"Hâlık-ı Rahîm nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise, şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisat ise nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır." İktisad Risalesi'nden.
İktisad Risalesi'ni yeniden okumaya başladım. Daha başlardayken farkettiğim şey şu oldu: İktisad 'muhtaç olunanın kıymetini bilmek'tir. Durun. Durun. Bir saniye. Çabuk sonuca geldik. Biraz öncesinden alalım: Muhtaç olmak nedir? Muhtaç olmak, varlığını (veya varlığının bir parçasını), devam ettirebilmek için birşeye/şeylere ihtiyaç duymaktır. İhtiyaç duyan, bellidir ki, varlığını kendi başına devam ettiremez. Kendine yetemez. Kendiyle yetinemez. Evet. Bu böyledir. Ve bu noktadan hareketle denilebilir ki: Birşeye ihtiyaç duymak, ister-istemez, ona muhtaç olduğumuzu gösterir.
'Muhtaç olarak varolmak' aslında varoluş şeklimizi Allah'ın varlığından ayıran en önemli ayraçtır. Biz arızîleriz. Varız ama arızîdir varlığımız. Allah'ın, anlara dahi sirayet eder bir şekilde, yeniden yeniden, tekrar be tekrar, varlık lütfetmesine muhtacız. Sonraya ancak böyle taşınır önceki varlığımız. Vermeyi sevdiğim o misalle fehmimize yaklaştırırsak: Bir çizgifilmin içerisinde varolan karakterlerden birisi gibiyiz. Çizerimiz, bir sonraki karede tekrar filme dahil etmezse bizi, filmdeki diğer detaylar aynı kaldığı halde, yiteriz. Yani demem o ki arkadaşım: Kayyum isminin penceresinden bakılınca bir silgilik canımız vardır.
Ancak biz, yaşarken, hayatı daha çok Hayy isminin gölgesinde müşahade ediyoruz. Onun tecellileriyle okuyoruz. Ve Hayy ismi bize şunu söylüyor: Muhtaç oldukların karşılanmazsa hayatın devam edemez. Bu nedenle hayatımız devam ettiği sürece muhtaç olduklarımızın kıymetini tastamam idrak edemiyoruz. Belki, hasbelkader (kaderin bir hesabıyla) birazcık tehlikeye düştüğünde, uyanır gibi oluyoruz. Lakin tehlike geçince uyanıklık da hemencecik yitiveriyor. İlla, inayet-i ilahîyle, kalbimize bir 'farkındalık' ihsan oluna. Bu farkındalığın adı da 'ihsan'dır.
İhsan makamı, meşhur Cibril Hadisinin haber verdiği üzere, ism-i Hayy'dan ism-i Kayyum'a doğru uzanmaktır. Şuur açmaktır. Derinleşmektir. Hayat sahibinin her an kendisini Allah'ın huzurunda hissetmesi, varlığını, 'her an yeniden varedilmeye muhtaç olduğu hissiyle' doldurmasına bağlıdır. Fakat her hissedişimizde olduğu gibi bu da öncelikle bir imandır. Yani 'tanımlama'dır. Tanımlarımız imanımızdır. Eğer bir insan, varlığını, 'akışına bırakılmış' bir 'hayat sahipliği' olarak görüyorsa, korktuğu tek şey ölümü olur. Fakat bir insan, varlığını, 'her an devam ettirilmeye muhtaç' bir 'varlık sahipliği' olarak görüyorsa, o zaman her anından ötürü Allah'a şükretmeye, dua etmeye, iletişimde kalmaya ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç da onu Kayyum ismine götürür.
Yolculuğumuzun başına geri dönelim. Muhtaç olduğumuzu anlamamız bizde nasıl bir uyanış sağlıyor? Elbette, herbirimiz, ihtiyaçlarımızın giderilmesi için Cenab-ı Hakka duada bulunuyoruz. (Genel anlamda) eriştiğimiz her nimetin ondan geldiğini biliyoruz. Bu bilginin, büyük resimde, farkındayız. Ancak ne kadarımız, elinden alınmadığı sürece, 'düzenli nimetlere' karşı şükretmeye ihtiyaç gösteriyoruz? Veya onların varlığının 'varlığımızın devamını sağladığına' dair bir uyanış sahibiyiz? Veyahut daha net bir şekilde yüzleşelim: Ne kadarımız Allah'ın yaratılışımıza her an dahil olması gerektiğini düşünüyoruz? Üç öğün yemek. Hastalanınca şifa. Her ay maaş... Hepsi bu kadar mı? Hatta bazılarımız belki bunları dahi kendi kendine halledeceğini düşünüyor. Allah'ın yardımına dünyaya yaklaşan bir göktaşına rastladığında ihtiyaç duyuyor.
Ben şimdilerde, iktisad şuurunun kalpte yerleşmesinin, 'Hayy' isminin, kardeşi 'Kayyum' ismine bağlanmasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Yani: Nasıl ki, Hayy ve Kayyum isimleri kudsî metinlerde kardeştir, beraber anılırlar. Birisi anılınca diğerini de insanın kulağı (alışkanlık gereği) arar. Aynen öyle de: 'Muhtaçlık' ile 'iktisad' arasında da böyle bir kardeşlik bağı var. (Yani birisinin yanında diğeri olmazsa hikmetleri yara alır.) Peki bununla ne demek istedim?
İnsan, sırf muhtaç olmakla, muhtaç olduğunun kıymetini takdir et(e)miyor. Çünkü kıymet 'ihtiyaç duymak'tan ziyade 'gerekliliğinin sürekliliğe' inanmaktan besleniyor. Yani, bir insan, güneşin her sabah yeniden doğmasına dair bir ihtiyacı yeterince hissetmezken (zira varlığı bir yeknesaklığa sahiptir) yağmur gibi 'belirli bir düzenliliği olmayan' nimetlere daha fazla şükredebiliyor. Çünkü 'yokluğunun mümkünlüğü' varlığına duyulan ihtiyacın hatırlatıcısı oluyor.
Peki iktisadın buradaki kilit fonksiyonu ne? İktisad, bize verilen her nimetin, velev yakın zamanda 'mümkün bir yokluğu' olmasın, sanki yokolabilecekmiş gibi tadılmasını sağlıyor. Binlerce yıldır akan bir nehirden, hadis-i şerifte buyrulduğu gibi, israf etmeden abdest almaya çalışan bir insan, normalde hiç uyanmayacağı bir farkındalığı şuur olarak sinesinde taşıyor: "Bunun varlığının da korunması lazım." Birşeye 'ihtiyaç duymakla' onda 'iktisad etmenin' arasındaki ayrım da tam bu bence: İhtiyaç duyan muhtaçlığı giderilene kadar muhtaç olduğunun varlığıyla ilgilidir. Fakat, iktisad eden, ihtiyacı bir hissediş olarak arkasında kalsa bile, o şeyin varlığının devamlılığı ile ilgilidir.
Ve tam da bu noktada, iktisad, bizi 'Hayy' isminin yamacından alıp 'Kayyum' ismine yaklaştırır. Kıymet sürekliliğe duyulan ihtiyaçtır. Duyarlılıktır. Yani 'acz/fakr' ile 'iktisad' arasında Hayy ile Kayyum isimleri arasındakine benzer bir kardeşlik vardır. İktisad sayesinde insan salt acziyle/fakrıyla ulaşamayacağı bir üst farkındalığa ulaşır. Bu farkındalık nedir peki? el-Cevap: "İhtiyaç duyduklarının sürekliliğine de ihtiyacı vardır." Devamlılık yalnız ferdin ihtiyaçlarının karşılanmasıyla ilgili değildir. Şeyler 'şeyler' olarak kalmaya devam etmesiyle ilgilidir. Nimetlerin sürekliliği ise ancak iktisadlarıyla mümkündür. İsraf edilenler elden çabuk giderler.
Evet. Binler kere evet. Birşey hakkında iktisad etmek "Senin varlığının devam etmesini istiyorum!" demektir. "Senin kıymetini biliyorum!" demektir. "Seninle arkadaşlığım sürsün istiyorum!" demektir. Bu yüzden bencileyin derim ki: Kıymet vermek 'varlığının devamını istemek'tir. Varlığı devamlı olanlar kıymetli olurlar. Hiçbir mutluluk masalı 'sonsuza dek...' demeden final yapmaz. Bu, yukarıdaki mevzularda böyle olduğu gibi, evliliklerde/dostluklarda da aynıyla geçerlidir. Hiçbir âşık mâşukunun kalbini israf ederek sevdiğine inandıramaz. Boşa gitmediğini anladıkça insan sevildiğini anlar. Vesselam.
İhtiyaç duymak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İhtiyaç duymak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
8 Ağustos 2018 Çarşamba
17 Nisan 2015 Cuma
Hayvanlık namlusundan nasıl çıkılır?
"İnsan azgınlaşır, kendisini ihtiyaçtan uzak görürse.” (Alâk sûresi, 6-7)
Bediüzzaman mesleğinin seyr u sülûkunu ‘dört hatve’ olarak tarif ediyor: Acz, fakr, şefkat ve tefekkür. “Şu tarik, hafî tarikler misillü, ‘letâif-i aşere’ gibi on hatve değil; ve tarik-i cehriye gibi ‘nüfus-u seb’a’ yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki dört hatveden ibarettir.” Hatve ‘adım’ karşılığını alıyor lügatte. Tasavvufta ‘mertebe’ anlamına da geliyor. Bir terimsel karşılığı da askerlikte var: “Mermi çekirdeğinin ekseni etrafındaki turu esnasında namluda aldığı yol...”
Adımlar yolun parçasıdır. Mertebe yükselişin cüzüdür. Namludan çıkmak için kaç kere dönmek gerekir? Namlusu hayvaniyetidir insanın. Farkettiyseniz mezkûr tariflerin hiçbirisi adacığa benzemiyor. Yani acz, fakr, şefkat ve tefekkür dört ayrı/bağımsız görev değil. Ya? Ancak birbirini tamamlandıkça mesafe alınan bir yol gibi. Dört adımı atınca ancak insan-ı kamile ulaşmak hususunda gerekli mesafeyi aşmış oluyorsunuz. Namludan çıkmayı başarıyorsunuz.
Bir keresinde bir derste şöyle birşey söylenmişti: “Aczini bileceksin. Fakrını göreceksin. Şefkat edeceksin. Tefekkür edeceksin. Risale-i Nur mesleğinde bu dört yolla gidilir.” Katılamadım. Parçalı düşünmek yanlış geldi. Adımlar ‘yol’ sayılmamalıydı. Ben olsam şöyle derdim: “Aczini bileceksin, onunla (aczinle) fakrını göreceksin, onlarla (aczinle ve fakrınla) şefkat edeceksin, onlarla (aczin, fakrın ve şefkatinle) tefekkür edeceksin.” Yani arada nokta değil virgül olmalıydı. Bütünü hissettirmek gerekirdi.
Hem Bediüzzaman hatvelerin ayrı yollar olduğunu düşünse herhalde ‘adım’ değil ‘yol’ demeyi tercih ederdi. Değil mi ama? ‘Hatve’ değil de ‘tarik’ derdi mesela onlara. Özellikle de acz ve fakrın şuurunda olunmadan şefkat edebilmek mümkün değildi. Çünkü şefkat, aczin ve fakrın empatisidir. Kendi güçsüzlüğünü gören ancak diğerlerinin güçsüzlüğünü anlayabilir.
Duygularımızdır birbirimize uzanan kollarımız. İnsan içindeki tecrübelerle ancak başkasına doğru uzanır. Bilir. Anlar. Ne hissedeceğini tahmin eder. Kendisi de daha önce benzer şeyler hissetmiştir çünkü. O hislerin sizde de olabileceğini düşünür. Aksi takdirde her insanın ‘Kaptan Spark’ gibi robotikleştiği bir dünyaya uyanırız. Tefekkürümüz de onun Uzay Yolu serisinde sık sık ortaya koyduğu gibi olur. Yani şefkatsiz olur. En yakın arkadaşlarımız bile, mantıklı bir seçim gibi göründüğünde, hayatlarından vazgeçmeyeceğimizden emin olamazlar. (Into Darkness’ı izleyenler bu bağlamda okunabilecek diyaloğu hatırlarlar.)
Aczini görmeyen insan, varlığının devamı için gerekli olan şeylerin, yani kudret gerektiren şeylerin, aslında birer ihtiyaç olduğunu anlayamaz. Elde ediş olarak düşünür. Güçsüzlüğünü bilmeyen Karun tabiatlıdır. “Bu bana ilmimle verildi” der. “Bu bana aczimden dolayı bağışlandı” demez. Yaşamak bir işgal hareketidir artık. Hiçkimsenin ondan birşey eksiltmeye hakkı yoktur. O bu noktaya hakettiği için gelmiştir. Bu nedenle ona verilen herşey haketmişin zaferidir. Vazgeçtiği herşey ‘öyle olması gereken’ değil ‘fedakârlığı’dır. İhtiyacı falan değildir. Aczini bilmeyen hiçbir şeye ihtiyaç duymadığını sanır. Bu da en sessizinden/gizlisinden bir ‘ilahlık iddiası’dır.
Aczini bildikten sonra ancak devamının elinde olmadığı anlar. ‘Zaten öyle olması gerekenler’ birer ihtiyaca dönüşür. Ve bu ihtiyaç bilgisiyle kalp âleme mütevazi uzanır. Sevgiye muhtaç olduğu gibi (acz) seveceklere de muhtaçtır (fakr). Sevmeye muhtaç olduğu gibi (acz) sevileceklere de muhtaçtır (fakr). Muhtaç âlemle ilişki içine girmek zorundadır. Mecburen fildişi kulelerinden iner. Bencillik saraylarını terkeder. Artık mahlukattan herhangi birisidir. Bütünün parçasıdır. Bütünü kendisi değildir. İlişkisinin rengini ‘şefkat’ belirler. Zira onlar da en az kendisi kadar acizdir. Rızkları bağışlanmazsa kendisi kadar aç kalırlar. Şefkat bekleyen şefkat de gösterir.
Yavru kedinin miyavlamalarına dayanamayan çocuk aczden acze giden bir yol bulmuştur aslında. Onun ne hissettiğini kendisinden anlamıştır. İhtiyaçlar bu yönüyle birer bilme şeklidir de. Her ihtiyaç bir biliştir. Âlemle kurulan bir ilişkidir. Şefkat böylesi bir bilmeye de yardım eder.
Evet. Şefkat en özünde ‘şefkat ettiğinin devamını istemek’tir. Acz/fakr ekseninde bir okumayla, bütünün parçası olduğunu ve devamı için bütündeki herşeye muhtaç olduğunu farkeden insan, en nihayet bütüne şefkat eder. Çünkü onun devamı kendisinin de devamıdır. En azından hürmetine yaratıldıkları ortak hakikatin tecellisinin devamıdır. Hatta bazen şefkati o seviyeye ulaşır ki varlığından da vazgeçer: “Valideliğin en basit ve en ednâ derecesinde olan korkak tavuk, o şefkatin küçücük bir lem’asıyla, yavrusunu müdafaa için ite atılır, arslana saldırır.” O varlık sahnesinde kendisinden daha çok kalacaktır çünkü. Hakikatini daha uzun yıllar yansıtacaktır. Eşyanın hakikati ise esma-i ilahiyedir.
Aczini farketmeyen neden tefekkür etsin? Neden Allah’a ulaşmaya çalışsın? Yarası olmayan neden deva arasın? Yarasını hissetmeyenin tefekkürü, Allah’a ulaşmak için değil, sözde ilahçıklığını sağlamlaştırmak için olacaktır elbette. Enesi etrafında dönmeyen dünyaya düşmandır bencil. Merkeziyetini kabul etmeyen onu korkutur. Karamsarlaştırır. Kızdırır. Tefekkürü zehir olur da âlemi mahveder. Ürettiği teknoloji de âleme zarar verir, fikir de... Çünkü “Nazarında pek fena bir memlekete düşer...” Fena olana fenalık yapmak birşeyi değiştirmez ve haktır da. Demek tefekkürün de sıhhatı şefkattedir. Şefkatsiz dehanın zulümden korkulur. Hak vermez, anlamaya çalışmaz, çünkü şefkat etmez. Şefkati yaşatacak empatisi yoktur.
İşte bu sebepten dört hatvenin bağımsız yollar gibi görülmesine karşıyım. Bunlar birbirinin parçası, tamamlayıcısı ve tetikleyicisi. Üstelik birisinin faydası ancak diğerinin sıhhatiyle. İnsan-ı kamil tekiyle değil hepsiyle oluyor. Dört kere dönmedikçe hayvaniyet namlusundan çıkılmaz.
Bediüzzaman mesleğinin seyr u sülûkunu ‘dört hatve’ olarak tarif ediyor: Acz, fakr, şefkat ve tefekkür. “Şu tarik, hafî tarikler misillü, ‘letâif-i aşere’ gibi on hatve değil; ve tarik-i cehriye gibi ‘nüfus-u seb’a’ yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki dört hatveden ibarettir.” Hatve ‘adım’ karşılığını alıyor lügatte. Tasavvufta ‘mertebe’ anlamına da geliyor. Bir terimsel karşılığı da askerlikte var: “Mermi çekirdeğinin ekseni etrafındaki turu esnasında namluda aldığı yol...”
Adımlar yolun parçasıdır. Mertebe yükselişin cüzüdür. Namludan çıkmak için kaç kere dönmek gerekir? Namlusu hayvaniyetidir insanın. Farkettiyseniz mezkûr tariflerin hiçbirisi adacığa benzemiyor. Yani acz, fakr, şefkat ve tefekkür dört ayrı/bağımsız görev değil. Ya? Ancak birbirini tamamlandıkça mesafe alınan bir yol gibi. Dört adımı atınca ancak insan-ı kamile ulaşmak hususunda gerekli mesafeyi aşmış oluyorsunuz. Namludan çıkmayı başarıyorsunuz.
Bir keresinde bir derste şöyle birşey söylenmişti: “Aczini bileceksin. Fakrını göreceksin. Şefkat edeceksin. Tefekkür edeceksin. Risale-i Nur mesleğinde bu dört yolla gidilir.” Katılamadım. Parçalı düşünmek yanlış geldi. Adımlar ‘yol’ sayılmamalıydı. Ben olsam şöyle derdim: “Aczini bileceksin, onunla (aczinle) fakrını göreceksin, onlarla (aczinle ve fakrınla) şefkat edeceksin, onlarla (aczin, fakrın ve şefkatinle) tefekkür edeceksin.” Yani arada nokta değil virgül olmalıydı. Bütünü hissettirmek gerekirdi.
Hem Bediüzzaman hatvelerin ayrı yollar olduğunu düşünse herhalde ‘adım’ değil ‘yol’ demeyi tercih ederdi. Değil mi ama? ‘Hatve’ değil de ‘tarik’ derdi mesela onlara. Özellikle de acz ve fakrın şuurunda olunmadan şefkat edebilmek mümkün değildi. Çünkü şefkat, aczin ve fakrın empatisidir. Kendi güçsüzlüğünü gören ancak diğerlerinin güçsüzlüğünü anlayabilir.
Duygularımızdır birbirimize uzanan kollarımız. İnsan içindeki tecrübelerle ancak başkasına doğru uzanır. Bilir. Anlar. Ne hissedeceğini tahmin eder. Kendisi de daha önce benzer şeyler hissetmiştir çünkü. O hislerin sizde de olabileceğini düşünür. Aksi takdirde her insanın ‘Kaptan Spark’ gibi robotikleştiği bir dünyaya uyanırız. Tefekkürümüz de onun Uzay Yolu serisinde sık sık ortaya koyduğu gibi olur. Yani şefkatsiz olur. En yakın arkadaşlarımız bile, mantıklı bir seçim gibi göründüğünde, hayatlarından vazgeçmeyeceğimizden emin olamazlar. (Into Darkness’ı izleyenler bu bağlamda okunabilecek diyaloğu hatırlarlar.)
Aczini görmeyen insan, varlığının devamı için gerekli olan şeylerin, yani kudret gerektiren şeylerin, aslında birer ihtiyaç olduğunu anlayamaz. Elde ediş olarak düşünür. Güçsüzlüğünü bilmeyen Karun tabiatlıdır. “Bu bana ilmimle verildi” der. “Bu bana aczimden dolayı bağışlandı” demez. Yaşamak bir işgal hareketidir artık. Hiçkimsenin ondan birşey eksiltmeye hakkı yoktur. O bu noktaya hakettiği için gelmiştir. Bu nedenle ona verilen herşey haketmişin zaferidir. Vazgeçtiği herşey ‘öyle olması gereken’ değil ‘fedakârlığı’dır. İhtiyacı falan değildir. Aczini bilmeyen hiçbir şeye ihtiyaç duymadığını sanır. Bu da en sessizinden/gizlisinden bir ‘ilahlık iddiası’dır.
Aczini bildikten sonra ancak devamının elinde olmadığı anlar. ‘Zaten öyle olması gerekenler’ birer ihtiyaca dönüşür. Ve bu ihtiyaç bilgisiyle kalp âleme mütevazi uzanır. Sevgiye muhtaç olduğu gibi (acz) seveceklere de muhtaçtır (fakr). Sevmeye muhtaç olduğu gibi (acz) sevileceklere de muhtaçtır (fakr). Muhtaç âlemle ilişki içine girmek zorundadır. Mecburen fildişi kulelerinden iner. Bencillik saraylarını terkeder. Artık mahlukattan herhangi birisidir. Bütünün parçasıdır. Bütünü kendisi değildir. İlişkisinin rengini ‘şefkat’ belirler. Zira onlar da en az kendisi kadar acizdir. Rızkları bağışlanmazsa kendisi kadar aç kalırlar. Şefkat bekleyen şefkat de gösterir.
Yavru kedinin miyavlamalarına dayanamayan çocuk aczden acze giden bir yol bulmuştur aslında. Onun ne hissettiğini kendisinden anlamıştır. İhtiyaçlar bu yönüyle birer bilme şeklidir de. Her ihtiyaç bir biliştir. Âlemle kurulan bir ilişkidir. Şefkat böylesi bir bilmeye de yardım eder.
Evet. Şefkat en özünde ‘şefkat ettiğinin devamını istemek’tir. Acz/fakr ekseninde bir okumayla, bütünün parçası olduğunu ve devamı için bütündeki herşeye muhtaç olduğunu farkeden insan, en nihayet bütüne şefkat eder. Çünkü onun devamı kendisinin de devamıdır. En azından hürmetine yaratıldıkları ortak hakikatin tecellisinin devamıdır. Hatta bazen şefkati o seviyeye ulaşır ki varlığından da vazgeçer: “Valideliğin en basit ve en ednâ derecesinde olan korkak tavuk, o şefkatin küçücük bir lem’asıyla, yavrusunu müdafaa için ite atılır, arslana saldırır.” O varlık sahnesinde kendisinden daha çok kalacaktır çünkü. Hakikatini daha uzun yıllar yansıtacaktır. Eşyanın hakikati ise esma-i ilahiyedir.
Aczini farketmeyen neden tefekkür etsin? Neden Allah’a ulaşmaya çalışsın? Yarası olmayan neden deva arasın? Yarasını hissetmeyenin tefekkürü, Allah’a ulaşmak için değil, sözde ilahçıklığını sağlamlaştırmak için olacaktır elbette. Enesi etrafında dönmeyen dünyaya düşmandır bencil. Merkeziyetini kabul etmeyen onu korkutur. Karamsarlaştırır. Kızdırır. Tefekkürü zehir olur da âlemi mahveder. Ürettiği teknoloji de âleme zarar verir, fikir de... Çünkü “Nazarında pek fena bir memlekete düşer...” Fena olana fenalık yapmak birşeyi değiştirmez ve haktır da. Demek tefekkürün de sıhhatı şefkattedir. Şefkatsiz dehanın zulümden korkulur. Hak vermez, anlamaya çalışmaz, çünkü şefkat etmez. Şefkati yaşatacak empatisi yoktur.
İşte bu sebepten dört hatvenin bağımsız yollar gibi görülmesine karşıyım. Bunlar birbirinin parçası, tamamlayıcısı ve tetikleyicisi. Üstelik birisinin faydası ancak diğerinin sıhhatiyle. İnsan-ı kamil tekiyle değil hepsiyle oluyor. Dört kere dönmedikçe hayvaniyet namlusundan çıkılmaz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...