Çağrışım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çağrışım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ekim 2022 Çarşamba

Bediüzzaman meal mevzuunda israf mı ediyor?

Kur'an'ın hakiki tercümesi mümkün değildir. Bu nedenle istikametli ulemamız eserlerinde 'kısa anlam' manasına gelen 'meal' sözcüğünü kullanmışlardır. (Öyle isimlendirmişlerdir.) Konuyu İİKV'deki bir seminerinde izah eden Prof. Dr. İshak Özgel Hoca hatta demişti ki: Mealler bize ancak şöyle-böyle, azıcık azıcık, yani çok budanmış-özetlenmiş bir şekilde, ayette ne söylendiğini bildirirler. Onlara Kur'an'ın kendisi nazarıyla bakmak yanlıştır. Hele hele hüküm çıkarmaya cüret etmek insanı itikadda/amelde tehlikeli noktalara götürebilir. Zira, muhatap olunan söz vahyin bizzat kendisi değil, bir beşerin anladığı-aktardığıdır.

Yanlış anlaşılmasın. Bunu demekle "Asla meal okunmasın!" gibi bir yasaklamaya girişmiyorum. Yapmadığını söylemek doğru değil. Ben de meal okuyorum. Fakat, tıpkı İshak Özgel Hoca'nın dediği gibi, 'mealin Kur'an'ın kendisi olmadığına' dikkat ederek yapmaya çalışıyorum bunu. Daha ne yapıyorum peki? İstikametine inandığım kişilerin teliflerine bakmaya özen gösteriyorum. Zaten sıkı şekilde takip ettiğim bir tefsir de var. Risale-i Nur külliyatının meftun bir okuyucusuyum. Ehl-i Sünnet çizgisinin yegane fırka-i nâciye olduğunu bilmekteyim. (Adım gibi hatırımda tutmaktayım.) İtikadda-amelde sahip olduğum zırhlardan soyunmayı cehennemim sayarım. Bu tedbir-teyakkuz halinin, inşaallah, gerçekleşebilecek vartalardan koruduğunu ümit ediyorum. Tavrıma rağmen, herhangi bir anladığımın istikamete denk gelmediğini öğrenirsem, ateşe basmış hızında terketmeye hazırım. Çünkü şunda inatçılık ancak ahmaklıktan gelir.

Pek mübarek bu teenni ruhuma öyle işledi ki, meal naklederken bile, karşımdakini uyandırmaya çalışırım. (İşte yazının asıl konusuna geldik.) Hatta geçenlerde sual-cevap mevzuu oldu. Yani bir mecliste dediler: "Neden böyle yapıyorsun?" Ne yapıyorum arkadaşım? "Her meal verişin sırasında 'kısa-kısacık' gibi belirteçler kullanıyorsun. Halbuki meal zaten 'kısa anlam' demektir. Sözü ziyadeleştirmiş oluyorsun. Edebiyatta sözü ziyadeleştirmek israftır." Ben de cevaben dedim ki: "Mürşidim öyle öğrettiği için." Evet. Bana bu faydayı da yine Bediüzzaman öğretti. Metinlerinde o kadar çok böylesi ifadeler kullanılır ki, insan, bu hassasiyetin 'bir usûl öğretmek için' gösterildiğini düşünmeden edemiyor. Mesela: Bazen 'gayet kısa bir meali' diyor. Bazen 'muhtasar bir meali' ifadesini kullanıyor. Bazen 'kısacık bir meali' diye beyan buyuruyor. Bazen de 'meal-i icmalî' diye zikrediyor. Elhamdülillah. Benzeri pekçok 'uyandırıcı' istimali var. Elbette "Aman ha!" deyici bu tedbire denk gelenler önceleri şaşırıyor: Meal zaten 'kısa anlam' demekken neden böyle bir yol tercih ediliyor? 

Onun da cevabını Sünuhat'ta bulduğumu zannederim: 

"Mantıkça mukarrerdir ki, zihin, melzumdan tebeî olarak lâzıma intikal eder ve lâzımın lâzımına tabiî olarak etmez. Etse de ikinci bir teveccüh ve kasıtla eder. Bu ise gayr-ı tabiîdir. Meselâ: Hükmün me'hazı olan şeriat kitapları melzum gibidir. Delili olan Kur'ân ise lâzımdır. Muharrik-i vicdan olan kudsiyet lâzımın lâzımıdır. Cumhurun nazarı kitaplara temerküz ettiğinden yalnız hayal meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını nâdiren tasavvur eder. Bu cihetle, vicdan lâkaytlığa alışır, cumudet peyda eder.

Karmaşık mı geldi? O halde şöyle 'gayet kusurlu bir temsil'le zihninize yaklaştırmaya çalışayım. Herhangi bir edebî eserdeki çağrışımlar dünyasını düşünün. Yahut olmadı kendimiz bir kurgu çatalım: Mecnun isimli esas oğlanımız Leyla nâm sevdiğinden bir çınar ağacının altında ayrılmış olsun. Yüzükler atılsın. İyice dramatikleşsin sahne. Son sözler söylensin. Tamam. Şimdi, romanın devamında, 'çınar ağacı' ifadesi geçtiği her anda, kaç kişinin aklı Leyla'yla ayrılık sahnesine intikal eder? Peki hatırlayanlardan kaçının hatırına Leyla'nın o günkü görünümü gelir? Peki onlardan kaçı Leyla'nın giderken bindiği otobüsü hatırlar?

Böylesi çağrışımların tamamını yakalayabilmek zordur. Zira zihin genelde kolay olana kavuştuktan sonra diğerlerini terkeder. Okuduğundan uzaklaşmaz. Direnir. O yüzden sorularım çoğaldıkça sayı giderek düşecektir. Belki 'sıfır'a dayanacaktır. Zincirdeki halka sayısı arttıkça ağırlığı da artar. Zinciri kısa tutmak isteyenlerse belki şöyle birşey yapar: "Kırmızı elbiseli kızın, altında yüzüğünü attıktan sonra, Fatih otobüsüne bindiği ağacı gördüm." Burada olmayan şey sadece ağacın ismidir. Ancak ismi dışındaki bütün detaylar çağrıştırılmıştır. Söz uzamıştır fakat okuyucuya kolaylık da sağlanmıştır. Neyse. Esasa dönelim:

Zihinde yolu kısaltmanın yolu bazen kelimeleri çoğaltmaya bakıyor. Çünkü insan zihni mesuliyet kendisine bırakıldıkça çağrışım dünyasında ilerlemekte zorlanıyor. Sözgelimi: Bugün 'meal' kelimesinin 'tercüme' demek olmadığını, özellikle başka birşeyi çağrıştırmak için seçildiğini, kaç kişi biliyor? Mealistler-modernistler kaç kişinin kafasında böyle bir duruluk bıraktı? Hadi, onların muğalatasını geçelim, ahirzamanda âdemoğlunun/kızının fehminde bu detayı kollayacak ne kadar derman kaldı? 

O yüzden mürşidimin bu tarz kullanımlarının bir maksada binaen yapıldığını iddia ediyorum. Nedir? 'Meal' denildiğinde 'bizzat Kur'an'ın kendisi' gibi anlayacak olanlara, 'gayet kısacık' gibi uyarıcı ifadeler de eklenerek, ayılma şansı sunuluyor. Zahirî nazarla bakıldığında bu bir 'kelime israfı' sanılabilir. Ancak hikmete konsantre olunduğunda israf kesinlikle yok. Hatta ben bu kullanımı bütün hocalarımıza-vaizlerimize tavsiye etmekten kendimi alamıyorum. Öyle ya: Muhtemelen onların dinleyicilerinde de bu ayrımı kaçıranlar çoğalmaktadır. Meali Kur'an'ın kendisi sananlar artmaktadır. Hassaten genç kuşakta bu yara fazlasıyla bulunur. Cenab-ı Hak cümlemizi müfessirîn-i izâmın âli yolu üzere eylesin. Âmin. Allahümme Âmin.

29 Ekim 2019 Salı

Cuma hutbelerini kim dinliyor?

'Pozitivizm' ile 'mealcilik' arasında hep bir ilgi kurarım. Duyanlar "Nasıl oluyor?" der. Doğrudur. Sürgit olaylar düzleminde aralarında bağ kurmak zordur. Fakat neden-sonuç ilişkilerini olayların elinden alıp düşünüşlerin eline verdiğinizde şöyle bir resim ortaya çıkar: Pozitivizmin 'herşeyi maddede görmekle' düşlediği açıklık mealcilikte de vardır. Yalnız mealcilik aynı açıklığı 'çeviri yapmakta' görür. Hatta çeviri de yetmez. Gün gün sadeleşir mealler. Sürekli safra(!) atılır. Her yeni meal çalışması, istisnalar elbette mevcuttur, bir öncekinden daha sadedir. Basittir. Yalındır. Ancak şu kaçınılmaz netice ıskalanır bu türden çabalarda: Her çeviri bir tür sadeleştirmedir aynı zamanda. Çağrışımların budanmasıdır.

Bir metnin sadeleştirilmesi anlaşılanları/anlaşılabilecekleri de sadeleştirir. Yahut da tam tersi: Metnin sadeleştirilmesi anlaşılabilecekleri, metin sahibinin muradı aksine, çoğaltır. Her şekilde yapılan tahrife dönüşür. Çünkü bir kelimeyi/cümleyi 'anlaşılabileceği anlamlardan etmek' de 'anlaşılmaması gereken anlamlara götürmek' de tahriftir. İşte, biraz da bu haklı kaygılardan dolayı, Kur'an-ı Hakîm'i ideal anlama şekli olarak 'mealcilik' değil, 'tefsir okumak' görülmüştür. Ta ki son asra kadar. Bu yüzyıl bir 'mealler asrı'dır. Neden? Çünkü artık pozitivizmin dalgası buraya kadar gelmiştir. Yaşanan özünde yüzeyin istibdadıdır.

Mürşidimin "Olsa olsa, muvakkat bir cilve-i mânâdan gelen bir intibah-ı muvakkat, o ulema-i sû'u aldatmıştır!" dediği pozitivist bilimadamlarına/aydınlara da teşmil edilebilir. Evet, onlar, sûret/teknik üzerinde bir uyanış yaşamışlar. Bu uyanış onları 'herşeyin aslını bulduklarına' inandırmış. Yahut da öyle olduğunu düşlemek istemişler. Elmayı kabuğunda bilmişler. Yalnız kabuğunu sevmişler. Çünkü ellerine çokça kabuk geçmiş. Kabuk yemekten başları/kalpleri sarhoş olmuş. Evvelden de epey bir açlıkları varmış ya. Bu açlığın hırsı ifrata yol açmış. Hızını alana aşırıya gitmek pek kolaydır. Kolayı seçmişler. Aşırıya gitmişler.

Ağzı şeker-bal yesin. Mürşidim bir de misal veriyor: "Mesela, nasıl ki bir hayvanın veyahut bir meyvenin derisi soyulsa, muvakkat bir zarafet gösterir; fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabanî ve paslı ve kesif ve ârızî deri altında siyahlanır, taaffün eder. Öyle de, şeâir-i İslâmiyedeki tabirat-ı Nebeviye ve İlâhiye, hayattar ve sevabdar bir cilt, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çıplak, bir derece görünür. Fakat, ciltten cüdâ olmuş bir meyve gibi, o mübarek mânâların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider. Nur uçar, dumanı kalır. Her ne ise..."

'Arapça hutbe' meselesinde de Bediüzzaman'ın duruşunun aynı olduğunu görürsünüz. Hüner herşeyi çevirmekte/sadeleştirmekte değildir. Hüner çağrışımlara da hakk-ı hayat tanınmasıdır. Müsait bir 'kolayca anlaşılmazlık alanı' bırakılmasıdır. İradeye pay ayrılmasıdır. Peki. Tamam. Ben ki ilahiyat okumamış bir cahilim. Bütün bunları şimdi neden yazdım? Koşar adım ona da geleyim arkadaşım: Bugünlerde Diyanet'in hutbelerinde de böyle bir temayülün arttığını görüyorum. Allah sa'ylerini meşkûr kılsın. Katından ecirlerle onları mükafatlandırsın. Gayretlerini arttırsın. Fakat, nasıl demeli, sadeleştirdikçe öldürüyorlar bazı şeyleri.

Eskiden meşhur hatiplerin cuma hutbeleri kaset olarak da alınır dinlenirdi. Şimdi caminin kapısında çıkanları hutbeyi sorsan hatırlayan yok. Yahut pek az. Bence bu dikkat ölümünün ardında aşırı sadeleştirmenin payı var. Yüzeyleşme ruhu öldürüyor. Hutbelere pozitivizm daha fazla dadanmamalı. Herkes herşeyi anlamak zorunda değil ama herkes bir kudsî duygulanış/düşünüş hissetmek zorunda. Evet. 'Arapça hutbe'de direnemeyip bu ruhun büyük parçasını zayi ettik. Yazık oldu. Sadeleştirmeyle daha fazla etmeyelim bari. Direnelim. Biz 'biz' yapan kelimelerin üzerinde direnelim. En azından hutbede direnelim. Âmin.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...