Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çünkü, ne kadar yumuşak takılırsa takılsın, bir noktada bütün milliyetçiliklerin ırkçılığa çaldığını düşünüyorum. Kendimi 'ümmetçi' olarak tanımlamayı yeğlerim. Bununla birlikte, uzayda yaşamıyoruz ya, mutlaka kendisini milliyetçilikle tanımlayan arkadaşlara da sahibiz. Türk, Kürt, Arap vs... Bir yere kadar hepsini idare edebiliyorum. İnsanlar ideolojilerini yekten yokedemezler zira. Ortak paydalarımızın çokluğuna bakarak çoğalırız. Aynılığa bakarsak yalnız kalırız.
Mürşidimin metinlerinde de böylesi bir 'ortak payda arayışı'nın mevcut olduğunu düşünürüm. Yani, Bediüzzaman, kimseyi "Aaa bak şu milliyetçiymiş!" diyerek savurup atmaz. Talebeleri arasında böylesi temayülleri bilinen kimseler bulunmuştur. Onları da kovmaz. Çekebildiği kadar 'İslam kardeşliği' paydasına çekmeye çalışır sadece. Siyasete dair tahlillerinde dahi bu müsbet tutumun izleri mevcuttur:
"Milletçilere gelince: Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa, Demokrat Partiye yardım ettiği gibi, muhalif ve muarız olmayarak, iktidara gelmesine çalışmaz. Eğer bu partide, ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise, birden hakikî Türk olmayan bu vatandaki ekseriyetin ancak onda üçü Türktür, kalan kısmı da başka milletlerle karışmıştır. O zaman, Hürriyetin başında olduğu gibi, bu asil ve mâsum Türk milleti aleyhine bir milliyetçilik tarafgirliği meydana gelecek. O vakit hakikî Türkleri, ecnebîler boyunduruğu altına girmeye mecbur edecek. Veya Türkleşmiş sair unsurdan olan ve bu vatanda mevcut ırkçılık ve unsurculuk damarıyla bir ecnebîye istinad ile masum Türk milletini tahakkümleri altına alacaklar. Bu durum ise, dehşetli, tehlikeli olduğundan, Kur'ân ve vatan ve millet hesabına, dindar ve dine hürmetkâr Demokrat Partinin iktidarda kalmasını temin etmeleri için ders veriyorum..."
Bediüzzaman'ın "Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa, Demokrat Partiye yardım ettiği gibi, muhalif ve muarız olmayarak, iktidara gelmesine çalışmaz..." tesbiti, bugün 'Cumhur İttifakı' çatısı altındaki birlikteliğin bir işareti midir? Neyse. Orayı kurcalamayalım. En doğrusunu Allah bilir. Başlıkta vadettiğimize binaen dokunmuş olduk. Ziyadesi tefekkürlerinize havale. Diyeceğim başka şeyler var:
Bence bir devletin 'Türk' olmasıyla 'Türkçü' olması birbirinden ayrı şeyler. Mesela: Kanaatimce, Osmanlı 'Türk' bir devletti, ama 'Türkçü' bir devlet değildi. Bunu sağlayan da âl-i Osman'dı. Evet. Hani bazılarının pek kötü gördüğü o 'saltanat/hilafet' var ya, işte onun sahip olduğu sabiteler, devleti de Türk karakterli kılıyordu. Böyle olması sair kavimlere de zor gelmiyordu. Zira onlar kendi kimlikleri üzerinde baskı hissetmiyorlardı. Yani, devletin Türk karakterli olması, Kürdistan veya Arabistan bölgesinde yaşayan müslümanlar için kimlik dayatması değildi. Onlar âl-i Osman üzerinden devletle sözleşmişlerdi.
Âl-i Osman Türk olduğunu biliyordu. Ancak milel-i saireye "Ne mutlum Türküm diyene!" dedirtmiyordu. Andımız okutmuyordu. İki taraflı bir denge sözkonusuydu. Milel-i saire devletin Türk merkezli olduğunun farkındaydı. Türkler de milel-i sairenin Türk olmadığının farkındaydı. Zaten 'müslümanlık' etrafında pek kolay birleşilen bir üstkimlikti. Böylece Osmanlı'nın müslüman ahaliyle kurduğu ilişki gayet müstakim sürüp gitti. Ta ki mürşidimin 'frenk illeti' dediği ırkçılıklar uyanana kadar.
Mustafa Kemal'in, âl-i Osman'a dayanan 'saltanatı/hilafeti' yıkması, devletin Türk kimliğine vurulan en büyük darbeydi. Geçmişte kendisini Türk oğlu Türk bir hanedanla tanımlayan devlet merkezi, artık herhangi bir kavimden birisinin, mesela yahudi veya ermeni kökenli birisinin de, başına geçebileceği bir hal almıştı. Osmanlı'da bu 'acaba'ya sahip değildik. Böyle bir konuda endişelenmezdik.
Sistemde patlak veren anarşi bu defa devletluya ikinci bir yanlışı daha yaptırdı. Türklük dayatılır oldu. 'Türklüğün dayatılması' dedim, düşündürmesin ki, dayatılan sahiden Türklüktü. Hayır. Dayatılan 'Müslüman Türk' değildi. Sultan Alparslan değildi. Fatih Muhammed Han değildi. Dayatılan Cengiz'di, Hulagü'ydü. Cumhuriyet kendi Türkünü Moğolluk gibi İslam'dan beri bir yerde düşlüyordu. Onu da Batı'ya entegrasyonun bir ara mertebesi olarak tahayyül ediyordu. Birden hem Türklükten hem İslam'dan soyunulup Avrupalı olunamazdı. O halde? Önce İslamlık soyunulacak ama Türklük kalacaktı(!) Sonra da Türklük soyunulup gavur olunacaktı. Fakat gavurluk illa 'gavurluk' diye tanımlanmak zorunda değildi. Türkü İslam'dan öncesine götürürseniz zaten onda Türklük kalmaz. Kalan sadece Moğoldur.
Biz şimdi Türklük kimliğinde buluşamıyoruz. Bu hiçbir zaman onda buluşmadığımız anlamına gelmiyor. Biz Türklük kimliğinde "Ne mutlu Türküm diyene!" denildiğinden beri buluşamıyoruz. Zira Osmanlı'nın kurduğu dengeyi yitirdik. Osmanlı herkesi Türk olmaya mecbur etmeden devletini Türk kılmayı bilmişti. Başındaki hanedan üzerinden devlet kendi kimliğini gösteriyordu. Fakat Cumhuriyet bin yıllık düzeni yerine ne koyacağını bilemeden alaşağı etti. Devletin Türklüğü aslında Cumhuriyetle son bulmuştu. Fakat, ne garip, zâhirde Türklüğü dayatmaya başlayan devlet Cumhuriyetle başlamıştı.
Peki 'Türkiyelilik' bizi buluşturabilir mi? Ben 'Türkiyeliliği' Yusuf Akçura'nın Üç Tarz-ı Siyaset'te anlattığı 'Osmanlılığa' benzetiyorum. Her ne kadar 'dayatma Türkçülük'ten ehven görünse de 'Müslümanlık' ile muvaffak olunabileceklerden geri kalacağını tahmin ediyorum. Bu yüzden bir yanım "Keşke!" demekten kendisini alıkoyamıyor. Ancak diğer yanım da arkasındaki umut ışığını sezinliyor. Büsbütün aleyhine geçmiyor. Çünkü, belki, Türkiyelilik de bir ara mertebe olabilir. Sonra İslam'a evrilir.
Buradan şuraya geçelim: Türkiye'nin Kimlikleri'nde, Prof. Dr. Şener Aktürk Hoca, Türklüğün 'içeriği yeniden tanımlanarak' yeniden bir üstkimlik olabileceğini söylüyordu:
"Türklüğün gayrietnik bir üstkimlik olarak tanımlanması bazılarına zor bir 'proje' olarak görünebilir. Oysa dünyada etnik kimliklerin gayrietnik üstkimliklerle birlikte ifade edildiği pekçok ülke var. Alt ve üst kimliklerin bir sıfat tamlaması olarak ifade edildiği ABD'yi (Alman Amerikalı vs.) örnek verirsem karşılaşacağım itirazları tahmin ediyorum: 'ABD göçmenlerin kurduğu bir ülke ve 'Amerikan' etnik değil coğrafî bir aidiyet ifade ediyor.' Bu doğru olsa, Malcolm X, 'Ben Amerikalı değilim!' diyerek Afrikalı kimliğini tercih etmezdi. 'Amerikalı' ifadesi beyaz ırkı ima ediyordu veya pekçok zenci öyle algılıyordu. Daha sonra Amerikalı kimliği zencileri de kapsayacak şekilde yeniden tanımlandı.
Etnik ulus kimliğin önde gelen örneği olarak gösterilen Almanya'nın önceleri saf etnik bir kimlik olarak bilinen Alman kimliğini vatandaşlık temelinde yeniden tanımladığını söylesem inanır mısınız? Göçmenlere, aynen ABD'de olduğu gibi, alt ve üst kimliklerini beraberce ifade edebildikleri yeni bir Alman kimliğinin benimsetildiğini söylesem ikna olur musunuz? Cem Özdemir, kendi ifadesiyle, bir 'Türk kökenli Alman politikacı' veya bir 'Türk Alman'dır. ABD'deki gibi, etnik kimliğin bir sıfat, ulusal kimliğin isim olduğu bir sıfat tamlamasıdır bu kimlik formülü. Keza Mesut Özil, Türkiye'ye gol attığında bazılarınca yuhalansa bile, örnek bir 'Türk kökenli Alman' futbolcudur."
Biraz öncesinde İslam merkezli bir kimlikte birleşmek hakkında da şunları söylüyor Şener Hoca:
"İslam temelli bir ortak tasavvur, belki Kürtlerin dindar ekseriyetini Kürt olmayan dindarlarla ortak bir paydada buluşturabilir, ama bunu yaparken CHP'ye oy veren %20-25'lik kesimi ortak tasavvurun dışında bırakma ve ötekileştirme tehlikesi mevcuttur. Türklük, her ne kadar asimile olmaya başarıyla direnmiş Arap, Kürt, Zaza kökenli ve diğer bazı vatandaşlar tarafından benimsenmemiş olsa da, Kürt olmayan çoğunluk tarafından büyük ölçüde benimsenmiştir."
Demek mevzu özünde kimin dışarıda kalıp kimin içeriye alınacağı ile ilgilidir. Cumhuriyetin kurucu kadrosu, %1'lik sekülerleşmiş kesimin hatırı için, neredeyse halkın %99'unu çerçevesinin dışında bırakan bir Türklük tanımıyla başladı yola. Halkını demir sopalarla böyle bir Türk olmaya zorladı. Dindar Kürdü zorladığı gibi dindar Arabı da zorladı. Hatta dindar Türkü de zorladı. Onu da bin yıllık 'Müslüman Türk'ten başka birşey olmaya itti. Sarığını çıkardı, şapka taktı. Çarşafını çıkardı, minietekli yaptı. Elif-Bâ'sını aldı, alfabeyi verdi. Eh, kabul edelim, mayanın tuttuğu birileri de var. Artık toplumu buluşturmak eskisinden daha zor. Çünkü ortak payda bulmak güçleşiyor. Belki de seçeceğimiz üstkimlik 'kimleri buluşturup buluşturmayacağımıza' da karar verişimiz olacak. Herkesle buluşamayacaksak bari kiminle buluşacağımıza dikkat edelim. Dostumuz dışarıda kalmasın yani. Kalırsa düşmanımız kalsın. Bitirirken ne dua edelim? "Cenab-ı Hak rüşdümüzü ilham eylesin!" yeter mi? Âmin.
Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
28 Haziran 2024 Cuma
13 Şubat 2024 Salı
Metin Uca'yı boykot edebildin mi ki İsrail'i de edesin?
"Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır." 17. Lem'a'dan.
Filistin her gündem olduğunda ardından boykot gelir. Karşı değilim. Yanlış anlaşılmasın. Hatta, Filistin meselesinde değil sadece, genel anlamda 'zaruriyat dışı' her ilişkinin bozulmasını dilerim. Müslümanların iç pazarlarının varolmasını, alışverişlerinin o pazarda dönüp durmasını, böylece İslam içre bir mübarek kapanma yaşamalarını isterim. Zira bugün Batı dalaletinin empozesi en çok ticaret üzerinden olmaktadır. Alınan herşey onları bir parça daha dünyamıza sokmaktadır. Her pazarlığımız giderek Batı'ya daha bağımlı hale getirmektedir. Ekonomimiz dış müdahalelere daha açık bir mahiyet kazanmaktadır. Gelgelelim, 'daha çok kazanmak' diye de bir put vardır ki, ahirzamanda karşısında durmak zordur. Bu zamanda müslüman da çok çok çok... kazanmak ister. Öyle çok kazanmak isteyen de Deccal'in çarkına illa bir yerden dahil olur.
Ancak gelgit tavırlı boykotlara da bazı eleştirilerim vardır tabii. Mesela: Bugüne kadar boykottan batan bir firma görmeyişimi garip bulurum. Garip buluşum boykotun başarısını sorgulama anlamındadır. Yoksa küresel şirketlerin batmasının pek de kolay olmadığını bilirim. O şirketlerin dünya üzerinde mal satmadıkları ülke nadirdir. Türkiye'den keseleri sıkılsa başka yerden gevşetmeye yol bulurlar. Zaten Türkiye özelinde de birazcık dişlerini sıkmaları yeter. Bir süre sonra boykotun enerjisi düşer. Almayanlar da ucundan ucundan almaya başlar. Hem zaten Türkiye gibi sosyolojilerde ülkenin en az %40 boykotla pek ilgilenmez. (Çok iyimser bir rakam söylediğimi düşünüyorum.) Bu da Türkiye'de satış yapan firmaların şöyle böyle bir ciro elde etmelerine yeter. Batmadan yollarına devam edebilirler. Peki boykot nihayet ne işe yarar?
İnsanın kişisel takvası dışında şöyle birşeye daha faydası olduğunu düşünüyorum: Boykot dindarların gazını almaya yarıyor. Evet. Aynen böyle. Çünkü müslümanlarda yaşananlara karşı birşey yapma hissi/beklentisi kuvvet kazanıyor. O da mevcut devletlere/hükümetlere bir baskı yapıyor. Bu baskının azaltılması gerekiyor elbette. Zira ortada söylem/diplomasi düzeyi dışında birşey yapmaya niyetlenen görünmüyor. Sorular artarsa cevapsızlık daha da belirginleşir. Böyle olunca dindarlarda biriken kirli(!) kanın hacamat edilmesi lazım geliyor. Boykot bence bizde böyle bir iş de görüyor. Elimize listeler alıp marketlerde "Neyi alayım-almayayım?" diye didinirken yoruluyoruz. Birşey yapmış olduğumuz tatminini de yaşıyoruz. Maşaallah. Halbuki Gazze'de o sırada pek birşey değişmiyor. Şehid sayısı yüz yüz artarak yüzbine doğru koşuyor.
İslamcı aydınlar hakkında da suizan üretmeye başladım artık. Evet. Çünkü onların da hükümeti çok sıkıştırmaya gönülleri elvermiyor. Erdoğan'la kişisel hukukları olanları bilmem ama çoğusu hükümete yakın organlarda yazıp-çiziyorlar veya bir işler yapıyorlar. Bu da Gazze konusundaki isyanlarının zülf-i yâre dokunmayacak oranda kalmasına dikkat etmelerini sağlıyor gibi duruyor. Buna üzülüyorum. Zira aydınların idare lambası olmak istemiyorum. Cambaza bakarak yaşamak da bir yere kadar. İnsan Gazzelileri görünce ayılmadan yapamıyor. Sahi bu işi sonuna kadar izleyecek miyiz? İzledikten sonra kendimize müslüman diyecek miyiz?
Gazze meselesinin Erdoğan için kritik bir sınav olduğu kanaatine de sahibim. Benim Erdoğancılığımı bilmeyeniniz yok. Son seçim de dahil olmak üzere kendisine desteğimi hep açıktan belirttim. Lakin bu Gazze sınavının altından kalkamadığını kederle görüyorum. Askeri birşey yapmayı gözünün kesmemesini şöyle-böyle anlasam da, ki o da eleştirilebilir, fakat devleti de fiilen topa sokmak istemediğini görerek üzülüyorum. Konuşma? Evet. Konuşuyor. Diplomasi? Evet. Galiba onu da kullanıyor. Fakat 12.000 Gazzeli çocuk da şahittir ki İsrail'e bunun bir zararı dokunmuyor. Lâf herkeste var. Gırla. İsrail'in de karnı lâfa epeyce tok gibi. Nihayetinde bu 'yerinde dayılanma'nın mevzuu hiçbir yere götürmediği dört ayda ortaya çıktı.
Erdoğan bu sınavı atlatamazsa bundan sonraki siyasi hayatına 'herhangi birisi' olarak devam eder. Bir daha seçimlerde aday olacak mı? Bilemem. Belki olacak. Belki olmayacak. Ancak dindarların gözünde Gazze'ye hiçbir müdahalede bulunamamış siyasetçi olarak iz bırakacak. İnsanlar son yaptıklarıyla hatırlanır. 'Ümmetin lideri' söyleminin de sonudur bu. Hayatta hiçbir Gazzeli kalmayana kadar Ankara'dan atarlanmaya devam edeceksek herhalde ümmet de bizim liderliğimizi pek umursamaz artık. Nihayetinde lâfla liderlik olmaz. Lider dediğin elini taşın altına soktuğu kadar liderdir. Sokamıyorsan iddialarının altında ezilirsin.
Bunu söylerken Türkiye sosyolojisinin de çok cesaret verici olduğu iddiasında değilim. Bir kere %40 kafadan gidiyor. Solcular hiçbir zaman müslümanlarla aynı hassasiyetlerin peşine düşmek istemediler. Yine istemeyecekler. Geri kalan %60 içinde de ehl-i keyif olanımız çoktur. Bir aylık cirosu bozulunca "Yemişim Filistin'i!" diye Erdoğan'a parmak sallayacaklar da çoktur. Olabilir ki, Erdoğan'ın kişisel takvası, dindarlığı, yiğitliği, gayreti bu kadar parmağı birden kaldırmayabilir. Zaten ekonomi de iyi gitmiyor. Yeni bir cephe açmak doğru bir tavır mı? Bahse yokum. Zira caiz değil. Ama bir deyim olarak kullanayım yine de: Bahse varım ki: Erdoğan'ın gözü yeni bir cephe açmayı kesmiyor. En azından bu cepheyi yalnız başına açmak istemiyor. Ağababalar aynı topa girsin arzu ediyor. Fakat nerede? Âlem-i İslam'ın da bizden iyi durumda olduğu pek söylenemez. "Yalnız kalacaksak hiiç gaza gelmeyelim!" diye düşünüyor olabilir.
Sonra "Şiilerin oyununa gelmeyelim!" var. Sonra "Türkiye bir tuzağa çekiliyor olabilir!" var. Sonra "Filistin bizim derdimiz mi?" var. Sonra "Önce Araplar düşünsün var..." Var, var, varoğlu var, ama ortada da hergün cesetlerini seyrettiğimiz çocuklar var. Bir de Yemen var. Bombalanmasına rağmen, fakirliğine rağmen, erkek oğlu erkek gibi yapabildiğini yapıyor görünen bir Yemen. Şiiiliği? Şimdi ona bakacak zamanda mıyız Allah aşkına? Gazze'ye yardım eden İspanyol'a "Maşaallah!" çeken gönlümüz belki Yemen'e de "Maşaallah!" çekmeyi öğrenebilmelidir. Fakat onu da selefi kardeşlerimiz istemiyorlar. Ortalık öyle karıştı ki herkes herkese operasyon çekme vaziyetinde. Kim kimden ne et koparabileceğinin derdinde...
Nisâ sûresinin 140. ayetinde kısa bir mealiyle "O, size Kitap'da 'Allah'ın ayetlerinin inkar edildiğini ve alaya alındığını işittiğinizde, başka bir söze geçmedikçe, onlarla bir arada oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz...' diye indirdi!" buyruluyor. Elbette kâfirlerden uzaklaşmamız lazım. Çünkü şu an yaşadığımız da düpedüz alaydır. İki milyarlık İslam âlemi eşek yerine konulmaktadır. Hatta eşşşş...ekkk yerine konulmaktadır. Ne boykotları, ne tepkileri, ne isyanları dikkate alınmaktadır. İsrail, canı nasıl çekerse öyle, dinlene dinlene, geze geze, gezdire gezdire, istediği sayıda çocuk, kadın, ihtiyar öldürmektedir. Mücahidlerin kahramanca karşı koyuşu dışında bizden yana hiçbir endişesi yoktur. Koskoca Türkiye mesela, anlaşılıyor ki, bir avuç el-Kassam mücahidi kadar keyfini kaçırmamaktadır. Bu bizimle yapılan bir alaydır. Bir küçük görmedir. İstihzadır. Doğrudur. İstihza anında uzaklaşmamızın bir yanı da boykottur. Fakat narin boykottan öteye geçemeyişimiz de sakın gayretimizin boyunu kısaltıyor olmasın?
Aslında yerel olaylardaki tavrımızla Gazze konusundaki tutumumuzun bir ilgisi var gibi. Sözgelimi: Metin Uca'nın ölümüyle tekrar dünyamıza dahil olan tartışmalar... Ateist, deist vs. olduğunu beyan eden, İslam'la imkânı elverdiğince alay eden, fakat nihayetinde cenazeleri yine bizim camilerimizden kaldırılan insanlarla birlikte yaşıyoruz. Onları da, ayet-i kerimenin emrettiği gibi, kendimizden uzaklaştıramıyoruz. Ebubekir Sifil Hoca gibi "Cenazeleri camimize gelmesin..." diyenler de önce kendi cenahından linç yiyor. 'Küçük görülme'nin yükü hep üzerimizde kalıyor. Düşman da bizden emin oluyor. Diyor belki: "Ne kadar ileriye gidersem gideyim yine cenazem bunların camisinden kalkar. Yine beni onaylamış, kabullenmiş, kendilerinden saymış gibi olurlar. Bu kadar duruşları zayıftır bunların..." Eee, İsrail'le ona destek olan Batı da belki aynısını söylüyor: "Ne kadar bize boykot yapsalar da yine eninde sonunda tavolurlar. AB'nin kapısında yatarlar. Mallarımızı alırlar. O kadar duruşları zayıftır bunların..." Eh, kendisiyle istihza edilmesine bu kadar katlanır bir milletten de fazla sert hareketler beklenmez. Zaten ayetin sonu da onu söylüyor sanki: "Yoksa siz de onlar gibi olursunuz..." Olmayan bir yanımız kaldı mı sahi? Hak Teala imanımızı muhafaza eylesin. Âmin.
Filistin her gündem olduğunda ardından boykot gelir. Karşı değilim. Yanlış anlaşılmasın. Hatta, Filistin meselesinde değil sadece, genel anlamda 'zaruriyat dışı' her ilişkinin bozulmasını dilerim. Müslümanların iç pazarlarının varolmasını, alışverişlerinin o pazarda dönüp durmasını, böylece İslam içre bir mübarek kapanma yaşamalarını isterim. Zira bugün Batı dalaletinin empozesi en çok ticaret üzerinden olmaktadır. Alınan herşey onları bir parça daha dünyamıza sokmaktadır. Her pazarlığımız giderek Batı'ya daha bağımlı hale getirmektedir. Ekonomimiz dış müdahalelere daha açık bir mahiyet kazanmaktadır. Gelgelelim, 'daha çok kazanmak' diye de bir put vardır ki, ahirzamanda karşısında durmak zordur. Bu zamanda müslüman da çok çok çok... kazanmak ister. Öyle çok kazanmak isteyen de Deccal'in çarkına illa bir yerden dahil olur.
Ancak gelgit tavırlı boykotlara da bazı eleştirilerim vardır tabii. Mesela: Bugüne kadar boykottan batan bir firma görmeyişimi garip bulurum. Garip buluşum boykotun başarısını sorgulama anlamındadır. Yoksa küresel şirketlerin batmasının pek de kolay olmadığını bilirim. O şirketlerin dünya üzerinde mal satmadıkları ülke nadirdir. Türkiye'den keseleri sıkılsa başka yerden gevşetmeye yol bulurlar. Zaten Türkiye özelinde de birazcık dişlerini sıkmaları yeter. Bir süre sonra boykotun enerjisi düşer. Almayanlar da ucundan ucundan almaya başlar. Hem zaten Türkiye gibi sosyolojilerde ülkenin en az %40 boykotla pek ilgilenmez. (Çok iyimser bir rakam söylediğimi düşünüyorum.) Bu da Türkiye'de satış yapan firmaların şöyle böyle bir ciro elde etmelerine yeter. Batmadan yollarına devam edebilirler. Peki boykot nihayet ne işe yarar?
İnsanın kişisel takvası dışında şöyle birşeye daha faydası olduğunu düşünüyorum: Boykot dindarların gazını almaya yarıyor. Evet. Aynen böyle. Çünkü müslümanlarda yaşananlara karşı birşey yapma hissi/beklentisi kuvvet kazanıyor. O da mevcut devletlere/hükümetlere bir baskı yapıyor. Bu baskının azaltılması gerekiyor elbette. Zira ortada söylem/diplomasi düzeyi dışında birşey yapmaya niyetlenen görünmüyor. Sorular artarsa cevapsızlık daha da belirginleşir. Böyle olunca dindarlarda biriken kirli(!) kanın hacamat edilmesi lazım geliyor. Boykot bence bizde böyle bir iş de görüyor. Elimize listeler alıp marketlerde "Neyi alayım-almayayım?" diye didinirken yoruluyoruz. Birşey yapmış olduğumuz tatminini de yaşıyoruz. Maşaallah. Halbuki Gazze'de o sırada pek birşey değişmiyor. Şehid sayısı yüz yüz artarak yüzbine doğru koşuyor.
İslamcı aydınlar hakkında da suizan üretmeye başladım artık. Evet. Çünkü onların da hükümeti çok sıkıştırmaya gönülleri elvermiyor. Erdoğan'la kişisel hukukları olanları bilmem ama çoğusu hükümete yakın organlarda yazıp-çiziyorlar veya bir işler yapıyorlar. Bu da Gazze konusundaki isyanlarının zülf-i yâre dokunmayacak oranda kalmasına dikkat etmelerini sağlıyor gibi duruyor. Buna üzülüyorum. Zira aydınların idare lambası olmak istemiyorum. Cambaza bakarak yaşamak da bir yere kadar. İnsan Gazzelileri görünce ayılmadan yapamıyor. Sahi bu işi sonuna kadar izleyecek miyiz? İzledikten sonra kendimize müslüman diyecek miyiz?
Gazze meselesinin Erdoğan için kritik bir sınav olduğu kanaatine de sahibim. Benim Erdoğancılığımı bilmeyeniniz yok. Son seçim de dahil olmak üzere kendisine desteğimi hep açıktan belirttim. Lakin bu Gazze sınavının altından kalkamadığını kederle görüyorum. Askeri birşey yapmayı gözünün kesmemesini şöyle-böyle anlasam da, ki o da eleştirilebilir, fakat devleti de fiilen topa sokmak istemediğini görerek üzülüyorum. Konuşma? Evet. Konuşuyor. Diplomasi? Evet. Galiba onu da kullanıyor. Fakat 12.000 Gazzeli çocuk da şahittir ki İsrail'e bunun bir zararı dokunmuyor. Lâf herkeste var. Gırla. İsrail'in de karnı lâfa epeyce tok gibi. Nihayetinde bu 'yerinde dayılanma'nın mevzuu hiçbir yere götürmediği dört ayda ortaya çıktı.
Erdoğan bu sınavı atlatamazsa bundan sonraki siyasi hayatına 'herhangi birisi' olarak devam eder. Bir daha seçimlerde aday olacak mı? Bilemem. Belki olacak. Belki olmayacak. Ancak dindarların gözünde Gazze'ye hiçbir müdahalede bulunamamış siyasetçi olarak iz bırakacak. İnsanlar son yaptıklarıyla hatırlanır. 'Ümmetin lideri' söyleminin de sonudur bu. Hayatta hiçbir Gazzeli kalmayana kadar Ankara'dan atarlanmaya devam edeceksek herhalde ümmet de bizim liderliğimizi pek umursamaz artık. Nihayetinde lâfla liderlik olmaz. Lider dediğin elini taşın altına soktuğu kadar liderdir. Sokamıyorsan iddialarının altında ezilirsin.
Bunu söylerken Türkiye sosyolojisinin de çok cesaret verici olduğu iddiasında değilim. Bir kere %40 kafadan gidiyor. Solcular hiçbir zaman müslümanlarla aynı hassasiyetlerin peşine düşmek istemediler. Yine istemeyecekler. Geri kalan %60 içinde de ehl-i keyif olanımız çoktur. Bir aylık cirosu bozulunca "Yemişim Filistin'i!" diye Erdoğan'a parmak sallayacaklar da çoktur. Olabilir ki, Erdoğan'ın kişisel takvası, dindarlığı, yiğitliği, gayreti bu kadar parmağı birden kaldırmayabilir. Zaten ekonomi de iyi gitmiyor. Yeni bir cephe açmak doğru bir tavır mı? Bahse yokum. Zira caiz değil. Ama bir deyim olarak kullanayım yine de: Bahse varım ki: Erdoğan'ın gözü yeni bir cephe açmayı kesmiyor. En azından bu cepheyi yalnız başına açmak istemiyor. Ağababalar aynı topa girsin arzu ediyor. Fakat nerede? Âlem-i İslam'ın da bizden iyi durumda olduğu pek söylenemez. "Yalnız kalacaksak hiiç gaza gelmeyelim!" diye düşünüyor olabilir.
Sonra "Şiilerin oyununa gelmeyelim!" var. Sonra "Türkiye bir tuzağa çekiliyor olabilir!" var. Sonra "Filistin bizim derdimiz mi?" var. Sonra "Önce Araplar düşünsün var..." Var, var, varoğlu var, ama ortada da hergün cesetlerini seyrettiğimiz çocuklar var. Bir de Yemen var. Bombalanmasına rağmen, fakirliğine rağmen, erkek oğlu erkek gibi yapabildiğini yapıyor görünen bir Yemen. Şiiiliği? Şimdi ona bakacak zamanda mıyız Allah aşkına? Gazze'ye yardım eden İspanyol'a "Maşaallah!" çeken gönlümüz belki Yemen'e de "Maşaallah!" çekmeyi öğrenebilmelidir. Fakat onu da selefi kardeşlerimiz istemiyorlar. Ortalık öyle karıştı ki herkes herkese operasyon çekme vaziyetinde. Kim kimden ne et koparabileceğinin derdinde...
Nisâ sûresinin 140. ayetinde kısa bir mealiyle "O, size Kitap'da 'Allah'ın ayetlerinin inkar edildiğini ve alaya alındığını işittiğinizde, başka bir söze geçmedikçe, onlarla bir arada oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz...' diye indirdi!" buyruluyor. Elbette kâfirlerden uzaklaşmamız lazım. Çünkü şu an yaşadığımız da düpedüz alaydır. İki milyarlık İslam âlemi eşek yerine konulmaktadır. Hatta eşşşş...ekkk yerine konulmaktadır. Ne boykotları, ne tepkileri, ne isyanları dikkate alınmaktadır. İsrail, canı nasıl çekerse öyle, dinlene dinlene, geze geze, gezdire gezdire, istediği sayıda çocuk, kadın, ihtiyar öldürmektedir. Mücahidlerin kahramanca karşı koyuşu dışında bizden yana hiçbir endişesi yoktur. Koskoca Türkiye mesela, anlaşılıyor ki, bir avuç el-Kassam mücahidi kadar keyfini kaçırmamaktadır. Bu bizimle yapılan bir alaydır. Bir küçük görmedir. İstihzadır. Doğrudur. İstihza anında uzaklaşmamızın bir yanı da boykottur. Fakat narin boykottan öteye geçemeyişimiz de sakın gayretimizin boyunu kısaltıyor olmasın?
Aslında yerel olaylardaki tavrımızla Gazze konusundaki tutumumuzun bir ilgisi var gibi. Sözgelimi: Metin Uca'nın ölümüyle tekrar dünyamıza dahil olan tartışmalar... Ateist, deist vs. olduğunu beyan eden, İslam'la imkânı elverdiğince alay eden, fakat nihayetinde cenazeleri yine bizim camilerimizden kaldırılan insanlarla birlikte yaşıyoruz. Onları da, ayet-i kerimenin emrettiği gibi, kendimizden uzaklaştıramıyoruz. Ebubekir Sifil Hoca gibi "Cenazeleri camimize gelmesin..." diyenler de önce kendi cenahından linç yiyor. 'Küçük görülme'nin yükü hep üzerimizde kalıyor. Düşman da bizden emin oluyor. Diyor belki: "Ne kadar ileriye gidersem gideyim yine cenazem bunların camisinden kalkar. Yine beni onaylamış, kabullenmiş, kendilerinden saymış gibi olurlar. Bu kadar duruşları zayıftır bunların..." Eee, İsrail'le ona destek olan Batı da belki aynısını söylüyor: "Ne kadar bize boykot yapsalar da yine eninde sonunda tavolurlar. AB'nin kapısında yatarlar. Mallarımızı alırlar. O kadar duruşları zayıftır bunların..." Eh, kendisiyle istihza edilmesine bu kadar katlanır bir milletten de fazla sert hareketler beklenmez. Zaten ayetin sonu da onu söylüyor sanki: "Yoksa siz de onlar gibi olursunuz..." Olmayan bir yanımız kaldı mı sahi? Hak Teala imanımızı muhafaza eylesin. Âmin.
24 Kasım 2021 Çarşamba
Kadir Mısıroğlu neden "Keşke Yunan galip gelseydi!" dedi?
Kadir Mısıroğlu merhumun çokça suistimal edilen bir cümlesi var: "Keşke Yunan galip gelseydi!" İfadeyle böyle 'bağlamından kopuk' muhatap olmadığınızda, yani konuşmasının önünü-sonunu da dinlediğinizde, ne demek istediğini gayet net anlıyorsunuz. Fakat kemalist-ulusalcı taife 'hakikati ortaya çıkarmaya' değil 'linç etmeye' malzeme aradığı için işin o kısmıyla ilgilenmiyor. "Nihayet cerbeze yapacak bir sermaye elime geçti!" diye yamyam tamtamına başlıyor. Onları geçelim. Enerjimizi israf etmeyelim. Biz hâlâ şifası mümkün olanlara bakalım. Evet. Merhum Mısıroğlu manaca demek istiyor ki orada: Tek Parti döneminde bu ülkenin müslüman kimliğinde öyle tahribatlar yapıldı. Öyle zararlar verildi. Öyle yaralar açıldı ki... Yunan galip gelse bu kadarını yapamazdı. Hem bir işgal gücü olarak yapmaya cesaret edemezdi. Hem de zaten müslüman halkın cihad ateşi mağlubiyetle sönmeyeceği için yine hürriyetini ellerinden kurtarırdı. Böylesine gafil avlanmazdı.
İşte bugünlerde Mustafa Armağan'ın İnsan Yüzlü Şehirler'ini okurken mevzuya mâsadak olabilecek bir bilgiye rastladım. "Hatay'ın Sosyolojisi" başlıklı makalesinde diyor ki Armağan: "Hatay'da harf inkılabı ne zaman olmuştur biliyor musunuz? Türkiye'den tam 10 yıl sonra, yani 1938'de. Şapka inkılabı ise 13 yıl sonra. Sizin anlayacağınız, Türkiye toplumunun 15 yıla yayılan değişim süreci, Hatay'da 1 yıl gibi kısa bir süre içerisinde tekrarlanacaktır. O zamana kadar Fransızlar Hatay'da, ufak tefek değişikliklerle Osmanlı kanunlarını, belki inanmayacaksınız ama Mecelle'yi tatbik ediyorlardı." İnternette bulduğum başka bir söyleşisinde de Armağan, Hatay'a giren birliklerimizin ilk işinin ezanı susturmak olduğunu, halkın da “Yahu Fransızlar varken ezan okunuyordu. Türkler gelince neden susturdular? Hani biz işgalden kurtulmuştuk?” diye tepki gösterdiğini anlatıyor. Yani inkılaplar sonucunda Türkiye'de yaşanan bütün sıkıntılar Türkiye'ye katılınca Hatay'da da yaşanmaya başlıyor.
Ümit Meriç'in kaleme aldığı Babam Cemil Meriç eserinde ise şu satırlarla anlatılıyor Hatay'daki değişim: "Cemil Bey'in bir avantajı vardı. O, Antakya'da, Türkiye'de kemalist devrim sonucunda yaşanan yoksullaşmayı yaşamadı. (...) Türk ordusu Antakya'ya girdikten sonra Asi Nehri'nin üzerinde eski yazı kitaplar uzun zaman yüzmüş. Bir korku dönemi yaşadı Hatay." Hal böyle olunca insan hem Kadir Mısıroğlu'na hak verip hem de Bediüzzaman'ın benzer bir serzenişini hatırlamadan edemiyor:
"Üç sene Rusya'da, esaretimde çektiğim zahmet ve sıkıntıyı, burada bu dostlarım bana üç ayda çektirdiler. Halbuki, Ruslar beni Kürt gönüllü kumandanı suretinde, Kazakları ve esirleri kesen gaddar adam nazarıyla bana baktıkları halde, beni dersten men etmediler. Arkadaşım olan doksan esir zabitlerin kısm-ı ekserisine ders veriyordum. Bir defa Rus kumandanı geldi, dinledi. Türkçe bilmediği için, siyasî ders zannetti, bir defa beni men etti; sonra yine izin verdi. Hem aynı kışlada bir odayı cami yaptık. Ben imamlık yapıyordum. Hiç müdahale etmediler, ihtilâttan men etmediler, beni muhabereden kesmediler.
Halbuki, bu dostlarım, güya vatandaşlarım ve dindaşlarım ve onların menfaat-i imaniyelerine uğraştığım adamlar, hiçbir sebep yokken, siyasetten ve dünyadan alâkamı kestiğimi bilirlerken, üç sene değil, belki beni altı sene sıkıntılı bir esaret altına aldılar, ihtilâttan men ettiler. Vesikam olduğu halde, dersten, hattâ odamda hususî dersimi de men ettiler, muhabereye sed çektiler. Hattâ, vesikam olduğu halde, kendim tamir ettiğim ve dört sene imamlık ettiğim mescidimden beni men ettiler. Şimdi dahi cemaat sevabından beni mahrum etmek için—daimî cemaatim ve âhiret kardeşlerim—mahsus üç adama dahi imamet etmemi kabul etmiyorlar. Hem, istemediğim halde birisi bana iyi dese, bana nezaret eden memur kıskanarak kızıyor, nüfuzunu kırayım diye vicdansızcasına tedbirler yapıyor, âmirlerinden iltifat görmek için beni tâciz ediyor.
İşte, böyle vaziyette bir adam, Cenâb-ı Haktan başka kime müracaat eder? Hâkim, kendi müddei olsa, elbette ona şekvâ edilmez. Gel, sen söyle, bu hale ne diyeceğiz? Sen ne dersen de, ben derim ki: Bu dostlarım içinde çok münafıklar var. Münafık kâfirden eşeddir. Onun için, kâfir Rus'un bana çektirmediğini çektiriyorlar."
Evet. Meselenin düğümlendiği yer burası: "Münafık kâfirden eşeddir!" Ve Kadir Mısıroğlu merhumun söylemek istediği de budur. Yoksa 'Yunan Mandası' veya 'İngiliz Sömürgesi' olmak talebi değildir. Öyle izzetli bir adam zaten böyle bir zilleti rüyasında görmez. Hayaline bile uğratmaz. Ama işte devir öyle bir devir oldu ki, dün Latin alfabesini Türk alfabesi diye yutturan, bugün İzmir'deki yüzer iskeleye Yunan kralı Agamemnon'un ismini veren bir siyasi ekolün temsilcileri, utanmadan Kadir Mısıroğlu gibi kalbi/beyni işgal görmemiş kişileri "İşgal yanlısı!" olmakla yaftalıyorlar. Ne utanıyorlar ne sıkılıyorlar. Ne diyelim? İyi ki ahiret var. Mizanda bu tür manipülasyonlar sökmeyecek. Cerbezeyle zebaniler kandırılamayacak. Hakkın şaşırtılmaz adaletine güvenerek teselli bulalım kardeşlerim.
İşte bugünlerde Mustafa Armağan'ın İnsan Yüzlü Şehirler'ini okurken mevzuya mâsadak olabilecek bir bilgiye rastladım. "Hatay'ın Sosyolojisi" başlıklı makalesinde diyor ki Armağan: "Hatay'da harf inkılabı ne zaman olmuştur biliyor musunuz? Türkiye'den tam 10 yıl sonra, yani 1938'de. Şapka inkılabı ise 13 yıl sonra. Sizin anlayacağınız, Türkiye toplumunun 15 yıla yayılan değişim süreci, Hatay'da 1 yıl gibi kısa bir süre içerisinde tekrarlanacaktır. O zamana kadar Fransızlar Hatay'da, ufak tefek değişikliklerle Osmanlı kanunlarını, belki inanmayacaksınız ama Mecelle'yi tatbik ediyorlardı." İnternette bulduğum başka bir söyleşisinde de Armağan, Hatay'a giren birliklerimizin ilk işinin ezanı susturmak olduğunu, halkın da “Yahu Fransızlar varken ezan okunuyordu. Türkler gelince neden susturdular? Hani biz işgalden kurtulmuştuk?” diye tepki gösterdiğini anlatıyor. Yani inkılaplar sonucunda Türkiye'de yaşanan bütün sıkıntılar Türkiye'ye katılınca Hatay'da da yaşanmaya başlıyor.
Ümit Meriç'in kaleme aldığı Babam Cemil Meriç eserinde ise şu satırlarla anlatılıyor Hatay'daki değişim: "Cemil Bey'in bir avantajı vardı. O, Antakya'da, Türkiye'de kemalist devrim sonucunda yaşanan yoksullaşmayı yaşamadı. (...) Türk ordusu Antakya'ya girdikten sonra Asi Nehri'nin üzerinde eski yazı kitaplar uzun zaman yüzmüş. Bir korku dönemi yaşadı Hatay." Hal böyle olunca insan hem Kadir Mısıroğlu'na hak verip hem de Bediüzzaman'ın benzer bir serzenişini hatırlamadan edemiyor:
"Üç sene Rusya'da, esaretimde çektiğim zahmet ve sıkıntıyı, burada bu dostlarım bana üç ayda çektirdiler. Halbuki, Ruslar beni Kürt gönüllü kumandanı suretinde, Kazakları ve esirleri kesen gaddar adam nazarıyla bana baktıkları halde, beni dersten men etmediler. Arkadaşım olan doksan esir zabitlerin kısm-ı ekserisine ders veriyordum. Bir defa Rus kumandanı geldi, dinledi. Türkçe bilmediği için, siyasî ders zannetti, bir defa beni men etti; sonra yine izin verdi. Hem aynı kışlada bir odayı cami yaptık. Ben imamlık yapıyordum. Hiç müdahale etmediler, ihtilâttan men etmediler, beni muhabereden kesmediler.
Halbuki, bu dostlarım, güya vatandaşlarım ve dindaşlarım ve onların menfaat-i imaniyelerine uğraştığım adamlar, hiçbir sebep yokken, siyasetten ve dünyadan alâkamı kestiğimi bilirlerken, üç sene değil, belki beni altı sene sıkıntılı bir esaret altına aldılar, ihtilâttan men ettiler. Vesikam olduğu halde, dersten, hattâ odamda hususî dersimi de men ettiler, muhabereye sed çektiler. Hattâ, vesikam olduğu halde, kendim tamir ettiğim ve dört sene imamlık ettiğim mescidimden beni men ettiler. Şimdi dahi cemaat sevabından beni mahrum etmek için—daimî cemaatim ve âhiret kardeşlerim—mahsus üç adama dahi imamet etmemi kabul etmiyorlar. Hem, istemediğim halde birisi bana iyi dese, bana nezaret eden memur kıskanarak kızıyor, nüfuzunu kırayım diye vicdansızcasına tedbirler yapıyor, âmirlerinden iltifat görmek için beni tâciz ediyor.
İşte, böyle vaziyette bir adam, Cenâb-ı Haktan başka kime müracaat eder? Hâkim, kendi müddei olsa, elbette ona şekvâ edilmez. Gel, sen söyle, bu hale ne diyeceğiz? Sen ne dersen de, ben derim ki: Bu dostlarım içinde çok münafıklar var. Münafık kâfirden eşeddir. Onun için, kâfir Rus'un bana çektirmediğini çektiriyorlar."
Evet. Meselenin düğümlendiği yer burası: "Münafık kâfirden eşeddir!" Ve Kadir Mısıroğlu merhumun söylemek istediği de budur. Yoksa 'Yunan Mandası' veya 'İngiliz Sömürgesi' olmak talebi değildir. Öyle izzetli bir adam zaten böyle bir zilleti rüyasında görmez. Hayaline bile uğratmaz. Ama işte devir öyle bir devir oldu ki, dün Latin alfabesini Türk alfabesi diye yutturan, bugün İzmir'deki yüzer iskeleye Yunan kralı Agamemnon'un ismini veren bir siyasi ekolün temsilcileri, utanmadan Kadir Mısıroğlu gibi kalbi/beyni işgal görmemiş kişileri "İşgal yanlısı!" olmakla yaftalıyorlar. Ne utanıyorlar ne sıkılıyorlar. Ne diyelim? İyi ki ahiret var. Mizanda bu tür manipülasyonlar sökmeyecek. Cerbezeyle zebaniler kandırılamayacak. Hakkın şaşırtılmaz adaletine güvenerek teselli bulalım kardeşlerim.
16 Eylül 2016 Cuma
Fitne mümkün olmayanı isteme sanatıdır (4): Devletin atara değil, yardıma ihtiyacı var
Ebubekir Sifil Hoca'dan dinlemiştim: İslam'ın yerine koymaya çalıştığı 'din-i ilahî'ye karşı mücadele verdiği için, Ekber Şah döneminde büyük zulümlere maruz kalan İmam-ı Rabbanî Hazretleri, oğlu Cihangir Şah zamanında da gadre uğrar ve iki yıl zindanda kalır. Ancak Cihangir Şah babası Ekber Şah gibi değildir. Hatasını anlar ve İmam'ı zindandan çıkarır. Bu noktada ilginç birşey yaşanır. İmam-ı Rabbani Hazretleri, Cihangir Şah'ı terkederek, hemen talebelerinin arasına dönmez. Cihangir Şah'ın ulema meclisinde kalır. Ekber Şah'a duymadığı bu ilgiyi Cihangir'e duymasının hikmeti sorulduğunda 'yanında kalmanın önemli olduğunu' söyler.
Ebubekir Hoca, bu sadedde, anladığımca nakledeceğim şu yorumu yapar: İmam-ı Rabbanî Hazretleri, istikametli âlimlerin hükümdarları terketmesinin aynı zamanda meydanı 'ulema-i su'ya bırakmak olduğunun farkındadır. Bu nedenle, elinde küsmek veya kızmak için birçok neden bulunmasına rağmen, Cihangir Şah'ın yanından ayrılmaz. Onu istikametsiz âlimlerin tesirlerinden korumaya çalışır. Babası Ekber Şah'ın Ekfer Şah'a savruluş sürecinin Cihangir'de yaşanmasını engelleme çabasıdır bu aslında.
Bediüzzaman'ın hayatına aşina olanlar için İmam-ı Rabbanî'nin izleri yabancı değildir. Eserlerinde 'mürşidim' dediği, 'müceddid-i elf-i sani' diye andığı İmam'ın verdiği mücadeleye benzer bir mücadele vermiştir o da. Gerçi onun karşısında 'din-i ilahî' ismini verdiği bir sapkınlığı yaygınlaştırmaya çalışan Ekber Şah yoktur. Fakat muadili sayılabilecek zalim muktedirler mevcuttur. Sürgünden sürgüne, zindandan zindana, işkenceden işkenceye sürüklenen Bediüzzaman da, tıpkı İmam gibi, ehl-i sünnet itikadının korunması için emek verir.
Ancak bu mücadelenin yekününden görünen benzerlik dışında, Ekber Şah-Cihangir Şah dönemselliği açısından da, bazı ortak noktalar taşır onların hayatı. İmam-ı Rabbanî, Ekber Şah'ın sapkınlığına karşı mücadele vermiş, zulmüne maruz kalmıştır. Bediüzzaman da CHP zihniyetine karşı mücadele vermiş ve zulmüne maruz kalmıştır. Peki, onun Cihangir Şah dönemi? Bediüzzaman'ın böyle bir dönemi var mıdır?
Yine tarihçe-i hayatını okuyanlar bilirler ki; DP iktidarının özellikle ilk seneleri, Bediüzzaman için 'görece' bir ferahlıktır. DP'nin dine ve hürriyete hürmetkâr yapısı, Bediüzzaman'ı da, dönemindeki tüm dindarları olduğu gibi, olumlu etkiler. Ancak DP iktidarının tamamının böyle geçtiğini veya Bediüzzaman'ın o dönemde tastamam ferahlık bulduğunu düşünenler hata eder.
Ticani ve Malatya hadiseleri gibi olayların ve bürokraside/basında yerleşik halde bulunan CHP zihniyetinin çabalarıyla dindarlar ve DP arasındaki pozitif ilişki dönem dönem akamete uğrar. Hatta öyle ki; Bediüzzaman bu dönemde, CHP iktidarında dahi mecbur kalmadığı şekilde 'sarık takmasının zorunlu olduğu yönünde' bir doktor raporu alır. Gittiği yerlerde kalmasına izin verilmez. Hatta bazen gitmesine dahi izin verilmez. Aleyhinde açılan davalardan kurtulamaz.
Peki, Bediüzzaman'ın yaşadıklarına karşı tavrı ne olur? DP'ye de CHP gibi mi davranmaya başlar? Menderes onun gözünde ikinci bir İnönü mü olur? Tarih İçinde Bediüzzaman'da, Doç. Dr. Âdem Ölmez, Bediüzzaman'ın bu noktada DP'ye karşı takındığı tutumun, dönemin bazı dindar aydınlarından farklı olduğunu söyler. O dönemde çıkardıkları gazetelerde/dergilerde, Menderes'in 'dindarlara karşı sertleşen' veya 'karşıtlarına karşı yeterince sert bulmadıkları' tutumunu eleştirenlerin olduğunu belirten Ölmez; Bediüzzaman'ın herşeye rağmen Menderes'e desteğini çekmediğini ve negatif bir kanaat oluşmasına izin vermediğini anlatır.
Hatta, bu açıdan olumsuz bir atmosferde gerçekleşen 1957 seçimlerinde, "Benim oyum mühimdir!" diyerek bizzat sandığa gitmiş, açık bir şekilde DP'ye oyunu vermiştir. Bu oy hakikaten de DP'nin dindarların gözünde yıpranan/yıpratılan imajını tamirde çok önemlidir. Arkasındaki desteğin çekilmediğinin göstergesidir.
Peki, Bediüzzaman neden böyle yapmıştır? Neden, yaşadığı baskılara/zulümlere rağmen, DP'ye ve Menderes'e karşı tavrı CHP'ye sergilediği tavır gibi olmamıştır? Ben bu noktada mürşidimin duruşunu belirleyen öğelerden birisinin iktidarın 'dine hürmetkâr' oluşunda saklı olduğunu düşünüyorum. Bediüzzaman, her ne kadar yanlışları olsa da, Menderes hükümetinin 'iyi niyetli' olduğunu düşünüyordu. Evet, daire-i muamelatta yüzdeyüz adaletle davranamıyorlardı. Ancak daire-i itikadları adalete dönüktü. Daha da önemlisi: Etkiye açıklardı. Çünkü hürmetkârlardı. Önemsiyorlardı.
CHP'de ise böyle bir 'etkilenme' mümkün değildi. Üzerine kurulu olduğu ideoloji dine, halka veya hürriyete hürmetkâr olmadığından halkın ona tesir etmesi de mümkün görünmüyordu. Bu nedenle "Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur'ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz..." derken de, Menderes'i ve DP'yi sitayişle anarken de Bediüzzaman'ın yaptığı, İmam-ı Rabbanî Hazretleri'nin Cihangir Şah'a yaptığından farklı birşey değildi. Yaşadıklarına rağmen iktidara küsmeyişi/kızmayışı/terketmeyişi, başka ellerden de etkilenmeye müsait ve yardıma muhtaç olan yeni muktedirlerin, dindar halkla/ulemayla etkileşiminin devam ettirilmesiydi.
Şimdi, bu iki örnek önümde, FETÖ soruşturmalarındaki yanlışlar nedeniyle hükümete atarlanan kardeşlerime sesleniyorum: Potansiyeli olan hükümetler kızarak, küserek, atar yaparak, sırt çevrilerek iyileştirilmezler. Bu noktada iki mürşidimiz bize iki güzel rehber olmalı.
İmam-ı Rabbanî'nin Mektubat'ında Cihangir Şah'a yazdığı mektuplara bakınız. Bediüzzaman'ın Lahikalar'da Menderes'e gönderdiği mektupları inceleyiniz. Hangisinin üslûbunda sizdeki öfke, ayar, atar var? Siz böyle yaptıkça hasmınıza da "Hükümet arkasındaki desteği kaybediyor!" neşesi/ümidi veriyorsunuz. Haksızlığa işaret etmek güzel. Nasihat etmek güzel. Peki ya onun üslûbu? Neden Bediüzzaman'ın yaptığı gibi "Sizinleyiz!" kokusu hissedilen nasihatlerde bulunmak yerine sert çıkıyorsunuz? Neden kendi Menderes'inize küsüp onu cuntanın, neden kendi Cihangir'inize küsüp onu ulema-i su'nun önüne itiyorsunuz?
Hz. Ömer'e (r.a.) "Seni kılıcımızla düzeltiriz!" diyen sahabinin misaline bu vurgu niye? Sahabenin birbirini kılıçla düzeltmeye çalıştığı Hz. Ali (r.a.) dönemi yeterince ders barındırmıyor mu? Hem ehl-i sünnet mirası, mürşidimde de ifadesini bulduğumuz gibi, 'Dahilde kılıç çekilmez'i bir düstur olarak bize belletmiyor mu? Hem 'Dahilde kılıç çekilmez' yalnız kılıç olarak mı anlaşılmalı? Dil de kimi zaman kılıç gibi can yakmaz mı? Edipler de edepli olmalı değil mi? Neden kavl-i leyyin ile nasihat etmiyorsunuz da 'at izi it izine karışmış' ortamın beter karışmasına müsaade ediyorsunuz? Devletin 15 Temmuz'dan sonra atara ihtiyacı yok ki, yardıma ihtiyacı var.
Ebubekir Hoca, bu sadedde, anladığımca nakledeceğim şu yorumu yapar: İmam-ı Rabbanî Hazretleri, istikametli âlimlerin hükümdarları terketmesinin aynı zamanda meydanı 'ulema-i su'ya bırakmak olduğunun farkındadır. Bu nedenle, elinde küsmek veya kızmak için birçok neden bulunmasına rağmen, Cihangir Şah'ın yanından ayrılmaz. Onu istikametsiz âlimlerin tesirlerinden korumaya çalışır. Babası Ekber Şah'ın Ekfer Şah'a savruluş sürecinin Cihangir'de yaşanmasını engelleme çabasıdır bu aslında.
Bediüzzaman'ın hayatına aşina olanlar için İmam-ı Rabbanî'nin izleri yabancı değildir. Eserlerinde 'mürşidim' dediği, 'müceddid-i elf-i sani' diye andığı İmam'ın verdiği mücadeleye benzer bir mücadele vermiştir o da. Gerçi onun karşısında 'din-i ilahî' ismini verdiği bir sapkınlığı yaygınlaştırmaya çalışan Ekber Şah yoktur. Fakat muadili sayılabilecek zalim muktedirler mevcuttur. Sürgünden sürgüne, zindandan zindana, işkenceden işkenceye sürüklenen Bediüzzaman da, tıpkı İmam gibi, ehl-i sünnet itikadının korunması için emek verir.
Ancak bu mücadelenin yekününden görünen benzerlik dışında, Ekber Şah-Cihangir Şah dönemselliği açısından da, bazı ortak noktalar taşır onların hayatı. İmam-ı Rabbanî, Ekber Şah'ın sapkınlığına karşı mücadele vermiş, zulmüne maruz kalmıştır. Bediüzzaman da CHP zihniyetine karşı mücadele vermiş ve zulmüne maruz kalmıştır. Peki, onun Cihangir Şah dönemi? Bediüzzaman'ın böyle bir dönemi var mıdır?
Yine tarihçe-i hayatını okuyanlar bilirler ki; DP iktidarının özellikle ilk seneleri, Bediüzzaman için 'görece' bir ferahlıktır. DP'nin dine ve hürriyete hürmetkâr yapısı, Bediüzzaman'ı da, dönemindeki tüm dindarları olduğu gibi, olumlu etkiler. Ancak DP iktidarının tamamının böyle geçtiğini veya Bediüzzaman'ın o dönemde tastamam ferahlık bulduğunu düşünenler hata eder.
Ticani ve Malatya hadiseleri gibi olayların ve bürokraside/basında yerleşik halde bulunan CHP zihniyetinin çabalarıyla dindarlar ve DP arasındaki pozitif ilişki dönem dönem akamete uğrar. Hatta öyle ki; Bediüzzaman bu dönemde, CHP iktidarında dahi mecbur kalmadığı şekilde 'sarık takmasının zorunlu olduğu yönünde' bir doktor raporu alır. Gittiği yerlerde kalmasına izin verilmez. Hatta bazen gitmesine dahi izin verilmez. Aleyhinde açılan davalardan kurtulamaz.
Peki, Bediüzzaman'ın yaşadıklarına karşı tavrı ne olur? DP'ye de CHP gibi mi davranmaya başlar? Menderes onun gözünde ikinci bir İnönü mü olur? Tarih İçinde Bediüzzaman'da, Doç. Dr. Âdem Ölmez, Bediüzzaman'ın bu noktada DP'ye karşı takındığı tutumun, dönemin bazı dindar aydınlarından farklı olduğunu söyler. O dönemde çıkardıkları gazetelerde/dergilerde, Menderes'in 'dindarlara karşı sertleşen' veya 'karşıtlarına karşı yeterince sert bulmadıkları' tutumunu eleştirenlerin olduğunu belirten Ölmez; Bediüzzaman'ın herşeye rağmen Menderes'e desteğini çekmediğini ve negatif bir kanaat oluşmasına izin vermediğini anlatır.
Hatta, bu açıdan olumsuz bir atmosferde gerçekleşen 1957 seçimlerinde, "Benim oyum mühimdir!" diyerek bizzat sandığa gitmiş, açık bir şekilde DP'ye oyunu vermiştir. Bu oy hakikaten de DP'nin dindarların gözünde yıpranan/yıpratılan imajını tamirde çok önemlidir. Arkasındaki desteğin çekilmediğinin göstergesidir.
Peki, Bediüzzaman neden böyle yapmıştır? Neden, yaşadığı baskılara/zulümlere rağmen, DP'ye ve Menderes'e karşı tavrı CHP'ye sergilediği tavır gibi olmamıştır? Ben bu noktada mürşidimin duruşunu belirleyen öğelerden birisinin iktidarın 'dine hürmetkâr' oluşunda saklı olduğunu düşünüyorum. Bediüzzaman, her ne kadar yanlışları olsa da, Menderes hükümetinin 'iyi niyetli' olduğunu düşünüyordu. Evet, daire-i muamelatta yüzdeyüz adaletle davranamıyorlardı. Ancak daire-i itikadları adalete dönüktü. Daha da önemlisi: Etkiye açıklardı. Çünkü hürmetkârlardı. Önemsiyorlardı.
CHP'de ise böyle bir 'etkilenme' mümkün değildi. Üzerine kurulu olduğu ideoloji dine, halka veya hürriyete hürmetkâr olmadığından halkın ona tesir etmesi de mümkün görünmüyordu. Bu nedenle "Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur'ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz..." derken de, Menderes'i ve DP'yi sitayişle anarken de Bediüzzaman'ın yaptığı, İmam-ı Rabbanî Hazretleri'nin Cihangir Şah'a yaptığından farklı birşey değildi. Yaşadıklarına rağmen iktidara küsmeyişi/kızmayışı/terketmeyişi, başka ellerden de etkilenmeye müsait ve yardıma muhtaç olan yeni muktedirlerin, dindar halkla/ulemayla etkileşiminin devam ettirilmesiydi.
Şimdi, bu iki örnek önümde, FETÖ soruşturmalarındaki yanlışlar nedeniyle hükümete atarlanan kardeşlerime sesleniyorum: Potansiyeli olan hükümetler kızarak, küserek, atar yaparak, sırt çevrilerek iyileştirilmezler. Bu noktada iki mürşidimiz bize iki güzel rehber olmalı.
İmam-ı Rabbanî'nin Mektubat'ında Cihangir Şah'a yazdığı mektuplara bakınız. Bediüzzaman'ın Lahikalar'da Menderes'e gönderdiği mektupları inceleyiniz. Hangisinin üslûbunda sizdeki öfke, ayar, atar var? Siz böyle yaptıkça hasmınıza da "Hükümet arkasındaki desteği kaybediyor!" neşesi/ümidi veriyorsunuz. Haksızlığa işaret etmek güzel. Nasihat etmek güzel. Peki ya onun üslûbu? Neden Bediüzzaman'ın yaptığı gibi "Sizinleyiz!" kokusu hissedilen nasihatlerde bulunmak yerine sert çıkıyorsunuz? Neden kendi Menderes'inize küsüp onu cuntanın, neden kendi Cihangir'inize küsüp onu ulema-i su'nun önüne itiyorsunuz?
Hz. Ömer'e (r.a.) "Seni kılıcımızla düzeltiriz!" diyen sahabinin misaline bu vurgu niye? Sahabenin birbirini kılıçla düzeltmeye çalıştığı Hz. Ali (r.a.) dönemi yeterince ders barındırmıyor mu? Hem ehl-i sünnet mirası, mürşidimde de ifadesini bulduğumuz gibi, 'Dahilde kılıç çekilmez'i bir düstur olarak bize belletmiyor mu? Hem 'Dahilde kılıç çekilmez' yalnız kılıç olarak mı anlaşılmalı? Dil de kimi zaman kılıç gibi can yakmaz mı? Edipler de edepli olmalı değil mi? Neden kavl-i leyyin ile nasihat etmiyorsunuz da 'at izi it izine karışmış' ortamın beter karışmasına müsaade ediyorsunuz? Devletin 15 Temmuz'dan sonra atara ihtiyacı yok ki, yardıma ihtiyacı var.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...