Geçenlerde yine A'râf sûresini okurken İblis'in kıssasına takıldım. Kulluk yolunda ayağı ilk takılanın 'takılma öyküsü' benim de kafama takıldı. Arkadaşım, insan dışında her neye takılırsa, aslında içinde bir yere takılıyor. Bir daha gördüm bunu. Anladım. İblis'in takıldığının da Âdem aleyhisselam değil 'kendi yanlış varlık algısı' olduğunu sezdim. Belki benim de bu kıssaya takılmamın sebebi başka bir takıntıydı. Çünkü benim de topraktan yaratıldığını düşünüp ateşimin üstünlüğünden(!) dolayı isyan ettiğim hiyerarşiler vardı. Göremediğim değerler vardı. Edemediğim secdeler vardı. Kuşatamadığım hikmetler vardı. Kovulduğum makamlar vardı. Kur'an'da her anlatılan bir parça da kendi hikâyem olduğunu yeniden hatırladım. Halbuki mürşidim bunu ta 20. Söz'ünde ders vermişti: "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor."
Dünya varolalıberi düşen her nesnenin yerçekimi kanunundan bir hissesi vardır. Hiçbirisi kendileri hakkında söylenmiş 'düstur-u küllî' ve 'kanun-u umumî'lerin tesirinden hariçte değildir. Benim de imtihan edilen bir yaratılmış olmak hasebiyle hem Âdem aleyhisselamın hem de İblis'in yaşadıklarından almam gereken dersler var. Dönmem gereken düşüşler var. Teşhis etmem gereken hastalıklar var. Sarmam gereken yaralar var. Keşfetmem gereken kusurlarım var. Var, var, varoğlu var. Ancak Kur'an'la ve sünnetle böyle muhatap olmak için anlatılanların 'benim hikâyem de' olduğunu sezebilmeliyim. İşte, mürşidim, 20. Söz'ünde bunu öğretiyor. Ben de, eğer iyi bir talebeysem, aldığım bu dersi her menzilde tekrar etmeliyim.
A'râf sûresinin 12. ayetinin kısa bir mealinde deniliyor: "Allah buyurdu: 'Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir?' (İblis): 'Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın' dedi." Bunu diyen biraz da ben değil miyim? Nerede diyorum peki? Yaratılana razı olmadığım her yerde söylüyorum. Her hasedimin arkasında bu hüküm var. Dilimi "Maşaallah!" demekten alıkoyduğum her yerde bu iddiaya sığınıyorum. "Böyle olmamalıydı!" diyorum içimde bir yerlerde. "O koltuk benim hakkımdı. O ilgiyi ben görmeliydim. O yâr bana varmalıydı. Böyle olmamalıydı." O yüzden belki de "Allah ne güzel dilemiş!" diye içimi teskin etmediğim her yerde 'nazar etme tehlikesi' yaşatıyorum. Ve bu yüzden Aleyhissalatuvesselam Efendim, çok beğendiğim şeylerde, böyle bir hatırlatmayı kendime hemencecik yapmamı emrediyor. Onun öyle olmasını Allah diledi. Maşaallah. Ne güzel diledi O.
Her "Maşaallah!" attığın bir tokattır aynı zamanda. Kime? İçine. Kendi şeytanına. Semadan ta kalbime kadar uzanan recmü'l-şeyatîn kanununun bir ferdidir yaşadığın. Gökte melekler onları taşlar. Yerde mücahidler cihad eder. Kalbimde şeytanımla ben uğraşırım. Cihad her katmanda mütemadiyen sürer. Hatta gece "Aman uyuyayım!" dersen uykun neden tersine kaçar? Bunun cevabı da Bediüzzaman'a göre aynı kanunla alakalıdır: "Şu hâdisâtın sırrı şudur ki: Nasıl ki bir ekmeğin vücudu, tarla, harman, değirmen, fırına terettüp eder. Öyle de tertib-i eşyada bir teennî-i hikmet vardır. Hırs sebebiyle, teennî ile hareket etmediği için, o tertipli eşyadaki mânevî basamakları müraat etmez; ya atlar, düşer veyahut bir basamağı noksan bırakır, maksada çıkamaz..." Maksada çıkamaz? Burası mühim. Çünkü şu düşüşün İblis'in düşüşüyle bir arkadaşlığı var. A'râf sûresi 13'ün kısa bir mealine bakıyoruz bu sefer: "Allah: Öyle ise, 'İn oradan! Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! Çünkü sen aşağılıklardansın!' buyurdu."
Hırsın, kıskançlığın, hasedin ve kibrin neticesi her zaman böyle değil midir? Olana rızasını yitirenin içinde büyüyen itiraz, eylemlerinden önce, psikolojisini etkiler. Ahlakını kemirir. Hased hâsidin amelinden önce içini yakar. Platonik âşıkların maşuklarının her iltifatını kendi üzerlerine alınması gibi hâdis de hased ettiğinin gördüğü her iltifatı kendine hakaret sayar. Dahası: Düşmanlarının sayısı kendi hiyerarşisine hakvermeyenler sayısınca büyür. Ateşi üstün görmeyen yanmalıdır. Fakat ne tuhaf. Yanan kendisi olur: "Hırs ile aculiyet sebeb-i haybettir. Zira mürettep basamaklar gibi fıtrattaki tertibe, teselsüle tatbik-i hareket etmediğinden, harîs muvaffak olamaz. Olsa da, tertib-i câlisi bir basamak kadar seyr-i fıtrîden kısa olduğundan, ye'se düşüp gaflet bastıktan sonra kapı açılır." Evet. İçindeki kötülük öyle büyümüştür ki ulaştığından da artık bir lezzet alamaz. Ancak haklılığını isbat etmek için mücadele etmeyi de bırakmaz.
A'râf sûresi 14'te bu durum kısa bir mealiyle şöyle haber veriliyor: "İblis: Bana, (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver, dedi." Mühletini de aldı. Sonrasında vaadettiği birçok şeyi de başardı. Ancak bu İblis'in asıl yanılgısını düzeltmedi. Mağlubiyetini zafere dönüştürmedi. Cenab-ı Hak ondan Âdem aleyhisselama secde etmesini istediğinde neslinden gelecek hiçkimsenin sapmayacağı yönünde bir vaadde bulunmamıştı. İblis konuyu yanlış anladı. Yahut da anlamak arzuladı. Secde edilen Âdem aleyhisselamın şahsı değildi sadece. Âdemiyetin potansiyeliydi. Ki bu da Âdem aleyhisselamın şahsî tecrübesinden ziyade hakikat-i Muhammediye aleyhissalatuvesselama bakıyordu. O hakikati yaratan Hakîm-i Mutlakın hikmetine dayanıyordu. Hak Teala âdemiyetin 'elmas olabilme ihtimalini' nazarlarımıza veriyordu. İblis 'kömür olabilme yollarına' dikkati çekiyordu. Kendisine verilen son dersi bu yüzden kavramadı: "Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım!" Evet. Başkasını kömür etmekle kemale eremezsin. Başkalarını yanacak hale getirmek ancak yanıcılığını arttırır. Onlarla beraber sen de yanarsın.
Halbuki tevekkül de sabrın bir çeşididir: "Cenâb-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada, bir merdivenin basamakları gibi bir tertip vazetmiş. Sabırsız adam, teennî ile hareket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır, maksut damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebeptir. Sabır ise müşkülâtın anahtarıdır. (...) Demek, Cenâb-ı Hakkın inâyet ve tevfiki, sabırlı adamlarla beraberdir." İblis'in mahrumiyetinde bu sırrın da dersi vardır. Damından düşmüştür. Makamından kovulmuştur. Çünkü kesin hükme varmakta acele etmiştir. Çünkü basamakları atlamıştır. Çünkü öğrenmek istememiştir. İman ettiği kem hiyerarşinin haksızlığını görmeyi beklememiştir. Melekler gibi sırrın dersini alıncaya kadar merakla tevekkül edememiştir. Talip olmadığından talebe de olamamıştır. Kaybetmiştir.
"Bir zat, bir biçareyi bir minarenin başına çıkarıyor. Minarenin her basamağında ayrı ayrı birer ihsan, birer hediye veriyor. (...) hırçın adam, bütün o basamaklarda gördüğü hediyeleri unutup veyahut hiçe sayıp, şükretmeyerek, yukarıya bakar. 'Keşke bu minare daha uzun olsaydı, daha yukarıya çıksaydım! Niçin o dağ gibi veyahut öteki minare gibi çok yüksek değil?' deyip şekvâya başlarsa, ne kadar bir küfran-ı nimettir, bir haksızlıktır. Öyle de, bir insan hiçlikten vücuda gelip, taş olmayarak, ağaç olmayıp, hayvan kalmayarak, insan olup, Müslüman olarak, çok zaman sıhhat ve âfiyet görüp yüksek bir derece-i nimet kazandığı halde, bazı arızalarla, sıhhat ve âfiyet gibi bazı nimetlere lâyık olmadığı veya sû-i ihtiyarıyla veya sû-i istimaliyle elinden kaçırdığı veyahut eli yetişmediği için şekvâ etmek, sabırsızlık göstermek, 'Aman, ne yaptım, böyle başıma geldi?' diye rububiyet-i İlâhiyeyi tenkit etmek gibi bir hâlet, maddî hastalıktan daha musibetli, mânevî bir hastalıktır. Kırılmış elle döğüşmek gibi şikâyetiyle hastalığını ziyadeleştirir."
Bugün biz de böylesi kaybedişler yaşıyoruz. Rahman u Rahim'in fazlından bir ihsanı: Tevbemiz var. Âdem aleyhisselam gibi hatamızı itiraf edebiliyoruz. Bununla İblis'ten ayrılıyoruz. Yoksa düşüşümüz kıyamete kadar sürecekti. Kaderi değiştirmek elimizden gelmediği için, razı olmadığımız her hâdisede, göğsümüzde bir karanlık büyüyecekti. Devleşecekti. Belki yalnız bizi değil çevremizdekileri de yutacaktı. Evet. Kabil'in Habil'i niye katlettiğine dikkat et. Bugün de "Ya benimsin ya toprağın!" deyu cinayetler işlenmiyor mu? Yahu daha ne kadar kendi hikâyene bigane kalacaksın? Ne kadar anlatılanın 'sen' olduğundan kaçacaksın? Kur'an, bindörtyüz yıldır uyarıyor, konu başkasıymış gibi yaşamayı bırakmalıyız.
Hiyerarşi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hiyerarşi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
23 Kasım 2020 Pazartesi
9 Nisan 2018 Pazartesi
Ön safa koşanlar rıza mı arıyor?
Hani mürşidim 20. Söz'de diyor: "Kur'ân-ı Hakîmde bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır." Ben bunun çok nümunelerini gündelik yaşamda görüyorum. Bir örneği: 'Secde' meselesi. Malumunuz: Kur'an'da anlatıldığı üzere, İblis, Hz. Âdem'e (a.s.) secde etmekten (emr-i ilahîye rağmen) teberri ediyor. Neden? Çünkü kafasında başka bir hiyerarşi var. Kendisinin, yaratılış itibariyle, insandan üstün olduğunu düşünüyor. Hatta bunu Cenab-ı Hakka karşı da savunuyor: "Ben ateştenim o ise topraktan!" diyor.
Peki, zerre misal bir mahluk, Halık-ı Zülcelaline karşı 'emr-i kudsîlerinde bir yanlış bulunabilirmiş gibi' kendi doğrusunu(!) nasıl savunuyor?
"Şeytanla nasıl kardeş olunur?" yazısında İsrâ sûresinin 27. ayeti üzerinden bu meseleye bir miktar değindiğimizi anımsıyorum. Ve demiştik ki: Her müsrif aslında bir açıdan bu kıssanın tekrarıdır. Çünkü o da, kendi çapında, seçimini Allah'ın takdir ettiği ölçülerin üstüne koymaktadır. Ne diyordu ayet-i kerime bize? Kısa bir mealini hatırlayalım:
"Muhakkak ki müsrifler şeytanların kardeşleridir! Şeytan ise Rabbine karşı çok nankörlük etmiştir." İşte, Allah'ın takdirlerindeki uygunluğu/hikmeti inkâr eden her insan, bir ölçüde, bu ayetin yakıcı gölgesi altına girmektedir. Zira akledişini Allah'ın emredişi üzerine çıkarmaktadır. Nankörlük de zaten tam bu noktada başlamaktadır: Reyini vahyî tayin edişlerden üstün gören öncelikle 'emredilenin faziletini' inkâr eder. Sonra da emredenin yüceliğini...
Yine mürşidim bir eserinde diyor: "Şayet sefih erkekler hevesâtına uyarak kadınlaşırsa, nâşize kadınlar da hayâsızlıkla erkekleşir."
Ben bunun da meselemizle bir ilgisi olduğuna inanıyorum. Yani: Erkeğin israfı kadının israfını besliyor. Erkeğin aşırıya gidişi kadının aşırıya gidişini güçlendiriyor. Erkeğin tefriti kadının ifratına alan açıyor. Kendi safından vazgeçmeye başlayan erkek kadınları da kendi saflarından vazgeçmeye yöneltiyor. Hatta, yakınlarda okuduğum Sözüm Söz kitabında, Fatma Barbarasoğlu diyor ki:
"Beni en çok korkutan sorumluluk şuurunun azalmasıdır. Ve maalesef, azalan erkek kimliğinin bir parçası da, bu şuurdaki azalmayla gösteriyor kendini. Büyük hikayeye baktığımızda da aynı şeyi gözlüyoruz. Bakımlı, bedeni önceleyen, metroseksüel erkek kimliğinde sorumluluğa bir vurgu yok. Azalan erkek kimliği, sadece İslamî kesimin değil, bütün dünyanın sorunu..." Aynı kitaptaki başka bir söyleşisinde ise, Barbarosoğlu, erkeklerin artık 'evin geçindirilmesinden' tutun 'ailedeki liderliğe' kadar birçok hususta kadını rolleri paylaşmaya zorladığını ifade ediyor. Yani: Bir nevi, erkek alan açıyor, kadın bu alanı dolduruyor.
İşte en nihayet mesele 'aynı safta ibadet etme'ye kadar geldi. Modern kadın, erkekten bulduğu boşlukta başlattığı çapraz koşuyu, naslarla tayin edilen alanlara kadar ilerletti. Hadi, abartmayalım, şeytan kadar olmadı. Fakat şöyle dedi: "Ben de topraktanım o da topraktan! Neden ona secde edeyim? Neden onun arkasında durayım?"
Bu secde meselesi hikmetli bir meseledir. Bir insan, birşeyin arkasında (yani ona doğru) secde ettiğinde, aslında ona secde etmez. Onun secde ettiği şeye secde etmiş olur. Bir müslüman Kabe'ye yöneldiğinde Kabe'ye tapmaz. Önünde secde eden adama da tapmaz. Caminin duvarına da tapmaz. Kabe'nin Rabbine tapar. Secdesini oraya yönlendirdiğinde 'taşın insandan üstünlüğe' iman etmiş olmaz. Taşa doğru secde etmeyi emredenin kendisinden üstün olduğuna iman eder. İmama doğru secde etmek şimdiye kadar hiçbir cemaate 'imamla mahlukiyet açısından eşit olmadığını' düşündürmemiştir. Bu nedenle Allah'a iman etmekle 'Allah'a secde edecek kadar iman etmek' birbirinden farklı şeylerdir.
Şeytanın da Allah'a imanı vardır. (Onunla konuştuğuna göre Ona elbette inanmaktadır.) Fakat Allah'ın secde etmesini emrettiği yöne/şeye doğru secde edecek kadar marifeti yoktur. İmanı bu tür bir marifetten eksiktir.
Şimdilerde modern kadın da erkek de bir imtihan yaşıyor. Erkek, artık yorulmuş gibi, kendisine verilen Âdem olma görevinden kaçınıyor. Yine Allah'ın takdiri ile tayin edilmiş bir toplumsal rolü 'kolaycılıkla' terkediyor. İşini bırakıyor. Bencilliğine mağlup oluyor. Kadın da onun terkettiği alana kayarak yine tayin edilmiş rolünden taşmaya teşebbüs ediyor. Hiyerarşiyi kendi lehine dönüştürüyor(!)
Ancak ne o bunda felah bulacak ne de öteki berikinde. Çünkü boş alanlara yapılan tüm çapraz koşular en nihayet 'israf' olacak. Kabe'yi sırtına alanın da, yanına duranın da, secde etmeyi reddedenin de fazileti kalmayacak.
Neden? Çünkü kainatta Allah'ın takdirinden daha hikmetlisi yok. Onun "Bundan razıyım!" buyurduğundan başka rıza dairesi yok. Kadın erkeğin safına ilerlemekle daha fazla fazilet kazanmayacak. Erkek de terkettiği saftan dolayı huzur bulmayacak. Birisi varolmayı 'daha çok/ileride görünmek' sanmasıyla ilgili imtihanını kaybedecek. Diğeri de kendini gerçekleştirmenin 'başkalarından daha az sorumlu olmakla' mümkün olduğuna dair yanılgısıyla yenilecek. Yani: Aynı safta olmanın seküler lezzetlerinden hakiki bir cennet yeşermeyecek. Çünkü tarlanın sınırı bir kere bozulduğunda sahiplerinde huzur kalmaz. Her yeni mahsul yeni bir kavgaya/kavgalara sebep olur. Hepimiz şunu net bir şekilde bilmekteyiz zaten: Kavgalar 'paylaşamamak'tan doğar.
Peki, zerre misal bir mahluk, Halık-ı Zülcelaline karşı 'emr-i kudsîlerinde bir yanlış bulunabilirmiş gibi' kendi doğrusunu(!) nasıl savunuyor?
"Şeytanla nasıl kardeş olunur?" yazısında İsrâ sûresinin 27. ayeti üzerinden bu meseleye bir miktar değindiğimizi anımsıyorum. Ve demiştik ki: Her müsrif aslında bir açıdan bu kıssanın tekrarıdır. Çünkü o da, kendi çapında, seçimini Allah'ın takdir ettiği ölçülerin üstüne koymaktadır. Ne diyordu ayet-i kerime bize? Kısa bir mealini hatırlayalım:
"Muhakkak ki müsrifler şeytanların kardeşleridir! Şeytan ise Rabbine karşı çok nankörlük etmiştir." İşte, Allah'ın takdirlerindeki uygunluğu/hikmeti inkâr eden her insan, bir ölçüde, bu ayetin yakıcı gölgesi altına girmektedir. Zira akledişini Allah'ın emredişi üzerine çıkarmaktadır. Nankörlük de zaten tam bu noktada başlamaktadır: Reyini vahyî tayin edişlerden üstün gören öncelikle 'emredilenin faziletini' inkâr eder. Sonra da emredenin yüceliğini...
Yine mürşidim bir eserinde diyor: "Şayet sefih erkekler hevesâtına uyarak kadınlaşırsa, nâşize kadınlar da hayâsızlıkla erkekleşir."
Ben bunun da meselemizle bir ilgisi olduğuna inanıyorum. Yani: Erkeğin israfı kadının israfını besliyor. Erkeğin aşırıya gidişi kadının aşırıya gidişini güçlendiriyor. Erkeğin tefriti kadının ifratına alan açıyor. Kendi safından vazgeçmeye başlayan erkek kadınları da kendi saflarından vazgeçmeye yöneltiyor. Hatta, yakınlarda okuduğum Sözüm Söz kitabında, Fatma Barbarasoğlu diyor ki:
"Beni en çok korkutan sorumluluk şuurunun azalmasıdır. Ve maalesef, azalan erkek kimliğinin bir parçası da, bu şuurdaki azalmayla gösteriyor kendini. Büyük hikayeye baktığımızda da aynı şeyi gözlüyoruz. Bakımlı, bedeni önceleyen, metroseksüel erkek kimliğinde sorumluluğa bir vurgu yok. Azalan erkek kimliği, sadece İslamî kesimin değil, bütün dünyanın sorunu..." Aynı kitaptaki başka bir söyleşisinde ise, Barbarosoğlu, erkeklerin artık 'evin geçindirilmesinden' tutun 'ailedeki liderliğe' kadar birçok hususta kadını rolleri paylaşmaya zorladığını ifade ediyor. Yani: Bir nevi, erkek alan açıyor, kadın bu alanı dolduruyor.
İşte en nihayet mesele 'aynı safta ibadet etme'ye kadar geldi. Modern kadın, erkekten bulduğu boşlukta başlattığı çapraz koşuyu, naslarla tayin edilen alanlara kadar ilerletti. Hadi, abartmayalım, şeytan kadar olmadı. Fakat şöyle dedi: "Ben de topraktanım o da topraktan! Neden ona secde edeyim? Neden onun arkasında durayım?"
Bu secde meselesi hikmetli bir meseledir. Bir insan, birşeyin arkasında (yani ona doğru) secde ettiğinde, aslında ona secde etmez. Onun secde ettiği şeye secde etmiş olur. Bir müslüman Kabe'ye yöneldiğinde Kabe'ye tapmaz. Önünde secde eden adama da tapmaz. Caminin duvarına da tapmaz. Kabe'nin Rabbine tapar. Secdesini oraya yönlendirdiğinde 'taşın insandan üstünlüğe' iman etmiş olmaz. Taşa doğru secde etmeyi emredenin kendisinden üstün olduğuna iman eder. İmama doğru secde etmek şimdiye kadar hiçbir cemaate 'imamla mahlukiyet açısından eşit olmadığını' düşündürmemiştir. Bu nedenle Allah'a iman etmekle 'Allah'a secde edecek kadar iman etmek' birbirinden farklı şeylerdir.
Şeytanın da Allah'a imanı vardır. (Onunla konuştuğuna göre Ona elbette inanmaktadır.) Fakat Allah'ın secde etmesini emrettiği yöne/şeye doğru secde edecek kadar marifeti yoktur. İmanı bu tür bir marifetten eksiktir.
Şimdilerde modern kadın da erkek de bir imtihan yaşıyor. Erkek, artık yorulmuş gibi, kendisine verilen Âdem olma görevinden kaçınıyor. Yine Allah'ın takdiri ile tayin edilmiş bir toplumsal rolü 'kolaycılıkla' terkediyor. İşini bırakıyor. Bencilliğine mağlup oluyor. Kadın da onun terkettiği alana kayarak yine tayin edilmiş rolünden taşmaya teşebbüs ediyor. Hiyerarşiyi kendi lehine dönüştürüyor(!)
Ancak ne o bunda felah bulacak ne de öteki berikinde. Çünkü boş alanlara yapılan tüm çapraz koşular en nihayet 'israf' olacak. Kabe'yi sırtına alanın da, yanına duranın da, secde etmeyi reddedenin de fazileti kalmayacak.
Neden? Çünkü kainatta Allah'ın takdirinden daha hikmetlisi yok. Onun "Bundan razıyım!" buyurduğundan başka rıza dairesi yok. Kadın erkeğin safına ilerlemekle daha fazla fazilet kazanmayacak. Erkek de terkettiği saftan dolayı huzur bulmayacak. Birisi varolmayı 'daha çok/ileride görünmek' sanmasıyla ilgili imtihanını kaybedecek. Diğeri de kendini gerçekleştirmenin 'başkalarından daha az sorumlu olmakla' mümkün olduğuna dair yanılgısıyla yenilecek. Yani: Aynı safta olmanın seküler lezzetlerinden hakiki bir cennet yeşermeyecek. Çünkü tarlanın sınırı bir kere bozulduğunda sahiplerinde huzur kalmaz. Her yeni mahsul yeni bir kavgaya/kavgalara sebep olur. Hepimiz şunu net bir şekilde bilmekteyiz zaten: Kavgalar 'paylaşamamak'tan doğar.
21 Nisan 2014 Pazartesi
Keşke toprak olsaydım!
"Bu adama (Cuma'ya) öğretmek isterken bilmediğim birçok şeyler aklıma geliyor ve doğal olarak ben de öğrenmiş oluyordum." Daniel Defoe, Robinson Crusoe'dan...
İnsan, iman etse de, zamanla farkediyor bazı şeyleri. İlk farkediş, yani müslüman olma, aslında bir yolun sonu değil, başlangıcı. Kelime-i şahadet; bir yönüyle müslüman olma, fakat bir yönüyle de 'müslüman kalmaya' niyet etme.
İmanda hiyerarşi yoktur. Müslüman bir ailede dünyada gelenlerin, bu açıdan, sonradan ihtida edenlere kıyasla bir eksiği var: Müslüman nazarıyla baksalar da âleme, bu bakış şuur gibi bence, akıl gibi değil. Şuur biraz daha statik bir alana tekabül ediyor ve çoğu zaman akıl, katkılarını dikkatle farkedebilir. Yanlışlarını, tefekkürle görebilir. Fakat ihtida, yani bir nazardan soyunup yeni bir nazarı kuşanma, bunda akıl hariçte kalamaz. Her adımı tefekkürle olur. Her an'ı, geçmişin sınanması ve eskinin altedilmesinden oluşur. Ayetin ifadesiyle; "Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir." Çünkü süreç boyunca kötülük, menhus zevki bilinen bir yol olarak dolanır, çetrefillidir.
Bu yüzden belki, ihtida öyküleri dinlediğimde, o insanların anlattığı İslam'ı, yaşadığım İslam'dan çok daha ötede/yukarıda birşey gibi görürüm. Şaşırdıkları şeylere onlardan fazla şaşırırım. Cümleleri, çoğu zaman kafamda ampuller patlatır.
Katılır mısınız, bilmem: Bilgi, akıldan şuura düştü mü heyecan yapmaz oluyor. Balığın, suyun varlığını farketmesi gibi zor bizim marifetle halimiz. Tefekkürle didiklenmesi lazım. İmanın kalpte eskidiği ve kelime-i tevhid ile yenilenmesi gerektiğini söyleyen hadis, önemli bir uyarı yapıyor bu noktada: Hz. Rabia'nın "İstiğfarlarımızın istiğfara ihtiyacı var!"[1] dediği gibi, imanlarımızın da yeniden iman etmemize ihtiyacı var.
Ama önce; elimizdekinin doğuştan gelen bir hak/üstünlük değil, ancak lazım olan nazarı kuşanınca bize sunulacak bir nimet olduğunu farketmeliyiz. Ayet-i kerime öyle söylüyor: "Müslümanlar ancak kardeş." Şeyh-kardeş değil. Ağa-kardeş değil. Hoca-kardeş değil. Kardeş-kardeş. Hele yedi ceddinin müslüman olmasıyla veya dedemizin şeyh, babamızın hoca olmasıyla kazanılabilecek bir asalet hiç değil. Öyle olsaydı, bir zamanlar puta tapan bir kavim, hidayetinden sonra 'bir daha erişilemeyecekler' olarak anılmazlardı İslam tarihinde. Yaşadıkları zaman dilimine, özlemle, Asr-ı Saadet denmezdi.
Ashabın üstünlüğü, kalıtımdan veya yıllanmaktan umduğumuz her türlü üstünlüğe/seçilmişliğe meydan okuyor. Sonrakiler hep sonrakiler kalıyor, öne geçemiyor. "Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayet olursunuz!" buyuran Allah Resulü, yalnız takip edilebilirliği açısından mı söylemiştir bu sözü? Peki ya yıldızların ulaşılmazlığı? Mevlana Celaleddin Hazretleri, bu ashab/dostlar hadisini, alıştığımızdan da başka yorumlar Mesnevisinin bir yerinde:
"Dost nasıl dosttur? Rey ve tedbir bakımından merdivene benzeyen, seni aklı ile her an irşat edip yücelten dost. Dost, yolda arkadır, sığınaktır. İyice bakarsan görürsün ki; yol sevgiliden ibarettir. Dostlara, sevdiklere ulaştın mı sus, otur. O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma! Hz. Peygamber (a.s.m.) dedi ki: Bil ki; karanlıkta yıldızlar nasıl yol gösterirse, dostlar da elemler, sıkıntılar denizinde öyle yol gösterir. Gözü yıldızlara dik, yol ara."[2]
Şimdi sen, Mevlana'nın penceresinden, Allah Resulü'nün dostlarıyla olan muhabbetine yol ara. Onlarla istişare etmekten aldığı lezzeti, onların akıllıca verdikleri tavsiyelerden duyduğu mutluluğu, ashabını yıldızlara benzetmesiyle algıla. Hem anla ki; hakiki mürşid, irşad ettiklerinin aklını körelten, onları iradesiz robotlar haline getiren kişi değildir. Öğretmenin, bir yönüyle 'beraber öğrenmek' olduğunu da bilmektir. Bu bir sırr-ı iktirandır ki; yalnız söyleyenin değil, söylenilenin de açlığına iltifat eder.
"Meselâ, Risale-i Nur'un şakirtleri içinde Cenâb-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur'ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş.
Onlar derler ki: 'Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi biz bu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifadesi, istifademize illettir.'
Ben de derim: Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur'un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: 'Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet edecekti?'
Sonra anladım ki; sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz."
Asr-ı Saadet'e baksan, bununla ilgili birçok misal bulursun. Mesela bildiğim bir tanesi; Hz. Aişe annemin bir seferde, gerdanlığı kaybetmesi hadisesi. Gerdanlığı ararken yaşanan susuzluk ve beraber gelen teyemmüm ayeti... Hatta o zaman Hz. Useyd b. Hudayr'ın, bu ayetin kıymetini takdir ile söylediği şu söz, ne güzel bir iktiran ifadesidir: "Ey Ebu Bekir'in ailesi; bu, sizin vesile olduğunuz ilk hayır değildir."
Bir de zamanın varsa, Mevlana'nın dediği: "Dostlara, sevdiklere ulaştın mı sus, otur. O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma!" cümlesini, Bediüzzaman'ın İhlas Risalesi'ndeki İkinci Düsturuyla[3] ve şu ifadeleriyle beraber tefekkür et:
"Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder. Pederâne, mürşidâne mesleklerdeki gıptakârâne hırs-ı sevap ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil, ehl-i tarikatin o kadar mühim ve azîm kemâlâtları ve menfaatleri içindeki ihtilâfâtın ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki, onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid'a rüzgârlarına karşı dayanamıyor."
Belki ikisini bir düşününce, imanın neden hiyerarşi kabul etmediğini, ayet-i kerimede kardeşliğimizin altının neden önemle çizildiğini daha iyi anlarsın. Hem anlarsın ki; iblisi, "Hani meleklere, 'Âdem için saygı ile eğilin' demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu!" sırrınca geri bırakan da o olmuştu. Zira iblis, Allah'ı bilmiyor değildi. Fakat imanına hiyerarşiyi katık etmek istiyordu. "Ben ateştenim, o topraktan..." diyordu. Allah, ondan da bunu kabul etmedi. Senden de kabul edecek değildir. Soyun böyle iddialarından. Mevlana'nın dediği gibi; "Tevazuda toprak gibi ol" ki, sonra ahirette ateşlik nasıl olur öğretmesinler. Sonra çok feryad edersin: "Ya leyteni küntü turaba: Keşke toprak olsaydım!"[4]
[1] İmam Gazalî, Tevbe Risalesi isimli eserinde bu cümleyi Hz. Rabia'dan nakleder.
[2] Etkileşim Yayınları'ndan çıkan, Mahmut Kaplan Hoca'nın derlediği, Mesnevi'den Seçmeler isimli eserden, Dost başlıklı bölümden alınmıştır.
[3] "Bu hizmet-i Kur'âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev'inden gıpta damarını tahrik etmemektir..." cümlesiyle başlar.
[4] Nebe sûresinin 40. ayetinde geçen bu ifade gerçi orada kâfirler için kullanılıyor, ama şeytanın üstünlük davasıyla beraber ele alınınca, bana bu pencereden çok dokunuyor. Sanki onun feryadını işitir gibi oluyorum: "Keşke toprak olsaydım!"
İnsan, iman etse de, zamanla farkediyor bazı şeyleri. İlk farkediş, yani müslüman olma, aslında bir yolun sonu değil, başlangıcı. Kelime-i şahadet; bir yönüyle müslüman olma, fakat bir yönüyle de 'müslüman kalmaya' niyet etme.
İmanda hiyerarşi yoktur. Müslüman bir ailede dünyada gelenlerin, bu açıdan, sonradan ihtida edenlere kıyasla bir eksiği var: Müslüman nazarıyla baksalar da âleme, bu bakış şuur gibi bence, akıl gibi değil. Şuur biraz daha statik bir alana tekabül ediyor ve çoğu zaman akıl, katkılarını dikkatle farkedebilir. Yanlışlarını, tefekkürle görebilir. Fakat ihtida, yani bir nazardan soyunup yeni bir nazarı kuşanma, bunda akıl hariçte kalamaz. Her adımı tefekkürle olur. Her an'ı, geçmişin sınanması ve eskinin altedilmesinden oluşur. Ayetin ifadesiyle; "Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir." Çünkü süreç boyunca kötülük, menhus zevki bilinen bir yol olarak dolanır, çetrefillidir.
Bu yüzden belki, ihtida öyküleri dinlediğimde, o insanların anlattığı İslam'ı, yaşadığım İslam'dan çok daha ötede/yukarıda birşey gibi görürüm. Şaşırdıkları şeylere onlardan fazla şaşırırım. Cümleleri, çoğu zaman kafamda ampuller patlatır.
Katılır mısınız, bilmem: Bilgi, akıldan şuura düştü mü heyecan yapmaz oluyor. Balığın, suyun varlığını farketmesi gibi zor bizim marifetle halimiz. Tefekkürle didiklenmesi lazım. İmanın kalpte eskidiği ve kelime-i tevhid ile yenilenmesi gerektiğini söyleyen hadis, önemli bir uyarı yapıyor bu noktada: Hz. Rabia'nın "İstiğfarlarımızın istiğfara ihtiyacı var!"[1] dediği gibi, imanlarımızın da yeniden iman etmemize ihtiyacı var.
Ama önce; elimizdekinin doğuştan gelen bir hak/üstünlük değil, ancak lazım olan nazarı kuşanınca bize sunulacak bir nimet olduğunu farketmeliyiz. Ayet-i kerime öyle söylüyor: "Müslümanlar ancak kardeş." Şeyh-kardeş değil. Ağa-kardeş değil. Hoca-kardeş değil. Kardeş-kardeş. Hele yedi ceddinin müslüman olmasıyla veya dedemizin şeyh, babamızın hoca olmasıyla kazanılabilecek bir asalet hiç değil. Öyle olsaydı, bir zamanlar puta tapan bir kavim, hidayetinden sonra 'bir daha erişilemeyecekler' olarak anılmazlardı İslam tarihinde. Yaşadıkları zaman dilimine, özlemle, Asr-ı Saadet denmezdi.
Ashabın üstünlüğü, kalıtımdan veya yıllanmaktan umduğumuz her türlü üstünlüğe/seçilmişliğe meydan okuyor. Sonrakiler hep sonrakiler kalıyor, öne geçemiyor. "Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayet olursunuz!" buyuran Allah Resulü, yalnız takip edilebilirliği açısından mı söylemiştir bu sözü? Peki ya yıldızların ulaşılmazlığı? Mevlana Celaleddin Hazretleri, bu ashab/dostlar hadisini, alıştığımızdan da başka yorumlar Mesnevisinin bir yerinde:
"Dost nasıl dosttur? Rey ve tedbir bakımından merdivene benzeyen, seni aklı ile her an irşat edip yücelten dost. Dost, yolda arkadır, sığınaktır. İyice bakarsan görürsün ki; yol sevgiliden ibarettir. Dostlara, sevdiklere ulaştın mı sus, otur. O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma! Hz. Peygamber (a.s.m.) dedi ki: Bil ki; karanlıkta yıldızlar nasıl yol gösterirse, dostlar da elemler, sıkıntılar denizinde öyle yol gösterir. Gözü yıldızlara dik, yol ara."[2]
Şimdi sen, Mevlana'nın penceresinden, Allah Resulü'nün dostlarıyla olan muhabbetine yol ara. Onlarla istişare etmekten aldığı lezzeti, onların akıllıca verdikleri tavsiyelerden duyduğu mutluluğu, ashabını yıldızlara benzetmesiyle algıla. Hem anla ki; hakiki mürşid, irşad ettiklerinin aklını körelten, onları iradesiz robotlar haline getiren kişi değildir. Öğretmenin, bir yönüyle 'beraber öğrenmek' olduğunu da bilmektir. Bu bir sırr-ı iktirandır ki; yalnız söyleyenin değil, söylenilenin de açlığına iltifat eder.
"Meselâ, Risale-i Nur'un şakirtleri içinde Cenâb-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur'ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş.
Onlar derler ki: 'Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi biz bu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifadesi, istifademize illettir.'
Ben de derim: Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur'un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: 'Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet edecekti?'
Sonra anladım ki; sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz."
Asr-ı Saadet'e baksan, bununla ilgili birçok misal bulursun. Mesela bildiğim bir tanesi; Hz. Aişe annemin bir seferde, gerdanlığı kaybetmesi hadisesi. Gerdanlığı ararken yaşanan susuzluk ve beraber gelen teyemmüm ayeti... Hatta o zaman Hz. Useyd b. Hudayr'ın, bu ayetin kıymetini takdir ile söylediği şu söz, ne güzel bir iktiran ifadesidir: "Ey Ebu Bekir'in ailesi; bu, sizin vesile olduğunuz ilk hayır değildir."
Bir de zamanın varsa, Mevlana'nın dediği: "Dostlara, sevdiklere ulaştın mı sus, otur. O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma!" cümlesini, Bediüzzaman'ın İhlas Risalesi'ndeki İkinci Düsturuyla[3] ve şu ifadeleriyle beraber tefekkür et:
"Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder. Pederâne, mürşidâne mesleklerdeki gıptakârâne hırs-ı sevap ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil, ehl-i tarikatin o kadar mühim ve azîm kemâlâtları ve menfaatleri içindeki ihtilâfâtın ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki, onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid'a rüzgârlarına karşı dayanamıyor."
Belki ikisini bir düşününce, imanın neden hiyerarşi kabul etmediğini, ayet-i kerimede kardeşliğimizin altının neden önemle çizildiğini daha iyi anlarsın. Hem anlarsın ki; iblisi, "Hani meleklere, 'Âdem için saygı ile eğilin' demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu!" sırrınca geri bırakan da o olmuştu. Zira iblis, Allah'ı bilmiyor değildi. Fakat imanına hiyerarşiyi katık etmek istiyordu. "Ben ateştenim, o topraktan..." diyordu. Allah, ondan da bunu kabul etmedi. Senden de kabul edecek değildir. Soyun böyle iddialarından. Mevlana'nın dediği gibi; "Tevazuda toprak gibi ol" ki, sonra ahirette ateşlik nasıl olur öğretmesinler. Sonra çok feryad edersin: "Ya leyteni küntü turaba: Keşke toprak olsaydım!"[4]
[1] İmam Gazalî, Tevbe Risalesi isimli eserinde bu cümleyi Hz. Rabia'dan nakleder.
[2] Etkileşim Yayınları'ndan çıkan, Mahmut Kaplan Hoca'nın derlediği, Mesnevi'den Seçmeler isimli eserden, Dost başlıklı bölümden alınmıştır.
[3] "Bu hizmet-i Kur'âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev'inden gıpta damarını tahrik etmemektir..." cümlesiyle başlar.
[4] Nebe sûresinin 40. ayetinde geçen bu ifade gerçi orada kâfirler için kullanılıyor, ama şeytanın üstünlük davasıyla beraber ele alınınca, bana bu pencereden çok dokunuyor. Sanki onun feryadını işitir gibi oluyorum: "Keşke toprak olsaydım!"
23 Ocak 2014 Perşembe
Çok kimlikli olmanın kökenleri 8: Abilerin ağalaşması
Fethullah Gülen’e dair en büyük uyanışım; kendisinin, bir zamanlar, bir GYV (Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı) organizasyonunda ‘söz sultanı’ olarak takdim ettiği Demirel’e çok benzeyen bir yanı; yani sıkı bir demagog oluşu. Hakikaten Gülen, kafasındaki ‘doğru’ üzerine bütün malumatını evriltip esnetebiliyor. Hatta bu kafasındaki doğruyu da konjonktüre göre aynı hızda değiştirebilme kabiliyetine sahip. Dün ‘ak’ dediğine muhteşem bir sürat-i intikalle bugün ‘kara’ diyebiliyor. Cemaate de bu refleksi kazandırmış.
Prof. Dr. Ejder Okumuş’un (23.01.2014 tarihli) Yenişafak gazetesindeki ‘bilerek unutmanın onulmaz sonuçları’ makalesinden hareketle buna ‘seçilmiş bir unutkanlık’ da diyebiliriz. Bu yeteneğe, kuvveler bahsinde Bediüzzaman’ın verdiği isimse cerbeze veya muğalatadır. Kuvve-i akliyenin ifratından ileri gelir. Şeriatın istediği vasat dairesinde ve vicdanî bir sorgulama eşliğinde dizginlemezseniz, o akıl, kendisine yön soranlara sağı sol, solu sağ tarif edecek kadar hünerler gösterir. Hakikati, pragmatik bir renkle algılar ve algısının rengine büründürür.
Sokratvarî, ‘sorgulanmayan ilmi, ilim kabul etmeyenlerden’ değilseniz, pek çabuk arkasına düşer, izlerini sarhoşçasına takip edersiniz. O da zaman içinde; “Dün dündür. Bugün bugündür...” safsatasını mantıklı gösterebilecek kıvama getirir sizi. O noktadan sonra her yamulma içselleştirilir. Hatta o ihmal ederse, çevresindekilerce fetvası üretilir.
Gülen’in, Taha Akyol ve Cengiz Çandar’la birlikte konuk olduğu NTV programını hatırlayalım. (Merak edenler, bu isimleri beraber youtube’a yazarlarsa bulup izleyebilirler.) Orada Gülen, Bediüzzaman’ın, Mustafa Kemal’e karşı duruşunu gayet iyi bildiği halde, başka bir mesele ile ilgili bir Risale metnini, ‘asıl düşmanın Atatürk olmadığı, düşmanlar tarafından dindarların kandırılıp onunla aralarının açıldığı...’ şeklinde şerh etmişti. Hatta hoşgörüsünü İsmet İnönü’ye kadar uzatmıştı. Bunun yanısıra, yine ‘geçmiştekileri kötü anmanın Kur’an’ın ruhuna uygun olmadığı, mümkünse hayırlarının yâd edilmesi gerektiği’ tesbitinde de bulunmuştu.
Fakat Kur’an’da, geçmişteki bir karakter olarak Ebu Leheb’in gayet kötü anıldığını ve daha birçok dalalet önderinin (Firavun, Haman, Calut, Nemrut, Karun vs...) yine Kur'an'da böyle anılmaktan kurtulamadığını hatırladığınızda, aklınıza soru işaretleri gelebiliyor. Ne de olsa yakın tarih, en açığı Dersim katliamı ve Türkçe ezan olmak üzere, yine bu insanların sorumlu olduğu, onlarca zulüm hadisesiyle dolu. Bütün bu yaşananlara rağmen nasıl hâlâ hayırla anılabileceklerini cidden merak ediyorsunuz.
Neyse, bu faslı geçelim. Ben sizi asıl Yavuz Çobanoğlu’nun “Altın Nesil”in Peşinde: Fethullah Gülen’de Toplum, Devlet, Ahlak, Otorite kitabına götürmek istiyorum. İletişim Yayınlarından çıkan bu eserde Çobanoğlu, Gülen’in metinleri ve ses kayıtları üzerine yürüttüğü emekler eşliğinde, ‘duruşlarını’ ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Benim okurken en çok dikkatimi çekense, Gülen’in yaşadığı değişimlerdi. Mesela Batı’ya yönelik kullandığı dilde geçmişten günümüze çok büyük (yüzseksen derece diyebileceğimiz) bir yumuşama vardı. Bunun yanısıra pek çok meselede de Çobanoğlu, Gülen’in ‘dönüşümlerini’ yakalamıştı.
Bence en meraka mucip olansa, yazarın küçük küçük dikkatleri çektiği, Gülen’in, Bediüzzaman’ın mesleğinden ve söyleminden ayrıldığı yerlerdi. Bunları bazen yazar, belli belirsiz okuruna gösteriyordu; bazen de apaçık yakalayarak duruş farklılığını ortaya koyuyordu. Mesela Gülen’in ‘otoriter devlet algısını’ incelediğinde, bunun kesinlikle Bediüzzaman’da varolan bir duruş olmadığını, daha çok Nurettin Topçu, Necip Fazıl gibi isimlerin düşüncesine yakın olduğunu belirtiyordu. Demek ki, Gülen; her konuda Bediüzzaman’ı rehber kabul etmiyordu.
Yine 'toplum' başlığını incelerken de Gülen’in söyleminde yakaladığı ‘ordu disiplinine sahip bir toplum’ düşüncesinin Bediüzzaman’da olmadığı, fakat Bediüzzaman’ın hassaten Küçük Sözler’de kullandığı kulluk-askerlik benzetmesini, toplum düzeninde de bu askerî yapıyı koruyacak şekilde hayal eden Gülen tarafından böyle şerh edildiğini ifade ediyordu.
O kitaptan kazandığım bakış açısıyla kendim de Gülen’in ve cemaatin söylemlerini taradığımda, bunun gibi, Risalelerden alınmış; ama asıl kullanıldığı anlamın dışına taşırılmış, pek çok kavrama rastladım. Mesela abilik... Abilik, Bediüzzaman’ın metinlerinde ve hayatında kesinlikle bir baskı aracı olarak kullanılmazken; Gülen ve cemaatinde abilik bir ‘kitle kontrol’ aracıydı. Cemaat tabanından Gülen’e doğru yükselen hiyerarşide, abiler, ordu rütbeleri gibi, komutası altındaki coğrafik bölgelerin büyüklüğüne göre dizayn edilmişti. (Cemaat, aslında bir ordu-cemaatti.) Abilere itaatin, cemaatin şahs-ı manevisine dahil olmanın tek yolu olduğu anlatılıyordu. Ve yine külliyatın içindeki ‘şefkat tokatları’ bahsi de bu abilerin emrinden çıkmanın neticeleri gibi aktarılıyordu. Ortaokul veya ilkokul yıllarından itibaren cemaate dahil olan çocuklara ‘itaat eğitimi’ bu abiler kanalıyla veriliyordu. Fakat bakınız, Bediüzzaman, kendi metinlerinde bu hiyerarşik yapılanmaya nasıl karşı çıkıyordu:
“Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. (...) Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder.”
Fakat Gülen cemaati içinde abilik/ablalık müessesinin kullanımı; yapılan şahsî ibadetleri bile çizelgeyle alıp takip eden, cemaatin bireylerine okuyacakları kitapları ve ne kadar okuyacaklarını söyleyebilen, onları toplayacakları yardımlar ve bulacakları aboneler hususunda sayılarla sorumlu tutabilen, belirli periyotlarla toplanılarak (ve bu aksatıldığında hesabı sorularak) kitlenin kontrol dışına çıkmasını engelleyebilen, hatta kullanacakları oyu, seçecekleri eşi ve atacakları twitleri bile şekillendirebilen bir yapıdaydı. Son bir aylık süreçte operasyonlarla farkettiğimiz şekliyle; cemaatin kendi hiyerarşisi, devletin hiyerarşisini hiçe sayabilecek ve otoritesine aykırı hareket edebilecek bir cürete çıkabiliyordu.
Bediüzzaman’ın ise, değil böyle bir uygulamasını görmek, böyle bir uygulamayı hoş görebileceği söylemek bile mümkün değildi. Metinleri, böyle bir duruşa sahip olmadığını göstermekteydi çünkü. Hassaten, onun hayal ettiği eksenin; dost, kardeş ve talebe ile ifade edildiği kısımda, bütün bağ Kur’an nurlarına dairdi ve onlara duyulan muhabbetle ilgiliydi. Başka bir hiyerarşisi yoktu. Hatta bir asır önce yazdığı Münazarat’ta, şeyhliğin insanları manevî bir esaret altına alamayacağına ve ağalığın da bireyin aklını yok etmemesi gerektiğine dair vurgular yapıyordu.
Mesela;
"Sual: Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.
Cevap: Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız."
Yine mesela;
"Sual: En evvel rüesâmız ıslah olunmalı.
Cevap: Evet, reisleriniz malınızı ceplerine indirip hapsettikleri gibi, akıllarınızı da sizden almışlar veya dimağınızda hapsetmişler. Öyleyse, şimdi onların yanındaki akıllarınızla konuşacağım."
Gülen’in toplum ve devlet hayalinin Risale-i Nur’a göre şekillenmeyişinin bir neticesi olduğunu düşündüğüm bu sağlıksız hiyerarşinin bir sonucu da yine ‘çok kimliklilik’ oluyordu. Gülen’in demagojik ve konjonktürel söylemlerinde sürekli değişen duruşlar, tabanın hür iradesi tarafından mizana vurulamıyor, bu abiler zinciri/hiyerarşisi tarafından en tabandaki insanlara kadar deklare ediliyor ve bir önceki duruş hızla unutturuluyordu. Hatta öyle ki, bir önceki duruşa dair video kayıtları bile, bir yerlerde yayınlandığı duyulursa, hızla silinmeye/yok edilmeye çalışılıyordu. Veyahut görenlerden hüsnüzan ve hikmet arayışı isteniyordu.
Bütün bunları anlattıktan sonra nedense aklıma George Orwell’ın 1984 romanı geldi. Orada da Winston ismindeki ana karakter Gerçek Bakanlığı’nda (101 numaralı odada) buna benzer bir iş yapıyordu. Geçmişte yayınlanmış gazetelerden silinmesi istenen haberleri siliyor, yenilenmiş halleriyle yenilerini basıyordu. Bir süre sonra gerçek o kadar muğalatalı, o kadar silik ve göreceli bir hale geliyordu ki; hangisinin asıl doğru, hangisinin uydurulmuş yalan olduğunu kimse hatırlayamıyordu. Ve artık 2x2=5 edebiliyordu.
Sanıyorum cemaatin takipçilerine en çok yaptığı şey de bu: Büyük Birader’in isteğine göre kanaatleri şekillendirmek... O kadar çok kimlik yaratmak ki, en sonunda, o kimliklerin hangisinin asıl, hangisinin sonradan olduğunu unutturmak. Bu şekliyle cemaat, hakikaten Orwell’ın karaütopyasındaki partinin gerçek hayattaki dirilişi gibi. Ve yapabilecekleri de en az onun kadar korkutuyor.
Şimdi size, benim ‘çok kimliklilik’ dediğim, Orwell’ın (Celâl Üster tercümesine göre) 'çiftdüşün' dediği şeyi kitaptan bir alıntıyla hatırlatayım:
“Hem bilmek hem bilmemek, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar söylerken bir yandan da tüm gerçeğin ayırdında olmak, çeliştiklerini bilerek ve her ikisine de inanarak birbirini çürüten iki görüşü aynı anda savunmak, mantığa karşı mantığı kullanmak, ahlaka sahip çıktığını söylerken ahlakı yadsımak, hem demokrasinin olanaksızlığını hem de partinin demokrasisinin koruyucusu olduğuna inanmak; unutulması gerekeni unutmak, gerekli olur olmaz yeniden anımsamak, sonra birden yeniden unutuvermek; en önemlisi de, aynı işlemin kendisine de uygulamak...”
Gülen ve cemaatinin beddua karşısındaki, Mustafa Kemal karşısındaki, otorite karşısındaki, siyaset karşısındaki, Batı karşısındaki, AK Parti karşısındaki, Erdoğan karşısındaki, barış süreci karşısındaki, Kürt meselesi karşısındaki, yakın tarih karşısındaki, devlet karşısındaki, İsrail karşısındaki, Amerika karşısındaki... vs. çift duruşluluğunu hatırladığımızda bu metin ne kadar da manidar geliyor değil mi? Abilik de Büyük Birader’in partisindeki memurluk gibi. Hatta Risale referanslı ‘abi’ kelimesinin daha sonra hizmet içi hiyerarşide ‘imam’a dönüşmesi de bence tesadüf değil. Abi, ne kadar evriltilseniz evrildin; imam’ın çağrıştırdığı kadar ‘hareketlerine uyulan, takip edilen’ anlamına karşılık gelmez. Bazı şeyler ne kadar da açık, ama bir o kadar da kurnazca değişiyor gözümüz önünde. Uyanmak, bir 'belki' kadar yakın aslında. Ah, diyebilseler...
Prof. Dr. Ejder Okumuş’un (23.01.2014 tarihli) Yenişafak gazetesindeki ‘bilerek unutmanın onulmaz sonuçları’ makalesinden hareketle buna ‘seçilmiş bir unutkanlık’ da diyebiliriz. Bu yeteneğe, kuvveler bahsinde Bediüzzaman’ın verdiği isimse cerbeze veya muğalatadır. Kuvve-i akliyenin ifratından ileri gelir. Şeriatın istediği vasat dairesinde ve vicdanî bir sorgulama eşliğinde dizginlemezseniz, o akıl, kendisine yön soranlara sağı sol, solu sağ tarif edecek kadar hünerler gösterir. Hakikati, pragmatik bir renkle algılar ve algısının rengine büründürür.
Sokratvarî, ‘sorgulanmayan ilmi, ilim kabul etmeyenlerden’ değilseniz, pek çabuk arkasına düşer, izlerini sarhoşçasına takip edersiniz. O da zaman içinde; “Dün dündür. Bugün bugündür...” safsatasını mantıklı gösterebilecek kıvama getirir sizi. O noktadan sonra her yamulma içselleştirilir. Hatta o ihmal ederse, çevresindekilerce fetvası üretilir.
Gülen’in, Taha Akyol ve Cengiz Çandar’la birlikte konuk olduğu NTV programını hatırlayalım. (Merak edenler, bu isimleri beraber youtube’a yazarlarsa bulup izleyebilirler.) Orada Gülen, Bediüzzaman’ın, Mustafa Kemal’e karşı duruşunu gayet iyi bildiği halde, başka bir mesele ile ilgili bir Risale metnini, ‘asıl düşmanın Atatürk olmadığı, düşmanlar tarafından dindarların kandırılıp onunla aralarının açıldığı...’ şeklinde şerh etmişti. Hatta hoşgörüsünü İsmet İnönü’ye kadar uzatmıştı. Bunun yanısıra, yine ‘geçmiştekileri kötü anmanın Kur’an’ın ruhuna uygun olmadığı, mümkünse hayırlarının yâd edilmesi gerektiği’ tesbitinde de bulunmuştu.
Fakat Kur’an’da, geçmişteki bir karakter olarak Ebu Leheb’in gayet kötü anıldığını ve daha birçok dalalet önderinin (Firavun, Haman, Calut, Nemrut, Karun vs...) yine Kur'an'da böyle anılmaktan kurtulamadığını hatırladığınızda, aklınıza soru işaretleri gelebiliyor. Ne de olsa yakın tarih, en açığı Dersim katliamı ve Türkçe ezan olmak üzere, yine bu insanların sorumlu olduğu, onlarca zulüm hadisesiyle dolu. Bütün bu yaşananlara rağmen nasıl hâlâ hayırla anılabileceklerini cidden merak ediyorsunuz.
Neyse, bu faslı geçelim. Ben sizi asıl Yavuz Çobanoğlu’nun “Altın Nesil”in Peşinde: Fethullah Gülen’de Toplum, Devlet, Ahlak, Otorite kitabına götürmek istiyorum. İletişim Yayınlarından çıkan bu eserde Çobanoğlu, Gülen’in metinleri ve ses kayıtları üzerine yürüttüğü emekler eşliğinde, ‘duruşlarını’ ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Benim okurken en çok dikkatimi çekense, Gülen’in yaşadığı değişimlerdi. Mesela Batı’ya yönelik kullandığı dilde geçmişten günümüze çok büyük (yüzseksen derece diyebileceğimiz) bir yumuşama vardı. Bunun yanısıra pek çok meselede de Çobanoğlu, Gülen’in ‘dönüşümlerini’ yakalamıştı.
Bence en meraka mucip olansa, yazarın küçük küçük dikkatleri çektiği, Gülen’in, Bediüzzaman’ın mesleğinden ve söyleminden ayrıldığı yerlerdi. Bunları bazen yazar, belli belirsiz okuruna gösteriyordu; bazen de apaçık yakalayarak duruş farklılığını ortaya koyuyordu. Mesela Gülen’in ‘otoriter devlet algısını’ incelediğinde, bunun kesinlikle Bediüzzaman’da varolan bir duruş olmadığını, daha çok Nurettin Topçu, Necip Fazıl gibi isimlerin düşüncesine yakın olduğunu belirtiyordu. Demek ki, Gülen; her konuda Bediüzzaman’ı rehber kabul etmiyordu.
Yine 'toplum' başlığını incelerken de Gülen’in söyleminde yakaladığı ‘ordu disiplinine sahip bir toplum’ düşüncesinin Bediüzzaman’da olmadığı, fakat Bediüzzaman’ın hassaten Küçük Sözler’de kullandığı kulluk-askerlik benzetmesini, toplum düzeninde de bu askerî yapıyı koruyacak şekilde hayal eden Gülen tarafından böyle şerh edildiğini ifade ediyordu.
O kitaptan kazandığım bakış açısıyla kendim de Gülen’in ve cemaatin söylemlerini taradığımda, bunun gibi, Risalelerden alınmış; ama asıl kullanıldığı anlamın dışına taşırılmış, pek çok kavrama rastladım. Mesela abilik... Abilik, Bediüzzaman’ın metinlerinde ve hayatında kesinlikle bir baskı aracı olarak kullanılmazken; Gülen ve cemaatinde abilik bir ‘kitle kontrol’ aracıydı. Cemaat tabanından Gülen’e doğru yükselen hiyerarşide, abiler, ordu rütbeleri gibi, komutası altındaki coğrafik bölgelerin büyüklüğüne göre dizayn edilmişti. (Cemaat, aslında bir ordu-cemaatti.) Abilere itaatin, cemaatin şahs-ı manevisine dahil olmanın tek yolu olduğu anlatılıyordu. Ve yine külliyatın içindeki ‘şefkat tokatları’ bahsi de bu abilerin emrinden çıkmanın neticeleri gibi aktarılıyordu. Ortaokul veya ilkokul yıllarından itibaren cemaate dahil olan çocuklara ‘itaat eğitimi’ bu abiler kanalıyla veriliyordu. Fakat bakınız, Bediüzzaman, kendi metinlerinde bu hiyerarşik yapılanmaya nasıl karşı çıkıyordu:
“Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. (...) Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder.”
Fakat Gülen cemaati içinde abilik/ablalık müessesinin kullanımı; yapılan şahsî ibadetleri bile çizelgeyle alıp takip eden, cemaatin bireylerine okuyacakları kitapları ve ne kadar okuyacaklarını söyleyebilen, onları toplayacakları yardımlar ve bulacakları aboneler hususunda sayılarla sorumlu tutabilen, belirli periyotlarla toplanılarak (ve bu aksatıldığında hesabı sorularak) kitlenin kontrol dışına çıkmasını engelleyebilen, hatta kullanacakları oyu, seçecekleri eşi ve atacakları twitleri bile şekillendirebilen bir yapıdaydı. Son bir aylık süreçte operasyonlarla farkettiğimiz şekliyle; cemaatin kendi hiyerarşisi, devletin hiyerarşisini hiçe sayabilecek ve otoritesine aykırı hareket edebilecek bir cürete çıkabiliyordu.
Bediüzzaman’ın ise, değil böyle bir uygulamasını görmek, böyle bir uygulamayı hoş görebileceği söylemek bile mümkün değildi. Metinleri, böyle bir duruşa sahip olmadığını göstermekteydi çünkü. Hassaten, onun hayal ettiği eksenin; dost, kardeş ve talebe ile ifade edildiği kısımda, bütün bağ Kur’an nurlarına dairdi ve onlara duyulan muhabbetle ilgiliydi. Başka bir hiyerarşisi yoktu. Hatta bir asır önce yazdığı Münazarat’ta, şeyhliğin insanları manevî bir esaret altına alamayacağına ve ağalığın da bireyin aklını yok etmemesi gerektiğine dair vurgular yapıyordu.
Mesela;
"Sual: Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.
Cevap: Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız."
Yine mesela;
"Sual: En evvel rüesâmız ıslah olunmalı.
Cevap: Evet, reisleriniz malınızı ceplerine indirip hapsettikleri gibi, akıllarınızı da sizden almışlar veya dimağınızda hapsetmişler. Öyleyse, şimdi onların yanındaki akıllarınızla konuşacağım."
Gülen’in toplum ve devlet hayalinin Risale-i Nur’a göre şekillenmeyişinin bir neticesi olduğunu düşündüğüm bu sağlıksız hiyerarşinin bir sonucu da yine ‘çok kimliklilik’ oluyordu. Gülen’in demagojik ve konjonktürel söylemlerinde sürekli değişen duruşlar, tabanın hür iradesi tarafından mizana vurulamıyor, bu abiler zinciri/hiyerarşisi tarafından en tabandaki insanlara kadar deklare ediliyor ve bir önceki duruş hızla unutturuluyordu. Hatta öyle ki, bir önceki duruşa dair video kayıtları bile, bir yerlerde yayınlandığı duyulursa, hızla silinmeye/yok edilmeye çalışılıyordu. Veyahut görenlerden hüsnüzan ve hikmet arayışı isteniyordu.
Bütün bunları anlattıktan sonra nedense aklıma George Orwell’ın 1984 romanı geldi. Orada da Winston ismindeki ana karakter Gerçek Bakanlığı’nda (101 numaralı odada) buna benzer bir iş yapıyordu. Geçmişte yayınlanmış gazetelerden silinmesi istenen haberleri siliyor, yenilenmiş halleriyle yenilerini basıyordu. Bir süre sonra gerçek o kadar muğalatalı, o kadar silik ve göreceli bir hale geliyordu ki; hangisinin asıl doğru, hangisinin uydurulmuş yalan olduğunu kimse hatırlayamıyordu. Ve artık 2x2=5 edebiliyordu.
Sanıyorum cemaatin takipçilerine en çok yaptığı şey de bu: Büyük Birader’in isteğine göre kanaatleri şekillendirmek... O kadar çok kimlik yaratmak ki, en sonunda, o kimliklerin hangisinin asıl, hangisinin sonradan olduğunu unutturmak. Bu şekliyle cemaat, hakikaten Orwell’ın karaütopyasındaki partinin gerçek hayattaki dirilişi gibi. Ve yapabilecekleri de en az onun kadar korkutuyor.
Şimdi size, benim ‘çok kimliklilik’ dediğim, Orwell’ın (Celâl Üster tercümesine göre) 'çiftdüşün' dediği şeyi kitaptan bir alıntıyla hatırlatayım:
“Hem bilmek hem bilmemek, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar söylerken bir yandan da tüm gerçeğin ayırdında olmak, çeliştiklerini bilerek ve her ikisine de inanarak birbirini çürüten iki görüşü aynı anda savunmak, mantığa karşı mantığı kullanmak, ahlaka sahip çıktığını söylerken ahlakı yadsımak, hem demokrasinin olanaksızlığını hem de partinin demokrasisinin koruyucusu olduğuna inanmak; unutulması gerekeni unutmak, gerekli olur olmaz yeniden anımsamak, sonra birden yeniden unutuvermek; en önemlisi de, aynı işlemin kendisine de uygulamak...”
Gülen ve cemaatinin beddua karşısındaki, Mustafa Kemal karşısındaki, otorite karşısındaki, siyaset karşısındaki, Batı karşısındaki, AK Parti karşısındaki, Erdoğan karşısındaki, barış süreci karşısındaki, Kürt meselesi karşısındaki, yakın tarih karşısındaki, devlet karşısındaki, İsrail karşısındaki, Amerika karşısındaki... vs. çift duruşluluğunu hatırladığımızda bu metin ne kadar da manidar geliyor değil mi? Abilik de Büyük Birader’in partisindeki memurluk gibi. Hatta Risale referanslı ‘abi’ kelimesinin daha sonra hizmet içi hiyerarşide ‘imam’a dönüşmesi de bence tesadüf değil. Abi, ne kadar evriltilseniz evrildin; imam’ın çağrıştırdığı kadar ‘hareketlerine uyulan, takip edilen’ anlamına karşılık gelmez. Bazı şeyler ne kadar da açık, ama bir o kadar da kurnazca değişiyor gözümüz önünde. Uyanmak, bir 'belki' kadar yakın aslında. Ah, diyebilseler...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...