerli olduğunu biliyoruz. Öyleyse ne?

Eğer istedikleri hükümetin hasenatının seyyiatına galebe etmesi ise, eyvallah. Hatalarını farkedip tevbe etmesi ise, eyvallah. Bunlar can yakmayan nasihatle de olabilir. Fakat ben; öfke öfke, atar atar, racon racon biriken bu itirazların öyle bir hale geldiğini görüyorum ki; neredeyse, 15 Temmuz suçluları ile mücadelede devletin elini tutacaklar.

Kastettikleri bu gibi. Acaba bu insanlar, eğer mevcudun ellerini kırarlarsa, darbecilerle mücadele etmek için görevlendirebilecekleri ismet sahibi bir kadroya mı sahipler? Sahabeye bile verilmeyen bu özelliğe sahip elemanları mı var? Hiç. Hiçbirşey. Hiçbirşeyleri yok. Tek istedikleri, hiçbir zaman hayatlarında bulamayacakları, mükemmellik gibi duruyor. Yahut da muhalif hissiyatlarını bu yoldan tatmin ediyorlar.

Yer deprenmiş. 15 Temmuz gibi bir kıyamet kopmuş. 200'den fazla kişi şehit olmuş. 2000'den fazla gazi yaralanmış. Büyük bir eşikten dönülmüş. Bütün bunları kabul ediyorsun da ayağının altının sallanmasına neden inanmıyorsun? Kıyamet kopar da sana hiçbirşey dokunmaz mı sandın? Musibet gelir de masumları incitmez mi sandın? Nasreddin Hoca'nın kazan fıkrasını hatırlatmıyor mu senin halin? Elbette birçok şeyin değişmesi gerek. Bu kabul etmeyen bir Allah'ın kulu yok. Fakat hangimizin elinde sihirli değnek var?

Allah korusun, bugün bu mücadeleyi vermekte devletin elini gayretten alıkoyarsak, yarın şu hastalığın daha beter nüksetmeyeceğinin garantisi var mı? Kim verse inanırız ki bu garantiye? Yarına çıkacağımızın bile bir garantisi yok. Bindiğimiz geminin yoluna devam etmesine hep beraber sağlamak yerine mürettebatın haline doludizgin sövmek niye?

En nihayet mürşidimin dediği gibi derim: "Evet, maatteessüf, daha yeni ve bulanık bir devlette ve cahil ve perişan bir millette, şöyle fena ve pis şeylerin vuku zarûri gibidir. Eskiden daha berbatı vardı. Fakat, şimdi görünüyor. Bir dert görünürse, devası âsândır. Hem de, büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sünbüllendirerek hasenata galip etmektir. (...) İşte şu cerbezenin tavr-ı acîbi; zaman ve mekanda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder."

15 Nisan 2017 Cumartesi

Ya kötü birisi başkan seçilirse? (4)

"Muhali talep etmek kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiatına tereccuhudur. Yoksa seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir." Münazarat'tan.

Şunu elbette en baştan kabul ediyorum: Hepimiz her konuda hemfikir olmak zorunda değiliz. Olamayız da zaten. Ve elbette, hakikati ararken, muhalif fikrin de bir hakk-ı hayatı vardır. Buna saygı göstermeliyiz. Ancak bu hassasiyetler şunu da netice vermemeli: Muvafık olanın da muhalifini kritik edebilme imkanı elinden alınmamalı. Çünkü nihayetinde biz de muhalifimizin muhalifiyiz. Saygısızlık, yalancılık ve artniyet taşımadığımız sürece, biz de, tıpkı muhalifimizin bize yaptığı gibi, onun durduğu yeri ve savunduğu argümanları analiz edebilmeliyiz. Denial filminde denildiği gibi: "Konuşma özgürlüğü 'Her istediğini söyleyebilirsin' demek. Yapamayacağın şey ise: Yalan söylemek." Yalan söylemedikten sonra, umuyorum, biz de fikir hürriyetinin içinde kalırız.

Metin Karabaşoğlu abinin en kritik dönemlerde AK Parti'ye ve Erdoğan'a 'her riski göze alarak' verdiği destekler malumdur. Bugün AK Parti içinde veya arkasında önsıraları kapmaya çalışanların dahi destekte çekimser kaldığı dönemlerde, Metin abi, bu çizgiyi 'sonunu düşünmeden' destekliyordu. 'Sonunu düşünmeden' diyorum, çünkü, hakikaten o günlerde bu işin sonunun ne olacağı belli değildi. Ve bugün önsıralarda farkedilmek için davul çalanların çoğu o dönemlerde 'domates biber herkese gider' tavırlar takınıyordu. Kazananın kim olduğu kesinleşene kadar 'tatlı su aydınlığı' yapanları veya iki tarafa da oynayanları kastediyorum. Öyle olmayanlar bu sözlerimden alınmasınlar.

Fakat bu referandumda, yine kimileri gibi ikinci bir hesap yapmadan, Metin abinin sergilediği duruş ortadadır. Bu değişimin şu şekliyle hayırlı bir değişim olmayacağını düşünüyor. Olsun, düşünebilir, fikir özgürlüğü en temel hakkımızdır, o da bu özgürlüğünü kullanmaya herbirimiz kadar hak sahibidir. Dar zamanlarında bu kadar iyilik gördüğü bir isme hiçbir AK Partili veya Erdoğancı gücenik durmamalı. Vefa bunu gerektirir. Ancak yine de, her kanaat önderi gibi, Metin abinin de etkileyebildiği kanaatler olduğu için, onun kanaatlerini dayandırdığı şeyler ve kullandığı argümanlar da insafla kritik edilmelidir.

Ben de bu yazıda kısıtlı bir çerçevede şunu yapmaya çalışacağım. Metin abi, geçtiğimiz günlerde, twitter hesabından dedi ki: "İyi bir yazar iyi çalışılmamış bir dosyayla geldiğinde editöre yakışan, o dosyayı geri çevirmektir. Yazara ve kitaba saygı bunu gerektirir. Ve bazan sevdiklerimiz, değer verdiklerimiz duymak istediklerini değil, duymaları gerekeni duyarlar bizden. Sevgimiz bunu gerektirir zira... Ve ne acıdır ki, kafasını kullanarak öğrenmeyi reddetmenin sonucu, kafasını vura vura öğrenmektir." Ben, biraz zan ettim, bu cümleyi zâhirinde ifade ettiği 'yayın piyasası prensipleri'nden aşkın olarak referandumla ilişkilendirdim. Sonra baktım: Twitter'da bu cümleyi beğenip paylaşanlar da benim gibi anlamışlar. Metin abi de onların fehmini tashih etmemiş. O böyle etmeyince ben de zannımın suizan olmadığına kanaat getirdim. Ayrıca kendimde de şu meseleye dair bir konuşma hakkı gördüm. Şöyle ki:

Ben, Metin abiyle, elhamdülillah, Nesil Yayınları'nda birkaç yıl beraber çalıştım. Kendisinden çok şeyler öğrendim. Metin abi yayın danışmanımızdı o zamanlar. Ben de sevkiyattan devşirme yeni yetme bir editörü veya mizanpajcısıydım yayınevinin. (Her ikisinde de iddialı değilim.) Metin abinin yukarıda zikrettiği prensip, hakikati olan bir prensip olarak, beni o günlerde yaşadıklarımıza/konuştuklarımıza götürdü. Ve hakikaten, biz, yeterli görmediğimiz çalışmaları 'tekrar çalışılsın' diye yazarlarına iade ederdik. Fakat her zaman mı böyle yapardık? Bu kanun hiç mi istisnaya uğramaz veya huruç etmiş fertler ile inkıta yaşamazdı? O yılları tahattur ederken şu prensibin çok da layetezelzel olmadığını anımsıyorum. Aksine sık sık inkıtaya uğrardı.

Sözgelimi: İyi bir yazarın iyi dosyalarına ulaşma yolculuğunda kötü dosyalarına katlanılırdı. Gelecek vaadeden genç bir yazarın ileride yapabileceği çalışmalar hürmetine bugünkü metinlerine katlanılırdı. Çok satan yazarların zaten neredeyse her metnine katlanılırdı. Fakat Metin abinin elinde olsa fırsat vermeyeceği şu sonuncusundan yüz çevirerek yukarıdaki iki şıkka baktığımızda dahi birçok nümunesi hatırıma geliyor. Bu sırrı bizzat Metin abinin de beyan ettiğini hatırlıyorum toplantılarda. Biz, bazı çalışmalara, gelecekte önümüze gelecek daha güzel bazıları için 'olur' verirdik. Bu maliyetin gelecek adına bir yatırım olduğunu düşünürdük. Yazarın gayreti kesilmesin. Yazmaya küsmesin. Veya sadece 'Yayınevine ayağı alışsın' diye bastığımız dosyalar vardı. Yani 'Çalış gel!' dersek geri gelmeyecek yazarlar için yayınevi olarak risk alırdık.

Metin abinin, yeni anayasa konusunun müzakere edildiği eski bir Alternatif Bakış'ta "tek bir yeni anayasa değil 'yeni anayasalar' şeklinde düşünülüp ilk değişim için çok mükemmeliyetçi olunmaması gerektiğini" dediğini hatırlıyorum. O zamanlar, muhalefet ve iktidar arasındaki anlaşmazlıklarla düğümlenen yeni anayasa meselesinde, bu tutumun bir çıkış olacağını düşünmüş ve hak vermiştim. Evet, bence de, önemli olan şu kapıyı bir kere açmaktı. Türkiye darbe anayasalarının 'değişebilir' birşey olduğunu bizzat değiştirerek anladıktan sonra yeni değişimler kolaydı ve kaçınılmazdı. Çünkü mezkûr sistemler beşerî sistemlerdi. Beşer gibi zamanla değişir, gelişir, değiştirilir ve geliştirilirlerdi.

Nitekim 2010 referandumunda "Yetmez ama evet!" cümlesini savunurken hepimizin söylediği buydu. Metin abinin de söylediği buydu. Orada yapılan değişikliğin değişimlerin en mükemmeli ve sorunların tek çözücüsü olmadığını biliyorduk. Ama bir ümit besliyorduk. O değişimin 'değişmesi teklif dahi edilemez' tabulara dokunabilmemize bir kapı açacağını düşünüyorduk. Nitekim, o günlerden bugünlere, epey bir mesafe alındı da. İnşaallah şu alınanlar ileride alınacakların sadece başlangıcıdır.

Elbette Metin abi bizimle aynı şekilde düşünmek zorunda değil. Biz de onun gibi düşünmek zorunda değiliz. Fakat genç bir nur talebesi olarak sormak istiyorum: O günlerden bugünlere "Yetmez ama evet!" ümidinden "Yetmez ve hayır!" karamsarlığına nasıl gelindi? Daha dokuz ay önce darbe teşebbüsü atlatmış bir ülkeyiz. Şu büyük emeklerle geldiğimiz mübarek eşiğin bir daha önümüze geleceğinin garantisi var mı? İleride bugünlere bakarak dizlerimizi dövmeyeceğimizi kim garanti edebilir? "Çalış gel!" dersek bir daha bu dosyanın önümüze getirilip getirilmeyeceğini kim gaybdan haber verebilir? Önce 'Evet' desek de 'yetmez'ini anlatmaya devam etsek daha güzel olmaz mı? Bunlar benim aklıma gelenler ve kalbimden geçenler. Elbette en doğrusunu Allah bilir. Allah, yalnız ülkemiz için değil, âlem-i İslam için en hayırlısını nasip etsin. Âmin.

7 Mart 2017 Salı

Erdoğan'ı nereye koyacağız?

Bu soruyla da yüzleşmek lazım: Yaşanan onca şeyden sonra Erdoğan'ı nereye koyacağız? Yönetimde olduğu dönem boyunca başımıza gelenler, onun kararlılığına sahip birisinin, krizlerin aşılmasında çok önemli bir konuma sahip olduğunu gösterdi. Görmezden gelenlerin nasıl başarabildiğini bilmiyorum ama ben yapamıyorum. Fıtratla/hakikatle savaşmak gibi geliyor. Gezi'den tutun 15 Temmuz'a kadar, yaşanan her toplumsal veya siyasi krizde, çıkıp ekrana birşeyler söylemesini bekledim/bekliyorum. Bir meselede sebatla direndiğini görmek o meseleye dair derdimin/stresimin yüzde yetmişini alıp götürüyor.

Şu da var: Ondan başka kim konuşsa tırı-vırı geliyor. Konuşmalarını/susmalarını bir sayıyorum. Bir sıkıntı olduğunda sözlerinin arkasında durmazlar gibi hissediyorum. (O kişi hemtarafım da olsa düşüncem değişmiyor.) Yüzlerinde aynı gücü görmüyorum. Herkeste bir esneme payı var gibi. Biraz üzerlerine gidilse 'acaba' diyecekler gibi. Sarsılacaklar/karıştıracaklar gibi. Ancak Erdoğan, belki biraz da tecrübe ettiklerimize binaen, öyle gelmiyor.

Hayat sözün delilidir. Kişinin kelamı karakteriyle tartılır. Karakterini ise hayatı gösterir. Yüzyıllık Parantez isimli kitabında Etyen Mahçupyan Bediüzzaman hakkında şunları söyler: "Bediüzzaman, kendi yaşantısıyla hayata damgasını vurmuş olan biri. Sözlerinden daha önemli olan şey belki yaşantısı ve orada gösterdiği sebat, irade ve tutarlılık. Öyle bir hayatı olmasaydı, bugün fikirleri bu kadar kıymetli ve anlamlı geliyor olmayabilirdi diye düşünüyorum. Çünkü fikirler sonuçta her zaman birden fazla insan tarafından söylenirler. (...) Dolayısıyla bunu belirli bir hayat tarzıyla tamamladığınız ve bunu kendinize sembolleştirdiğiniz zaman bir mesaj verebiliyorsa, referans olma şansınız ortaya çıkıyor. Bediüzzaman bunu yaptı ve bunu yapmasıyla da binlerce, milyonlarca insanın bu rejim altında ayakta kalmasını sağladı."

Bediüzzaman da belagata dair izahlarında şöyle birşeye dikkat çeker: "Kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var: Biri mütekellim, biri muhatap, biri maksat, biri makamdır. Ediplerin, yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde kim söylemiş, kime söylemiş, niçin söylemiş, ne makamda söylemiş ise bak. Yalnız söze bakıp durma."

Bir çocuğun oyuncak tabancayla size "Dur, yoksa ateş ederim!" demesiyle; kamuflajlı bir askerin "Dur, yoksa ateş ederim!" demesi arasında fark vardır. Yine cephe hattında "Yere yatın!" diye bağrılmasıyla bir kumsalda "Yere yatın!" diye bağırılması arasında fark vardır. Yine yabancı birisinin size "Sen bana karışamazsın!" demesiyle evladınızın demesi arasında büyükçe bir fark vardır. Bunlar, sözün kendisinde bir değişiklik olmadan, söyleyen-söylenen-makam üzerinde meydana gelen değişimlerdir. Ve bu değişiklikler sözün tesirini/anlamını etkiler.

Erdoğan'a dair söylediğim şeylerin bu pencereden anlaşılabileceğini düşünüyorum. Kabul edin veya etmeyin. Sevin veya sevmeyin. Allah, ona, sözüne (en azından sevenleri açısından) delil olabilecek bir hayat yaşattı. Büyük badireler atlattık ve bu badireler atlatılırken belanın defedilmesine katkısı büyük oldu. Bütün bunlar görmezden gelinemez gibi geliyor bana... O zaman sorumuzu yineleyelim: Erdoğan nereye konulacak? Nereden nereye kadar 'vazgeçilir' ve nereden nereye kadar 'vazgeçilmez' olacak? 'Onu önemsemek' ve 'onu tabulaştırmamak' arasındaki çizgi ne şekilde çekilecek?

Sorularımız cebimizde kalsın. Ben şimdi sizi Bediüzzaman'ın başka bir metnine götürmek istiyorum. Mesnevî-i Nuriye'de 'reis' ile 'mürşid' arasında bir ilgi kuruyor mürşidim. Daha doğrusu: Reis, üstad ve mürşid örneklemeleri üzerinden sebeplere bakışta, özellikle böylesi irade sahibi sebeplere bakışta, bir incelik öğretiyor. Diyor ki mesela mürşid hakkında:

"Evet, üstad ve mürşid, masdar ve menba telâkki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve mâkes olduklarını bilmek lâzımdır. Meselâ, hararet ve ziya sana bir âyine vasıtasıyla gelir. Sen de, güneşe karşı minnettar olmaya bedel, âyineyi masdar telâkki edip, güneşi unutup, ona minnettar olmak divaneliktir. Evet, âyine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir, Cenâb-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır."

Mezkûr meseleyi anlamaya bir kapı görüyorum burada. "Evet, ayine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır..." Aynayı güneşe eş koşmamak lazım, tamam, ama güneş adına aynayı kırmakta da bir hüner yok. Aynalık yapanın, aynalık yaptığı şey adına kırılması değil, muhafazası lazımdır. Ancak yansıttığına perde olmasından korkulmalı ve kollanmalıdır. Ki, ilgili metnin hemen öncesindeki 'üstad' ve 'reis' örneklemeleri de bize bunu öğretiyor:

"Nasıl ki bir cemaatin malı bir adama verilse zulüm olur. Veya cemaate ait vakıfları bir adam zaptetse zulmeder. Öyle de, cemaatin sa'yleriyle hâsıl olan bir neticeyi veya cemaatin haseneleriyle terettüp eden bir şerefi, bir fazileti o cemaatin reisine veya üstadına vermek hem cemaate, hem de o üstad veya reise zulümdür. Çünkü enâniyeti okşar, gurura sevk eder. Kendini kapıcı iken padişah zannettirir. Hem kendi nefsine de zulmeder. Belki bir şirk-i hafîye yol açar. Evet, bir kaleyi fetheden bir taburun ganimetini ve muzafferiyet ve şerefini, binbaşısı alamaz. Evet, üstad ve mürşid, masdar ve menba telâkki edilmemek gerektir."

Demek istikametli duruş böyle olmalı. Daire-i itikat ile daire-i esbap birbirinden ayrılmalı. Peki bunu başarmak için ne yapalım? Ne onu hepten görmezden gelelim ne de herşeyi ona verelim. Aynalık yaptığı şeyler adına kıymetli bulalım ve bu niyetle/bunu yaptıkça muhafazasına çalışalım. Çünkü onun muhafazası aynasında yansıyanların da muhafazasıdır. Oradan elimize geçen nimetlerin de muhafazasıdır. Ama, sakın sakın, bunu yaparken onu ışığın kaynağı olarak da görmeyelim. Çünkü ışığın sahibi o değildir. Bediüzzaman'ın 'iradeli sebeplere' bakışta gösterdiği şu istikamet, sanıyorum, bugün de en az dün olduğu kadar gerekli ve öğretici. Hem ifratları ve tefritleri önleyici.

Mürşid, üstad veya reis... Her biri üzerinden yansıyıp gelenlerle değerlenir. Değerleri bizzat değildir. Ama değersiz de değillerdir. Esbaba müracaatın da hikmette yeri var. Aynaya edilen nasihatler de ışık içindir. Aynaya edilen iltifatlar da ışık içindir. Aynaya edilen dualar da ışık içindir. Ve, evet, aynaya ihtiyacımız var. Çünkü ayna da, tıpkı yansıttığı ışık gibi, Allah'ın hediyesidir. Toprak da, tıpkı üzerinde bitenler gibi, Allah'ın hediyesidir. Koyun da, tıpkı ondan sağılan süt gibi, Allah'ın bir hediyesidir. Öyle ya, meyveyi ağaçtan bilmemek tevhid, ama ağacın bakımını yapmak bir dua. Allah onu da istiyor şunu da. Belki buradan Bediüzzaman'ın şu cümlesini de anlamaya bir kapı buluyoruz: "Bu cihetten biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur'ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz."

26 Eylül 2016 Pazartesi

Bölünmek de bir nimettir

Ashabım semadaki yıldızlar gibidir. Hangisinden hadis alırsanız, doğruyu bulursunuz. Ashabın ihtilâfı sizin için rahmettir.” (el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I/64; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, I/210-212)

Bediüzzaman'ın hayatını bilenler bilirler ki; sakındığı şeylerden birisi de 'çokça ziyaret edilmek'tir. Özellikle Lahika mektuplarında, talebelerini, kendisini ziyaret etmek yerine eserlerini okumaya yönlendirir. Onları okumanın kendisiyle sohbet etmekten daha faydalı olacağını söyler. Bu, bana, Fetullah Gülen'in 'ziyaret edilme merakı' ile birlikte ele alınınca ilginç geliyor. Aslında her iki cemaatin (birine artık cemaat demiyoruz) yapılanma şekilleri, mürşidlerinin ziyaretçilere karşı takındıkları tavırlar üzerinden bir derece okunabilir.

Bediüzzaman, kendisiyle görüşmek isteyenleri, mümkün mertebe metinlerine yönlendirerek adem-i merkeziyetçi bir cemaat yapısını destekler. Doğru, metinler bireylerce tefekkür edilerek keşfedilecektir. Yorumlar, o doğruların farklı renklerini ortaya çıkaracaktır. Belki biraz da bu yüzden nur talebeleri, sayılarını kendilerinin bile bilemediği kadar, grup ve grupçuklara ayrılmıştır. (Hiçbir gruba bağlı olmayan fertleri de vardır.) Fetullahçılıkta iş böyle değildir. Zira Gülen ziyaret edilmeyi sever. Hatta ondan fayda bulacağını düşündüğü isimleri bazen 'davet ederek' bazen de 'mecbur bırakarak' kendisini ziyaret ettirir. Pensilvanya'daki ini bu açıdan tam bir ziyaretgâh olmuştur.

İşin şurası da mühim: Bu, yurtdışına çıktıktan sonra gelişen bir ahlak değildi onda. Türkiye'den ayrılmadan önce de ziyaret edilmeyi seviyordu. Lise dönemimden, her ilden öğrencilerin kendisini ziyarete götürüldüğünü hatırlıyorum. (Böyle bir teklif bana da yapılmıştı.) Zaten bu cemaatimsi örgütün yapısını az-çok bilen, Gülen'in müntesipleriyle metinler üzerinden değil de şifahi/sözlü şekilde iletişim kurmayı sevdiğini bilir. Kitaplarının baskı sayısı vaaz kasetlerinin satış sayısıyla asla boy ölçüşemez. Hatta kitaplarının çoğu da vaazlarının/konferanslarının deşifre edilmiş halidir.

Bu tefekkür, beni, 'bölünmenin de nimet olduğu' düşüncesine sürükledi. Eğer Bediüzzaman, bizi, Risale-i Nur metinleri üzerinden bir ilişkiye teşvik etmese de 'mutlak vekillik' gibi kişi merkezli bir ilişkiye zorlasaydı, biz de FETÖ'de olduğu gibi 'parçalanmayan' ama bunun bedeli olarak da 'sorgulamayan' bir yapıya dönüşebilirdik. Elhamdülillah ki, böyle olmadık. Metinler üzerinden birbirimizle/hakikatle kurduğumuz ilişki daha hür iradeler geliştirebilmemize ve yeri geldiğinde birbirimizi eleştirebilmemize yol açtı. Zâhiren baktığımızda nur talebelerinin parça parça olması kötüydü. Ama biraz daha derinlemesine baktığımızda bölünmek de bir nimetti. Bölünmemiz sayesinde bir diğerimizin yoldan çıkmasına (elimizden geldiğince) engel olduk.

Belki İslam ümmeti olarak bu denli çok mezhep, meslek, meşrep sahibi olmamız da böylesi bir hayır saklıyor. Her ekolün müntesibi, kendi ekolünün haklılığını inşa ederken, diğer ekolün de eleştirisini geliştirmiş oluyor.

Bu illa hakikat dairesinin dışına atmak şeklinde değil; hasen ve ahsen, hak ve ehak düzleminde de yaşanıyor. Daha güzeli ararken veya daha güzelin bizcesini tarif ederken bir diğerimize eleştiri geliştirmiş oluyoruz. Farklılığın zenginlik olması hakikati tam da burada karşımıza çıkıyor. Farklı olan, farklı olduğu şeylere geliştirdiği eleştiri üzerinden, istikametin de kaynağı oluyor. Ancak elbette bu farklılıkların en nihayet ümmet bütünlüğünde erimeye yatkın olması lazım. Bölünmelerin de 'daha büyük bir bütünlükte erime adına' yaşanması lazım. Yoksa toplulukta asabiyet, bireyde ise enaniyet olurlar.

FETÖ toplululuk olarak kütük gibi bir asabiyete (Gülen de birey olarak kocaman bir enaniyete) sahipti. Üstelik bir kaya parçası gibi de bölünmekten yoksundu. Hükümetle çekiştiği birkaç yılda da (bireysel ayrılıklar dışında) ciddi bir bölünme yaşamadı. Bu katı liderciliğin bir zararı olarak karşımızda duruyor. Bir kişinin hatası onu sorgulamayan bin kişinin hatası olabiliyor. O halde bölünmelerimize üzülmeyelim. Güzel bir şekilde bölünmememize üzülelim. Küslükle ve kavgayla, ümmet bütünlüğüne zarar verecek şekilde, bölünmüşsek ona üzülelim. Böyle şeylerin yaşanmadığı bölünmeler esasında bölünme de değildir. Çoğalmaktır. Bütünün kemaline yapılmış bir katkıdır. Hücre sayısının milyonları aşması vücuda zarar vermez. Kanserli bir hücrenin tüm vücuda kendi düzenini dayatmasıdır asıl zarar verici olan.

16 Eylül 2016 Cuma

Fitne mümkün olmayanı isteme sanatıdır (4): Devletin atara değil, yardıma ihtiyacı var

Ebubekir Sifil Hoca'dan dinlemiştim: İslam'ın yerine koymaya çalıştığı 'din-i ilahî'ye karşı mücadele verdiği için, Ekber Şah döneminde büyük zulümlere maruz kalan İmam-ı Rabbanî Hazretleri, oğlu Cihangir Şah zamanında da gadre uğrar ve iki yıl zindanda kalır. Ancak Cihangir Şah babası Ekber Şah gibi değildir. Hatasını anlar ve İmam'ı zindandan çıkarır. Bu noktada ilginç birşey yaşanır. İmam-ı Rabbani Hazretleri, Cihangir Şah'ı terkederek, hemen talebelerinin arasına dönmez. Cihangir Şah'ın ulema meclisinde kalır. Ekber Şah'a duymadığı bu ilgiyi Cihangir'e duymasının hikmeti sorulduğunda 'yanında kalmanın önemli olduğunu' söyler.

Ebubekir Hoca, bu sadedde, anladığımca nakledeceğim şu yorumu yapar: İmam-ı Rabbanî Hazretleri, istikametli âlimlerin hükümdarları terketmesinin aynı zamanda meydanı 'ulema-i su'ya bırakmak olduğunun farkındadır. Bu nedenle, elinde küsmek veya kızmak için birçok neden bulunmasına rağmen, Cihangir Şah'ın yanından ayrılmaz. Onu istikametsiz âlimlerin tesirlerinden korumaya çalışır. Babası Ekber Şah'ın Ekfer Şah'a savruluş sürecinin Cihangir'de yaşanmasını engelleme çabasıdır bu aslında.

Bediüzzaman'ın hayatına aşina olanlar için İmam-ı Rabbanî'nin izleri yabancı değildir. Eserlerinde 'mürşidim' dediği, 'müceddid-i elf-i sani' diye andığı İmam'ın verdiği mücadeleye benzer bir mücadele vermiştir o da. Gerçi onun karşısında 'din-i ilahî' ismini verdiği bir sapkınlığı yaygınlaştırmaya çalışan Ekber Şah yoktur. Fakat muadili sayılabilecek zalim muktedirler mevcuttur. Sürgünden sürgüne, zindandan zindana, işkenceden işkenceye sürüklenen Bediüzzaman da, tıpkı İmam gibi, ehl-i sünnet itikadının korunması için emek verir.

Ancak bu mücadelenin yekününden görünen benzerlik dışında, Ekber Şah-Cihangir Şah dönemselliği açısından da, bazı ortak noktalar taşır onların hayatı. İmam-ı Rabbanî, Ekber Şah'ın sapkınlığına karşı mücadele vermiş, zulmüne maruz kalmıştır. Bediüzzaman da CHP zihniyetine karşı mücadele vermiş ve zulmüne maruz kalmıştır. Peki, onun Cihangir Şah dönemi? Bediüzzaman'ın böyle bir dönemi var mıdır?

Yine tarihçe-i hayatını okuyanlar bilirler ki; DP iktidarının özellikle ilk seneleri, Bediüzzaman için 'görece' bir ferahlıktır. DP'nin dine ve hürriyete hürmetkâr yapısı, Bediüzzaman'ı da, dönemindeki tüm dindarları olduğu gibi, olumlu etkiler. Ancak DP iktidarının tamamının böyle geçtiğini veya Bediüzzaman'ın o dönemde tastamam ferahlık bulduğunu düşünenler hata eder.

Ticani ve Malatya hadiseleri gibi olayların ve bürokraside/basında yerleşik halde bulunan CHP zihniyetinin çabalarıyla dindarlar ve DP arasındaki pozitif ilişki dönem dönem akamete uğrar. Hatta öyle ki; Bediüzzaman bu dönemde, CHP iktidarında dahi mecbur kalmadığı şekilde 'sarık takmasının zorunlu olduğu yönünde' bir doktor raporu alır. Gittiği yerlerde kalmasına izin verilmez. Hatta bazen gitmesine dahi izin verilmez. Aleyhinde açılan davalardan kurtulamaz.

Peki, Bediüzzaman'ın yaşadıklarına karşı tavrı ne olur? DP'ye de CHP gibi mi davranmaya başlar? Menderes onun gözünde ikinci bir İnönü mü olur? Tarih İçinde Bediüzzaman'da, Doç. Dr. Âdem Ölmez, Bediüzzaman'ın bu noktada DP'ye karşı takındığı tutumun, dönemin bazı dindar aydınlarından farklı olduğunu söyler. O dönemde çıkardıkları gazetelerde/dergilerde, Menderes'in 'dindarlara karşı sertleşen' veya 'karşıtlarına karşı yeterince sert bulmadıkları' tutumunu eleştirenlerin olduğunu belirten Ölmez; Bediüzzaman'ın herşeye rağmen Menderes'e desteğini çekmediğini ve negatif bir kanaat oluşmasına izin vermediğini anlatır.

Hatta, bu açıdan olumsuz bir atmosferde gerçekleşen 1957 seçimlerinde, "Benim oyum mühimdir!" diyerek bizzat sandığa gitmiş, açık bir şekilde DP'ye oyunu vermiştir. Bu oy hakikaten de DP'nin dindarların gözünde yıpranan/yıpratılan imajını tamirde çok önemlidir. Arkasındaki desteğin çekilmediğinin göstergesidir.

Peki, Bediüzzaman neden böyle yapmıştır? Neden, yaşadığı baskılara/zulümlere rağmen, DP'ye ve Menderes'e karşı tavrı CHP'ye sergilediği tavır gibi olmamıştır? Ben bu noktada mürşidimin duruşunu belirleyen öğelerden birisinin iktidarın 'dine hürmetkâr' oluşunda saklı olduğunu düşünüyorum. Bediüzzaman, her ne kadar yanlışları olsa da, Menderes hükümetinin 'iyi niyetli' olduğunu düşünüyordu. Evet, daire-i muamelatta yüzdeyüz adaletle davranamıyorlardı. Ancak daire-i itikadları adalete dönüktü. Daha da önemlisi: Etkiye açıklardı. Çünkü hürmetkârlardı. Önemsiyorlardı.

CHP'de ise böyle bir 'etkilenme' mümkün değildi. Üzerine kurulu olduğu ideoloji dine, halka veya hürriyete hürmetkâr olmadığından halkın ona tesir etmesi de mümkün görünmüyordu. Bu nedenle "Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur'ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz..." derken de, Menderes'i ve DP'yi sitayişle anarken de Bediüzzaman'ın yaptığı, İmam-ı Rabbanî Hazretleri'nin Cihangir Şah'a yaptığından farklı birşey değildi. Yaşadıklarına rağmen iktidara küsmeyişi/kızmayışı/terketmeyişi, başka ellerden de etkilenmeye müsait ve yardıma muhtaç olan yeni muktedirlerin, dindar halkla/ulemayla etkileşiminin devam ettirilmesiydi.

Şimdi, bu iki örnek önümde, FETÖ soruşturmalarındaki yanlışlar nedeniyle hükümete atarlanan kardeşlerime sesleniyorum: Potansiyeli olan hükümetler kızarak, küserek, atar yaparak, sırt çevrilerek iyileştirilmezler. Bu noktada iki mürşidimiz bize iki güzel rehber olmalı.

İmam-ı Rabbanî'nin Mektubat'ında Cihangir Şah'a yazdığı mektuplara bakınız. Bediüzzaman'ın Lahikalar'da Menderes'e gönderdiği mektupları inceleyiniz. Hangisinin üslûbunda sizdeki öfke, ayar, atar var? Siz böyle yaptıkça hasmınıza da "Hükümet arkasındaki desteği kaybediyor!" neşesi/ümidi veriyorsunuz. Haksızlığa işaret etmek güzel. Nasihat etmek güzel. Peki ya onun üslûbu? Neden Bediüzzaman'ın yaptığı gibi "Sizinleyiz!" kokusu hissedilen nasihatlerde bulunmak yerine sert çıkıyorsunuz? Neden kendi Menderes'inize küsüp onu cuntanın, neden kendi Cihangir'inize küsüp onu ulema-i su'nun önüne itiyorsunuz?

Hz. Ömer'e (r.a.) "Seni kılıcımızla düzeltiriz!" diyen sahabinin misaline bu vurgu niye? Sahabenin birbirini kılıçla düzeltmeye çalıştığı Hz. Ali (r.a.) dönemi yeterince ders barındırmıyor mu? Hem ehl-i sünnet mirası, mürşidimde de ifadesini bulduğumuz gibi, 'Dahilde kılıç çekilmez'i bir düstur olarak bize belletmiyor mu? Hem 'Dahilde kılıç çekilmez' yalnız kılıç olarak mı anlaşılmalı? Dil de kimi zaman kılıç gibi can yakmaz mı? Edipler de edepli olmalı değil mi? Neden kavl-i leyyin ile nasihat etmiyorsunuz da 'at izi it izine karışmış' ortamın beter karışmasına müsaade ediyorsunuz? Devletin 15 Temmuz'dan sonra atara ihtiyacı yok ki, yardıma ihtiyacı var.

13 Eylül 2016 Salı

Fitne mümkün olmayanı isteme sanatıdır (3): Sopa aynı eller farklı

Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatuvesselam buyurdular ki: 'Kim Müslümanların kadılık hizmetini talep edip elde etse, sonra adaleti zulmüne galebe çalsa cennete girer. Zulmü adaletine galebe çalsa, ateş onundur.'" Kütüb-i Sitte, Hadis No: 4885

Ebubekir Sifil Hoca'nın dikkat çektiği bir husustur: DAİŞ'in sahte hilafeti, birçok safi kalpli mü'mini, şu gibi ayetleri delil göstererek kendisine davet etmektedir: "Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir." Maide sûresindeki bu ifadeler üzerinden, şeriata göre hükmedilmeyen devletlerde yaşamaktansa DAİŞ'e katılıp bir din devletinde yaşamanın daha doğru olduğu (ve hatta tek çıkar yol olduğunu) iddia eden bu insanlar; Ebubekir Hoca'nın tabiriyle 'yeni bir emperyal oyunun maşası' konumundadırlar: 'Müslümanı müslümana kırdırma' veya 'müslümanı müslümanla hizaya çekme' oyunu!

Halbuki, İbn-i Abbas (r.a.) gibi, mezkûr ayetteki küfrün 'mutlak küfrü' değil 'küfran-ı nimeti' kastettiğini söyleyen müfessirler de olmuştur. (Yani Allah'ın verdiği bir hükme uygun hareket etmemek, o hükmün 'nimetiyetinden' istifade edememektir.) Hal böyleyken, böylesi ifrat yorumlarla, ehl-i İslam'ı yaşadığı topraklarda huzursuz, mü'min kardeşine karşı tekfirci, devletine karşı düşman hale getirmek; hakikaten de büyük bir tuzaktan haber vermektedir. Mürşidim, aynı ayetler üzerinden yapılan benzer bir çarpıtmaya Münazarat isimli eserinde şöyle dikkat çeker:

“İnkılâptan on altı sene evvel Mardin cihetlerinde beni hakka irşad eden bir zata rast geldim. Siyasetteki muktesit mesleği bana gösterdi. Hem ta o vakitte meşhur Kemal’in Rüyâ’sıyla uyandım. Lâkin maatteessüf su-i tesadüf ile hükümete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı Araptan sonra İslamiyetin bir kıvamı olan Etrâki tadlîl ediyorlardı. Hatta bir kısmı o kadar tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel olan Kanun-u Esasiyi ve hürriyetin ilanını tekfire delil gösterdi. 'Ve men lem yahkûm' (kim hükmetmezse) hüccet ederdi. Biçare bilmezdi ki 'men lem yahkûm' 'men lem yusaddık' (kim tasdik etmezse) manasındadır. Acaba sabık istibdadı hürriyet zanneden ve Kanun-u Esasiye itiraz eden adamlara nasıl itiraz etmeyeceğim? Çendan hükümete itiraz ederlerdi, lâkin onlar istibdadın daha dehşetlisini istediler. Bunun için onları reddederdim."

Görüldüğü gibi; bugün DAİŞ olup karşımıza çıkan zihin yapısı, Osmanlı'nın son döneminde de başka muhalif sûretlerde varolmuştur. Bediüzzaman'ın burada aynı ayet üzerinden bize aktardığı bilgi, bir asır sonra Ebubekir Hoca'nın DAİŞ üzerinden bize aktardığı bilginin neredeyse aynısıdır. O zamanın hükümetine yapılan tekfirci muhalefetin bir benzeri, bugün de, DAİŞ vb. örgütler eliyle bütün İslam ülkelerine dönük yapılmaktadır. Peki, Bediüzzaman'ın burada altını çizdiği 'siyasette muktesit meslek' nedir? Ben bu muktesit mesleğin yine Münazarat'ta bize aktarılan, benim de sıklıkla alıntıladığım, şu metinde saklı olduğunu düşünüyorum:

"Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiatına tereccuhudur. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi—Allah etmesin—bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi sûretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü't-tahrip ile, o sûreti bozmaya çalışacak. Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türklerin nazarlarında dahi, mel'un, anarşist ve iğtişaşçı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilâl ve fesattır."

Bediüzzaman'ın, II. Abdulhamid'e veya İttihad ve Terakki'ye karşı sergilediği, dönem dönem değişen tavır, ancak bu metnin penceresinden bakınca anlaşılır. O, hükümetlere 'muhali talep etmeden' ve 'hasenatın seyyiata tereccuhu' mizanıyla bakmaktadır. Çünkü bilmektedir: "Seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir." Seyyiatını hasenatından çok gördüğünde muhalefet etmekte, ancak hasenatının seyyiatını geçtiğini düşündüğü noktalarda desteklemektedir. Bu meslek muktesittir. Zira umutla maksimumu istese de sahada optimuma razı olur. Teoriyle pratik, hakikatle arzu arasındaki nüansın farkındadır. Ve bize 'daire-i itikad' ile 'daire-i muamelat' arasındaki ayrımı da fısıldar.

Daire-i itikad ve daire-i muamelat ayrımı çok kritik bir ayrımdır. Burada yaşanacak bir zihin karışıklığı bireysel sahada vesveseyi, toplumsal sahada kargaşayı ortaya çıkarır. 'Tasdik etmek' ve 'hükmetmek' arasındaki ayrım da en çok burada kendini okutur. Daire-i itikadda herşey nettir. İtikad grilik kaldırmaz. Siyahlardan ve beyazlardan oluşur. Hak ve batıl birbirlerinden kesin sınırlarla ayrılmıştır. Fakat daire-i muamelatta işler böyle değildir. En müttaki insanlar bile bazen günaha düşer. En dikkatli insanlar bile unutkanlık yapar. En sağlam itikad sahipleri bile 'lazım-ı mezhep mezhep değildir' sırrınca nereye gittiğini o anda öngöremedikleri küfrü işmam eden sözler söyleyebilirler. Bu tıpkı mülk ve melekut ayrımı gibidir. Melekut cihetinde herşey nezih olsa da, mülk cihetinden bakıldığında hayır-şer, iyi-kötü, güzel-çirkin ayrımları vardır.

Bu noktada diyebiliriz ki: Daire-i muamelatta iktisatlı meslek 'hesanatın seyyiata tereccuhudur' ve Cenab-ı Hak bizi mizanda da böyle yargılayacaktır. Ancak daire-i itikadda böyle karşılaştırmalı ölçüm yoktur. Erkân-ı imaniyeden birisini hariçte tutan, diğerlerine/daha çoğuna duyduğu imandan ötürü necat bulamaz. "İman, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdânî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzî kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkısam olmazlar..." Meyve Risalesi'nin 9. Meselesi bu yönde bir soruya yukarıdaki kesinlikte başlayan bir cevap verir.

Ben de hayata/siyasete bakışımda mürşidimden öğrendiğim bu 'muktesit mesleği' korumaya çalışıyorum. Hükümeti bazen savunuyor, bazen eleştiriyorum. Savunduğum noktalarda hatalarını reddetmiyorum. Eleştirdiğim noktalarda iyiliklerini görmezden gelmiyorum. Çünkü biliyorum: "Muhtemeldir, Abdulhamid, muktedir değil ki dizgini gevşetsin, milletin saadetine yol versin. Veyahut hatâ bir içtihad ile olabilir, bir gayr-i makbul özrü kendine bulsun. Veyahut avanelerinin ve vehminin elinde mahpus gibidir..." demek Abdulhamid'in hatalarına onay vermek veya ortak olmak demek değildir. Onları 'anlamaya çalışmak'tır.

Daire-i muamelat ile daire-i itikad arasındaki o mühim ayrımı gözetmektir. Yine mürşidimin ifadesiyle; insan elbette kış içinde baharı ister, ama baharı irade edemez. Çünkü irade 'daire-i muamelat' ile, istemek ise 'daire-i itikad' ile ilintilidir. Dürüstlüğün doğru olduğunu her iman sahibi bilir. Ancak peygamberler haricinde kaç iman sahibi hayatını yalansız sonlandırabilmiştir? Günahın günah olduğuna imanımız tamdır. Ama hayat yolculuğunda o kem konağa uğramadan yaşayabilen kaç kişi vardır? Amel ile iman arasında ehl-i sünnetin gözettiği şu ayrım, mutezilenin yaptığı gibi büyük günah işleyenlerin tekfirle suçlanmamasını da sağlar. Amel ve iman ayrımı da aslında bir yönüyle 'daire-i itikad' ve 'daire-i muamelat' ayrımıdır.

Sadede geleyim: 17/25 Aralık sürecinde oluşturulmaya çalışılan puslu havada "Seyyiesiz hükümet muhal-i adidir" deyip Bediüzzaman'ın siyasetteki muktesit mesleğini hatırlattığımızda "Zulme rıza zulümdür!" cümlesiyle kafamıza vurmaya çalışan çok oldu. Güya biz, 'hasenatın seyyiata tereccuhu' mizanıyla AK Parti'yi savunduğumuzda hırsızlığını(!) da savunmuş, hatta onaylamış, hatta bizatihi ortağı oluyorduk.

Halbuki Bediüzzaman o gibi yerlerde der: "Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur." Yani bu ortaklık ancak 'taraftarlık' ve 'hoşgörmek' ile mümkün. Biz, ehl-i iman mü'minler, ne zaman hırsızlığa taraftar olduk veya hoşgördük ki, bundan pay sahibi olalım? Bizim karşı çıktığımız siyasette muktesit mesleğin kaidelerine uygun hareket edilmemesidir. Seyyiesiz hükümet mümkünmüş gibi davranılması ve imkansızın talep edilmesidir. Fitne mümkün olmayanı isteme sanatıdır. Mürşidim der: "Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi—Allah etmesin—bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi sûretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü't-tahrip ile, o sûreti bozmaya çalışacak."

Şimdi de benzer bir durumu 15 Temmuz'un ardından yürütülen soruşturmalarda meydana gelen hatalar bahsinde yaşıyoruz. Kafamıza kaldırılan sopa aynı. "Zulme rıza zulümdür." Fakat bizim ne suçluların suçsuz muamelesi görmesine onayımız var ve ne de suçsuzların suçlu muamelesi görmesine. Ne adalet-i mahzadan sapmışız ne de adalet-i izafiyeye sahip çıkmışız. Ancak şunun farkındayız: Daire-i itikadda adalet-i mahza hükümferma olsa da, ki kalbimiz onun doğruluğuna iman ile doludur, sahada gerçekleşen her daim mutlak adalet değildir. Saha insanlıdır. Kusur ise insanın imzasıdır. Üstelik, sahanın/sorunun şartlarına göre uygulamaların şekli de değişir. Bulaşıcı bir hastalıkta karantina adalet olurken, bulaşıcı olmayan bir hastalıkta zulümdür. İlletin bulaşıcılığı tedavinin de tedbirini değiştirir.

Şimdi, elverilirse, bizim sormak istediğimiz şu: Mutlak bir şekilde adalet gerçekleşmediğinde 'Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse'yi hataya nefes aldırmayan bir mükemmeliyetçilikte mi anlayacağız, yoksa 'arzuladığı ve tasdik ettiği adalet-i mahza idi, fakat sahada bunu gerçekleştiremedi' deyip 've lem yusaddik' şıkkını mı seçeceğiz? Biz AK Parti'yle ilgili bu işte ve her işte bu mizanı korumaya çalışıyoruz. Asayişi muhafazanın başka yolla mümkün olmadığını düşünüyoruz. Öyle ya! Meslek 'muktesit' olmadıktan sonra, her devrimin, ardından 'onunla tatmin olmamış' bir yenisini doğurmayacağını kim garanti edebilir? Gayrı siz söyleyin: Her denge ve iktisat arayışını 'zulme rıza' sopasıyla kovalamak doğru mu? Başımızdaki kadının 'ismetine' mi, yoksa 'adaletinin zulmüne galebesine' mi bakacağız? İsmetine bakarsanız bu iş yaş...

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...