Bediüzzaman Hazretleri 19. Lem'a'da (ki nâm-ı diğerle İktisat Risalesi'dir) iktisat için 'sebeb-i bereket' diyor. Mürşidimin sözü, hâşâ, yersiz değil. Hele yalnız hiç değil. Kalbimle yanındayım. Aklımla yanındayım. Hayatımla yanındayım. Çünkü iktisatta bir bereket olduğunu en çok kendimden biliyorum. Bir kere iktisadım beni, ona muvaffak olabildiğimde tabii, 'dünyayı işgal etmekten' alıkoyuyor. Önümü bizzat kendi hamlıklarımla kapatıp hareket edemez, göremez, işitemez, bilemez, sezemez vs. hale gelmekten koruyor. Evet. Elhamdülillah. İktisat ettiğim her yerde kendime 'Duuur!' demiş oluyorum. Yememe 'Duuur!' demiş oluyorum. İçmeme 'Duuur!' demiş oluyorum. Konuşmama 'Duuur!' demiş oluyorum. Tüketmeme 'Duuur!' demiş oluyorum. Durmalarımdan başkalıklara da alan açılıyor.
Başkalarının bize misafir olabilmesi için öncelikle bizim kendimize 'Dur!' dememiz lazım. Bereket, biraz da başkalarının bizde misafir olabilmesi ise, aynalar yansımayla zenginleşiyorsa şayet, mezkûr 'Dur!' ihtarına cidden ihtiyacımız var. Heryer 'ben' olmamalı. Heryer 'benim' olmamalı. Heryer 'ben' olursa ben heryerde yalnız kalırım. Kendime kalırım. Fehmime sıkışırım. Görüşüme körleşirim. Duyuşuma sağırlaşırım. Başkası kalmadığında, eyvah, ben aynasının bulacağı bir bereket de kalmaz. Kendimi frenlemeliyim. İrademi frenlemeliyim. Kuvvetimi frenlemeliyim. Eylemimi frenlemeliyim. Ancak varolmak arzusunda frenlersem beni gayrıma şahit olacağım.
Biteviye kendimle, eylemlerimle, seçimlerimle, düşüncelerimle, görüşümle, konuşmamla, yediğimle vs. dolu bir dünyada bana başkası konuk olamaz. Kibir biraz da 'dünyana girilmesine koyduğun engel'dir bu açıdan. Kibirliyle konuştuğunda sen konuşamazsın. O konuşur. O bilir. O söyler. O yapar, zulmeder... O, o, o, o! 'O'nunla dolu dünyada hiçbir 'o'nun, 'o'nun hiçbir, göreceği bereket yoktur.
Misal vereyim de yaklaş arkadaşım. Beni tanıyorsun. Düşük çeneliyim. Dost meclislerinde de bu huyumun kem yansımaları görülür. Fakat durabilirsem, kendimi durdurabilirsem, bu defa başkaları da konuşmaya başlar. Bense, ne güzel, dinlemeye başlarım. Bu defa meclisteki insan sayısınca sözcüklerim olur. Meclistekilerin dedikleri kadar bildiklerim olur. Gözüm olur. Kulağım olur. "Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır..." sırrı bende câri olur. Bu benim gibi küçük akıllılar için büyük hazinedir. Kıymetini bilebilirsem gerçekten.
Sonra "Herşeyi biliyorum!" tavrımdan vazgeçip, hakikati işgalden gerileyip yani, bilmekte "İstişareye muhtacım!" iktisadına ersem, o zaman da sorduğum-cevap aldığım şeyler sayısınca bende bir zenginleşme olur. Evet. İnşaallah. Çünkü bereket başkalarıdır. Ancak başkalarıyla bereket olur. Başkasız bereket olmaz. Başkaları Rabbü'l-Âlemîn'in bağışlama şeklidir. Yoludur. Duasıdır. İmkânıdır.
Bereketim illa birimi bine çıkaracaktır. Hem Hüda lütfetmek için cömertlik kapıları açık bırakmış zaten. Herşeyi bir bilgi alanı olarak ilgime müheyya kılmış. Hep mehirleri olan dikkati bekliyorlar. Hem bütün bu bilim, teknoloji, edebiyat, irfan vs. alanı özünde 'başkalarıyla edinilmiş bereketler' değil midir? O kapılardan giremediysem sebebi benim. Ben beni 'heryeri işgal etmek' fikrinden bir vazgeçirsem herşey bende misafir olacak zaten. (Tembelliğim de benim. Ukalalığım da benim. Cahilliğim de benim.) Herşey bir anlamda benim olacak. Çünkü 'ben'i varlık arzusunda sınırlamakla ancak başkalara açılıyorum. Hem böylelikle herşeye açık oluyorum. "Kimin için Allah var, ona herşey var. Ve kimin için yoksa, herşey ona yoktur, hiçtir!" ikazı buna işaret eder şekilde de düşünemez miyiz?
İnsan, güzeller güzeli Allah'ı dünyasına sokarsa, şükrolsun, kendi uluhiyet iddiasından-marazından da kurtulmuş olur. Kendi uluhiyet iddiasından kurtulan dünyayı/dünyasını işgal eden Firavun'undan, Nemrud'undan, Karun'undan vs. da kurtulmuş olur. (Ki onlar bizzat kendisidir.) Dünyayı/dünyasını işgal etmekten kurtulana da, inşaallah, cümle varlık misafir olur. Melekler duacısı olur. Mahlukat yardımcısı olur. Yani herşeyden istifade etmenin kapısı ona açılır. O yüzden belki de şu manada denilmiştir: "İnsanın tanrıya inanabilmesi için öncelikle özgürlüğünün sınırsızlığından rahatsız olması gerekir. Zira tanrıya inanmak 'kendinin tanrı olamayacağına' inanmaktır..." Eğer zararlı işgalinden rahatsız değilsen, istediğini-istediğince yapman gerektiğini düşünüyorsan, evrenle ilişkini böyle kurguluyorsan artık, o zaman zaten güzeller güzeli Allah'ı sinene-dünyana misafir edemezsin. Bir sinede iki kalp yoktur. Kendisiyle lebaleb dolana hiçbir başkası sığışamaz. Dolu bardaklar dolamaz. Göğe bakmayanın gökyüzü yoktur. Köstebekler için güneş nafiledir.
Yani, arkadaşım, iktisadımız evveliyetle varlıkla ilişkimizi belirliyor. "Herkes yalnız bana şahit olsun!" diyorsan, eyvah, yandın, çünkü kendin kadar kaldın. "Ben herkese şahit olayım!" dersen, maşaallah, yaşadın, çünkü şahit olabildiklerin kadar geniş bir aynalığa talip oldun. Varlık da, ne güzel, sana açıklığın nisbetinde misafir oldu. Yani yokluğundan varlık hâsıl oldu. Yemekten iktisat ettin, ettinse, kimbilir neleri o açlıkta misafir ettin. Alışverişten iktisat ettin, ettinse, kimbilir neleri o telaşsızlıkta ağırladın. Konuşmaktan iktisat ettin, ettinse, kimbilir kimler o sessizlikte sende konakladı. Bir tane daha misal vereyim. Değerini bilirsin çünkü. Mesela: Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat olmayı seçtin, uleması kadar deniz bilgi hazinesine eriştin, hiç zararın gördün mü? Fakat 'Benim aklım, ben biliyorum, bana göre...' diyenlerin meclisinde emzikli firancuklarla, nemrutçuklarla karşılaştın. O hidayetsizlik de bereketsizlik kokmuyor muydu?



