2 Mayıs 2025 Cuma
Diyanetin hutbesi zinayı neden engelleyemez?
Muhammed Hocam, Melikşah Hoca'nın mevzu hakkındaki beyanını da destekler tarzda, şöyle bir paylaşımda bulundu: "(...) halk nezdinde de devlet nezdinde de hayata geçmesi mümkün görünmeyen cihad fetvaları yayınlamak, fetva kurumunun tesirsizliğini umuma teşhir gibi bir zararı bünyesinde taşıyor. Birkaç bin samimi insanın sokaklardaki tepkisi ile sınırlı kalan ve karşılığı bu kadarı aşamayan bu fetvalar, o kurumun artık öldüğü düşüncesini kuvvetlendirmekten başka bir işe yaramıyor ne yazık ki."
Elbette hocamın hakkı var. Fetva kurumu hakikaten bu zamanda tesirsizdir. Bu tesirsizliğin en müessir sebebiyse 'İslam devleti' diye isimlendirdiğimiz devletlerin şeriat ile kendileri mesul tutmamasıdır. Yani, bu devletler, sadece 'halkları-adları müslüman devletler'dir. Hükümetleri de en fazla 'muhafazakâr' hükümetlerdir. Yoksa sorumluluk olarak İslam'ı yüklenen devletler-hükümetler değillerdir. Mezkûr ikiliğe artık sosyolojiler de alıştığından, nice zamandır tecrübede çünkü, belki biraz da fitne çıkması korkusundan, halk da siyaset ile Diyanet arasındaki uyumsuzluğu uzaktan izlemektedir. Ancak burada kabahati Diyanet tarafına atmanın da çok bir anlamı yok gibi geliyor bana. Hele susturmanın hiç anlamı yok. Zira onların, yapıları gereği, 'sonuç odaklılık' ile düşünmemeleri gerekmektedir. Evet. Ulemamız, birşey dinen 'söylenecek-söylenmeli' olduğunda onu söylerler. Manevî bir mesuliyet olarak bunu yaparlar. Sahada ne olur-olmaz bilemezler. Düşünmezler de. Zaten kimse bilemez ki. Fetva kurumu böyle çalışmaz.
O yüzden ben de Muhammed Hocama cevaben şöyle yazdım:
"Diyanet içkinin haram olduğuna dair hutbe yayınladığında hiçbir meyhane kapanmıyor, devlet dahi içki satmayı bırakmıyor, fakat diyanet yine de görevini yapmak zorunda. Bu diyanetin etkisizliğini gösterir mi? Gösterir. Fakat Diyanet'in bundan yine de vazgeçmemesi gerekir. Hocam, ulema fetva yayınlarken hiçbir kurumun ölümünü düşünmemeli, düşünmek zorunda değil. O kendi üzerine düşeni beyan etmek zorunda. Kurum yoksa, halk yoksa, devlet yoksa, bunu da bir sonuç olarak biz müşahede edeceğiz. Bunu da idrak edeceğiz. Bununla yaşayacağız."
Hani Bediüzzaman Hazretleri de 17. Lem'a'nın 13. Nota'sında diyor:
"Tarik-i hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenâb-ı Hakka ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler. (...) Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddîn-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler: 'Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek.' O demiş: 'Ben Allah'ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir.' İşte, o zat bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur."
Yüzleşelim: Sorun, ulemanın cihad fetvası vermesi değildir, çünkü cihad şartları zaten oluşmuş durumdadır. (Bunu sinesinde müslim bir kalp taşıyan kimse inkâr edemez.) Asıl sorun, neticeyi Allah'a bırakıp, vazifesi olan cihada bakacak hiçbir hükümetin kalmamasıdır. Yani bugün ümmetin bir Celaleddin'i yoktur. O yüzden Cengizlere karşı konulamamaktadır. Dinin celali kalmazsa küfrün cengizine de kimse karşı koyamaz. Fetvaların da fonksiyonu ancak mesuliyet gidermek olur. Zira âlimler da dinen doğru olanı beyan etmekle mesuldür. Ardınca yürüyemezsek biz kaybederiz. En nihayetinde onlar da Aleyhissalatuvesselam Efendimiz gibi "Şahid ol ya Râb!" deyip hayattan çekilirler. Hakikatsizliğimize bizi de şahit tutarlar. Susturmanınsa hiçbir iyileştirici yanı yoktur. Aksine, susturmak, belki de gazab-ı ilahîyi taaccül eder.
Buradan şuraya geçeceğim: Bugün cuma hutbesinde Diyanet 'zinanın haramiyeti' meselesine değindi. Maşaallah. Allah sa'ylerini meşkûr etsin. Âmin. Fakat, kanaatimce, sokağa tesiri 'sıfır' olacaktır bu hutbenin. Evet. Maalesef hiçbirşeyi değiştirmeyecektir. Ama yine de tebliği asla yanlış değildir. Zira tebliği de bırakırlarsa varolmalarının hiçbir anlamı kalmaz. Üstelik 'biliyor olduğu halde susma'nın mesuliyeti de omuzlarına kalır. Aynen. Bu vesileyle, yine mürşidimden bir iktibas yapıp, oradan "Hutbe zinayı neden engelleyemez?" sorusuna cevap vermeye çalışacağım. Tırnaklayacağım yerse şurası: "Desatir-i hikmet, nevâmis-i hükûmetle; kavânin-i hak, revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz."
Şükran Vahide ablanın Bediüzzaman'ın Entelektüel Biyografisi isimli eserinde aktarıldığına göre, Üstad Hazretleri bu sözü, Men-i Müskirat Kanunu'nun aldığı sonuçlar üzerine söylemiştir. Uzun bahsin hulasası: İşgal döneminde, İngilizler, alkol alışkanlığı başta olmak üzere, bütün kötü alışkanlıkların İstanbul'da yayılması için büyük çaba sarfetmektedirler. Tabii, Bediüzzaman ve daha birçok âlim de, bu kem etkiye karşı ümmeti koruyabilmek için, nasihatle çabalamaktadırlar. (Hatta, bilenler bilir, Yeşilay'ın kuruluşunda Bediüzzaman'ın da adı-payı vardır.) Fakat netice alınamamaktadır. Ankara hükümetiyse, sadece yasa çıkarmakla, ulemanın gayretinden daha büyük muvaffakiyetler elde eder. Mürşidim, tam o zaman, bu cümleyi söyler işte: "Desatir-i hikmet, nevâmis-i hükûmetle; kavânin-i hak, revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz." Yani, sadece 'hikmet' ile bu işler olmaz-tutmaz, illa biraz da 'kuvvet' lazımdır. Kötülüğün yolları cebren kapanmadan iyilik suhuletle galip gelemez.
Hem Diyanet hutbesinin hem cihad fetvalarının etkisizliği kuvvetsizliğinden kaynaklanıyor. Bizler, sanki bu ikisi bir gelmemiş gibi, sadece birisiyle şeriat gemisinin yürüyeceğini sanıyoruz. Yürümeyecektir. Medine dönemini aşıp Mekke'ye dönmeye çabalıyoruz. Dönülmeyecektir. Eğer zinanın yolu şeriatın amel ettiğince 'şiddetli bir şekilde' müeyyidelerle kapatılmazsa, insanı o yola sevkeden melanetler kuvvetle engellemezse, sabah-akşam hocalar kürsülerde vaazetseler sonuç alamazlar. Zira zaten o günahları işleyen kitlenin camiyle-hocayla işi yoktur. Kulak veresi yoktur. Gelecekte bu günahlara, Allah korusun, batacak gençlerin de camiyle-hocayla işi olmayacaktır. Bunların men edilebilmesi için, tereddüt etmeyen söyleyelim, kuvvet gerekir. Kuvvetsiz hikmet etkisiz kalmaya mahkûm olacaktır. Dikkat buyurunuz, mü'minlere onca şefkatli şeriat, recm gibi en ağır-dehşetli bir cezayı, evlilerin zinası meselesine müeyyide kılmıştır. Bundan da nefsin şu hususta ne denli söz dinlemez olabileceğine dair birşeyler çıkarabilmek lazımdır.
Hükümetimiz, nice sonra, Türkiye'de bir nüfus tehlikesi yaşandığına ikna oldu. Fakat ikna olduğu kısım sadece burası gibi duruyor. Ne kadının evhanımlığından koparılıp iş hayatına adapte edilmesinden, ne KADEM gibi feminist oluşumlar eliyle dönüştürülmesinden ve ne de zinanın serbestiyetinden haberi varmış gibi davranıyor. Sekülerizmin müslüman ahalinin dest-i izdivacını ne denli zehirlediğini tartışamıyor.
Elbette bu yolla hiçbir sonuç alınamayacaktır. Çünkü, böyle günahlar, öyle aklı baştan alıcı şeylerdir ki, yolu açık olduğu sürece ateşe uçan pervaneler gibi gençler nefislerini alıkoyamazlar. Maalesef. Maalesef. Maalesef... Muvaffakiyetsizliğimiz ikirciğimizdendir. Tutarsızlığımızdandır. Kabul edelim. Ulemayı suçlamanın bir anlamı yoktur. Bu ikiyüzlülükle gidilebilecek mesafe bu kadardır. Bitmiştir. Neticede nasihatin tesirsizliği görülüyor mu? Evet. Lakin nasihatin tesirsizliğinden nasihatçi mesul olmaz her zaman. Bazen de kabahat başka yerlerdedir. Cenab-ı Hak, siyasiyyunumuza da kabahatini görmeyi nasip eylesin, ki ferahımız-felahımız oradadır. Âmin.
8 Şubat 2025 Cumartesi
Nurcular Bediüzzaman'ın 'hutbe davasını' unuttular mı?
Mevzua şuradan girizgâh yapacağım: Dücane Cündioğlu'nun istikametli olduğu, en azından zâhirde öyle göründüğü, zamanlarda yazdığı eserler var. Bunlar hâlen istifadeye medardır. Onlardan bir tanesini geçtiğimiz yıl okudum. Adı şöyleydi: Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e Din ve Siyaset. 'Kapı Yayınları' tarafından basılmış. Cündioğlu, hakikaten istifade edilesi bu eserinde, Osmanlı'nın son döneminden günümüze 'dini Türkçeleştirme' çabalarını irdeliyor. Üç ana öğesi var bu sürecin: 1) Türkçe hutbe. 2) Türkçe ezan. 3) Türkçe ibadet. Malumunuz: Türkçe ibadet bir-iki teşebbüs dışında hiçbir varlık gösteremiyor. Halk da teveccüh göstermiyor. Ve yürürlüğe konamıyor. Elhamdülillah. Türkçe ezansa halkın muhalefetine rağmen bir 'zulüm' olarak 1932'den 1950'ye kadar sürdürülüyor. Sonra, Adnan Menderes merhumun mübarek himmetiyle, ondan da kurtulunuyor. Yine elhamdülillah. Fakat bu şıklardan birincisi var ki, işte o tutuyor, bugüne kadar geliyor. Hatta hâlâ Türkiye'de devam ediyor.
Önce Cündioğlu'nun eserinden konuyla ilgili birkaç iktibas yapalım. İlk alıntım 15. sayfasından. Orada deniyor ki: "Türkçe Hutbe tartışmaları II. Meşrutiyet'ten itibaren gündeme gelmiş ve hatta kısmen uygulanmış olduğu halde, esasen Cumhuriyet döneminde yasallaşmış ve kısa süre içerisinde içselleştirilmiştir. Nitekim bugün hâlâ hutbeler Türkçe okunmakta ve fakat hiçbir tartışmaya konu olmamaktadır." 30. sayfada ise çeşitli mecmuaların da 'hutbelerin Türkçe okutulmasına taraftar olduğu' aktarılmaktadır: "Dikkat edilecek olursa, Sebilürreşad, hutbe meselesinde taraftar olduğu görüşü fevkalade temkinli bir sûrette dile getirmiş (...) itiyadlı davranmayı elden bırakmamıştır. Ancak İslam Dünyası, Medrese İtikadları, Hayru'l-Kelam, İslam Mecmuası, Ceride-i Sûfiye gibi dergilerin yayım hayatına atılıp hutbelerin Türkçeleştirilmesi, muhtevalarının ıslah edilmesi (siyasi ve dünyevi meselelerde irad edilmesi) lazım geldiğine dair çeşitli makaleler neşretmeleri, hatta Meşihat'a ve Şeyhülislam'a hitaben yazılmış açık mektuplara yer vermeleri, Türkçe Hutbe meselesini hep gündemde tutmuş, böylece devrin bu en iyi propaganda aracını kullanıma uygun hale getirmek teşebbüslerinden hiç vazgeçilmemiştir."
Devamında, Dücane Cündioğlu, yaptığı kimi alıntılarla 'hutbeleri Türkçeleştirme temayülünün' dinî bir maksadla değil siyasete dair emellerle ortaya çıktığını ortaya koymaktadır. Yani Meşrutiyet yönetimi-aydınları 'halkı kendi siyasî eğilimlerine yönlendirebilmek için' hutbeleri kullanmak istemektedirler. Zira o devirde halka hutbelerden daha kolay ulaşmanın yolu yoktur. En geniş cadde bu caddedir. (Yakın zamanda Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş Hoca'nın da "Hutbelerimiz her hafta 22 milyon insana ulaşıyor..." dediğini hatırlayalım.) İnternet yoktur. Televizyon yoktur. Bu nedenle hutbeleri Arapçadan Türkçeye çevirmek arzusu güdülmektedir. Fakat Şeyhülislamlık, Meşihat vs. bu çabalara karşı direnmektedir. Kitabın 32. sayfasından devam edelim:
"1914 yılında bazı Gümüşhaneliler tarafından 'Cuma ve Bayram namazlarında hutbelerin Türkçe okunmasının caiz olup olmadığına' dair Bâb-ı Vâlâ-yı Fetvâ'dan bir fetva talep edilmesi ve oradan da kendilerine Türkçe hutbenin 'tahrimen mekruh' olduğunun bildirilmesi üzerine İslam Mecmuası bu hâdiseyi haber konusu yaparak eleştirmiş, birkaç sayı sonra da yine bu münasebetle Mehmed Bahauddin'e ait uzun bir makale yayımlanmıştır. Bu arada Meşihat, hiç değilse vaaz ve vaizler konusunda tedbirler almaya çalışmış; 'ulema-yı kiramın, va'z u nasihat vazife-i mühimmesini âyât-ı Kur'aniye ve ehâdis-i sahiha-i nebeviye'ye müstenid olarak telkin ve tefhim ve edille-i nakliyye'yi herkesin anlayacağı surette edille-i akliye ile tersin ve tahkim ederek' ifa etmesi için çeşitli tâmimler yayımlamış ise de Türkçe hutbe meselesinde radikal bir karar almaya yanaşmamıştır."
Şimdi gelelim mürşidimiz Bediüzzaman Hazretlerinin mezkûr tartışmalar hakkında kaleme aldığı metinlere... Evet. Sonda söyleyeceğimizi başta diyelim. Okuyanlar zaten bilirler. Bediüzzaman Hazretleri Türkçe hutbeye karşıdır. Arapça hutbenin korunması gerektiğini düşünmektedir. Bu konuda hiçbir 'acaba'sı yoktur. Hatta, yukarıda, hutbeleri Türkçeleştirmek için sunulan maslahat, yani siyasetten halkı haberdar etmek meselesi, Bediüzzaman'a göre bilakis hutbenin Arapça kalmasının gerekliliğine bir karinedir. Zira hutbe gibi bir şeair-i İslamiye gündelik siyasetin alanı yapılamaz. İçtihad Risalesi'deki izahatından okuyalım:
"İşte, şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları müptelâ eden, bir beliyye-i âmme suretine giren çok umurlar vardır ki, su-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüt ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medar olup haramı helâl etmeye medar olamazlar. Halbuki, şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer'iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir; semâvî olamaz, şer'î değil. Halbuki, semâvât ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdahale o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdahale merduddur.
Meselâ, bazı gafiller, hutbe gibi bazı şeâir-i İslâmiyeyi Arabîden çıkarıp her milletin lisanıyla söylemeyi iki sebep için istihsan ediyorlar. Birincisi: 'Tâ siyaset-i hazıra avâm-ı Müslimîne de o suretle tefhim edilsin.' Halbuki, siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki, vesvese-i şeyâtîn hükmüne geçmiştir. Halbuki, minber vahy-i İlâhînin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki o makam-ı âliye çıkabilsin. İkinci sebep: 'Hutbe, bazı suver-i Kur'âniyenin nasihatleri anlaşılmak içindir.' Evet, eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zaruriyâtı ve müsellemâtı ve malûm olan ahkâmını, ekseriyet itibarıyla imtisal edip yerine getirseydi, o vakit nazariyât-ı şer'iye ve mesâil-i dakika ve nesâyih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisanla hutbe okunması ve suver-i Kur'âniyenin—eğer mümkün olsaydı—tercümesi belki müstahsen olurdu.
Fakat namaz, zekât, orucun vücubu ve katl, zina ve şarabın haramiyeti gibi malûm olan ahkâm-ı kat'iye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avâm-ı nâs, onların vücubunu ve haramiyetini ders almaya muhtaç değiller. Belki, teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp, İslâmiyet damarını ve iman hissini tahrik etmekle, imtisallerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar. Halbuki, bir âmi, ne kadar cahil dahi olsa, Kur'ân'dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meâl-i icmâliyeyi anlar ki, 'Herkese ve bana malûm olan imanın rükünlerini ve İslâmiyetin umdelerini, hatip ve hafız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor...' der, kalbinde onlara karşı bir iştiyak hasıl olur. Acaba kâinatta hangi tabirat var ki, Arş-ı Âzamdan gelen Kur'ân-ı Hakîmin i'cazkârâne, müfehhimâne ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin?"
Evet. Mürşidimizin ifadeleri açıktır. Fakat bu mesele, her nedense, günümüzde nurcuları dahi pek 'enterese' etmemektedir. Bugünün siyasilerinden, bin maşaallah, Ayasofya Camiini, Risale-i Nur'un devlet eliyle basımını rica eden büyüklerimiz, 'hutbelerin tekrar aslına dönmesi' gibi Bediüzzaman Hazretlerinin çok ehemmiyet verdiği bir meseleyi hiç dillendirmemektedirler. İşte Ahmed kardeşinizin kafasını kurcalayan da budur. Bu konuda Bediüzzaman Hazretlerinin farklı bir beyanı daha mı vardır? Ömrünün ahirinde İçtihad Risalesi'ndeki bu duruşundan vaz mı geçmiştir? Türkçe hutbeye 'Olur!' mu vermiştir? Yoksa, Allah muhafaza, biz de mi kemalist dönemin genel geçer hale getirdiği bu uygulamayı içselleştirdik? İtiraz edemeyecek duruma geldik? Bu sükûtumuz gizli bir 'ikrar' mı saklıyor? Kardeşlerimle mevzuu bir istişare etmek istiyorum.
21 Eylül 2020 Pazartesi
Tarikatler neden bitirilemiyor?
Yani 'sol'a.
Açayım: 'En çok ziyaret edilenler' listesinde kaçıncıdır bilemiyorum. Ancak Türkiye'deki en şöhretli kabirlerden birisinin Mustafa Kemal'e ait olduğu malumumuz. Hatta en görkemlisi. (Mimarisinin antik Yunan tapınaklarından ilham alındığı söyleniyor.) Çağ açıp çağ kapayan Sultan Fatih Han'ın bile ancak bir oda kadarcık türbesi varken Anıtkabir devasa bir alanı kaplıyor. Binlerce kişi tarafından ziyaret ediliyor. Mezarına çiçek-çeleng bırakılıyor. Defterine notlar alınıyor. Belirli günlerde törenler yapılıyor. Marşlar okunuyor. Saygı duruşları duruluyor vesaire. Üstelik bu hürmet sırf kabrine karşı da değil ha. Ya? Manevî makamı sayılabilecek(!) her türden heykeline/büstüne karşı da aynı tâzim sergileniyor. Hatırlayınız: Geçen 10 Kasım'da okullarda 'fotoğrafına secde ettirilen çocuklar' garabetini bile yaşadık.
Elbette yapan yapar. Herkesin akl u iradesi var. Laik bir ülkedeyiz. Devlet kimsenin inancına karışamıyor(!) Herkes türbesini ziyaret ediyor. Ancak, her nedense, bu 'anıt-kabir' diğer 'türbe'lerden ayrı bir statüye sahipmiş gibi. Orayı ziyaret edenlerden de sanki Diyanet mesul değilmiş gibi. Çünkü buralarda olanlar Diyanet'in hiçbir eleştirisine maruz kalmıyor. Halbuki, az-çok bu konularda mürekkep yalamışlar hakverecektir, her şekilde bu olanlar türbelerdekinden fazlasıdır. Yani herhangi bir kemalistle oturup 'anıt-kabir ritüelleri' ile 'türbe ritüellerini' karşılaştırsak herhalde 'türbe-seviciler' olarak çokça gerilerinde kalırız. Lakin cami kürsülerinde yanağı sevilen de yalnız biziz. Üstelik ne zaman böyle yanağımız okşansa kemalistler de Diyanet'in arkasına geçip halimize kıs kıs gülüyorlar. Seviniyorlar. Eğleniyorlar.
Haliyle bu durum da bana mürşidimin şu ifadelerini hatırlatıyor: "Mutaassıplara hücum eden Avrupa'nın kâselisleri, herbiri, yüz mutaassıp kadar meslek-i sakîminde mutaassıptır. Bunlardan birisi Shakespeare medhinde ettiği ifratı, şayet bir hoca o ifratı Şeyh Geylânî medhinde etseydi, tekfir olunacaktı." Her neyse. "Din nasihattir!" buyurmuş Aleyhissalatuvesselam Efendimiz. "Diyanet her şekilde bizi uyarmakta haklıdır!" diyelim. Öpüp başımıza koyalım. Mevzuu büyütmeyelim. Asıl konuya geçelim:
Hermann Hesse Bozkır Kurdu'nun Düş Yolculukları'nda 'geleneksiz bir maneviyatın tatmin edici olamayacağına' dikkat çeker. Ben bunu biraz şöyle anlarım: İnsan kalbi hakikati 'bütün zamanlar için geçerli olmasından' tanır. Birşey, eğer hakikatse, böyle olmalıdır. Zamanüstü isabetler barındırmalıdır. Çünkü hakikat zamanla birlikte varolan birşeydir. Dolayısıyla döngünün her köşesinde izleri görülmelidir. Tereşşuhları sezilmelidir. Nakışları izlenmelidir. Kur'an-ı Hakîm'in 'peygamber kıssalarına' verdiği ağırlık da bu pencereden bakılınca anlaşılır olur. Evet. Onlarda tüm zamanlar için dersler vardır. Ancak öncesinde bu kıssalar sayesinde Cenab-ı Hak hakikatin zaman içindeki serencamını da izletir. Böylelikle mü'min kendisini 'bir başına' değil 'hep beraber'lik içinde tarif eder. Bir mirasın parçası olmak hem dertleri hafifletir hem de neşeleri katmerli kılar. Şanlı bir kervanın yolcusuyken yaşanılanlar gönle şeker-şerbet gelir.
Modern ideolojiler ise âdemoğlunu yalnızlaştırır. Zira gelenekleri yoktur. Çoğusu zaten yerleşik olana meydan okuyarak ortaya çıkarlar. Yepyeni olmanın bedeli budur. Yepyeni olan tutunmak için kendisinden başka dal bulamaz. Sözgelimi: Herşeyin hiçbirşey için olduğuna inanan ateist, şeyleri alabildiğine yalnızlaştırdığı için, kuvvet alacağı bir bütünlük bulamaz. Durum deistler ve modernistler için de az-çok böyledir. Yıktıkları sütunlar aslında yaslanmaları içindir. Evet, onlar, koltuk değneklerini bacaklarına vurarak kıran sakatlardır. Oluşan boşluğu da "Kimsenin merhametine ihtiyacım yok!" diye bağıran şişkin egolarıyla doldurmaya çalışırlar. Elbette tek şehriye bir kazanı doldurmaz.
Bediüzzaman 1922'de I. Meclis'te 'imanın erkanına ilişmesinden korktuğu ejderhaya' şöyle hitap eder: "Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garpta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa, sa'yiniz ya hebâen gider, veya muvakkat, sathî kalır." Bu çok önemli bir uyarıdır. Ancak dönemin siyasilerince anlaşıldığını söylemek yanlış olur. Zira bu nasihati işitenler arasında daha sonraları Türkiye'deki bütün medreseleri, tekkeleri ve zaviyeleri kapatmaya kadar işi götürecekler vardır. Fakat bu kapatışla amaçlananın 'fıtrata muvafık bir cereyan' olmadığı bellidir. Direnilir. Dinini yaşamak isteyenler baskılar karşısında gölgelere çekilirler. Ama asla özlerinden vazgeçmezler. Tarikatlerin hikâyesi de budur.
Bakınız, "Koskoca devlet tarikatleri neden bitiremiyor?" sorusunun cevabı da aslında Rasim Öztekin'in Şevket Çoruh'a bir 'kavuk'la aktardığı gelenekte saklıdır. Geleneğin sahibi kavuktur. Kökün sahibi kavuktur. Sarıktır. Müslüman giyeceğidir. Bu topraklarda bugünden geçmişe uzanan bir zincirden bahsedilecekse sembolleri bellidir. Bizdendir. 'Fötr' bırakarak gelenek oluşmaz. Bütün seküler ideolojilerin hoplamalarına-zıplamalarına-isyanlarına rağmen tarikatlerin herdem güçlü kalışı da işte biraz bundandır. Böyledir. Bin yıl geçse de böyledir: Ehl-i Sünnet tarikatlarla savaşılmaz. Onlar bu toprakların aslî unsurudur. Malazgirt'le beraber gelmişlerdir. Ancak bu milletin çıkarılmasıyla çıkarlar. Asıl olan arızî olana her zaman galip gelir. Zaman aksi iddiaları yalanlar. Furkan'ın tabiriyle, Allah nurunu tamamlar, kâfirler istemese de...
29 Ekim 2019 Salı
Cuma hutbelerini kim dinliyor?
Bir metnin sadeleştirilmesi anlaşılanları/anlaşılabilecekleri de sadeleştirir. Yahut da tam tersi: Metnin sadeleştirilmesi anlaşılabilecekleri, metin sahibinin muradı aksine, çoğaltır. Her şekilde yapılan tahrife dönüşür. Çünkü bir kelimeyi/cümleyi 'anlaşılabileceği anlamlardan etmek' de 'anlaşılmaması gereken anlamlara götürmek' de tahriftir. İşte, biraz da bu haklı kaygılardan dolayı, Kur'an-ı Hakîm'i ideal anlama şekli olarak 'mealcilik' değil, 'tefsir okumak' görülmüştür. Ta ki son asra kadar. Bu yüzyıl bir 'mealler asrı'dır. Neden? Çünkü artık pozitivizmin dalgası buraya kadar gelmiştir. Yaşanan özünde yüzeyin istibdadıdır.
Mürşidimin "Olsa olsa, muvakkat bir cilve-i mânâdan gelen bir intibah-ı muvakkat, o ulema-i sû'u aldatmıştır!" dediği pozitivist bilimadamlarına/aydınlara da teşmil edilebilir. Evet, onlar, sûret/teknik üzerinde bir uyanış yaşamışlar. Bu uyanış onları 'herşeyin aslını bulduklarına' inandırmış. Yahut da öyle olduğunu düşlemek istemişler. Elmayı kabuğunda bilmişler. Yalnız kabuğunu sevmişler. Çünkü ellerine çokça kabuk geçmiş. Kabuk yemekten başları/kalpleri sarhoş olmuş. Evvelden de epey bir açlıkları varmış ya. Bu açlığın hırsı ifrata yol açmış. Hızını alana aşırıya gitmek pek kolaydır. Kolayı seçmişler. Aşırıya gitmişler.
Ağzı şeker-bal yesin. Mürşidim bir de misal veriyor: "Mesela, nasıl ki bir hayvanın veyahut bir meyvenin derisi soyulsa, muvakkat bir zarafet gösterir; fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabanî ve paslı ve kesif ve ârızî deri altında siyahlanır, taaffün eder. Öyle de, şeâir-i İslâmiyedeki tabirat-ı Nebeviye ve İlâhiye, hayattar ve sevabdar bir cilt, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çıplak, bir derece görünür. Fakat, ciltten cüdâ olmuş bir meyve gibi, o mübarek mânâların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider. Nur uçar, dumanı kalır. Her ne ise..."
'Arapça hutbe' meselesinde de Bediüzzaman'ın duruşunun aynı olduğunu görürsünüz. Hüner herşeyi çevirmekte/sadeleştirmekte değildir. Hüner çağrışımlara da hakk-ı hayat tanınmasıdır. Müsait bir 'kolayca anlaşılmazlık alanı' bırakılmasıdır. İradeye pay ayrılmasıdır. Peki. Tamam. Ben ki ilahiyat okumamış bir cahilim. Bütün bunları şimdi neden yazdım? Koşar adım ona da geleyim arkadaşım: Bugünlerde Diyanet'in hutbelerinde de böyle bir temayülün arttığını görüyorum. Allah sa'ylerini meşkûr kılsın. Katından ecirlerle onları mükafatlandırsın. Gayretlerini arttırsın. Fakat, nasıl demeli, sadeleştirdikçe öldürüyorlar bazı şeyleri.
Eskiden meşhur hatiplerin cuma hutbeleri kaset olarak da alınır dinlenirdi. Şimdi caminin kapısında çıkanları hutbeyi sorsan hatırlayan yok. Yahut pek az. Bence bu dikkat ölümünün ardında aşırı sadeleştirmenin payı var. Yüzeyleşme ruhu öldürüyor. Hutbelere pozitivizm daha fazla dadanmamalı. Herkes herşeyi anlamak zorunda değil ama herkes bir kudsî duygulanış/düşünüş hissetmek zorunda. Evet. 'Arapça hutbe'de direnemeyip bu ruhun büyük parçasını zayi ettik. Yazık oldu. Sadeleştirmeyle daha fazla etmeyelim bari. Direnelim. Biz 'biz' yapan kelimelerin üzerinde direnelim. En azından hutbede direnelim. Âmin.
'İsmet Özel anakronizmi' İslamcılığı zehirliyor
"Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak..." Münazarat'tan....
-
" Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsnüzanda bulunup da: 'Bu, apaçık bir iftiradır...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...