Cuma Hutbesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cuma Hutbesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Şubat 2025 Cumartesi

Nurcular Bediüzzaman'ın 'hutbe davasını' unuttular mı?

Bu ayın üçünde, Diyanet İşleri Başkanlığı, bir 'Hutbe Çalıştayı' gerçekleştirmiş. Maşaallah. Ben de dün haberdar oldum. "Hazır böyle bir gündem varken..." dedim, "Ben de içimdeki kurtları dökeyim bari." Gerçi 'kurtlar' demek biraz abartı oluyor. Bir tane ancak var çünkü. 'Kurt' demek bile fazla belki. Evet. 'Kurtçuk' deyip geçmek lazım. Lakin epeydir zihnimi kurcalıyor. Kalbimi kendisiyle meşgul ediyor. Cevabını bulamıyorum. 'Sinek de ufaktır ama mide bulandırır' derler. Öyle ya. Yazı vesilesiyle 'Şöyle ortaya bir sorayım da bir cevap veren bulunur elbet...' diye ümit ediyorum. İnşaallah. Allah büyüktür. İhsanı çoktur. Pekâlâ...

Mevzua şuradan girizgâh yapacağım: Dücane Cündioğlu'nun istikametli olduğu, en azından zâhirde öyle göründüğü, zamanlarda yazdığı eserler var. Bunlar hâlen istifadeye medardır. Onlardan bir tanesini geçtiğimiz yıl okudum. Adı şöyleydi: Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e Din ve Siyaset. 'Kapı Yayınları' tarafından basılmış. Cündioğlu, hakikaten istifade edilesi bu eserinde, Osmanlı'nın son döneminden günümüze 'dini Türkçeleştirme' çabalarını irdeliyor. Üç ana öğesi var bu sürecin: 1) Türkçe hutbe. 2) Türkçe ezan. 3) Türkçe ibadet. Malumunuz: Türkçe ibadet bir-iki teşebbüs dışında hiçbir varlık gösteremiyor. Halk da teveccüh göstermiyor. Ve yürürlüğe konamıyor. Elhamdülillah. Türkçe ezansa halkın muhalefetine rağmen bir 'zulüm' olarak 1932'den 1950'ye kadar sürdürülüyor. Sonra, Adnan Menderes merhumun mübarek himmetiyle, ondan da kurtulunuyor. Yine elhamdülillah. Fakat bu şıklardan birincisi var ki, işte o tutuyor, bugüne kadar geliyor. Hatta hâlâ Türkiye'de devam ediyor.

Önce Cündioğlu'nun eserinden konuyla ilgili birkaç iktibas yapalım. İlk alıntım 15. sayfasından. Orada deniyor ki: "Türkçe Hutbe tartışmaları II. Meşrutiyet'ten itibaren gündeme gelmiş ve hatta kısmen uygulanmış olduğu halde, esasen Cumhuriyet döneminde yasallaşmış ve kısa süre içerisinde içselleştirilmiştir. Nitekim bugün hâlâ hutbeler Türkçe okunmakta ve fakat hiçbir tartışmaya konu olmamaktadır." 30. sayfada ise çeşitli mecmuaların da 'hutbelerin Türkçe okutulmasına taraftar olduğu' aktarılmaktadır: "Dikkat edilecek olursa, Sebilürreşad, hutbe meselesinde taraftar olduğu görüşü fevkalade temkinli bir sûrette dile getirmiş (...) itiyadlı davranmayı elden bırakmamıştır. Ancak İslam Dünyası, Medrese İtikadları, Hayru'l-Kelam, İslam Mecmuası, Ceride-i Sûfiye gibi dergilerin yayım hayatına atılıp hutbelerin Türkçeleştirilmesi, muhtevalarının ıslah edilmesi (siyasi ve dünyevi meselelerde irad edilmesi) lazım geldiğine dair çeşitli makaleler neşretmeleri, hatta Meşihat'a ve Şeyhülislam'a hitaben yazılmış açık mektuplara yer vermeleri, Türkçe Hutbe meselesini hep gündemde tutmuş, böylece devrin bu en iyi propaganda aracını kullanıma uygun hale getirmek teşebbüslerinden hiç vazgeçilmemiştir."

Devamında, Dücane Cündioğlu, yaptığı kimi alıntılarla 'hutbeleri Türkçeleştirme temayülünün' dinî bir maksadla değil siyasete dair emellerle ortaya çıktığını ortaya koymaktadır. Yani Meşrutiyet yönetimi-aydınları 'halkı kendi siyasî eğilimlerine yönlendirebilmek için' hutbeleri kullanmak istemektedirler. Zira o devirde halka hutbelerden daha kolay ulaşmanın yolu yoktur. En geniş cadde bu caddedir. (Yakın zamanda Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş Hoca'nın da "Hutbelerimiz her hafta 22 milyon insana ulaşıyor..." dediğini hatırlayalım.) İnternet yoktur. Televizyon yoktur. Bu nedenle hutbeleri Arapçadan Türkçeye çevirmek arzusu güdülmektedir. Fakat Şeyhülislamlık, Meşihat vs. bu çabalara karşı direnmektedir. Kitabın 32. sayfasından devam edelim:

"1914 yılında bazı Gümüşhaneliler tarafından 'Cuma ve Bayram namazlarında hutbelerin Türkçe okunmasının caiz olup olmadığına' dair Bâb-ı Vâlâ-yı Fetvâ'dan bir fetva talep edilmesi ve oradan da kendilerine Türkçe hutbenin 'tahrimen mekruh' olduğunun bildirilmesi üzerine İslam Mecmuası bu hâdiseyi haber konusu yaparak eleştirmiş, birkaç sayı sonra da yine bu münasebetle Mehmed Bahauddin'e ait uzun bir makale yayımlanmıştır. Bu arada Meşihat, hiç değilse vaaz ve vaizler konusunda tedbirler almaya çalışmış; 'ulema-yı kiramın, va'z u nasihat vazife-i mühimmesini âyât-ı Kur'aniye ve ehâdis-i sahiha-i nebeviye'ye müstenid olarak telkin ve tefhim ve edille-i nakliyye'yi herkesin anlayacağı surette edille-i akliye ile tersin ve tahkim ederek' ifa etmesi için çeşitli tâmimler yayımlamış ise de Türkçe hutbe meselesinde radikal bir karar almaya yanaşmamıştır."

Şimdi gelelim mürşidimiz Bediüzzaman Hazretlerinin mezkûr tartışmalar hakkında kaleme aldığı metinlere... Evet. Sonda söyleyeceğimizi başta diyelim. Okuyanlar zaten bilirler. Bediüzzaman Hazretleri Türkçe hutbeye karşıdır. Arapça hutbenin korunması gerektiğini düşünmektedir. Bu konuda hiçbir 'acaba'sı yoktur. Hatta, yukarıda, hutbeleri Türkçeleştirmek için sunulan maslahat, yani siyasetten halkı haberdar etmek meselesi, Bediüzzaman'a göre bilakis hutbenin Arapça kalmasının gerekliliğine bir karinedir. Zira hutbe gibi bir şeair-i İslamiye gündelik siyasetin alanı yapılamaz. İçtihad Risalesi'deki izahatından okuyalım:

"İşte, şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları müptelâ eden, bir beliyye-i âmme suretine giren çok umurlar vardır ki, su-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüt ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medar olup haramı helâl etmeye medar olamazlar. Halbuki, şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer'iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir; semâvî olamaz, şer'î değil. Halbuki, semâvât ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdahale o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdahale merduddur.

Meselâ, bazı gafiller, hutbe gibi bazı şeâir-i İslâmiyeyi Arabîden çıkarıp her milletin lisanıyla söylemeyi iki sebep için istihsan ediyorlar. Birincisi: 'Tâ siyaset-i hazıra avâm-ı Müslimîne de o suretle tefhim edilsin.' Halbuki, siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki, vesvese-i şeyâtîn hükmüne geçmiştir. Halbuki, minber vahy-i İlâhînin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki o makam-ı âliye çıkabilsin. İkinci sebep: 'Hutbe, bazı suver-i Kur'âniyenin nasihatleri anlaşılmak içindir.' Evet, eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zaruriyâtı ve müsellemâtı ve malûm olan ahkâmını, ekseriyet itibarıyla imtisal edip yerine getirseydi, o vakit nazariyât-ı şer'iye ve mesâil-i dakika ve nesâyih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisanla hutbe okunması ve suver-i Kur'âniyenin—eğer mümkün olsaydı—tercümesi belki müstahsen olurdu.

Fakat namaz, zekât, orucun vücubu ve katl, zina ve şarabın haramiyeti gibi malûm olan ahkâm-ı kat'iye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avâm-ı nâs, onların vücubunu ve haramiyetini ders almaya muhtaç değiller. Belki, teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp, İslâmiyet damarını ve iman hissini tahrik etmekle, imtisallerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar. Halbuki, bir âmi, ne kadar cahil dahi olsa, Kur'ân'dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meâl-i icmâliyeyi anlar ki, 'Herkese ve bana malûm olan imanın rükünlerini ve İslâmiyetin umdelerini, hatip ve hafız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor...' der, kalbinde onlara karşı bir iştiyak hasıl olur. Acaba kâinatta hangi tabirat var ki, Arş-ı Âzamdan gelen Kur'ân-ı Hakîmin i'cazkârâne, müfehhimâne ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin?"

Evet. Mürşidimizin ifadeleri açıktır. Fakat bu mesele, her nedense, günümüzde nurcuları dahi pek 'enterese' etmemektedir. Bugünün siyasilerinden, bin maşaallah, Ayasofya Camiini, Risale-i Nur'un devlet eliyle basımını rica eden büyüklerimiz, 'hutbelerin tekrar aslına dönmesi' gibi Bediüzzaman Hazretlerinin çok ehemmiyet verdiği bir meseleyi hiç dillendirmemektedirler. İşte Ahmed kardeşinizin kafasını kurcalayan da budur. Bu konuda Bediüzzaman Hazretlerinin farklı bir beyanı daha mı vardır? Ömrünün ahirinde İçtihad Risalesi'ndeki bu duruşundan vaz mı geçmiştir? Türkçe hutbeye 'Olur!' mu vermiştir? Yoksa, Allah muhafaza, biz de mi kemalist dönemin genel geçer hale getirdiği bu uygulamayı içselleştirdik? İtiraz edemeyecek duruma geldik? Bu sükûtumuz gizli bir 'ikrar' mı saklıyor? Kardeşlerimle mevzuu bir istişare etmek istiyorum. 

Bu soruyu bugün sormanın önemli olduğunu düşünüyorum. Zira cuma hutbelerinin kimi zaman ıvır-zıvır mevzulara girmesini çok iğreti buluyorum. Katlanamıyorum. Sözgelimi: Yerli malı haftasını kutlamak cuma hutbesinin mevzuu olabilir mi? MEB'in 'belirli gün ve haftalar' listesinin cuma hutbesiyle ne ilgisi var? Hutbenin âmiri MEB mi Diyanet mi? Veyahut bambaşka günübirlik bir olayı hutbeye taşımak cumanın şânına yakışır mı? Hâşâ... Bence yapılması gereken, cuma hutbelerinin mü'minlerin gözlerinden düşmelerini engellemek için, onu tekrar Arapça aslına çevirmektir. Evet. Ancak böylelikle güncelin, faninin, gelip geçicinin baskısından kurtulurlar. Şeairlik vazifesini tam yaparlar. Öyle ya: Bazen hatırlatmak anlatmaktan daha çok iş görebilir. Çağrıştırmak nasihatten daha faydalı olabilir. Bediüzzaman Hazretlerinin iktibas ettiğim beyanının son paragrafı 'hutbenin asıl sırrı'nın bu olduğunu ifade ediyor sanki. Ne diyelim? Cenab-ı Hak rüşdümüzü bize yeniden ilham eylesin. Âmin. Âmin. Âmin...

29 Ekim 2019 Salı

Cuma hutbelerini kim dinliyor?

'Pozitivizm' ile 'mealcilik' arasında hep bir ilgi kurarım. Duyanlar "Nasıl oluyor?" der. Doğrudur. Sürgit olaylar düzleminde aralarında bağ kurmak zordur. Fakat neden-sonuç ilişkilerini olayların elinden alıp düşünüşlerin eline verdiğinizde şöyle bir resim ortaya çıkar: Pozitivizmin 'herşeyi maddede görmekle' düşlediği açıklık mealcilikte de vardır. Yalnız mealcilik aynı açıklığı 'çeviri yapmakta' görür. Hatta çeviri de yetmez. Gün gün sadeleşir mealler. Sürekli safra(!) atılır. Her yeni meal çalışması, istisnalar elbette mevcuttur, bir öncekinden daha sadedir. Basittir. Yalındır. Ancak şu kaçınılmaz netice ıskalanır bu türden çabalarda: Her çeviri bir tür sadeleştirmedir aynı zamanda. Çağrışımların budanmasıdır.

Bir metnin sadeleştirilmesi anlaşılanları/anlaşılabilecekleri de sadeleştirir. Yahut da tam tersi: Metnin sadeleştirilmesi anlaşılabilecekleri, metin sahibinin muradı aksine, çoğaltır. Her şekilde yapılan tahrife dönüşür. Çünkü bir kelimeyi/cümleyi 'anlaşılabileceği anlamlardan etmek' de 'anlaşılmaması gereken anlamlara götürmek' de tahriftir. İşte, biraz da bu haklı kaygılardan dolayı, Kur'an-ı Hakîm'i ideal anlama şekli olarak 'mealcilik' değil, 'tefsir okumak' görülmüştür. Ta ki son asra kadar. Bu yüzyıl bir 'mealler asrı'dır. Neden? Çünkü artık pozitivizmin dalgası buraya kadar gelmiştir. Yaşanan özünde yüzeyin istibdadıdır.

Mürşidimin "Olsa olsa, muvakkat bir cilve-i mânâdan gelen bir intibah-ı muvakkat, o ulema-i sû'u aldatmıştır!" dediği pozitivist bilimadamlarına/aydınlara da teşmil edilebilir. Evet, onlar, sûret/teknik üzerinde bir uyanış yaşamışlar. Bu uyanış onları 'herşeyin aslını bulduklarına' inandırmış. Yahut da öyle olduğunu düşlemek istemişler. Elmayı kabuğunda bilmişler. Yalnız kabuğunu sevmişler. Çünkü ellerine çokça kabuk geçmiş. Kabuk yemekten başları/kalpleri sarhoş olmuş. Evvelden de epey bir açlıkları varmış ya. Bu açlığın hırsı ifrata yol açmış. Hızını alana aşırıya gitmek pek kolaydır. Kolayı seçmişler. Aşırıya gitmişler.

Ağzı şeker-bal yesin. Mürşidim bir de misal veriyor: "Mesela, nasıl ki bir hayvanın veyahut bir meyvenin derisi soyulsa, muvakkat bir zarafet gösterir; fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabanî ve paslı ve kesif ve ârızî deri altında siyahlanır, taaffün eder. Öyle de, şeâir-i İslâmiyedeki tabirat-ı Nebeviye ve İlâhiye, hayattar ve sevabdar bir cilt, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çıplak, bir derece görünür. Fakat, ciltten cüdâ olmuş bir meyve gibi, o mübarek mânâların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider. Nur uçar, dumanı kalır. Her ne ise..."

'Arapça hutbe' meselesinde de Bediüzzaman'ın duruşunun aynı olduğunu görürsünüz. Hüner herşeyi çevirmekte/sadeleştirmekte değildir. Hüner çağrışımlara da hakk-ı hayat tanınmasıdır. Müsait bir 'kolayca anlaşılmazlık alanı' bırakılmasıdır. İradeye pay ayrılmasıdır. Peki. Tamam. Ben ki ilahiyat okumamış bir cahilim. Bütün bunları şimdi neden yazdım? Koşar adım ona da geleyim arkadaşım: Bugünlerde Diyanet'in hutbelerinde de böyle bir temayülün arttığını görüyorum. Allah sa'ylerini meşkûr kılsın. Katından ecirlerle onları mükafatlandırsın. Gayretlerini arttırsın. Fakat, nasıl demeli, sadeleştirdikçe öldürüyorlar bazı şeyleri.

Eskiden meşhur hatiplerin cuma hutbeleri kaset olarak da alınır dinlenirdi. Şimdi caminin kapısında çıkanları hutbeyi sorsan hatırlayan yok. Yahut pek az. Bence bu dikkat ölümünün ardında aşırı sadeleştirmenin payı var. Yüzeyleşme ruhu öldürüyor. Hutbelere pozitivizm daha fazla dadanmamalı. Herkes herşeyi anlamak zorunda değil ama herkes bir kudsî duygulanış/düşünüş hissetmek zorunda. Evet. 'Arapça hutbe'de direnemeyip bu ruhun büyük parçasını zayi ettik. Yazık oldu. Sadeleştirmeyle daha fazla etmeyelim bari. Direnelim. Biz 'biz' yapan kelimelerin üzerinde direnelim. En azından hutbede direnelim. Âmin.

'İsmet Özel anakronizmi' İslamcılığı zehirliyor

"Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak..."  Münazarat'tan....