Siyaset etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Siyaset etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Mayıs 2025 Pazar

Bu hükümet aileyi kurtarabilir mi?

Geçenlerde, AK Partili bir kadın milletvekilinin eğitimli(!) köpeklerle kanser hastalarını ziyaret ettiği kareler düştü önüme. Hastanelere normalde de köpek sokmaya karşıyım ya, bir de bağışıklıkları (ağır tedavi süreçleri nedeniyle) zaten zayıf düşmüş kanser hastalarının yanına-yatağına kadar köpek sokmak, el-amân, hepten midemi kaldırdı. "Allahım sonumuzu hayreyle!" diye dua ettim. Evet. Çünkü bu geminin ne yöne gittiğini artık ben de tayin-tahmin edemiyorum. Kendilerinden ikbalimizi ümid ettiklerimizin etvarı pek de ümid verici görünmüyor. 20 yıl evvelinde gencecik siyasete bakışımla bugünkü hissim arasında dağlar kadar fark var. Artık Bediüzzaman Hazretlerine daha yakınım. Yine AK Parti'ye oy versem de ancak 'daha az kötü' görerek veririm. Büyük beklentilere girmem. Gazze soykırımını öylece izledikten sonra zaten ağzımızın tadı kalmadı. Kendimize inancımız da öyle...

TV111'in youtube kanalında rastladığım bir kısa video var. Çantacı Necmi abi merhuma ait. Viyana'da misafirken yaşadığı bir hâdiseyi anlatıyor. Orada derlermiş ki: "Mevcut durum devam ederse, Avrupa'da, müslümanların nüfûsu gayrimüslimlerin nüfûsunu geçecek." Kendisi de taaccüb edermiş. Fakat birgün sokakta görmüş ki: Avusturyalı bir çift iki köpekle geziyorlar. Sonra müslüman bir çift görmüş. (Kadın tesettürlü. Erkek sakallı. Müslüman oldukları belli yani.) Tam dört tane çocukla geziyorlarmış. O zaman bu tesbite kendisi de tam hakvermiş. Videonun sonunda diyor ki merhum: "Onlar köpek üretiyor, bizse çocuk, elbette onları geçeceğiz..."

Benzerini Constantin Von Barloewen'ın 'Bilgiler Kitabı' isimli eserinde de okumuştum. Kitabın altbaşlığı şöyle: 'Çağımızın Önemli Düşünce İnsanlarıyla Söyleşiler.' Sohbet edilenlerden birisi de, Vatikan'ın eski kültür bakanlarından, 'Kardinal Paul Paupard'dı. İşte, orada, Paupard da, Çantacı Necmi abinin okumasına benzer şeyler söylüyordu Avrupa hakkında: "Parisli dostlarım, ben Bangkok'tan, Bangalor'dan, Marakeş'ten ya da Salvador de Bahia'dan döndüğümde 'beni etkileyenin ne olduğunu' sorduklarında, orada olağanüstü gözlerle bakan birçok güzel çocuğa rastladığımı söylüyorum. Medicis sokağında, Luxembourg parkındaysa, köpeklerini gezdiren hanımlar görüyorum. O zaman dünyanın geleceğinin, gezdirilen köpeklerden ziyade, gördüğüm bu çocuklarda olduğunu düşünüyorum. (...) Ve erkekle kadının evlilik ilişkileri kısırlaştığında bir uygarlık kısırlaşıp tükeniyor."

Tam bu makamda, Kenya'nın ilk devlet başkanı Jomo Kenyatta'nın, Batı'nın yüzüne haykırdığı hakikati hatırlamadan edemiyor insan. Hani mahkemede sonsöz olarak demiş: "Avrupalılar geldiklerinde, onların elinde İncil, bizim elimizdeyse topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki, İncil bizim, topraklarımızsa beyazların elindeydi." Afrika'nın hristiyanlık üzerinden yaşadığı şeyi bugün Türkiye de (hem de daha sinsi bir zeminde) yaşıyor gibidir. Bir göstergesi de köpeklerdir. Evet. Biz de, Avrupalılarla karşılaştığımızda, onların ellerinde köpek, elimizdeyse çocuk görüyorduk. Fakat şimdi işler değişti. Artık köpek bizim de elimizde. Feminizm bizim de elimizde. Çalışan kadın bizim de elimizde. Sefahet bizim de elimizde. Batı hukuku bizim de elimizde. Peki çocuk? Çocuk yok-hiç. Çocuk kimsenin elinde değil. Pek umursayan da yok zaten.

Türkiye büyük bir nüfûs krizinin kenarında. Boşanma oranları tavan yapmış durumda. Doğum oranları dibe vurmuş biçimde. Siyaset de bunu kabul ediyor artık. Çözüm? Çözüm de ortalarda gözükmüyor. Zira Batı'ya hâlâ meydan okuyamıyoruz. Ha, yanlış anlaşılmasın, kastettiğim savunma sanayi değil. S-400, F-35, SİHA-İHA vs. da değil. O konularda gidişatımızı kötü görmüyorum. Güzel haberler var. Fakat, eyvah, Batı'ya İslamlığımız-şeriatımız üzerinden bir meydan okuyamıyoruz. Didişmelerimizse sevdiğinden karşılık bulmamış âşığın kırgınlığına benziyor.

Senelere isim vermekle krizler çözülmüyor. Diyanet hutbesine konu edilmekle krizler çözülmüyor. Krizlerin çözülebilmesi için büyük meydan okumalara hazır olmak gerekiyor. Mesela: Hükümetin de 'kadınları iş hayatına itme' hususunda kendisine bir özeleştiri vermesi gerekiyor. Dahası, KADEM gibi kuruluşlar eliyle 'müslüman hanımların feministleştirilmesi' sürecine bir 'Dur!' söylemesi iktiza ediyor. Üstelik, belli ki, zina kapısı kapatılmadığı sürece evlilik kapısı açılmıyor. Açıklık-saçıklık kapısı kapatılmadığı sürece de zina kapısı kapanmıyor. Bunlar hep birbirleriyle ilgili şeyler. Hükümetimiz birşeylere serzenişte bulunuyor amma gerekeni yapmakta da mütereddit. LGBT'den sürekli şikayet ediyor. Biz de şikayet ediyoruz. Fakat gereken yasayı çıkarmakta Rusya kadar olamadık.

Ekonomi? Hayır. Eğer sırf parayla çözülseydi Avrupa nüfûs meselesini çözmüş olurdu. Halbuki para rahatı arttırdığı gibi bencilliği-bireyselliği de arttırıyor. Fıskı da arttırıyor. Yalnızlığı da arttırıyor. Kimse zahmet çekmek istemiyor. Çocukla uğraşmak arzu etmiyor. Metropollerde çocuk sahibi olmak zaten pek meşakkatli bir mesele. Evlerin küçüklüğünden tutun eğitimin masraflı oluşuna kadar birçok neden çocuksuzluğu teşvik ediyor. Dahası derdimiz bunlarla da bitiyor değil. Şurası kesin ki: Kadın kadar erkeğin de evliliğe ikna edilmesi lazım. Ve herşey kadından yana okunduğunda erkeğin de evlenmeye gözü korkuyor. Sürecin eninde-sonunda kendisini mağdur edeceğini düşünen erkeğin evlilikten kaçması doğal. Üstelik zinanın bu derece serbest olduğu bir toplumda zaten evliliğe ihtiyaç duymuyor fâsık olanlar. Veya fıskın yoluna koyulmak üzere olanlar... Neden bir değil bin. Hepsinin başında da şeriat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselam üzere şekillenmemiş Avrupa fıtratlı hukukumuz geliyor. 'Çokluğumuzla övünen' Resul-i Kibriya'nın yolu üzere değiliz. Şartları oluşmadığından bereketini de göremiyoruz.

Kabul edelim. Bu süreci tersine çevirmek kolay olmayacak. Belki de hiç başarılamayacak. Hatırlayalım: Kur'an'da, birçok ayette, muhataplar 'yerlerine başka kavimlerin getirileceği' ile tehdit ediliyorlar. Mesela şöyle buyruluyor: “Eğer topyekün seferber olmazsanız, Allah sizi acı bir azaba uğratır ve sizin yerinize başka bir topluluk getirir de, siz savaşa çıkmamakla Onun dinine zerrece zarar veremezsiniz. Çünkü Allah herşeye kâdirdir.” (Tevbe, 9/39) Bir başkasında da deniliyor: "Eğer haktan yüz çevirirseniz, ben müsterihim, zira size ulaştırmakla görevli olduğum buyrukları size tebliğ ettim. Rabbim dilerse, sizi gönderip, yerinize başka bir topluluk getirir. Ama siz ona hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. Muhakkak ki Rabbim herşeyi denetlemektedir.” (Hud, 11/57) Belki de biz bu süreci yaşamaya başladık. Şahitliğimiz buna dair de olabilir. Nüfûsumuzun artış hızı durdu. Çünkü omuzlarımızdaki emanete layık taşıyıcılar olamadık. Yerlerimize başkaları getirilecek. Ellerinde köpek gezdirmeyen hanımların-beylerin çocuklarıyla dolacak mübarek toprağımız. Öyle ya. Yine Kur'an-ı Hakîm'de buyrulmuyor mu şöyle: "De ki: Ey mülkün gerçek sahibi Allahım! Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü çekip alırsın; dilediğini yüceltip aziz kılar, dilediğini alçaltıp zelil edersin. Bütün hayırlar yalnız Senin elindedir. Şüphesiz Sen herşeye kâdirsin..." 

Yine Bediüzzaman Hazretlerinden bir iktibasla bitirmek istiyorum yazıyı: "Mimsiz medeniyet, taife-i nisâyı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metâı yapmış. Şer'-i İslâm onları rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayatı ailede. Temizlik ziynetleri. Haşmetleri hüsn-ü hulk, lütf-u cemâli ismet, hüsn-ü kemâli şefkat, eğlencesi evlâdı. Bunca esbab-ı ifsat, demir sebat kararı lâzımdır, tâ dayansın. Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe, riyâ ile rekabet, haset ile hodgâmlık depretir damarları. Yatmış olan hevesat birden bire uyanır. Taife-i nisâda serbestî inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birden bire inkişafı..." Devlet, dinine dayanıp böyle bir meydan okumayamadığı sürece, aynı çamurda debeleneceğiz belli ki...

8 Şubat 2025 Cumartesi

Nurcular Bediüzzaman'ın 'hutbe davasını' unuttular mı?

Bu ayın üçünde, Diyanet İşleri Başkanlığı, bir 'Hutbe Çalıştayı' gerçekleştirmiş. Maşaallah. Ben de dün haberdar oldum. "Hazır böyle bir gündem varken..." dedim, "Ben de içimdeki kurtları dökeyim bari." Gerçi 'kurtlar' demek biraz abartı oluyor. Bir tane ancak var çünkü. 'Kurt' demek bile fazla belki. Evet. 'Kurtçuk' deyip geçmek lazım. Lakin epeydir zihnimi kurcalıyor. Kalbimi kendisiyle meşgul ediyor. Cevabını bulamıyorum. 'Sinek de ufaktır ama mide bulandırır' derler. Öyle ya. Yazı vesilesiyle 'Şöyle ortaya bir sorayım da bir cevap veren bulunur elbet...' diye ümit ediyorum. İnşaallah. Allah büyüktür. İhsanı çoktur. Pekâlâ...

Mevzua şuradan girizgâh yapacağım: Dücane Cündioğlu'nun istikametli olduğu, en azından zâhirde öyle göründüğü, zamanlarda yazdığı eserler var. Bunlar hâlen istifadeye medardır. Onlardan bir tanesini geçtiğimiz yıl okudum. Adı şöyleydi: Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e Din ve Siyaset. 'Kapı Yayınları' tarafından basılmış. Cündioğlu, hakikaten istifade edilesi bu eserinde, Osmanlı'nın son döneminden günümüze 'dini Türkçeleştirme' çabalarını irdeliyor. Üç ana öğesi var bu sürecin: 1) Türkçe hutbe. 2) Türkçe ezan. 3) Türkçe ibadet. Malumunuz: Türkçe ibadet bir-iki teşebbüs dışında hiçbir varlık gösteremiyor. Halk da teveccüh göstermiyor. Ve yürürlüğe konamıyor. Elhamdülillah. Türkçe ezansa halkın muhalefetine rağmen bir 'zulüm' olarak 1932'den 1950'ye kadar sürdürülüyor. Sonra, Adnan Menderes merhumun mübarek himmetiyle, ondan da kurtulunuyor. Yine elhamdülillah. Fakat bu şıklardan birincisi var ki, işte o tutuyor, bugüne kadar geliyor. Hatta hâlâ Türkiye'de devam ediyor.

Önce Cündioğlu'nun eserinden konuyla ilgili birkaç iktibas yapalım. İlk alıntım 15. sayfasından. Orada deniyor ki: "Türkçe Hutbe tartışmaları II. Meşrutiyet'ten itibaren gündeme gelmiş ve hatta kısmen uygulanmış olduğu halde, esasen Cumhuriyet döneminde yasallaşmış ve kısa süre içerisinde içselleştirilmiştir. Nitekim bugün hâlâ hutbeler Türkçe okunmakta ve fakat hiçbir tartışmaya konu olmamaktadır." 30. sayfada ise çeşitli mecmuaların da 'hutbelerin Türkçe okutulmasına taraftar olduğu' aktarılmaktadır: "Dikkat edilecek olursa, Sebilürreşad, hutbe meselesinde taraftar olduğu görüşü fevkalade temkinli bir sûrette dile getirmiş (...) itiyadlı davranmayı elden bırakmamıştır. Ancak İslam Dünyası, Medrese İtikadları, Hayru'l-Kelam, İslam Mecmuası, Ceride-i Sûfiye gibi dergilerin yayım hayatına atılıp hutbelerin Türkçeleştirilmesi, muhtevalarının ıslah edilmesi (siyasi ve dünyevi meselelerde irad edilmesi) lazım geldiğine dair çeşitli makaleler neşretmeleri, hatta Meşihat'a ve Şeyhülislam'a hitaben yazılmış açık mektuplara yer vermeleri, Türkçe Hutbe meselesini hep gündemde tutmuş, böylece devrin bu en iyi propaganda aracını kullanıma uygun hale getirmek teşebbüslerinden hiç vazgeçilmemiştir."

Devamında, Dücane Cündioğlu, yaptığı kimi alıntılarla 'hutbeleri Türkçeleştirme temayülünün' dinî bir maksadla değil siyasete dair emellerle ortaya çıktığını ortaya koymaktadır. Yani Meşrutiyet yönetimi-aydınları 'halkı kendi siyasî eğilimlerine yönlendirebilmek için' hutbeleri kullanmak istemektedirler. Zira o devirde halka hutbelerden daha kolay ulaşmanın yolu yoktur. En geniş cadde bu caddedir. (Yakın zamanda Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş Hoca'nın da "Hutbelerimiz her hafta 22 milyon insana ulaşıyor..." dediğini hatırlayalım.) İnternet yoktur. Televizyon yoktur. Bu nedenle hutbeleri Arapçadan Türkçeye çevirmek arzusu güdülmektedir. Fakat Şeyhülislamlık, Meşihat vs. bu çabalara karşı direnmektedir. Kitabın 32. sayfasından devam edelim:

"1914 yılında bazı Gümüşhaneliler tarafından 'Cuma ve Bayram namazlarında hutbelerin Türkçe okunmasının caiz olup olmadığına' dair Bâb-ı Vâlâ-yı Fetvâ'dan bir fetva talep edilmesi ve oradan da kendilerine Türkçe hutbenin 'tahrimen mekruh' olduğunun bildirilmesi üzerine İslam Mecmuası bu hâdiseyi haber konusu yaparak eleştirmiş, birkaç sayı sonra da yine bu münasebetle Mehmed Bahauddin'e ait uzun bir makale yayımlanmıştır. Bu arada Meşihat, hiç değilse vaaz ve vaizler konusunda tedbirler almaya çalışmış; 'ulema-yı kiramın, va'z u nasihat vazife-i mühimmesini âyât-ı Kur'aniye ve ehâdis-i sahiha-i nebeviye'ye müstenid olarak telkin ve tefhim ve edille-i nakliyye'yi herkesin anlayacağı surette edille-i akliye ile tersin ve tahkim ederek' ifa etmesi için çeşitli tâmimler yayımlamış ise de Türkçe hutbe meselesinde radikal bir karar almaya yanaşmamıştır."

Şimdi gelelim mürşidimiz Bediüzzaman Hazretlerinin mezkûr tartışmalar hakkında kaleme aldığı metinlere... Evet. Sonda söyleyeceğimizi başta diyelim. Okuyanlar zaten bilirler. Bediüzzaman Hazretleri Türkçe hutbeye karşıdır. Arapça hutbenin korunması gerektiğini düşünmektedir. Bu konuda hiçbir 'acaba'sı yoktur. Hatta, yukarıda, hutbeleri Türkçeleştirmek için sunulan maslahat, yani siyasetten halkı haberdar etmek meselesi, Bediüzzaman'a göre bilakis hutbenin Arapça kalmasının gerekliliğine bir karinedir. Zira hutbe gibi bir şeair-i İslamiye gündelik siyasetin alanı yapılamaz. İçtihad Risalesi'deki izahatından okuyalım:

"İşte, şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları müptelâ eden, bir beliyye-i âmme suretine giren çok umurlar vardır ki, su-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüt ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medar olup haramı helâl etmeye medar olamazlar. Halbuki, şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer'iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir; semâvî olamaz, şer'î değil. Halbuki, semâvât ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdahale o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdahale merduddur.

Meselâ, bazı gafiller, hutbe gibi bazı şeâir-i İslâmiyeyi Arabîden çıkarıp her milletin lisanıyla söylemeyi iki sebep için istihsan ediyorlar. Birincisi: 'Tâ siyaset-i hazıra avâm-ı Müslimîne de o suretle tefhim edilsin.' Halbuki, siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki, vesvese-i şeyâtîn hükmüne geçmiştir. Halbuki, minber vahy-i İlâhînin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki o makam-ı âliye çıkabilsin. İkinci sebep: 'Hutbe, bazı suver-i Kur'âniyenin nasihatleri anlaşılmak içindir.' Evet, eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zaruriyâtı ve müsellemâtı ve malûm olan ahkâmını, ekseriyet itibarıyla imtisal edip yerine getirseydi, o vakit nazariyât-ı şer'iye ve mesâil-i dakika ve nesâyih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisanla hutbe okunması ve suver-i Kur'âniyenin—eğer mümkün olsaydı—tercümesi belki müstahsen olurdu.

Fakat namaz, zekât, orucun vücubu ve katl, zina ve şarabın haramiyeti gibi malûm olan ahkâm-ı kat'iye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avâm-ı nâs, onların vücubunu ve haramiyetini ders almaya muhtaç değiller. Belki, teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp, İslâmiyet damarını ve iman hissini tahrik etmekle, imtisallerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar. Halbuki, bir âmi, ne kadar cahil dahi olsa, Kur'ân'dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meâl-i icmâliyeyi anlar ki, 'Herkese ve bana malûm olan imanın rükünlerini ve İslâmiyetin umdelerini, hatip ve hafız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor...' der, kalbinde onlara karşı bir iştiyak hasıl olur. Acaba kâinatta hangi tabirat var ki, Arş-ı Âzamdan gelen Kur'ân-ı Hakîmin i'cazkârâne, müfehhimâne ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin?"

Evet. Mürşidimizin ifadeleri açıktır. Fakat bu mesele, her nedense, günümüzde nurcuları dahi pek 'enterese' etmemektedir. Bugünün siyasilerinden, bin maşaallah, Ayasofya Camiini, Risale-i Nur'un devlet eliyle basımını rica eden büyüklerimiz, 'hutbelerin tekrar aslına dönmesi' gibi Bediüzzaman Hazretlerinin çok ehemmiyet verdiği bir meseleyi hiç dillendirmemektedirler. İşte Ahmed kardeşinizin kafasını kurcalayan da budur. Bu konuda Bediüzzaman Hazretlerinin farklı bir beyanı daha mı vardır? Ömrünün ahirinde İçtihad Risalesi'ndeki bu duruşundan vaz mı geçmiştir? Türkçe hutbeye 'Olur!' mu vermiştir? Yoksa, Allah muhafaza, biz de mi kemalist dönemin genel geçer hale getirdiği bu uygulamayı içselleştirdik? İtiraz edemeyecek duruma geldik? Bu sükûtumuz gizli bir 'ikrar' mı saklıyor? Kardeşlerimle mevzuu bir istişare etmek istiyorum. 

Bu soruyu bugün sormanın önemli olduğunu düşünüyorum. Zira cuma hutbelerinin kimi zaman ıvır-zıvır mevzulara girmesini çok iğreti buluyorum. Katlanamıyorum. Sözgelimi: Yerli malı haftasını kutlamak cuma hutbesinin mevzuu olabilir mi? MEB'in 'belirli gün ve haftalar' listesinin cuma hutbesiyle ne ilgisi var? Hutbenin âmiri MEB mi Diyanet mi? Veyahut bambaşka günübirlik bir olayı hutbeye taşımak cumanın şânına yakışır mı? Hâşâ... Bence yapılması gereken, cuma hutbelerinin mü'minlerin gözlerinden düşmelerini engellemek için, onu tekrar Arapça aslına çevirmektir. Evet. Ancak böylelikle güncelin, faninin, gelip geçicinin baskısından kurtulurlar. Şeairlik vazifesini tam yaparlar. Öyle ya: Bazen hatırlatmak anlatmaktan daha çok iş görebilir. Çağrıştırmak nasihatten daha faydalı olabilir. Bediüzzaman Hazretlerinin iktibas ettiğim beyanının son paragrafı 'hutbenin asıl sırrı'nın bu olduğunu ifade ediyor sanki. Ne diyelim? Cenab-ı Hak rüşdümüzü bize yeniden ilham eylesin. Âmin. Âmin. Âmin...

20 Nisan 2024 Cumartesi

Rolex'i Bahadır Yenişehirlioğlu'nun ne zaman 'helali' olur?

 

"Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. 'Hâkim benim' der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak..." İktisat Risalesi'nden.

Kur'an bizi "Yapmayacağınız şeyleri niye söylüyorsunuz?" diye uyarıyor. Biraz da bu ihtardan dolayı 'zühd' tasavvufun özü olmuştur. Yani, hâl erbabı, iddialarının altına önce hayatlarıyla girmişlerdir. Çileler-riyazetler hep bunun içindir. Sûfî, âfâkta girişeceği davaların altına, enfüsünde bedel ödeyerek imza atar. İmzası bizzat yaşantısıdır. Vazgeçmişliğidir. Geri duruşudur. Takvasıdır. Hatta, âvâma helal olanları dahi, kendisi için haram bilmesidir bazı. Hadisin buyurduğu gibi 'şüpheli şeylerden kaçınmak'ta ziyade çaba göstermesidir. Belki, İmam-ı Âzâm rahimehullah misali, 'Ya faiz olursa?' endişesiyle borçlusunun gölgeliğinden kaçınmasıdır. Halbuki mezhebinde faizin böyle bir türü yoktur. Allah dostları elbette bilirler ki, fıkh-ı zâhirden başka bir de fıkh-ı bâtın vardır ve fıkh-ı bâtın ziyade hassasiyet kaldırır.

Bediüzzaman Hazretleri, İktisat Risalesi'nde, o büyüklerden pek ulu birisinin, Abdülkadir Geylanî Hazretlerinin bir menkıbesini anlatıyor:

"Bir zaman, Hazret-i Gavs-ı Âzam Şeyh Geylânî'nin terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın birtek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan zaafiyetiyle, validesinin şefkatini celb etmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs'ın yanına şekvâ için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş: 'Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!' Hazret-i Gavs tavuğa demiş: 'Kum biiznillâh!' O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemet ve mevsuk çok zatlardan, Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zâtın bir kerameti olarak, mânevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: 'Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin.'"

Mürşidimse bu menkıbeden aldığı dersi bize şöyle özetliyor:

"İşte, Hazret-i Gavs'ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir."

Ben, Bahadır Yenişehirlioğlu Bey'in kolundaki Rolex'e, siyasetçiliğinden ziyade, sûfîliğinden dolayı bir parça iliştim. TRT'de Mesnevî'den Hikâyeler anlattığını biliyordum. Tasavvufla ilgili paylaşımlarını da görmüştüm. "Herhalde bu güzel meslekle bir irtibatı var..." diye düşündüm. Maşaallah. Allah hayırlı yolundan ayırmasın. Âmin. Öyle olduğu için, elbette, yaptıkları siyasetçiliği kadar sûfîliğiyle de tartılır.

Davası olan, her tavrında bir kere değil, bin kere dikkat etse yeridir. Zira "Yapmayacağınız şeyleri niye söylüyorsunuz?" tehdidinin dairesine girmek tehlikesi vardır. Zühdsüz tasavvuf olmaz. Zühdsüz halktan da olunmaz. Çünkü halk fakirdir. Bu İslam ümmeti imamlarını 'içinde' ister. Dolayısıyla kolunda Rolex'le böyle iddialara girilmez. Fıkh-ı zâhir açısından tertemiz almış olabilirsiniz o saati, birşey demem, fakat sûfînin mesul olduğu sadece 'zâhir' değildir. Bir de fıkh-ı bâtın var ki, onda, helal parayla aldığınız dahi size helal olmayabilir. Sınamanın da şöyle kolay bir yolu vardır: Rolex'inizi kolunuzdan çıkarıp çekiçle kırarsınız. Yaşananı kör nefsinize tokat sayarsınız. 'Sevdiklerinizden Allah rızası için vazgeçmek' çerçevesinde imtihan görürsünüz. Sonra da "Kum biiznillah!" dersiniz. Tekrar toparlanıp çalışırsa, aşkolsun, hiçbir zararı dokunmaz size. Helaldir. Lezzeti şükür için isteyenlerdensinizdir çünkü. Fakat, toparlanmıyorsa, dahası gönlünüz kolunuzdan çıkarmaya kıyamıyorsa, 'Eyvah!' demenin zamanıdır.

13 Şubat 2024 Salı

Metin Uca'yı boykot edebildin mi ki İsrail'i de edesin?

"Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır."
17. Lem'a'dan.

Filistin her gündem olduğunda ardından boykot gelir. Karşı değilim. Yanlış anlaşılmasın. Hatta, Filistin meselesinde değil sadece, genel anlamda 'zaruriyat dışı' her ilişkinin bozulmasını dilerim. Müslümanların iç pazarlarının varolmasını, alışverişlerinin o pazarda dönüp durmasını, böylece İslam içre bir mübarek kapanma yaşamalarını isterim. Zira bugün Batı dalaletinin empozesi en çok ticaret üzerinden olmaktadır. Alınan herşey onları bir parça daha dünyamıza sokmaktadır. Her pazarlığımız giderek Batı'ya daha bağımlı hale getirmektedir. Ekonomimiz dış müdahalelere daha açık bir mahiyet kazanmaktadır. Gelgelelim, 'daha çok kazanmak' diye de bir put vardır ki, ahirzamanda karşısında durmak zordur. Bu zamanda müslüman da çok çok çok... kazanmak ister. Öyle çok kazanmak isteyen de Deccal'in çarkına illa bir yerden dahil olur.

Ancak gelgit tavırlı boykotlara da bazı eleştirilerim vardır tabii. Mesela: Bugüne kadar boykottan batan bir firma görmeyişimi garip bulurum. Garip buluşum boykotun başarısını sorgulama anlamındadır. Yoksa küresel şirketlerin batmasının pek de kolay olmadığını bilirim. O şirketlerin dünya üzerinde mal satmadıkları ülke nadirdir. Türkiye'den keseleri sıkılsa başka yerden gevşetmeye yol bulurlar. Zaten Türkiye özelinde de birazcık dişlerini sıkmaları yeter. Bir süre sonra boykotun enerjisi düşer. Almayanlar da ucundan ucundan almaya başlar. Hem zaten Türkiye gibi sosyolojilerde ülkenin en az %40 boykotla pek ilgilenmez. (Çok iyimser bir rakam söylediğimi düşünüyorum.) Bu da Türkiye'de satış yapan firmaların şöyle böyle bir ciro elde etmelerine yeter. Batmadan yollarına devam edebilirler. Peki boykot nihayet ne işe yarar?

İnsanın kişisel takvası dışında şöyle birşeye daha faydası olduğunu düşünüyorum: Boykot dindarların gazını almaya yarıyor. Evet. Aynen böyle. Çünkü müslümanlarda yaşananlara karşı birşey yapma hissi/beklentisi kuvvet kazanıyor. O da mevcut devletlere/hükümetlere bir baskı yapıyor. Bu baskının azaltılması gerekiyor elbette. Zira ortada söylem/diplomasi düzeyi dışında birşey yapmaya niyetlenen görünmüyor. Sorular artarsa cevapsızlık daha da belirginleşir. Böyle olunca dindarlarda biriken kirli(!) kanın hacamat edilmesi lazım geliyor. Boykot bence bizde böyle bir iş de görüyor. Elimize listeler alıp marketlerde "Neyi alayım-almayayım?" diye didinirken yoruluyoruz. Birşey yapmış olduğumuz tatminini de yaşıyoruz. Maşaallah. Halbuki Gazze'de o sırada pek birşey değişmiyor. Şehid sayısı yüz yüz artarak yüzbine doğru koşuyor.

İslamcı aydınlar hakkında da suizan üretmeye başladım artık. Evet. Çünkü onların da hükümeti çok sıkıştırmaya gönülleri elvermiyor. Erdoğan'la kişisel hukukları olanları bilmem ama çoğusu hükümete yakın organlarda yazıp-çiziyorlar veya bir işler yapıyorlar. Bu da Gazze konusundaki isyanlarının zülf-i yâre dokunmayacak oranda kalmasına dikkat etmelerini sağlıyor gibi duruyor. Buna üzülüyorum. Zira aydınların idare lambası olmak istemiyorum. Cambaza bakarak yaşamak da bir yere kadar. İnsan Gazzelileri görünce ayılmadan yapamıyor. Sahi bu işi sonuna kadar izleyecek miyiz? İzledikten sonra kendimize müslüman diyecek miyiz?

Gazze meselesinin Erdoğan için kritik bir sınav olduğu kanaatine de sahibim. Benim Erdoğancılığımı bilmeyeniniz yok. Son seçim de dahil olmak üzere kendisine desteğimi hep açıktan belirttim. Lakin bu Gazze sınavının altından kalkamadığını kederle görüyorum. Askeri birşey yapmayı gözünün kesmemesini şöyle-böyle anlasam da, ki o da eleştirilebilir, fakat devleti de fiilen topa sokmak istemediğini görerek üzülüyorum. Konuşma? Evet. Konuşuyor. Diplomasi? Evet. Galiba onu da kullanıyor. Fakat 12.000 Gazzeli çocuk da şahittir ki İsrail'e bunun bir zararı dokunmuyor. Lâf herkeste var. Gırla. İsrail'in de karnı lâfa epeyce tok gibi. Nihayetinde bu 'yerinde dayılanma'nın mevzuu hiçbir yere götürmediği dört ayda ortaya çıktı.

Erdoğan bu sınavı atlatamazsa bundan sonraki siyasi hayatına 'herhangi birisi' olarak devam eder. Bir daha seçimlerde aday olacak mı? Bilemem. Belki olacak. Belki olmayacak. Ancak dindarların gözünde Gazze'ye hiçbir müdahalede bulunamamış siyasetçi olarak iz bırakacak. İnsanlar son yaptıklarıyla hatırlanır. 'Ümmetin lideri' söyleminin de sonudur bu. Hayatta hiçbir Gazzeli kalmayana kadar Ankara'dan atarlanmaya devam edeceksek herhalde ümmet de bizim liderliğimizi pek umursamaz artık. Nihayetinde lâfla liderlik olmaz. Lider dediğin elini taşın altına soktuğu kadar liderdir. Sokamıyorsan iddialarının altında ezilirsin.

Bunu söylerken Türkiye sosyolojisinin de çok cesaret verici olduğu iddiasında değilim. Bir kere %40 kafadan gidiyor. Solcular hiçbir zaman müslümanlarla aynı hassasiyetlerin peşine düşmek istemediler. Yine istemeyecekler. Geri kalan %60 içinde de ehl-i keyif olanımız çoktur. Bir aylık cirosu bozulunca "Yemişim Filistin'i!" diye Erdoğan'a parmak sallayacaklar da çoktur. Olabilir ki, Erdoğan'ın kişisel takvası, dindarlığı, yiğitliği, gayreti bu kadar parmağı birden kaldırmayabilir. Zaten ekonomi de iyi gitmiyor. Yeni bir cephe açmak doğru bir tavır mı? Bahse yokum. Zira caiz değil. Ama bir deyim olarak kullanayım yine de: Bahse varım ki: Erdoğan'ın gözü yeni bir cephe açmayı kesmiyor. En azından bu cepheyi yalnız başına açmak istemiyor. Ağababalar aynı topa girsin arzu ediyor. Fakat nerede? Âlem-i İslam'ın da bizden iyi durumda olduğu pek söylenemez. "Yalnız kalacaksak hiiç gaza gelmeyelim!" diye düşünüyor olabilir.

Sonra "Şiilerin oyununa gelmeyelim!" var. Sonra "Türkiye bir tuzağa çekiliyor olabilir!" var. Sonra "Filistin bizim derdimiz mi?" var. Sonra "Önce Araplar düşünsün var..." Var, var, varoğlu var, ama ortada da hergün cesetlerini seyrettiğimiz çocuklar var. Bir de Yemen var. Bombalanmasına rağmen, fakirliğine rağmen, erkek oğlu erkek gibi yapabildiğini yapıyor görünen bir Yemen. Şiiiliği? Şimdi ona bakacak zamanda mıyız Allah aşkına? Gazze'ye yardım eden İspanyol'a "Maşaallah!" çeken gönlümüz belki Yemen'e de "Maşaallah!" çekmeyi öğrenebilmelidir. Fakat onu da selefi kardeşlerimiz istemiyorlar. Ortalık öyle karıştı ki herkes herkese operasyon çekme vaziyetinde. Kim kimden ne et koparabileceğinin derdinde...

Nisâ sûresinin 140. ayetinde kısa bir mealiyle "O, size Kitap'da 'Allah'ın ayetlerinin inkar edildiğini ve alaya alındığını işittiğinizde, başka bir söze geçmedikçe, onlarla bir arada oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz...' diye indirdi!" buyruluyor. Elbette kâfirlerden uzaklaşmamız lazım. Çünkü şu an yaşadığımız da düpedüz alaydır. İki milyarlık İslam âlemi eşek yerine konulmaktadır. Hatta eşşşş...ekkk yerine konulmaktadır. Ne boykotları, ne tepkileri, ne isyanları dikkate alınmaktadır. İsrail, canı nasıl çekerse öyle, dinlene dinlene, geze geze, gezdire gezdire, istediği sayıda çocuk, kadın, ihtiyar öldürmektedir. Mücahidlerin kahramanca karşı koyuşu dışında bizden yana hiçbir endişesi yoktur. Koskoca Türkiye mesela, anlaşılıyor ki, bir avuç el-Kassam mücahidi kadar keyfini kaçırmamaktadır. Bu bizimle yapılan bir alaydır. Bir küçük görmedir. İstihzadır. Doğrudur. İstihza anında uzaklaşmamızın bir yanı da boykottur. Fakat narin boykottan öteye geçemeyişimiz de sakın gayretimizin boyunu kısaltıyor olmasın?

Aslında yerel olaylardaki tavrımızla Gazze konusundaki tutumumuzun bir ilgisi var gibi. Sözgelimi: Metin Uca'nın ölümüyle tekrar dünyamıza dahil olan tartışmalar... Ateist, deist vs. olduğunu beyan eden, İslam'la imkânı elverdiğince alay eden, fakat nihayetinde cenazeleri yine bizim camilerimizden kaldırılan insanlarla birlikte yaşıyoruz. Onları da, ayet-i kerimenin emrettiği gibi, kendimizden uzaklaştıramıyoruz. Ebubekir Sifil Hoca gibi "Cenazeleri camimize gelmesin..." diyenler de önce kendi cenahından linç yiyor. 'Küçük görülme'nin yükü hep üzerimizde kalıyor. Düşman da bizden emin oluyor. Diyor belki: "Ne kadar ileriye gidersem gideyim yine cenazem bunların camisinden kalkar. Yine beni onaylamış, kabullenmiş, kendilerinden saymış gibi olurlar. Bu kadar duruşları zayıftır bunların..." Eee, İsrail'le ona destek olan Batı da belki aynısını söylüyor: "Ne kadar bize boykot yapsalar da yine eninde sonunda tavolurlar. AB'nin kapısında yatarlar. Mallarımızı alırlar. O kadar duruşları zayıftır bunların..." Eh, kendisiyle istihza edilmesine bu kadar katlanır bir milletten de fazla sert hareketler beklenmez. Zaten ayetin sonu da onu söylüyor sanki: "Yoksa siz de onlar gibi olursunuz..." Olmayan bir yanımız kaldı mı sahi? Hak Teala imanımızı muhafaza eylesin. Âmin.

6 Mayıs 2023 Cumartesi

Bediüzzaman Kızılelma'yı soldan bekler miydi?

"Dünyada en büyük ahmak odur ki dinsiz serserilerden terakkiyi ve saadet-i hayatiyeyi beklesin." Şualar'dan.

Teknofest'e gittim boynum tutuldu. 'Yukarıya çok bakmaktan olmuştur' diyor ablam. İnsan ağrısına bile seviniyor. Kırılacaksa da yukarıya bakmaktan kırılsın boynumuz. Ayak ucumuzu arandığımız zamanlar yeter. Gavurların önünde baş eğmekten yorulduk. 'Gavur' deyip geçmeyin arkadaşlar. O da türlü türlüdür. 'Gavurun gavuru' başka olur. 'Müslümanın gavuru' daha başka olur. Bediüzzaman Hazretleri bu duruma şöyle işaret eder:

"(...) Ecnebî dinsizleri gibi de olamaz. Çünkü, onlar Peygamberi inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah'ı tanıyabilirler. Allah'ı bilmeseler de kemâlâta medar olacak bazı güzel hasletler bulunabilir. Fakat bir Müslüman, hem enbiyayı, hem Rabbini, hem bütün kemâlâtı Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm vasıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan daha hiçbir peygamberi tanımaz ve Allah'ı da tanımaz ve ruhunda kemâlâtı muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez. Çünkü, peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve daveti umum nev-i beşere baktığı için ve mucizatça ve dince umuma faik ve bütün nev-i beşere bütün hakaikte üstadlık edip on dört asırda parlak bir surette ispat eden ve nev-i beşerin medar-ı iftiharı bir zatın terbiye-i esasiyelerini ve usul-ü dinini terk eden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemâl bulamaz. Sukût-u mutlaka mahkûmdur."

Türkiye yakın tarihinde her ne çekmişse, işte, bu önemli fark farkedilmediği için çekmiştir. Abartmıyorum. Açayım: Batı'da kiliseye karşı girişilen aydınlanma hareketi görece bir 'dünya mutluluğu' sağlamıştır. Neden? Çünkü, onlar, muharref dinlerine karşı mücadele ederken, yukarıda belirtildiği gibi, 'kemalata medar olacak bazı güzel hasletler'ini koruyabilmişlerdir. (Hatta arttırmışlardır.) Eh, öyle, karşılarındaki din sonuçta 'muharref'tir. Yani bozuktur. Tahrif edilmiştir. Ona karşı mücadele etmek 'her güzel şeye düşman olmak' anlamına gelmez. Bozuğa husumet insanı bazı bazı doğruya da götürebilir. 'Çalışkanlıkları' buna bir misal olarak sevkedebilir mesela. Evet. Batı'nın sekülerleri/solcuları gerçekten çalışkandır. "Hepsi öyledir!" demiyorum. Ancak bu konuda kesinlikle bizimkilerden çok, çok, çok... ileridirler. Zaten sahadaki durum bunun apaçık göstergesidir. Üstelik sosyolojilerinde giderek revaç bulmaları da yine bir ölçüde dünyevî alandaki muvaffakiyetleriyle olmuştur. 

Fakat Daru'l-İslam'a dönüldüğünde kazın ayağı değişir arkadaşlar. Bizimkiler ahiret işini bilmedikleri gibi dünya işinden de anlamazlar. Tek üretimleri sefahettir. Hünerleri tembelliktir. Sermayeleri israftır. Propagandaları hevesattır. Tutundukları yalandır. Hasım aldıkları 'her kemali kendinde barındıran' din-i Muhammedî aleyhissalatuvesselam olduğu için, ondan uzaklaştıkları ölçüde, her türden muvaffakiyetten de uzaklaşırlar. Dünyevî başarı bile ellerine geçmez. Onda da gerinin gerisine düşerler. Bu sözüme delil isteyen Türkiye'nin son yirmi yılına iyice bakabilir. (Sonra canı isterse geri kalanını da şöyle bir tarayabilir.) Kimdir yönetime geldiğinde memlekete çağ atlatan? Kimdir bugün İHA'ları-SİHA'ları, TOGG'ları, devasa gemileri üretebilen? Kimdir memleketi yollarla/köprülerle donatan? Kimdir 'Kaldırılamaz!' denilen her taşın altına elini koyan? Kimdir? Kimdir? Kimdir?

Bu neden böyledir? Çünkü bizim sağımız 'dindar' ve 'dine hürmetkâr' insanlardan oluşurken solumuz tam tersi kadrolarla kurulmuştur. Bidayetinden beri böyledir. Hakiki fayhattımız dindir. Ona olan yaklaşımımızdır. Ve dinimiz hürmetlisini dünyada-ahirette âli eder. Düşmanını da her iki âlemde rezilliğe yollar. Burada şu parantezi de hızlıca açıp kapayalım: İslam'ın ahkâmına hakiki taraftarlık göstermeyen, yine Bediüzzaman'ın ıstılahıyla, 'gayrimüslim mü'minler'i de bir bataklık beklemektedir. Onlar kendilerini sağ içinde de tarif etseler de hakikatte soldurlar. Solun karakteriyle mücehhezdirler. Ve nihayetleri de yine sol olur. Dönüp oraya varırlar. Camiamız içinden çıkıp sonra kendisini sola atan isimleri hayal edin. Hepsindeki arıza budur. (Sonra bir de karşı mahalleden çıkıp akıbette sağa dahil olan kişileri de tahattur edin. Onları buraya sürükleyen de ekseriyetle dine karşı hürmetleridir.)

"Eskide bazı dinsizleri gördüm ki ahkâm-ı Kur'âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz bir cihette Hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı. 'Dinsiz bir Müslüman' denilirdi. Sonra bazı mü'minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; 'gayr-ı müslim bir mü'min' tabirine mazhar oluyorlar. (...) İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz." 

Sadece ben konuşunca söylediklerim iddia kabilinden kalıyor belki. Haklısınız. O halde İdris Küçükömer'in Anısına kitabından bir alıntıyla bahsi kapatalım. Eski TİP'çilerden Hüseyin Ergün şunları yazıyor orada: 


"Türkiye, çok partili düzene, fukara-geri bir ülke olarak girdi. Türk solu ve entelijansiyası, 1950 seçimlerinden kısa bir süre sonra, iktidardaki partiyi gericilik ve sağcılıkla suçlamaya başladı. Ülkedeki sosyo-ekonomik gelişmeleri de adam zengin etme, rüşvet, kayırmacılık, her mahallede bir milyoner kazanma kavramları ile karşıladı, lanetledi. Durum sonraki yıllarda da değişmedi. Keban yapılırken 'Ne yapacaksınız bu kadar elektrik enerjisini? Toprağa mı vereceksiniz?' dendi. Televizyona karşı çıkıldı. Boğaziçi Köprüsü yerine Zap Suyu'na köprü önerildi. Ereğli Demir Çelik'in yapılması yoksulluklar bağlamında ele alındı. Ortak Pazar'a girişe şiddetle direnildi. 

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bunlar solun ekonomik gelişme, yani ilerleme karşısındaki tavırları... Özgürlükler bahsine gelince. Türkiye solunun burada da ilkeli bir tutum sergilediği söylenemez. Yassıada duruşmaları karşısındaki tutum, 12 Mart'taki yaklaşımlar vb. pek yüz ağartıcı değil. Ayrıca, sol kendi başına anlamlı bir şekilde iktidar olmadığı için, ne kadar özgürlükçü olduğunu da sınayamadık. Yalnız şu kadarını söyleyebilirim: Solun, en azından bir kesiminin, kesinlikle özgürlükçü olmadığı ve kendisi için hak gördüğünü başkası için pek de hak saymadığını biliyorum. 

Eşitlik ve dayanışma, bir başka deyişle, sosyal adalet konusunda da solun kerim devlet anlayışının pek ötesine gittiği söylenemez. Böyle bakınca zaman zaman solun sağa, sağın sola geçtiğini söyleyebiliriz. Burada sağın yeri pek değişmiyor da solun yeri değiştiği için işler karışıyor. Kısacası sol derin bir bunalım içinde. Bu bunalımı aşmak içinse, konumunu tartışması ve ilerleme, özgürlük, eşitlik ve dayanışma bayrağını ele geçirmesi gerekiyor. Bu da bu tür sözleri yineleyerek olmaz." 

Arkadaşlar, Hüseyin Ergün'ün bu yazısı, yıllar önce değil dün yazılmış gibidir. Birkaç ilaveyle tastamam bugüne uygulanabilir-uyarlanabilir. Sol son yirmi yılda da aynı körkütüklükle ayağımıza taş koymaya devam etti. Şimdi 14 Mayıs'ta bizim ne cevap vereceğimizi merak ediyorlar? Ben de merak ediyorum: Acaba seyyid oldu diye kemali soldan bekleyecek miyiz?

21 Kasım 2022 Pazartesi

Erdoğan'ın Sisi'ni de Ehl-i Beyt dağıtır

"Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır!"
Lemeat'tan.

George Orwell'ın karaütopyası 1984'e sık sık atıflar yapıyorum yazılarımda. Zira, kitap, siyaset-devlet yaklaşımımızdaki aşırılıkların ne denli uç boyutlara götürülebileceği ile ilgili önemli öngörüler içeriyor. Bu öngörülerden birisi de 'Gerçek Bakanlığı'dır. Evet. Peki 'Gerçek Bakanlığı' nedir? Gerçek Bakanlığı, devletin o dönemde güttüğü siyaseti, 'tarihin-bilimin gösterdiği tek hakikat' olarak lanse eden bir kurumdur. Bunu yaparken de mevcut kayıtlarda, belgelerde, metinlerde (dolayısıyla onlara yaslı hafızalarda da) oynama yapmaktan çekinmez.
 
Sözgelimi: Türkiye Almanya ile savaşta olsun. Hemen Gerçek Bakanlığı memurlarına bir emir yollanır. Türkiye ile Almanya'nın geçmişte dostluk yaptıklarına dair bir kayıt-bilgi varsa hepsi yokedilir. Yerlerine 'iki ezelî düşman' olduklarını belirtir ifadeler yerleştirilir. Yani mazi yeniden düzenlenir. Böylece siyasetin girdiği yol 'toplumun-tarihin tek gerçeği' olur. Daha sonra Almanya ile ittifak mı yapıldı? Bu defa tekrar kayıtlar ele alınır. Düşmanlığımızı belirtir satırlar elden geçirilir. 'İki ezelî kardeş' olduğumuzun iltifatları yerleştirilir. Orwell'ın karaütopyasında devletler halkların zihinlerini bu detaylara kadar yönetirler. Böylece kendileri gel-git yaşamış olmazlar. Ya? Onların gelgitlerine göre tarih-toplum değişir.

Devletin ismetine toz konmaz. Uzağa gitmeyelim. Türkiye'nin yakın tarihinde de Orwell'ın bu öngörüsünün izleri vardır. Cumhuriyet kurulduğunda yazılan 'resmi tarih' toplumsal hafızamızda bir silbaştan yapmayı denemiştir. Bize, bin yıldır mücadele ettiğimiz Avrupa'yı dost, bin yıldır beraber cihad ettiğimiz müslüman kardeşlerimizi de 'hain' göstermiştir. Latin alfabesini 'Türk alfabesi' diye satmıştır. Şapka 'Türk giyeceği' olmuştur. Rakı artık 'milli içecek'tir. İncesine girdiğinizde daha birçok şeye teşebbüs etmiştir de! Fakat 5816'yla başımız belaya girmesin diye hızlı geçiyoruz. Kalemimizi aceleyle 'sadede gelmeye' davet ediyoruz. Çünkü asıl derdimiz başka. Şu Gerçek Bakanlığı'nın Ehl-i Beyt'i de yoketmeye çalışmasıdır asıl yaramız.

"Kuzum ne arasın Ehl-i Beyt Orwell'ın romanında?" demeyin muhterem kârilerim. Orada aramaz da Bediüzzaman'ın metinlerinde şöyle yeralır: 

"Eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi."

Evet. Gerçek Bakanlığı Ehl-i Beyt'i ortadan kaldırmak istiyor. Çünkü Ehl-i Beyt bu ümmetin asıl/hakiki hafızasını oluşturuyor. Siyasî otorite yalpaladığında, günden güne doğruyu-yanlışı becayiş ettiğinde, pragmatizmi fazla kaçırdığında, "Bu yaptığın yanlıştır!" diyecek, yerini bozmayacak ama fiilî siyasete de talip olmayacak ulema-evliya kadrosu İslam siyasetinin mihenk taşlarından birisini teşekkül ediyor. 

Bu mihenkler köşetaşları gibi birşey yapmaz görünürler. Ancak onlarsız herkes yolunu kaybeder. Öylece varolmaları dahi nimettir yani. (Allah, Ehl-i Beyt'in hakiki varislerini başımızdan eksik etmesin, âmin.) Çünkü duruşlarının toplum üzerindeki etkisine bakarak siyasi kadrolar kendilerini düzeltme imkanı bulurlar. Bazen gönülleriyle bazen de üzerlerindeki ilgiyi kaybetmemek için bunu yaparlar. Aksi durumda hâkim siyasetin maslahat telakkisine ayar çekebilecek kimse kalmaz. Dünün beyazı bugünün siyahı olur. Dünün siyahı bugün beyazdan beyazlaşır. Muhalefetin de en az iktidar kadar zemini oynaktır.

Bense günümüz tartışmalarına yüzümü döndüğümde Ehl-i Beyt'in fonksiyonunun kimilerince bir şekilde makaslanmak istendiğini görüyorum. Onlar siyasetin 'uyarılmasından' ziyade 'ululanmasını' istiyorlar. Bu nedenle de, bir siyasi, evvelden gittiği yolu terkettiğinde herşeyi silbaştan yazmak arzuluyorlar. İşte günümüzden bir delili: Erdoğan'ın Sisi'nin elini sıkmasıdır. Erdoğan gülümseyerek Sisi'nin elini sıkınca Sisi'nin katlettiği binlerce Mısırlı müslüman tekrar hayata mı dönmüştür? Hayır. Cezaevlerinde hâlen işkencede tutulan daha binlercesi özgürlüğüne mi kavuşmuştur? Hayır. Yani eşyanın hakikatinde bir değişiklik var mıdır? Elbette yoktur. O halde? O halde yaşanan sadece siyasetin satranç tahtasında bir hamleden ibarettir. Belki o tebessümlerin hiçbirisi de gerçek değildir. Tasannudur. Vakti gelince iade edilir.

Ancak 'kraldan çok kralcı' öyle bir kitle var ki, bunlar, Erdoğan'ın her yaptığının Gerçek Bakanlığı usûlünce kudsanmasını bekliyorlar. Erdoğan arayı bozuk tutarken 'Diktatör' olan Sisi, düzeltince Mısır'ın 'devlet başkanı' oluveriyor. Dahası da var. Türkiye'nin birçoğunu toprağında himaye ettiği İhvan üyelerine de DAİŞ'çilik yakıştırması yapılıyor. 'Terörist' deniliyor. Dahası: Erdoğan'ın vaktiyle can u gönülden, bin maşaallah, güttüğü siyasetin 'dış güçlerin oyunu' olarak şekillendiğini, aslında Mısır'la hiçbir meselemizin olmadığını, Sisi'yle de işlerin gayet yürütülebileceği söyleniyor da söyleniyor. Bunlar söyleniyor da, muhterem kârilerim, siyaset şarabından sarhoş olmayanların da yüreği sızlıyor. Tamam, siyaseti istikametteyken bunlar da alkışlıyorlar, ama siyasetten istikamet almıyorlar. İstikametin kaynağını İslam biliyorlar.

Aman, sakın, sızınızı ifade etmeyin. Çünkü Gerçek Bakanlığı Ehl-i Beyt mesleğinde gidilmesini istemiyor. Devlet neyi doğru buluyorsa artık o doğru. Devlet neyi yanlış buluyorsa artık o yanlış. Mazi? Maziyi boşverin. Bugün faydalı olan yalnız hakikattir. Aman. Yanlış söyledim. Doğrusu şu: Bugün faydalı olandır yalnız hakikat. Demirel öldü. Ama "Dün dündür!" ilelebet payidar kalacaktır. Ne de olsa "Bugün hep bugündür!" Hatta Demirel'in eksiği bile vardır. Evet. Tamamlayalım hadi: "Bugün aslında dündür. Hatta dün diye birşey yoktur. Siyasette herşey bugündür. Bugün işe yarayandır. Gerekirse dün de yeniden yazılır."

Ortalıkta silik para çok. Biz yine mürşidimizin ayak izlerini öperek 'müsbet hareket'ten ayrılmayalım. Yapıcı olmaktan başka yol yok. Sakın bırakmayalım. Hasenatı seyyiatına galip olanlar hayırlılarımızdır. Aksini savunmayalım. Lakin istikamet 'siyasetin kararlarına göre kalbimizin ayarlarıyla oynamak' da değildir. Böyle yapmayalım. Evet. Siyaseti bu denli merkezine oturtanların kalbi güncelin dansözü olur. Hayatları çelişkiyle dolar. Pirana sürüsü gibi yön değiştirirler. O yüzden gönlümüze fetva sormaktan usanmayalım. Yalnız Allah'ın rızasını arayalım.

Mesela: Ben bu Sisi meselesini sordum. Bana güzel şeyler söylemedi. Hatta dedi ki: Ulan hadi bunu hasenattan saydın diyelim. Yarın bu devlet LGBT'ye olan yarım küslüğünü de büsbütün dostluğa çevirirse? Yahut 5816'ın üzerine bir-birkaç 5816 daha ekleyecek hale gelirse? Onları da mı yalayıp yutacaksın? Hiç gönül koymayacak mısın?
 
O halde gönlünü şimdiden koy. De ki: Sisi diktatördür kardeşim. Erdoğan bin kez elini sıksa da bu değişmez. Bitti. Şahit olduğun en fazla mecbur olunmuş hatadır. Güçsüzlüğümüzdür. Kaybetmişliğimizdir. Yoksa Sisi'nin kanlı eli Erdoğan'ın elini haketmiyor. Ona diktatörden başka lakap da yakışmıyor. Fakat, İslamcılık, siyasetle mesaisi ziyade olduğundan Emevîce bozulmalar yaşıyor. Senin zaten o taraklarda bezin yok. Oturduğun yerde Ehl-i Beyt'in ayaktozu olmaya çalış bari. Kalbini koru. Ehl-i Beyt mesleği olmazsa Emevîleri-Abbasîleri muhafaza etmeye kimsenin gücü yetmeyecek. Yani ki Gerçek Bakanlığı durdurulamayacak. O halde istikamet hafızasını koruyan Ehl-i Beyt yüzbinler kere varolsun!

4 Ekim 2022 Salı

Bilecik Kılıçdaroğlu'nda mı ki?

Bizim küçüklüğümüzde 'Kuruluş: Osman' yoktu amma 'Kuruluş: Osmancık' vardı. (Başrolünde de Burak Özçivit değil Cihan Ünal oynuyordu.) Sonunda 'cık' olduğuna bakmayın. Döneminde acayip rağbeti olan bir yapımdı. Hatta, Kurtlar Vadisi'ndeki gibi, diyalogları günlük konuşmalara da inerdi. Deyimleşirdi. Bunlardan bir tanesini şöyle hatırlıyorum mesela: "Bilecik sende mi ki?" Şimdi "Ne var bu sözde a şaşkın?" diyeceksiniz. Hikâyesiyle beraber aktarınca tatlılaşacak. Hafızamda kaldığı kadarıyla naklediyorum: Osman Gazi merhum Bizans tekfurlarından birisinden kız mı alıyordu, ne oluyordu, öyle birşey vardı galiba. Kızın çeyizi olarak da tekfur kendisine Bilecik'i bağışladığını söylüyordu. Halbuki Bilecik'i çoktan bizim akıncılar beyliğin kütüğüne kaydırmışlar. Derelerinde ayaklarını serinletiyorlar. Kılıçlarını yağlıyorlar. Ovalarda çadır yeri seçiyorlar. Osman Bey de tekfurun imâ dolu bağışını ağzına tek soruda tıkıyordu: "Bilecik sende mi ki?" Osmanlıca bilmeyenler için günümüz diline tercümesi: "Kimin malını kime bağışlıyorsun lan sen?"

Kılıçdaroğlu'nun 'tesettürü yasal koruma altına almak iddiasıyla' yaptığı yasa teklifini duyunca aklıma geldi yeniden. Osman Gazi'den bu yana bin yıl geçmiş. Tekfur tekfurluğundan vazgeçmiyor. Bizim olanı bize bağışlayıp duruyor. Kendi malımızla bizi borçlandırıyor. Daru'l-İslam'da müslümanlığımızı özür dileyerek yaşıyoruz. Halbuki tesettür bu fizikte yerçekimi kanunu gibidir. Kimse yerçekimi kanununu yasal güvenceye almaz. Gerek duymaz. Nefes almak anayasal güvenceye tâbi değildir. Müslüman için müslümanlığın nefes almaktan ne farkı vardır? Hatta bununla beraber aklıma bir de fıkra gelmişti. Buradan da paylaşayım: Nasreddin Hocanın büyüklüğünden dolayı evine seremediği bir halısı varmış. Dürülü dururmuş. Senede bir de yıkamaya götürürmüş. Halıyı görenler derlermiş ki: "Hoca, evine seremiyorsun, bari camiye bağışla da mü'minler faydalansın." Fakat Hoca yanaşmazmış. Gel zaman git zaman. Yine birgün halıyı ırmağa götürüp yıkamaya başlamış. Fazla mı açılmış ne! Bakmış ki akıntının gücünden dolayı halı gidiyor. Eyvah. Çekiyor, gelmiyor. Düşünmüş: Halı gitti gider. Gücüm bitti. Bari sevabından olmayayım. "Ey ahalî, şahit olun, halıyı camiye bağışladım!" diye bağırmış. Halı da akıntıya kapılıp gözden kaybolmuş. 

İşte Kemal Bey'in dindarlara 'başörtüsü bağışı' da böyle birşey. Evet. Öyle ya: Arkadaş, sen, bu halıyı-başörtüsünü dindarlara vermemek için elinden geleni yaptın. Ta anayasa mahkemelerine kadar gittin. Eşiğini aşındırdın. Neler neler söyledin. Hepsi kayıtlı. Videoları dönüyor. Dindarlar da direndi. Senin gibilere rağmen yılmadı. Devran döndü. Allah ikbal verdi. Bileklerinin gücüyle söke söke haklarını aldılar. Bugün her yerde başörtüsü serbestisi kazanıldı. Yani, senin anlayacağın, halı akıntıya kapıldı gitti. Bu dakikadan sonra neyi bağışlıyorsun a efendim? O feraset evvelden gelseydi ya. Kadınlar-kızlar inim inim inletilirken ses verseydin ya. Zaten aldığımızı, geri dönüşüne ümidin kalmadıktan sonra, niye bağışlıyorsun ki? Bilecik sende mi ki? Ha, bak, şu kapıyı da açık bırakıyorum: Eğer içinden sahici bir cömertlik geldiyse sana başka adres gösterelim. Oradan bize bir bağışta bulun. Daha almadığımız hakkımızı bize ver. Hatırlarsın. Bu vatanı kurtaranlar birşey yazdırmıştı anayasaya. 1928'de çıkarmıştınız. Evet. Seleflerin yapmıştı bunu. Doğru hatırladın: "Devletin dini din-i İslam'dır." Onu geri koydursana. Bak o zaman bir "Helal olsun!" çekerim sana. Hem de yürekten çekerim. "Bu Kemal önceki Kemal'e benzemiyor!" diye hafiften ümitlenirim. Fakat fazla kaçırmam. İşin içinde CHP oldu mu ümidi fazla kaçırmamak lazımdır.

Evet. Ümidi 'hafif' tutmakta fayda var muhterem kârilerim. Çünkü bu CHP denilen yönetim örgütü öyle yasayı masayı pek takıcı bir yapılanma değildir. Kendi çıkarsa bile... Nereden mi biliyorum? Efendim, nurcu olmam hasebiyle, Bediüzzaman'ın hayatını/metinlerini çoklukla okumuşumdur. Hem de biraz yakın tarih hakkında mürekkep yalamışlığım vardır. İş zulmetmeye geldiğinde CHP zihniyetini yasa masa durduramaz. Zulümleri için her kılıfı kullanabilirler. Her maddeyi âlet edebilirler. Her bahaneyi gerekçe gösterebilirler. Böyle bir tevil/tefsir güçleri mevcuttur. (İnanmayanlar 'Varlık Vergisi'nin nasıl bir usûlle(!) alındığını azıcık araştırsalar aydınlanacaklardır.) Mürşidim bir yerde kendisine yapılan muameleyi 'cebr-i keyfî-i küfrî' olarak tarif eder. 'Ceza bir olur' der. Hatta canı gırtlağında haykırır: "Dünyada hükûmet süren, hükmeden her kavmin, hattâ insan eti yiyen yamyamların ve vahşî canavar çete reislerinin dahi bir usulü var, bir düsturla hükmeder. Siz hangi usûlle bu acîp tecavüzü yapıyorsunuz? Kanununuzu ibraz ediniz. Yoksa bazı alçak memurların keyiflerini kanun mu kabul ediyorsunuz? Böyle hususî ibadette kanun olmaz!" İlerisinde de ekler: "Dünyada en büyük ahmak odur ki dinsiz serserilerden terakkiyi ve saadet-i hayatiyeyi beklesin." 

Biz Bediüzzaman gibi 'Hususî ibadette kanun olmaz!' diye duralım. CHP bize tesettürü bile usûlunce bağışlıyor. Evimizin eşyasını paket yapıp bize satıyor. Hem Bilecik için bizimle savaşıyor hem de fethin ardından "Sana satayım mı?" teklifinde bulunuyor. Mazlum olmak yine neyse de muhterem kârilerim aptal olmak daha acı birşey değil mi? İzzetsizlik iktidarsızlıktan beter canımızı yakmıyor mu? Biraz dilimiz Osman Bey'in şehametine kaysa ya. Şöyle ciğerimizi doldurup Cihan Ünal tavrıyla "Bilecik sende mi ki?" diye sorsak ya. Soramıyor muyuz? O halde hazır olalım. Kaderin bir 28 Şubat'a daha fetva vermesi yakındır. Gelecektir. Cenab-ı Hak gelmeden ayılmayı nasip eylesin. İsrailoğulları gibi çöllerde mahvettirmesin. Âmin.

19 Şubat 2021 Cuma

Hz. Osman'a (r.a.) torpil yaptırmak mümkün mü?

Hz. Osman radyallahu anh bizim için herhangi bir siyasi figür müdür? Sahabe yan apartmanda oturanlar kadar haklarında rahat konuşulacak bir sosyoloji midir? Belki ben onları böyle sıradanlaştıramadığım için alınganlaşıyorum. Canım sıkılıyor. Dişim sıkılıyor. Daralıyorum. Ahmed Yıldız ağabeyin önüme düşen 'flood'unu okurken de böyle bir gerilim yaşadım bugün:

"Genişleyen siyasi sınırlar içinde hükümran olma formülünü 'güven' üzerine kuran Hz. Osman, bu sebeple tüm yöneticiliklere akrabalarını atamış, böylece kamu düzenini sağlayabileceğini düşünmüştü. 'Benden olan bana sadık kalır' anlayışı kendisini hesap vermeye kapatıyordu. Bu yaklaşım kaçınılmaz olarak liyakati yok saydı, keyfilikleri, yozlaşma ve yolsuzlukları 'icab-ı idare' olarak kabul etti. Müslüman dünya, böylece sürdürülebilir ve hukuka dayalı bir yönetim modeline veda etti. Hikmet-i hükümet norm oldu. Dün olduğu gibi bugün de, Müslüman dünyanın ana problemi siyasi istibdat yerine hukuka dayalı, muhalefeti beşeri çeşitliliğin zorunlu bir unsuru olarak gören, şeffaf ve hesap verebilir yönetim modellerine sahip olmayışıdır."
 
Bununla övünülmez ya: Ben cahil bir adamım. Bir alanda uzmanlık yapamadım. Belki şimdi 'bu sözleri doğru anlayamadığım' da söylenecek. Kendimi temize çıkarmam. Olabilir. Lakin kalbimin sesini de önemserim. Göğsüm pusulam gibidir. Ve kalbim bu silsilenin bana söylediği şeyden cidden rahatsız oldu. İlk rahatsızlığı şuydu: Bugünün siyasetiyle/saflaşmalarıyla ilgili bir mevzuu götürüp Osman radyallahu anha bağlamakta ne maslahat var? Çünkü, elhamdülillah ki elhamdülillah, mü'min reflekslerimizin böyle yeşermediğini düşünüyorum. Biz hayatta bir yanlışla karşılaşınca onu ta götürüp sahabeye bağlamak arzusu duymayız. Ya? Mümkünse, o çamuru yalar-yutar, üzerimize alır, o pâk eteklere sıçratmayız. Komşum bana ırkçılık yapsa mesela, mevzuu alıp, "Bir keresinde Ebu Zerr radyallahu anh da Bilal-i Habeşî radyallahu anha..." falan filan diye yerde sürüklemem. Onu şununla bağlamam. Zaten ilgisi yoktur ki bağlayayım. Kusur burada durur. Kusur bende durur. Kusur zaten bana/bize yakışır. Onlara değil.

O nedenle 'adam kayırmacılık' üzerinden bugüne söylenecek birşeyin de ta götürülüp Hz. Osman-ı Zinnureyn'e bağlanmasını anlamam. Meleklerin kendisinden hayâ ettiği bir ahlak sahibine böyle şeyleri götürmenin maslahat adına da birşey getireceğini sanmam. Ne getirir peki? Sahabeye tân getirir. Bu konularda kelam etmeye haddi olmayanların çenelerini açar. Cahile cesaret verir. Sanarlar ki: Sahabe de bizim gibi insanlardır. Adam kayırırlar. Kul hakkına girerler. Ahlaksız yönetimler sergilerler. Bir yalanı, hileyi, hatayı 'ahlaksızlığı belirtir bir ısrarla' bütün yönetimleri boyunca tekrarlarlar. Hatta, şianın iddia ettiği şekliyle, Aleyhissalatuvesselamı defnetmeyi unutur da "Başa ben geçmeliyim!" kavgasına tutuşurlar. Hâşâ. Böyle bayağı-denî karakterler değildir onlar. Biliyoruz ki: Bugün sahabeyi böyle anlamayı sevenler genelde ehl-i bid'a ekollerdir. Onların müntesipleridir. Sahabeyi tân etmek denilince onlar akla gelir.

Neden? Çünkü her bid'anın gidip çarptığı duvar 'sahabeye hürmet'tir. Ümmet-i Muhammed'in bu aziz tutumu bid'aların revacını engellediği için, farklı ekollerden de olsalar, sahabeye tân edeni severler. Hepsi aynı kuyuyu kazmaktadır çünkü. Aynı surda delik açmaktadır. Niyetleri ne olursa olsun. Buradan hepsine ekmek çıkar. Bu nedenle Ehl-i Sünnet de sahabe konusunda ayrıca hassastır. Haysiyetlerine ayrıca düşkündür. En küçüğünü olsun korumasız bırakmaz. Dokundurmaz. Bunun en güzel ifadesi de Ömer b. Abdülaziz rahmetullahi aleyhin "Allah kanlarına ellerimizi bulaştırmadı. Biz de dilimizi bulaştırmayalım!" tutumudur.
 
Biz ne yapıyoruz? Biz, Allah selamet versin, feraset versin, istikamet versin, pek iyi yapmıyoruz. Ahmed ağabey de iyi yapmıyor. Ki kendisi de biliyordur: Hz. Osman isminde birisi hiç yaşamamış olsaydı, şimdi-şu anda varlığını bütün tarihten çekip çıkarabilseydik, silebilseydik, bu sorunlar yine olacaktı. Devlette de olacaktı. Millette de olacaktı. Bizde/bende de olacaktı. Hiçbir coğrafya/sistem bundan kurtulamayacaktı. Çünkü bunlar fıtratın yaralarıydı. Yukarıdaki arızaları insanlık tarihine Osman radyallahu anh sokmadı. İlk akrabasını vali atayan da o değildi. 'Adam kayırmacılık' denen hâdise Habil ile Kabil kıssası kadar eski bir mesele. Kurcalasanız gider. Hatırlayalım: Yakub aleyhisselamın oğulları onu neyle suçluyorlardı? Yusuf aleyhisselamı kayırmakla değil mi? Dolayısıyla, haklı-haksız, belirtileri/dedikodusu tarihin her köşesinde görülen kronik hastalıklar için sahabeye müracaatın ne manası var? Ne şifa umulur bu tândan?
 
Kusura illa bidayet inşa edilecekse, ihtiyaçsa(!), Allah'tan 'başkasının değil kardeşinin nübüvvetini dilediği için' Musa aleyhisselam da suçlanabilir. Hâşâ. Veya ehl-i beyte mevedded bahsinde "Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır!" dediği için Aleyhissalatuvesselama da çamur atılabilir. "O ehl-i beytini kayırmasaydı kimse akrabasını kayırmazdı!" falan denebilir. Hâşâ. Cenab-ı Hak böyle bataklıklarda altın aramaktan cümlemizi muhafaza eylesin. Âmin.

Kaldı ki: Osman radyallahu anhın olayı "İlle de Benî Ümeyye olsun ister çamurdan olsun!" üzerinden tanımladığına dair bulgumuz da yok. Eldeki delillerin hepsi onun 'akrabasına iyilik etmeyi sevdiğini' gösteriyor. O kadar. Ki bu tutum cuma hutbelerinden aşinamız ayetin de emridir. Benî Ümeyye asabiyeti değildir. Hamiyet-i diniyedir. Bir de karakteri itibariyle Ömer radyallahu anh gibi sert olmayan yönetimi var. Bunları biliyoruz. Ancak akrabalarını valiliklere atama hususunda yalnız değil ki. Aynı tutumu hilafeti döneminde Hz. Ali radyallahu anhın da gözettiğini birçok kaynak naklediyor. Yani o da tıpkı Hz. Osman gibi akrabalarını vali atıyor. Evet. O zaman belki şunu da düşünmek gerekiyor: "Belki de o şartlarda en hikmetlisi buydu ha?"

Peki bu seçimlerde şer'i şeriften ayrıldığına dair bir delilimiz var mı? Yok. Olsa olsa emîrü'l-mü'minînin iradesine bırakılmış bir alanda seçimini böyle beyan buyurmuştur. Tasarrufunu böyle kullanmıştır. Zaten kendisinin de dönemindeki ifadesi "Böyle yapmakla Allah'ın rızasını aradığı..." yönündedir. Valiliğe atadığı kimseler de alelekser liyakatsiz insanlar değildir. Muaviye radyallahu anh gibi öne çıkan bazılarıysa zaten Ömer radyallahu anhın döneminde de aynı görevlerde bulunmaktadırlar. Yani Benî Ümeyye'nin yönetimde görev alması ilk kez Osman radyallahu anh ile de değildir. Kaldı ki: Benî Ümeyye, hâşâ, bir nasipsizler kervanı, lanetliler kavmi vs. de değildir. Haşimoğullarının amcaoğlu, Kureyş'in asil hanedanlarından, yetenekli-zeki insanlar barındıran bir kavimdir. 'Arabın dehaları' sayıldığında Benî Ümeyye'den birçok kişi listeye girer.

"'Benden olan bana sadık kalır' anlayışı kendisini hesap vermeye kapatıyordu." Vallahi Hz. Osman kemalinde birisi ne kendisinin ne de atadığı birisinin 'hesap vermeye kapanacağını' rüyasında görmemiştir. Hesap vermeye kapalı iktidarlar varsa bunlar kendilerini 'her anının hesabıyla yaşayan' Osman radyallahu anh ile referanslandıramazlar. Onun merhamet yolunu tutması böyle bir sonuç amaçlamamıştır. Bu sonucun membaının orası olduğu metazoridir.

"Bu yaklaşım kaçınılmaz olarak liyakati yok saydı, keyfilikleri, yozlaşma ve yolsuzlukları 'icab-ı idare' olarak kabul etti." 'Akrabaya veya tanıdığa görev vermek' ile 'liyakatin yok sayılması' arasındaki kaçınılmaz bağı ben göremiyorum. Hatta bu kaçınılmazlık iddiasında bir tür demagoji tadı da alıyorum. Bir insan akrabasından liyakatli bir kimseye sorumluluk veremez mi? (Aleyhissalatuvesselam Efendimizin Hz. Ali radyallahu anha verdiği sorumluluklar az mıdır?) Veya şöyle soralım: Tanıdıkla çalışmanın zorunlu olarak liyakati ötelediği sahih bir yaklaşım mıdır?
 
Bu konulardan fitne çıkması da yeterli delil oluşturmaz. (Fitne Aleyhissalatuvesselam Efendimizin Hz. Usame radyallahu anhı genç yaşında komutan atamasında da kendine yer bulmuştur.) Zira şer'an böyle bir yasağın mevcudiyetini bilmiyoruz. Olsa olsa maslahata göre seçilebilir meşru şıklardan birisidir. Maslahat olur seçilir. Maslahat olmaz seçilmez. Süleyman aleyhisselam gibi evladı olsa hangi baba onu yerine sultan bırakmaz? Bir de aksini düşünelim: Hiçbir akraba-tanıdık çalışmayan yönetimlerde 'keyfilikler, yozlaşmalar, yolsuzluklar, torpiller' yokedilebilmiş midir? Yoksa 'icab-ı idare' her yerde kendisini idare edecek argümanları bulmakta mıdır? Herhalde insanlık bu konuda da yeterince tercübeye sahiptir. Evet. Gruplaşmalar fıtratları meyyal olanlarda yine yeşerir. Velev ki içlerinde hiçbir yakınlık bağı olmasın. Bulurlar. Kurarlar.

"Müslüman dünya, böylece sürdürülebilir ve hukuka dayalı bir yönetim modeline veda etti. Hikmet-i hükümet norm oldu." Yani "Aynı İslam tarihine mi bakıyoruz?" diye bazen şüpheye düşüyorum. Bu yaklaşımla rasat edince sanki İslam tarihi 'hukuksuzluk tarihi' gibi birşey oluyor. Ne kuvvetli bir veda ediliyor! Sanki bundan sonraki asırlar şeriatla/adaletle yönetilmediler. Çağdaşlarına gıpta parmağı ısırtmadılar. Ha, nameşru şeyler hiç olmamış mıdır, olmuştur. Kim sırr-ı imtihanı üzerimizden kaldırabilir? Ahmed ağabeyin hayal ettiği sistem uygulansa acaba bunlardan kurtulunabilecek midir? Bana sorulsa "Mümkün değil!" derim. İnsan varsa imtihan var. İnsan varsa arıza var. İnsan varsa sapma var. Fertlerde varsa toplumlarda-devletlerde de var. Hiçbir rejim, adı-sistemi-işlemi ne olursa olsun, şeytanın aralarına giremeyeceği saflara sahip olamayacak. Çünkü insanlardan kurulu olacak. İnsanlar buna müsait olup yozlaştıracaklar. Bu noktada da, hepsi aynı ümitle dünya sahnesine çıkıp, devireceklerini devirip, aynı inkisar-ı hayalle devrilen ideolojiler (hatta ideolojiler çağı) yeterli bir tecrübeyi ders verir.

"Dün olduğu gibi bugün de, Müslüman dünyanın ana problemi siyasi istibdat yerine hukuka dayalı, muhalefeti beşeri çeşitliliğin zorunlu bir unsuru olarak gören, şeffaf ve hesap verebilir yönetim modellerine sahip olmayışıdır." Ahmed ağabeyin dikkat-i nazarı bir nur talebesine göre çok fazla devlete bakıyor. Halbuki bu rahlenin bize ilk öğrettiği her yaranın başlangıcının bizde olduğu. Ancak biz düzelirsek düzeleceği. Yeni Said en çok bundan eskisine güceniyor. Yani müslüman dünyanın esas problemi siyasal değil takvasaldır. Siyaset dairesi zaten günahsızlık/ismet dairesi değildir. Siyasetçinin ekserce müttaki olamayacağı Ahmed ağabeyin de aşina olduğu bir manadır. Biz kendimizi yıllarca siyasal İslamcılardan bu mihengle ayırdık. Şimdi gözümüz onlar kadar kemali devlette arayacaksa nurcu inceliğimiz-derinliğimiz nerede kalır?

Çok uzattım. Diyeceklerim de kaldı ama hülasa edip fasıl vereyim: Ben Ahmed ağabeyin siyaseti-iktidarı-hükümeti-partileri vs. eleştirmesine karşı değilim. Bunu herkes gibi yapabilir-yapar. Ama Metin ağabeye bir ay kadar önce ettiğim sitemin aynısını ona da ediyorum: Bunu böyle söyleyebilmek gayet mümkünken ta sahabeye kadar gitmeye ne gerek var? Çıkıp dese ki: AK Parti hükümeti atamalarda liyakati değil akrabalığı önemsiyor. Her makama kendi adamlarını getiriyorlar. Bu anlayış yolsuzluğu doğurur vs. Söyleyemez miyiz? Zaten hergün binlerce cümle bu bahiste yazılmıyor mu? Bunu böyle burada bırakarak söylemek mümkünken işi ta Hz. Osman radyallahu anha çıkarmaya ne gerek var? Allah cümlemizi istikametten ayırmasın. Âmin. Âmin.

Konu hakkında bir ders için: https://www.youtube.com/watch?v=9KskRVIBNrE&t=2s

13 Mart 2020 Cuma

Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi?

Bugünlerde en çok üzüldüğüm şeylerden birisi de; mürşidlerinin külliyat içerisinde defalarca vurgu yapmasına rağmen, Ehl-i Sünnet olduğunu belirtmesine rağmen veya istikametli olanın Ehl-i Sünnet cadde-i kübrası olduğunu ifade etmesine rağmen, kimi nurcu kardeşlerimin Ehl-i Sünnet'ten farklı görüşlere sahip olabilmesidir. (Hatta 'Ehl-i Sünnet kalıpçılığı' gibi meş'um ifadelerle fırka-i nâciyeyi eleştirebilmeleridir.) Sorun sadece 'sahip olabilmeleri' de değildir üstelik. Bunu Üstad'a da dayatabilmeleridir.

Okuyanlar hatırlayacaklar: Geçenlerde bir yazım vesilesiyle Muaviye radyallahu anha bakışımızı da bir parça konuşmuş olduk. (Yine Risalehaber'de yayınlanan Bekir Berk abi konulu metnimin yorumlarına bakanlar aydınlanacaktır.) Ne gördük peki orada? Bazı nurcu kardeşlerimiz, nasıl yapmışlarsa yapmışlar, Muaviye radyallahu anhın 'radyallahu anh' duasına layık olmadığına dair çıkarımlarda bulunmuşlar. Neye dayanıyorlar peki? Bediüzzaman'ın sahabe arasındaki ihtilaflara dair yazdığı birkaç metne. Peki o metinlerde hakikaten Muaviye radyallahu anhın 'radyallahu anh' denilmeye seza olmadığı mı söyleniyor? Hâşâ! Böyle hiçbir beyan yok. Hiçbir metin böyle birşey söylemiyor. Fakat hayatı okumayı siyaset, siyaseti okumayı da demokrasi çerçevesine sıkıştıranlar, hilafetin saltanata dönüşüm süreci üzerinden uçuyorlar da uçuyorlar. Kimbilir: Belki demokrasiyi itikatlarından da fazla önemsiyorlar. Allah böyle birşeye kapılmaktan cümlemizi muhafaza eylesin. Âmin.

Ben bu yazıda dayandıkları metinlerin ne kadar onların 'arzularını' söylediğini irdelemeyeceğim. (Bunu belki başka bir yazıda yapacağım.) Fakat Risale-i Nur'da bizzat kendisinin de Hz. Muaviye hakkında 'radyallahu anh' ifadesini kullandığı sabit olan Üstad'ın bir mürşidine uzanacağım. Kimdir bu mürşid? Müceddid-i Elf-i Sânî İmam-ı Rabbanî rahmetullahi aleyh. Bu arkadaşlar, bizim sözlerimizi (yaşımız gibi) belki küçük görürler, fakat herhalde İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin adı anılınca ceketlerini ilikleyecekleri gelir. Nihayetinde zikredilen kişi Bediüzzaman'daki kıymeti bilinen birisidir. Gerçi avukatlık nefsin elini tutunca insan her aşırılığa savrulur. Lakin bize düşen yine de hakikati beyan etmektir. Yani, tebliğ bizim görevimizdir, hidayet ise Allah'tandır. Allah kalbimizi istikametine çevirsin.

Bendeki nüshaya göre 251. Mektub'da, Mevlana Muhammed Eşref'e 'sahabe arasındaki ihtilaflara nasıl bakılması gerektiğini' anlatan İmam-ı Rabbanî Hazretleri, 'Muaviye radyallahu ahna nasıl bakılması gerektiği' noktasında da kıymetli şeyler söylüyor. Bu zeminde yaşanacak sapmaların nerelere gidebileceğine dair talebesini uyarıyor. Elhamdülillah. Hepsini alıntılamayacağım. Çünkü uzundur. Ancak parça parça aktarmalar yaparak mevzuun o büyük İmam'ın gözünde ne kadar ehemmiyetli olduğunu nazarlarınıza vereceğim. İçeriği ilgisini çekenler (yukarıda numarasını da verdiğim) mektubu elbette bulup okuyabilirler:

"Ashab-ı Kiram 'aleyhimürrıdvan' arasında olan muharebeleri iyi sebeplerden, güzel düşüncelerden ileri geldi bilmek; dünyalık için, menfaat için bilmemek lazımdır. Çünkü onların ayrılığı içtihad ve te'vil ayrılığı idi. Heva ve hevesten doğan ayrılık değildi. Ehl-i Sünnet âlimleri hep böyle söylüyor. (...) Hz. Muaviye radyallahu anh için nasıl zalim denilebilir? Onun Allahu Teala'nın emirlerini ve müslümanların haklarını gözetmekte âdil bir halife olduğunu es-Sevaikü'l-Muhrika'sında allame İbn-i Hacer-i Mekkî yazıyor. (...) Böyle sözleri Yezid için söyleseler yeridir. Fakat Muaviye radyallahu anh için söylemek çok çirkin olur. Peygamberimiz aleyhissalatuvesselamın Hz. Muaviye'ye hayır dualar ettiği hadis âlimlerinin hepsi söylüyor. Onun duasının kabul olunacağı ise şüphesizdir. (...) İmam-ı Malik rahmetullahi aleyh tebe-i tabiîndendir. Hz. Muaviye radyallahu anhın asrında yaşamıştır. İşte o büyük âlim (eğer kemallerine inanmasa) 'Muaviye ve Amr b. Âs'a sövenleri öldürünüz!' der mi idi? Demek ki ona sövmeyi büyük günahlardan saymıştır. (...) İyi düşünmek lazımdır ki: Hz. Muaviye bu işlerde yalnız başına değildi. Ashab-ı Kiram'ın hemen hemen yarısı onunla beraberdi. Eğer Hz. Emîr (Hz. Ali) radyallahu anhla muharebe edenlere kâfir/fasık denilirse din-i İslam'ın yarısı yıkılır. O halde ancak din-i İslam'ı yıkmak isteyenler onları kötüler."

Uzatmayayım. Zira daha sarsıcı birçok ifade bu mektupta bulunmakta. Hatta İmam-ı Rabbanî rahmetullahi aleyh başka birçok âlimden delil getirerek de Muaviye radyallahu anha karşı soğukluk hissedenleri uyarıyor. "Aman, sakın, zihnar!" diyor. Allah ondan razı olsun. el-Hak, Bediüzzaman'ın duruşu da böyledir, fakat kanaatimce bu noktada kimi nurcular bir parça operasyona maruz kalıyorlar. Mahallelerini şaşırıyorlar. Bu operasyonun ardında şia da olabilir (çünkü onlar mesleklerini bu husumet üzerine bina ederler) modernistler de olabilir (çünkü onlar da sahabeye hürmeti kırmayı severler). Her şekilde bu bir operasyondur. Yerli bir düşünüş/inanış değildir. Biz Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat olarak sahabeyi birbirinden ayırmamayı mesleğimiz bilmişiz. Hep bunun üzerine yaşamışız. Şimdi duruşumuzu bozmak/parçalamak isteyenlere, hep düşman demek olmasa da, 'aptal dost' denmeye de sezadırlar. Zira dine verdikleri zararın farkında değildirler. Allah onların kalplerini istikamete çevirsin. Âmin.

27 Ocak 2020 Pazartesi

Mesele sadece Bekir ağabey değil arkadaş sen hâlâ anlamadın mı?

"Hıyanet niyetiyle her ne vakit bir memur yanıma gelse onu yılan suretinde görüyordum. Hatta bir defa müdüre söylemiştim: 'Fena niyetle geldiğin vakit seni yılan suretinde görüyorum; dikkat et' demiştim. Zaten selefini çok vakit öyle görüyordum." Mektubat'tan.

Bu defa bir fıkra ile başlayalım. Efendim, uzun versiyonunu anlatması bıktırır, kısaltarak aktarmayı deneyeceğim. Şöyle başlıyor: İki tane IŞİDci Suriye kırsalında oturmuş muhabbet etmektedirler. Konu, döner dolaşır, örgütün temel meselelerinden olan "Dünyada kaç tane gerçek müslüman var?" mevzuuna gelir. İkili gayet hemfikir şekilde önce İran'ı, Türkmenistan'ı, Azerbaycan'ı, Türkiye'yi, Pakistan'ı, Mısır'ı, Fas'ı, Cezayir'i, Malezya'yı, Afganistan'ı vs. çeşitli bahanelerle elerler. Sonra kılıç daha aşağılara doğru iner. Suudî Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Yemen, Umman, Sudan, Katar falan da bir güzel biçilir. Kala kala elde yalnızca Suriye kalır. Fakat acaba Suriye'nin tamamı da bu payeye layık mıdır? Elbette değildir. Bu defa Suriye'deki bölgeler biçilmeye başlarlar.

Halep tarafı şöyledir. İdlib tarafı böyledir. Afrin'de şöyle şöyle yanlışlar vardır. Hasılıkelam: Nihayetinde bu iki IŞİDci dünya haritasından başlayarak tekfir ede ede kendilerine kadar gelirler. Son durum karşısında birisi dönüp diğerine der ki: "Yazık, görüyor musun, yalnız ikimiz gerçek müslüman kaldık!" Arkadaşı imâlı bir bakışla ötekini süzüp cevap verir: "Senin de ayağın kaymaya başladı."

İşte Bediüzzaman Hazretlerinin Sünuhat isimli eserinde 'tahtiecilik' dediği mesleğin en sonunda varacağı yer budur. Kendisiyse doğru tutumun 'musavvibe' mesleği olduğunu söyler. Musavvibe nedir peki? Alıntılayalım: "Dört mezhep de haktır. Füruatta hak taaddüd eder, diyenlere ilm-i usûl ıstılahınca 'musavvibe' denilir." Yine mürşidim tahtiecilik hakkında der ki: "Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâm'da lâzım olan tesanüd-ü ervâh, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmıştır. Hâlbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz."

Bekir Berk ağabeyin ismi etrafında yıllardır dönen tartışmaları izlerken de hep bu bahsi hatırlarım. Sonda söylenmesi gereken şeyi başta söyleyeyim: Bence Bekir ağabey hakkındaki bu tür iddiaların menşei nurcuların kendi içlerindeki ihtilaflarıdır. Her ne kadar Yenişafak'ın yeni yayınladığı evrak(!) ile mevzu gündeme gelmiş olsa da (üzerine çay dökülmüş her kağıt belge olmaz) farklı gruplar içinde azıcık zaman geçirmiş herkes bilir ki, bu suçlamaların tarihi daha eskidir. Hem bu 'eski' kısmı evrak falan de istemez.

Bekir ağabeyin (veya çevresinin) bazı konularda 'kendi kanaat önderleriyle' iyi anlaşamaması 'ajan' yaftası yemesi için yeterlidir. Nurcular mabeyninde tekfir müessesi işlemediği için, çok şükür bunu akıl edememişiz, daha kullanışlı bir yol olarak bu yöntem tercih edilmiştir: "Ajandır, ajansın, ajanlar...." Evet. Ben bile şu yaşımda birkaç kez bu suçlamaya maruz kalmışımdır. Halbuki ne alaka? Zurnanın son deliği gibi birşeyim. Ferhan Şensoy'un Pardon'da dediği gibi: "Beni adamdan sayıp alacak örgüte ben zaten girmem!" diyecek bir durumdayım. Değil bir gruba kanaat önderliği yapayım, sokakta dayak yesem yardıma gelen olmaz, öyle bilinmezlikteyim. Fakat Kurtlar Vadisi izleyip derse gelenlerin gönlü ferman dinlemez ki kârilerim. Madem ki meşreplerince sevilmeyen şeyler dile getiriyorsundur. Ajansındır. Herhangi bir örgüt sana el vermese de olur.

Bu mevzuun içimizdeki kısmı. Peki dışımızdaki? Dışımızda bence bu ihtilafı kâra dönüştürmek isteyen daha üst akıllar var. Nasıl? Tıpkı şiilerin sahabe hakkındaki iddialarıyla başarmaya çalıştıkları gibi. Fehminize biraz daha yaklaştırabilmek için Ebubekir Sifil Hoca'nın İslamî Bilincin İhyası'nda yaptığı bir alıntıyı nakletmek istiyorum. Vekî' b. el-Cerrâh'a atfen İbn Asâkir'in Târihu Dimaşk'ta naklettiği söz şöyle: "Mu'âviye kapının halkası mesabesindedir. Onu yerinden oynatanı 'ondan daha yukarıdakilere kastetmekle' itham ederiz." Devamında diyor ki Ebubekir Hoca: "Sahabe hakkında 'gözden çıkarılabilecekler listesi' tasarlayıp, Hilafet'i Saltanat'a dönüştürme sürecinde saltanatı boyunca ortaya koyduğu icraatlar konusunda tarih kaynaklarının yer verdiği birtakım nakillere istinaden Hz. Mu'âviye bu listenin başına yerleştirildiği zaman arkası çorap söküğü gibi gelecektir."

Bu 'çorap söküğünün' nasıl devam ettirileceğini de detaylandırıyor ilerleyen kısımda. Kendi cümlelerimle özetleyeyim: Listenin başında yeralan Hz. Mu'âviye (r.a.), sonra onun tarafını tutan (dolayısıyla yapılan suçlamalara ortak) diğer sahabiler, sonra tarafsız kalmayı tercih eden (yine dolayısıyla pay sahibi) sahabiler, sonra Hz. Mu'âviye'den (r.a.) bağımsız olarak Hz. Ali'yle (r.a.) anlaşmazlık yaşamış diğer sahabiler... Suçlamaların, ithamların veya 'gözden çıkarılacaklar' listesinin (önü alınamaz bir şekilde) böyle devam edip gideceğini söylüyor haklı olarak. Yeter ki kimileri bir kere kapının kulbuna dokunma cür'etini bulsun.

Bekir Berk ağabeyin de böylesi bir kulp olduğunu düşünüyorum. En azından dışarıdan bu işi yönetmeye çalışan üst akıl için. Çünkü onlar biliyorlar ki: Bediüzzaman'ın kendisini avukatı olarak benimsediği, sevdiği, övdüğü böyle bir ismi töhmet altında bırakabilirlerse, ağabeyler arasında etrafında sis oluşturamayacakları hiçkimse kalmaz. Gemi bir kere delindi mi su almayı bırakmaz. Ertesi gün 'Mustafa Sungur da aslında Köy Enstitüsü mezunuymuş. Acaba niye nurcu olmaya karar vermiş? İyi düşünmek lazım'lar ile bir imâ, 'Yahu Üstad Hazretleri gazete bile okumuyorken acaba bu Zübeyir Gündüzalp nurcuları niye gazete işine sokmuş?' ile başka bir imâ, 'Sakın bu Hulusi Yahyagil Bediüzzaman'ın yanına askeriyenin soktuğu bir adam olmasın? Bak, bütün talebeler hapse girmiş, onu hiç içeri almamışlar'la başka bir imâ; hasılı; her sabah medreseye uğradığımızda farklı farklı ağabeylerin 'hain adayına' dönüştüğü bir zeminde uyanabiliriz. Bu atmosferde elbette ittihad da kalmaz, bereket de, hizmet de. Allah bu durumlara düşmekten cümlemizi korusun. Âmin.

Ben üst aklın niyetinin bu olduğunu düşünüyorum. Bekir ağabey hakkındaki bu türden iddiaların tamamının da 'surda bir delik açmak mesabesinde' olduğuna kanaatim var. Belki birileri gelecekte nurculuğu kanalize edeceği yönü/yeri seçti. Şimdi dışarıda kalanlar, daha doğrusu kanalize edemeyecekleri, hakkında ithamlar uydurma sürecini başlatıyor. İmajlarını kirletiyor. İtibarlarını zedeliyor. Tıpkı şianın 'tahtiesini inşa etmek için' sünni müslümanlarda 'sahabe hürmetini kirletmeye çalışması' gibi bir çalışma yürütülüyor. İyi niyetle bu işe alet olanların da takkesini önüne koyup düşünmesi lazım. Bugün, bir kağıt parçasıyla hazzetmediğiniz bir ağabeyi şıp diye silen, yarın başka bir kese kağıdıyla da çok sevdiğiniz birisini silemez mi? Kim elini tutar ki bundan? Değil mi ama?

Ben nasıl 'miraçta dahi gözü şaşmayan' Aleyhissalatuvesselamın, şianın iddia ettiği gibi, sahabileri hakkında aldandığına inanmıyorum; aynen öyle de; veraset-i nübüvvet sahibi bir âlimin de en yakınları hakkında yanılacağına sanmıyorum. Feraset mü'minin şiarıdır. Hele böyle bir âlimin kırk kere şiarıdır. İnanan var mı? Onu da bilemiyorum. (Gösterdikleri deliller de hep faso-fiso çıkıyor zaten.) Doğrusu: Paşa gönülleri bilir. Her kişi ahirette kendi yükünü çeker. Defterini şanınca doldurur. Fakat demem o ki sevgili kârilerim: Sevdiği bir ağabeyi hakkında da benzer ithamlar olunca dizlerini dövmesin. Yazık. Dizlerinin suçu yok. Vuracaksa kafasına vurabilir. Suçlu orada saklanıyor çünkü.

5 Kasım 2019 Salı

Cumhuriyet kadını 'kadının yüzeyselleşmesi' midir?

Yıllar önce ilahiyatçı bir ağabeyim, kendisi bu yakınlarda 'profesör' de oldu, 'güzel sesin bir ilahiyatçı için imtihan olduğunu' söylemişti. Gerekçesi şuydu: Güzel sesli olan ilahiyatçı genelde, biraz da çevresinin talebiyle elbette, Kur'an-Mevlid-İlahî gibi şeyler okumaya yöneliyor ve ilmî çalışmalara mesaisi azalıyordu. Fakat sesi şuh olmayan ilahiyatçının böyle bir şansı yoktu. O, eğer buna müsait bir istidadı/gayreti de varsa, varlık sahası olarak ilmî çalışmalar yapmayı seçiyordu. Zamanını tastamam ona ayırıyordu. Yani başta eksiklik gibi görünen birşey ilerde artıya dönüşüyordu.

Bir başka ağabeyim de, onun hâlâ akademik hiçbir ünvanı yoktur, Batı'da soyut sanatlara yönelişin fotoğraftan sonra olduğunu söylemişti. Ondan evvel sûretin taklidiyle meşgul olan Batılı sanatkârlar, ilk fotoğraf aşılamaz bir başarı olarak karşılarına dikilince, doğrudanı terkedip dolaylıya yönelmişlerdi. Bunu söyledikten sonra da eklemişti: Sûreti resmetmeye kem bakılması soyut sanatın Batı'dan çok daha önceleri İslam coğrafyasında ortaya çıkmasını sağlamıştı. Bu şüpheli alanda yürümek istemeyen müslüman sanatkârlar varlık sahası olarak dolaylı anlatımı seçmişlerdi. Bu da eserlerini derinleştirmişti. Fikrî yanlarını daha güçlü kılmıştı.

Sonraları kendimce bunun 'tesettür' emriyle de ilgisi olduğunu düşünmeye başladım. Nasıl? Anlatmayı deneyeyim arkadaşım: Cenab-ı Hak, elbette bir hikmeti gereği, cins-i lâtifi erkeğe kıyasla daha güzel yaratmıştı. Bu güzellik tabii ki onlara bağışlanmış bir nimetti fakat aynı zamanda her nimet gibi de bir imtihandı. 12. Söz'de anlatılan temsilî hikayecikte, kitabın mücevherle yazılmış olmasının 'ecnebî feylesof' için yaman bir yanılgıya dönüşmesi gibi, bu yüzeysellik de bir boğulmaya neden olabilirdi. Ne olmuştu peki hikayecikte o feylesofumuza? Yazdıkları Hâkim'i neden kızdırmıştı? Daha önce okumamışlar için kısacık bir alıntı yapalım:

"O hâkim, evvelâ feylesofun eserini aldı. Baktı, gördü ki, o hodpesend ve tabiatperest adam, çok çalışmış, fakat hiç hakikî hikmetini yazmamış, hiçbir mânâsını anlamamış. Belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edepsizlik etmiş. Çünkü, o menba-ı hakaik olan Kur'ân'ı, mânâsız nukuş zannederek mânâ cihetinde kıymetsizlikle tahkir etmiş olduğundan, o hâkim-i hakîm dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı."

Batı medeniyeti dediğimiz 'deniyet'in özünde saklanan illüzyon da bu aslında. Artık küresel boyutlara varan, yani bulanık rengine bulamadığı neredeyse hiçbir coğrafya kalmamış bu (me)deniyet, bize yüzeyi boyayıp 'derinlik' diye satıyor. Kitabın sayfa sayısından, mürekkebinin türünden, kağıdının kalitesinden, kapağının kalınlığından, kaç nokta bulunduğundan, kaç 'a' harfi geçtiğinden vs. bahsetmeyi kitabı 'anlamak' sayıyor. Böyle de pazarlıyor. Bu nedenle bu (me)deniyetin insanı varlığın hakikatine körleşmede geçmiş her yüzyıldan daha ileride. Fakat aynı zamanda yüzeyin bilgisinden hepsinden fersah fersah üstün. Size birkaç gram demirden/bakırdan dünyanın herhangi bir yerinden diğer bir yerini görebilecek, konuşabilecek, dinleyebilecek cihazlar üretebiliyor. Fakat aynı (me)deniyette gökdelenlerin dibinde insanlar açlıktan ölüyor. İnsan insana ulaşamıyor. İnsan hakikatine varamıyor. İnsan Allah'ını tanıyamıyor. Çünkü marifet derinlik işi. Tek gözlü dehalarıyla salt önlerine bakanların yukarılarını görmesini bekleyemezsin.

Konuyu dağıtıyorum. 'Tesettürü' konuşuyorduk. Evet. Ben, hem erkeğe hem kadına verilmiş bir emir olmakla birlikte, kadında daha bariz okunan 'tesettür emri'nin de bir tür 'yüzeyden uzaklaştırma' olduğunu düşünüyorum. Aynen. Çünkü görüyorum: Tesettür emrinin yıkıldığı yerlerde, elbette istisnaları da vardır, büyük bir 'yüzeyleşme hareketi' başlıyor. Kozmetik ürünler, estetik operasyonlar, güzellik trendleri, moda giysiler, sezonun saç modelleri, makyaj modelleri, cilt bakımı, kilo kontrolü, vs... Birdenbire kadının/erkeğin bütün dünyasını yüzeysellik işgal ediyor. Derinlik kendine zaman/yer bulamaz oluyor. Elbette bu durumun kadına tesirleri daha kem oluyor. Çünkü kadın daha güzel. Güzel olanı 'güzelliğinin' olmayanı da 'olmadığının' farkında. İkisi de keder. Birisi olduğu şeyi arttırmaya diğeri olmadığı şeye ulaşmaya çalışıyor. Buradan delice bir yüzey mesaisi başlıyor. Malumunuzdur, bu iş artık erkekleri bile sardı, sarmaladı, yuttu. Metroseksüellik diye birşey aldı yürüdü. Tesettürün azalması bir noktadan sonra sanki erkekleri de yüzeye çekti.

Yüzeyle meşgul olanlar medyada daha sık görünüyor olabilir. Fakat aslında dünyayı yüzeyini aşanlar değiştiriyor. Derinliğe talip olanların mesaileriyle şekillenmiş bir dünyada yüzeyin saltanatı sürüyor şimdilerde. Hatta son 29 Ekim kutlamalarında Dilek İmamoğlu'nun kazandığı 'tam bir cumhuriyet kadını' payesi aslında bu yüzeyselleşmenin neticesi. Dilek Hanım'a bu payeyi bağışlayanlar, kendisinin ne bilimsel bir keşfini duydular, ne büyük bir başarısının takdirini ettiler, ne de Dilek Hanım'ın derinliğine dair birşey söylediler. Hayır onların ilgilendiği tek şey dekolte derinliği idi. Dilek Hanım'ın kıyafetinin bilmem hangi modacı tarafından yapılmış olması yüzey bezirganlarından alkış almasına yetti. Aynı bezirganların, emekle dolu hayatına rağmen, Semiha Yıldırım Hanımefendi için neler söylediklerini hatırlıyoruz.

Neden ona öyle de buna böyle peki? Cevabım şu arkadaşım: Çünkü tesettür yüzeyciliğe "Dur!" diyor. Hiyerarşisini tanımıyor. Kendi muvaffakiyet hiyerarşisini, değil kadın bedeninden, ama iç güzelliğinden/derinliğinden inşa ediyor. Elbette yüzeyin efendilerinin gözünde iltifat bulamaz. Çünkü yüzey derinliğe katlanamaz.

12 Temmuz 2019 Cuma

Hukukumuzun da bir izzeti yok mu?

Bugünlerde tartıştığımız meselenin şöyle bir yanı da olduğunu düşünüyorum: Bu zamanın müslümanı kafası ile kalbi arasına sıkışmış durumda. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Biz 'beşerî hukuk' dediğimiz birşeyle yönetiliyoruz ama yüreğimizin anahtarları 'ilahî hukuk'un ellerinde. İmanımızdan ötürü, elhamdülillah ki elhamdülillah, hakikatin farkındayız. Olması gerekenin bugün ve yarın 'kıblesi dört mezhep bir fıkıh' olduğunu biliyoruz. Hukuk dediğimiz şeyi de, en azından gönlümüzde, fıkhın eşiğinden bakarak tanımlıyoruz. Çerçeveliyoruz. Sınırlandırıyoruz.

Fakat ahirzaman bizi birkaç paralel evrende birden yaşamaya itti. Aynı istikamete gitmeyen birkaç yolda birden yürümeye çalışıyoruz. Evet. Bugün yönetimimiz beşerî bir hukukun ellerinde şekilleniyor. Yasalarımız insanî. Yani insanlar tarafından yazıldı. Vahyin merkezinde teşekkül etmedi. Bu nedenle de sınırları sürekli oynuyor. Zira beşerî yasalar sınıflar-taraflar arası mücadeleye göre şekillenir. Hakkı alan ile veren arasında, veya yasa koyucular ile uyucular arasında diyelim, sürekli bir dalgalanma olur. Adaletin denge noktası, sürekli sarfedilen böylesi bir emekle, kollanır. Emekle sermaye mücadele eder, kadınla erkek mücadele eder, bireyle toplum mücadele eder, vatandaşla devlet mücadele eder, hatta taksici bile müşterisiyle mücadele eder."Hak verilmez alınır!" deyu bir kavga sürer gider.

Neden? Çünkü sınırlar herkesi bağlayıcı bir üst otorite tarafından belirlenmemiştir. Yasaları koyan sizin-benim-onun gibi 'zamanının oğlu' insanlardır. Yani sınırlılardır. Ve sınırlıların koyduğu yasa sınırötesinde yaşadığını düşünen insanları o kadar da bağlamaz. En azından sorgulanmaz, mutlak itaat edilir, boyun eğilir olamaz. Zaman üstü olmadığından sonralığın eleştirisinden kurtulamaz. Bu nedenle de beşerî hukuk sistemlerinde yasama ekseninde sürekli bir kavga vardır.

Hırsızlık oranı artarsa cezası arttırılır. Fakat ülkede hırsızlığı bir parça anlayışla karşılamayı gerektirecek mağduriyetler yaşanıyorsa tekrar bazı değişiklikler yapılır. Boşanmalarda kadınların mağdur olduğu görülüyorsa erkeğe dönük bazı yaptırımlar eklenir. Yok, tersi olmaya başlamışsa, kadına dönük de yaptırımlar eklenir. Hop, sonra bakarsınız, bu defa yine kadınlar mağdur olmaktadır. Hadi tekrar bir değişim. Hasılı: Son bulmaz süreç boyunca taraflar birbirlerinden koparabildikleri kadar et, pardon, hak koparmaya çalışırlar. Bazen de sürecin kendisi alınacak payı etkiler. Seçime doğru oy için emeği kollayan yasalar çıkarılır. Sonra aynı yasalarda sermayeyi de kollayan bazı değişiklikler yapılır falan. Bu iş böyle sürer. Ne herkes mutlu ne de mutsuz olur.

Fakat ilahî yasalarda böyle bir oynaklık yoktur. En azından asıllarda böyle bir değişime rastlanamaz. "Erkeğe iki kız hissesi vardır!" buyuran ayete 14 asır sonra gelip "Nerede o eski erkekler!" deyu ayar veremezsiniz. Erkek erkektir. Kadın da kadındır. Çünkü Allah ezelîdir. Mahlukatına bakışı insan gibi zamanın kaydına bağlı değildir ki yasalarının kuşatıcılığı olmasın. Zamanları geçsin. Hükümleri kalksın. Kur'an'ın zamanı geçmez. Sünnetin zamanı geçmez. Bu nedenle onlarla şekillenen/sistemleşen fıkhın da zamanı geçmez. Zinhar ki emirlerini/yasaklarını beyan ederken kendileri hükümlerini tahdit etmeye. Yani sınır tayin etmeye. Bir çerçeveye almaya. Mevzuun bu kısmını özet geçerek tekrar konuma dönüyorum:

İşte bu iki hukukun farklı yapısı nedeniyle bugünün mü'min ve mü'minelerinin iradeleri akılları-kalpleri arasında bölünmüştür. Kalpleri der ki: "Olması gereken Allah'ın buyurduğudur. Murad-ı ilahîdir. Kur'an'da, sünnette ve fıkıhta söylenendir. Bunların doğru olduğuna tüm kalbimizle iman ederiz." Zaten bu kadarını yapmıyorsa, Maide sûresinin 44. ayetini tefsir ederken Bediüzzaman'ın da ifade ettiği gibi, 'kim hükmetmezse'yi 'kim tasdik etmezse' noktasında dahi anlamıyor, kabullenmiyor, yani 'iman etmiyor' olur. Oysa ki; biz, Kur'an'daki hükümlerle amel edemiyor olsak da hak olduklarına iman ederiz, elimizden geldiğince de uygulamaya çalışırız. Yani, baharı arzu ederiz, dileriz, isteriz, irade edemesek bile. Bu kalpteki imanı korumamızın gerek-şartlarından birisidir. En fazla buraya kadar çekilebiliriz. Bunu da zaruretten yaparız.

Fakat bugün iş başka bir hal aldı. Dindarlar cenahında yoğunlaşan İstanbul Sözleşmesi ve Kadem eleştirileri altında birazcık da bu yatıyor. Biz bekliyoruz ki: Elhamdülillah, dindar ve dine hürmetkârlardan oluşmakla bu iktidar, bizi kalbimizin arzuladığı yöne doğru götürsün. Hepsini yapamasa da istesin. İstediğini hissedelim. Eyleyemese bile arzusunun o tarafa doğru olduğunu soluklayalım, sezelim, bilelim. Çünkü yetki olabildiğince ellerindedir. Yani bizde olmayan irade onun tasarrufundadır.

Ancak bugün işler böyle dönmüyor. Sandığın başında "Yaşa, artık güzel dinimiz daha çok referans alınacak, daha çok yüzümüz Kur'an'a bakacak!" diye sevinirken elimize geçen Kadem'in Batı'yı norm/ideal olarak gören çabaları oluyor. Biz demokrasiyi dahi "Kur'an ve sünnetin tayin ettiği alana götürmeye araç olacak!" diye seviyorken, destekliyorken, demokrasi bir heyula gibi aramıza dikiliyor. Neden? "Çünkü, efendim, Batı'da bık, bık, bık..." Yahu biz bu işe o niyetle girmedik ki ama?

Her neyse. Meramımı anlattım sanıyorum. Evet. Zaman geçiyor. Asır başkalaşıyor. Fakat mü'minler kalplerinden vazgeçmiyorlar. Kafanın gösterdiği rotaya bilakayduşart teslim olmuyorlar. Ya ne oluyor? Hüsnüzanlar kırılıyor sadece. Kalp kafaya verdiği süreyi bitiriyor. Kafa kulak vermedikçe kalpten ayrılıyor. Uzaklaşıyor. Belki kalp de bu mesafeden dolayı sesini duyacak başka bir kulak aramaya başlıyor.

Bu çatlak, maalesef ki maalesef, büyüyeceğe benziyor. Zira şu anki hükümette de nüfuzlu kimi dindar veya dindar görünümlülerin zihinleri fena halde Batı müstemlekesi haline gelmiş gibi. Kendileri bile farkında değil belki. Bed halleri referanslarından anlaşılıyor. Bu hale gelmiş sizinlerin "Kur'an'ı asrın idrakine söyletmeyi" değil "Kur'an'a asrın idrakini söyletmeyi" amaçladıklarını, çünkü aksini tartışmaya bile açamadıklarını, zannediyor ve etkilerini de görüyoruz. Ne diyelim? Cenab-ı Hak izzet-i İslam'ı yalnız ekonomi, siyaset veya askerî alanlarda anlamayacak, hukukunun da izzetini savunacak bir güzel bir nesil nasib eylesin. Âmin.

'İsmet Özel anakronizmi' İslamcılığı zehirliyor

"Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak..."  Münazarat'tan....