Empati etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Empati etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Şubat 2020 Cumartesi

Gözü Darth Vader'lıkta olanın kulağı salavatta olmaz

Bir vakitler yazılarımda Bediüzzaman'ı 'mürşidim' diye zikretmemi eleştirenler vardı. Her yazımda hemen tepkilerini koyarlardı. Şimdi ya usandılar yahut da alıştılar. Halbuki ben bunu özellikle yapıyordum. Onu 'mürşid' olarak sevdiklerine halen inandığım kişilerin 'Bediüzzaman' bile demekten çekinerek 'Said Nursî' diye konuştuklarını/yazdıklarını görüyordum. Sıkılıyordum. Üzülüyordum. Bu sakınımlı dilin içimizde de birşeyleri öldüreceğine kâniydim. Bir direniş olarak bastıra bastıra 'mürşidim' demeye başladım. Bugün dahi her 'mürşidim' deyişimde bir direniş ruhu hissederim. Elhamdülillah. Hem aynı direnişi "Bediüzzaman öyle diyor demeyelim de Risale-i Nur öyle diyor diyelim!" diyenlere karşı da gösteririm. Yani bu tavrı da arızalı bulurum. Şairin ifadesiyle, dansçıyı danstan, güzelliği güzelden ayırmanın mümkün olmadığını zannederim.

İnsan mürşidi hakkında konuşuyorsa mürşidi olduğunu hissettirmeli. Kaçınmamalı. Babamdan bahsettiğimde yabancı birinden bahsediyormuş gibi yapamam. Yapmam da hoş görülmez. "Kamil oğlu Şükrü şöyle demiştir..." diyemem. "Babam bir keresinde dedi ki..." derim. Mürşidim de öyledir. Kalbimin taraftarlığı elbette dilime işler. İşlemelidir. Yazarken de bundan sakınmam. Sakınılmamalıdır. Bazıları bir miktar nötrleşmenin tebliğ diline faydalı olacağını savunurlar. Buna şuraya kadar katılıyorum: Muhatabının kalbini kendi kalbin gibi olmaya zorlayamazsın. Senin sorgulamadığını onun da sorgulamamasını bekleyemezsin. Dolayısıyla bilgiyi aktarırken empati yapmaya muhtaçsın. Empati elbette kendi kabuğunu bir parça terke zorluyor seni. Ortak bir paydada geçerli olanı konuşuyorsun. Tamam. Fakat kendi kalbini de muhatabının kalbi gibi olmaya zorlamamalısın. Ne hissediyorsan o olmalı. Çünkü zorlamalar da insanda alışkanlık yapar. Alışkanlıklar yeni bir ahlaka, hatta belki fıtrata, dönüşür. "Ortada durayım!" derken karşıya geçmiş olursun. Tarafsızlığın da en düşülesi tuzağı budur.

Bu nedenle İmam Ali radyallahu anhın Hudeybiye'de 'Allah'ın Resulü Muhammed' ifadesini silip 'Abdullah'ın oğlu Muhammed' yazması emredildiğinde korkusunu anlarım. Hatta, her ne kadar emri veren Aleyhissalatuvesselam olsa da, yapamayışını kemaline yorarım. Çünkü itaatsizliği itaatsizlikten değildir. Metinden silemeyerek kalbinden de silemeyeceğini göstermiştir. Aslan tereddüdünde de aslandır. Tazecik gençleri 'Muhammed Mustafa' denilince salavat getirir gördüğümde ta götürür şununla ilgisini kurarım. İmam Ali radyallahu anhın Hudeybiye'deki şanlı tereddüdüdür bu gençleri bugün salavata âşık eden. O silememişti. Bunlar da İmam'larına ittibaen silemiyorlar. Silemediklerini de salavat getirerek gösteriyorlar. Öyle nakış nakış işlenmiş ki kalpleri sevgisiyle! İsmini taraftarlıklarından ayıramıyorlar. 'Maşaallah' diyelim gördükçe onlara.

Sünnet ümmetin kalbidir. Yaşamsal hafızasıdır. Sünneti ümmetin hayatından çıkarmak kalplerine format atmanın en kısa yoludur. Peki sünneti ayakta tutan nedir? İşte bu taraftarlık. Efendimiz aleyhissalatuvesselamın adı anıldığında bir salavat getirmek. Mescide girerken önce sağ ayağını atmak. Merhabanı onun selamına benzeterek söylemek. Bütün bunlar taraftarlığı diri tutmanın araçlarıdır. Dönergeç gibidirler. Hem ondan doğarlar hem onu beslerler.

Hadis-i şerifler bize, eğer üzerine özel bir mesai sarfedilmezse, kalplerdeki imanın da eskiyebileceğini söylüyor. Buna kendi aynamdan şöyle bir delilim var: Uzun zamandır tuttuğum takımın maçlarını takip etmiyorum. Buna bağlı olarak olup bitenlere merakım da azalıyor. Konuşmuyorum. Konuşulsa umursamıyorum. Giderek hiçleştiriyorum. İlgisizliğin sevginin zıttı olduğunu böyle görüyorum. İzleyip kızsaydım da bu sevgiden olacaktı. Nefretim bile sevgi kokacaktı. Halbuki sevginin asıl ölümü ilgisizlikledir. Dolayısıyla ilgiyi gösterir her çaba sevginin artımıdır. Meyvesidir. Canıdır. Hayatıdır. Yârin de öfkesinden değil ilgisizliğinden korkulur.

Mevzu dünyevî bir kazanım olduğunda seküler akıllar elbette ilginin yararını pek güzel kavrıyorlar. 'Tebessüm sadakadır'a sünnet diye burun kıvıranlar "Güleryüz başarıyı getirir!" deyince kulaklarına kadar gülümsüyorlar. Sağ ayağıyla mübarek bir yere girmenin bereketine inanmayanı "Benim uğurum/totemim budur!" deyu neredeyse takla atarak mekana girerken görüyorsun. Guru'sundan "İlişkinizin sağlığı için sevgilinize hoş sözler söyleyin!" diye işitince, canımı-cicimi sebil suyu gibi dağıtanlar, Habib-i Zişan'a bir 'aleyhissalatuvesselam'ı gönül sıkletiymiş gibi yutarak/yutkunarak söylüyorlar. Neden? Çünkü bir altşuur olarak farkındalar: Bu tarz eylemleri pek de yürümek istemedikleri bir yolu besliyor. Gücün karanlık tarafında Darth Vader keyfi çatmak isterken, salavat, Anakin Skywalker gibi kalmaları gerektiğini hatırlatıyor.

İşte bu yüzden ben yazılarımda mürşidime 'mürşidim' demekte teberri etmiyorum. Lisanlarında, 'Bediüzzaman'ı çoktan şutlamış, 'Said Nursî' ile yetinir olmuşlara da güceniyorum. Yabancı birisi yapsa ona elbette birşey diyemem. Mürşidi olarak bilmeyen nötrlüğünü ifade eden tabirleri seçebilir. İtiraz edilmez. Fakat bir nur talebesi 'Bediüzzaman' demekten neden teberri eder? 'Mürşidim' diyene neden kızar? Doğrusu bunları anlamaktan acizim. Anladığımsa sevginin tezahürsüz ayakta duramadığı. Evet. Ben o sevginin kalbimden hiç çıkmamasını istiyorum. Âmin.

17 Ekim 2015 Cumartesi

Önce 'amelinizde' rıza-i İlahî olmalı (2): Müslüman tarafsız olur mu?

Gerçek bir hikayeden sinemaya aktarılan ve Amir Khan'ın başrolünde oynadığı The Rising Ballad Of Mangal Pandey filminde, müslüman ve hindulardan oluşan askerlerin İngilizlere karşı ilk direnişi (ki bu direniş Hindistan tarihinde çok önemli bir yere sahiptir) bir idealizmden değil, dinlerinin zâhirine dair yasaklardan kaynaklanıyordu. Isırarak kopardıkları barut kartuşlarının inek ve domuz yağından yapılması, müslümanları ve hinduları İngilizlere karşı ayaklandırmıştı. İngilizlerin Hindistan sömürüsü elbetteki başka pekçok kötülüğü içerisinde barındırıyordu. Ama domuz ve inek yağı konusu, spesifik yorumlarda tevil edilip içselleştirilmeyecek/nötrleştirilemeyecek bir arızaydı ve zahir-i şeriat, aşılamayan bir engel olup halkı isyana ateşlendirdi.

Aynı zamanda her biri birer şeair-i İslamiye de sayılan zahir-i şeriatın parçalarını küçük görmek, insanı bâtının spesifik dünyasında savrulmalara götürür. Bâtın-ı şeriatı küçük görmek ise, şeriatı 'ruhsuz ritüeller bütünü' gibi görmeye ve göstermeye sebep olur. Zâhir-i şeriata muhtacız, çünkü spesifikliği ve bunun sonucu olan nötrleşmeyi/kimlik yitimini önler. Bâtın-ı şeriata muhtacız, o da amellerin içsel bir coşkuyla (huşû ve ihlas) yapılmasını ve başkalara aktarılmasını sağlar.

Modernizmin, her türüyle ve görünüşüyle, kendisini üzerine inşa edebileceği şeyin 'nötr' bir varlık algısı olduğunu düşünüyorum. Yani, insanı bir şekilde modernizmin etkisine açık hale getiren şey, varlığı hayır/şer, helal/haram ekseninde nötr olarak görmesidir. Bunun bir adım gerisi ise, 'bitarafane muhakeme' olarak da tabir ettiğimiz objektif bakıştır. Objektiflik, kalbinde iman yanan insanın (bu imanı 'teslim'le kök arkadaşı olan İslamiyet/müslümanlık gibi kelimelerle ifade ettiği düşünülürse) şükür ki sahip olamayacağı bir bakış açısıdır.

İman, hükmün açık olduğu hususlarda, bizi hakka taraf kılar. Akaid, inancı spesifiklikten kurtarır. 'Müslümanım' diyen insanın, hemen öncesinde 'elhamdülillah' demesi, ait olduğu şeyin arkasında da olduğunu gösterir. Hamdeder. Çünkü onu bir nimet olarak görmektedir. Bir müslüman, genel olarak imanı için 'elhamdülillah' der (hatta, daha çocukken, camilerde aldığımız ilk derstir bu) ama ırkı için 'elhamdülillah' demesi pek âdetten değildir. Çünkü bu ifade, zahirî manasının dışında, durduğu yerin şıklar içinde doğru yer olduğu iddiasını da taşır. Ancak nadir durumlarda, yine Allah'ın yarattığı bir aidiyetin diğer kullarca aşağılandığını hissettiğiniz zamanlarda, 'elhamdülillah' diyerek onu anarsınız. Bu anmadaki maksadınız da bellidir: "Benim durduğum yer de sizin durduğunuz yerler gibi Allah'ın mahlukudur. Sizinkilerden geri kalır bir yanı yoktur!" demektir bu. Kibrin değil, izzetin ifadesidir.

Tam bu noktada müslümanın varlığa bakışı modernistten farklılaşıyor. Modernist, kendisi müslüman dahi olsa, bakış açısı itibariyle inkarcıyla tehlikeli bir yakınlaşma içindedir. Çünkü inkarcı da varlığın inanç/inançsızlık noktasında tarafsız olduğunu düşünür. Dinlerin(!) sadece yorum farkından kaynaklanan nüanslar içerdiği iddiası her modernistin farklı ölçülerde vardığı bir sonuçtur. Bunun bir adım arkası zâhir-i şeriatı küçümsemedir. (Çünkü zâhir-i şeriat nötrleşmeyi engeller. Örneğin; tesettürlü bir müslüman kadın, asla diğer kadınlarla karıştırılamayacaktır.) Varlıkta inkarını destekleyecek deliller bulmakta zorlanan inkarcı, Bediüzzaman'ın şeytanla münazaralarında naklettiği şekilde, söylem değiştirerek şunu teklif eder bize: "Bitarafane muhakeme et, öyle bak!"

Bu eşik, biraz da modernizm ve post-modernizm arasında atlanan eşiktir. Fakat birbirlerinin devamı ve türevi olduklarından, ben, bu yazıda ikisini ayırmadan konuşacağım. Zira ikisinin de aynı şekilde eşyaya karşı tarafsız bakıştan beslendiğini düşünüyorum. İkisinin de başlangıcı; varlığı, iman ve küfür yorumunda nötr görmektir. Bu nötralizasyonun ardından inkar; "Bir de böyle düşün!" dedirtecek, yani Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği şekilde 'taraf-ı muhalifi iltizam' sayılacak hamleler yapacak, hatta 'şıkk-ı muhalifi esas tutma'larla bizi savuracaktır. Bu hastalığın farklı sûretlerde bize de tesir ettiği kanaatine sahibim. Hatta bence, empatiye zorlandığımız her yerde bu sağlanmaya çalışılıyor. Taraf-ı muhalifi iltizam sayılabilecek bir eşitlikçiliğe zorlanıyoruz.

Liberal söylemde kutsallaştırılan empatinin en tedirgin edici yanı da bu. 'Anlamaya çalışayım' derken karşı tarafa geçmek. Mesela; Hollywood yapımlarında (ve onların Türkiye versiyonu olan yerli yapımlarda) sıklıkla rastladığımız 'eşcinselleri anlama çabaları' dindarlığından emin olduğum gençlerde bile şöyle soruların oluşmasına neden olabiliyor: "Abi, Allah onları da öyle yaratmış. Bundan mesul tutulabilirler mi?" Halbuki aynı genç takvasının içini doldurabilmek ve Kur'an'ın vaadettiği güzel akıbete kavuşabilmek için öyle yaratıldığı(!) pekçok şeyden sakınıyor. Harama bakabilecekken bakmıyor. Çalabilecekken çalmıyor. İçebilecekken içmiyor... vs. İmtihanın doğasını biliyor.

Fakat kendi hayatını anlamını şeriatın sınırlarıyla bulduğu ve memnun da olduğu halde eşcinselin hayatını artık "Kuvve-i şeheviyesine şeriat ile sınır koymaya mecbur edilemez! Çünkü öyle yaratılmış!" şeklinde yorumlayabiliyor. (AB ülkelerinde, müslümanların vatandaşlıkları sözkonusu olduğunda gündeme gelen anketlerin 'eşcinselliğe hoşgörü' eksenli sorularla dolu olması sizce tesadüf mü? Bence eşcinselliğe bakış, modernizmin veya post-modernizmin nötrleştirme hamlesi açısından kıymetli bir konuma sahip. Asimilasyona müsait olma tahlili.)

Empatiye zorlanmak ne demek? Hollywood yapımlarında (ve onların ayak izlerini takip eden yerli yapımlarda) şöyle bir temayül var: Eşcinsellerin tamamı, diğer bireylerin sahip olamadığı kadar iyi bir kalbe ve karaktere sahip oluyorlar. (Özellikle komedi yapımlarında.) Sanki fuhuş ve uyuşturucu sektörlerinin üzerlerinde döndüğü insanlar bu insanlar değillermiş gibi, nerede bir eşcinsel var, o içinde bulunduğu kurgunun en sempatik karakteri oluveriyor... İsmetin nübüvvet elinden (hâşâ) alınıp eşcinsellere verildiği bu duruma bir endoktrinasyon (beyin yıkama) demek doğru olmaz mı? Bence şu an hepimizin zihni böylesi bir endoktrinasyona maruz bırakılıyor. Kuvve-i şeheviyenin sapkınlığı olan bir durum 'doğal' olarak sunularak varlık algımız haram/helal noktasında nötrleştiriyor. 'O da olabilir, bu da olabilir...' gibi geliyor.

Algı saldırılarına karşı izzetli bir İslam müdafaası olduğunu düşündüğüm 17. Lem'a, belki biraz da bu yüzden, 9. Notası'nda bizi 'durduğumuz yerden emin olmaya' çağırıyor: "Bil ki, nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemâlâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir hayır, zâhir bir hak, fâik bir kemal görünüyor. Bilbedâhe, hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhalifindedir..." Bu paragrafı okuduktan sonra hepimizin kendisine sorması gereken soru şu sanırım: Hâlâ doğru tarafta olduğumuzdan emin miyiz? İşte buna katkı sağlayabilecek detaylara dair bir sağlama sorusu daha: Eşcinseller hakkında fikriniz nedir?

3 Mayıs 2015 Pazar

Kendini dağlarken onları çağırıyorsun

Kanaatimce mürşid, 'yarası olmayan insan' demek değildir. Yaralarının ve devalarının farkında olan veya en azından arayan/çoklukla buldurulan ve çağıran insandır. Kulluğun yaraları hiç geçmez çünkü. Acz bir yaradır. Fakr bir yaradır. Bunlar geçerse azgınlaşırız. ("Şüphe yok ki, insan elbette azar. Kendisini ihtiyaçtan kurtulmuş görünce..." diyen Alâk sûresi bu dersi veriyor.) Gaflet veya küfür dediğimiz şeyler yarasızlık değil, yaralarının farkında olamamak veya kabul edememektir. 'İhtiyaçtan kurtulmuş görünce'dir yani, kurtulma değildir. Bu noktada, irşad olunan da, mürşidinin karşısına yaralarının farkına varmış olarak geçer. İrşad olanın mürşidden farkı, devalarını bilmiyor oluşudur. Devaların cinsi de muhteliftir. Bazısı nefes gibidir, solur gibi muhtaçsındır. Bazıları su gibidir, içer gibi muhtaçsındır. Bazıları gıda gibidir, yemek gibi muhtaçsındır. Bazılarına duyulan ihtiyaçsa daha seyrektir.

"Hem cismânî ihtiyaç gibi, mânevî hâcat dahi muhteliftir. Bazısına insan her nefes muhtaç olur: cisme hava, ruha Hû gibi. Bazısına her saat: Bismillâh gibi ve hâkezâ... Demek, tekrar-ı âyet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiş ve o ihtiyaca işaret ederek, uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyakı ve iştihayı tahrik etmek için tekrar eder."

Yaranın cinsine göre devanın kullanım sıklığı da değişir. Fakat yarasızlık diye birşey yoktur. Hem mürşid adına hem mürid adına. Yani mürşid, bütün yaralarını iyileştirmiş ve aşkın insan olmuş (veya Niçe'nin tabiriyle 'üst insan' olmuş) bir canlı olarak nirvadan konuşmaz sizinle. (İnsan-ı kamil asla bu anlama gelmez bizde.) Yanınızda ve yaralarıyla 'içinizden birisi' olarak konuşur. 'İçinizden birisi' kalarak konuşur. Kendi yaralarının farkındalığı, sizin acınızı anlaması ve size merhamet etmesini sağlar. Tevbe 128, 'mülkün güzelliği' aleyhissalatuvesselam ile bu dersi verir: "Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir."

"Fakat bazan olur ki, nefs-i emmâre, ya levvâmeye veya mutmainneye inkılâp eder, fakat silâhlarını ve cihâzâtını âsâba devreder. Âsab ve damarlar ise, o vazifeyi âhir ömre kadar görür. Nefs-i emmâre çoktan öldüğü halde, onun âsârı yine görünür. Çok büyük asfiya ve evliya var ki, nüfusları mutmainne iken, nefs-i emmâreden şekvâ etmişler. Kalbleri gayet selim ve münevver iken, emrâz-ı kalbden vâveylâ etmişler. İşte bu zatlardaki, nefs-i emmâre değil, belki âsâba devredilen nefs-i emmârenin vazifesidir. Maraz ise, kalbî değil, belki maraz-ı hayalîdir."

George Orwell, Kitaplar ve Sigaralar'da bir çocuğun dünyasına girmenin ancak anılar vasıtasıyla olabileceğini söyler:

"Ve bu noktada insan bir çocuğun gerçekte ne hissettiğini ve düşündüğünü bilmenin müthiş zorluğuyla karşı karşıya. Oldukça mutlu gözüken bir çocuk aslında açığa vurmayacağı ya da vuramayacağı korkunç şeylerden mustarip olabilir. Çocuklar, yalnızca anılarımız ya da tahminlerimiz aracılığıyla içine girebileceğimiz, bize yabancı bir sualtı dünyasında yaşar. Başlıca ipucumuz bizim de bir zamanlar çocuk olduğumuz gerçeği; ancak çoğu insan, kendi çocukluklarındaki ortamı neredeyse bütünüyle unutuyor gibi gözüküyor."

Ben Orwell'ın bu düşüncesinin irşad faaliyeti için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Bir mürşidin başarısı, irşad ettiği insanla yaşayabileceği empatiye bağlıdır. Onun yerine koyma kendini, ancak bir zamanlar onun gibi olmakla mümkündür. Onun gibi olan yanlarını/yönlerini, belki insandan insana uzanan dertten ve yaradan yollarını keşfedip, kendininkini deşerken ona da dokunmaktır. Bediüzzaman'ın "Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez..." cümlesini böylesi bir insandan insana yol olarak da anlayabiliriz. Nefsinde ıslah, başkasında da o nefse benzer bir nefis bulunduğu için, senden ona uzanan yoldur. Kalemi kendine batırdıkça, karşındakinin kalbine dokunursun. Ne kadar derine batırırsan o kadar yaralı insan inleyişini işitip etrafında toplanmaya başlar. Kendi insanına dokunmak, asl-ı insan arşına dokunmaktır çünkü.

"Hem deme ki, 'Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi."

Yaralarını bu yönüyle sevebilirsin. Onlar sayesinde herkesleşiyorsun. Daha çok insan oluyor ve daha çok insanı anlayabiliyorsun. Ve yine o dolmayan boşluklar seni Allah'ı aramaya itiyor. Yazdıran da onlar, düşündüren de. Kendi içindeki o boşluğa kapıldığın zaman dalgınlığa kapılıyorsun. Onsuzluğun boşluğundan Onun varlığına kaçış, 'istiaze/sığınma' sırrı böyle birşeyin ifadesi biraz da. Kış Günlüğü'nde "Hiç kuşkusuz sakat ve yaralı bir insansın, ta başından beri içinde yara taşıyan birisin, yoksa ne diye bütün ömrünü sayfaların üzerine o yaranın kanını akıtırcasına sözcükler dökerek geçiresin?" diyen Paul Auster da buna dokunuyor ama tanımlayamıyor.

"Göklere ve yerlere sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım..." sırrınca, kalbinde, ancak bir sonsuzluk sahibiyle dolacak karadelikle yaratılmışsın. Ne kadar dünya, hatta dünyalar bastırsan; ne kadar kanını akıtsan 'oh' demez, dolmaz o.

Sahabilerin irşad başarısını biraz da bu şekilde anlayabiliyorum. Pekçoğu cahiliye hayatlarında şirke düşmüş, sonra İslam'ın sadasıyla uyanan o güzel insanlar; ehl-i şirkin yaralarını ve şirkin psikolojisini çok iyi bildikleri için irşadları da bu kadar güçlüydü belki. Muhataplarının yaralarını çok iyi biliyorlardı, çünkü o yaralarla bir zamanlar kendileri de yaralıydılar.

Bediüzzaman'ın bir Kur'an tefsiri olan Risale-i Nur'da kendi hatıralarını bu kadar çok anlatmasını da biraz buna bağlıyorum. Kendi kalbine kalemini batırmak bu. Önce kendi yaranı kanatmak. Kanının kokusunu alan diğer yaralılar toplanıyorlar etrafına. Kendini dağlarken onları çağırıyorsun. "Ben yaramı böyle iyileştirdim..." demek aslında biraz da yaralarından bahsetmektir. Yaralarının varlığını kabul edip yüzleşmektir. Zaafını görmekten korkmamak, 'mış gibi' yapmamaktır. İçimizden biri olmaktır yaralarıyla. Yarasını kabul etmeyenin bu yerde yeri yok. Ne boşuna yazsın, ne de dinlesin/okusun. Irvin Yalom'um Bugünü Yaşama Arzusu'nda dediği gibi: "Tedavi; suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar."

17 Nisan 2015 Cuma

Hayvanlık namlusundan nasıl çıkılır?

"İnsan azgınlaşır, kendisini ihtiyaçtan uzak görürse.” (Alâk sûresi, 6-7)

Bediüzzaman mesleğinin seyr u sülûkunu ‘dört hatve’ olarak tarif ediyor: Acz, fakr, şefkat ve tefekkür. “Şu tarik, hafî tarikler misillü, ‘letâif-i aşere’ gibi on hatve değil; ve tarik-i cehriye gibi ‘nüfus-u seb’a’ yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki dört hatveden ibarettir.” Hatve ‘adım’ karşılığını alıyor lügatte. Tasavvufta ‘mertebe’ anlamına da geliyor. Bir terimsel karşılığı da askerlikte var: “Mermi çekirdeğinin ekseni etrafındaki turu esnasında namluda aldığı yol...”

Adımlar yolun parçasıdır. Mertebe yükselişin cüzüdür. Namludan çıkmak için kaç kere dönmek gerekir? Namlusu hayvaniyetidir insanın. Farkettiyseniz mezkûr tariflerin hiçbirisi adacığa benzemiyor. Yani acz, fakr, şefkat ve tefekkür dört ayrı/bağımsız görev değil. Ya? Ancak birbirini tamamlandıkça mesafe alınan bir yol gibi. Dört adımı atınca ancak insan-ı kamile ulaşmak hususunda gerekli mesafeyi aşmış oluyorsunuz. Namludan çıkmayı başarıyorsunuz.

Bir keresinde bir derste şöyle birşey söylenmişti: “Aczini bileceksin. Fakrını göreceksin. Şefkat edeceksin. Tefekkür edeceksin. Risale-i Nur mesleğinde bu dört yolla gidilir.” Katılamadım. Parçalı düşünmek yanlış geldi. Adımlar ‘yol’ sayılmamalıydı. Ben olsam şöyle derdim: “Aczini bileceksin, onunla (aczinle) fakrını göreceksin, onlarla (aczinle ve fakrınla) şefkat edeceksin, onlarla (aczin, fakrın ve şefkatinle) tefekkür edeceksin.” Yani arada nokta değil virgül olmalıydı. Bütünü hissettirmek gerekirdi.

Hem Bediüzzaman hatvelerin ayrı yollar olduğunu düşünse herhalde ‘adım’ değil ‘yol’ demeyi tercih ederdi. Değil mi ama? ‘Hatve’ değil de ‘tarik’ derdi mesela onlara. Özellikle de acz ve fakrın şuurunda olunmadan şefkat edebilmek mümkün değildi. Çünkü şefkat, aczin ve fakrın empatisidir. Kendi güçsüzlüğünü gören ancak diğerlerinin güçsüzlüğünü anlayabilir.

Duygularımızdır birbirimize uzanan kollarımız. İnsan içindeki tecrübelerle ancak başkasına doğru uzanır. Bilir. Anlar. Ne hissedeceğini tahmin eder. Kendisi de daha önce benzer şeyler hissetmiştir çünkü. O hislerin sizde de olabileceğini düşünür. Aksi takdirde her insanın ‘Kaptan Spark’ gibi robotikleştiği bir dünyaya uyanırız. Tefekkürümüz de onun Uzay Yolu serisinde sık sık ortaya koyduğu gibi olur. Yani şefkatsiz olur. En yakın arkadaşlarımız bile, mantıklı bir seçim gibi göründüğünde, hayatlarından vazgeçmeyeceğimizden emin olamazlar. (Into Darkness’ı izleyenler bu bağlamda okunabilecek diyaloğu hatırlarlar.)

Aczini görmeyen insan, varlığının devamı için gerekli olan şeylerin, yani kudret gerektiren şeylerin, aslında birer ihtiyaç olduğunu anlayamaz. Elde ediş olarak düşünür. Güçsüzlüğünü bilmeyen Karun tabiatlıdır. “Bu bana ilmimle verildi” der. “Bu bana aczimden dolayı bağışlandı” demez. Yaşamak bir işgal hareketidir artık. Hiçkimsenin ondan birşey eksiltmeye hakkı yoktur. O bu noktaya hakettiği için gelmiştir. Bu nedenle ona verilen herşey haketmişin zaferidir. Vazgeçtiği herşey ‘öyle olması gereken’ değil ‘fedakârlığı’dır. İhtiyacı falan değildir. Aczini bilmeyen hiçbir şeye ihtiyaç duymadığını sanır. Bu da en sessizinden/gizlisinden bir ‘ilahlık iddiası’dır.

Aczini bildikten sonra ancak devamının elinde olmadığı anlar. ‘Zaten öyle olması gerekenler’ birer ihtiyaca dönüşür. Ve bu ihtiyaç bilgisiyle kalp âleme mütevazi uzanır. Sevgiye muhtaç olduğu gibi (acz) seveceklere de muhtaçtır (fakr). Sevmeye muhtaç olduğu gibi (acz) sevileceklere de muhtaçtır (fakr). Muhtaç âlemle ilişki içine girmek zorundadır. Mecburen fildişi kulelerinden iner. Bencillik saraylarını terkeder. Artık mahlukattan herhangi birisidir. Bütünün parçasıdır. Bütünü kendisi değildir. İlişkisinin rengini ‘şefkat’ belirler. Zira onlar da en az kendisi kadar acizdir. Rızkları bağışlanmazsa kendisi kadar aç kalırlar. Şefkat bekleyen şefkat de gösterir.

Yavru kedinin miyavlamalarına dayanamayan çocuk aczden acze giden bir yol bulmuştur aslında. Onun ne hissettiğini kendisinden anlamıştır. İhtiyaçlar bu yönüyle birer bilme şeklidir de. Her ihtiyaç bir biliştir. Âlemle kurulan bir ilişkidir. Şefkat böylesi bir bilmeye de yardım eder.

Evet. Şefkat en özünde ‘şefkat ettiğinin devamını istemek’tir. Acz/fakr ekseninde bir okumayla, bütünün parçası olduğunu ve devamı için bütündeki herşeye muhtaç olduğunu farkeden insan, en nihayet bütüne şefkat eder. Çünkü onun devamı kendisinin de devamıdır. En azından hürmetine yaratıldıkları ortak hakikatin tecellisinin devamıdır. Hatta bazen şefkati o seviyeye ulaşır ki varlığından da vazgeçer: “Valideliğin en basit ve en ednâ derecesinde olan korkak tavuk, o şefkatin küçücük bir lem’asıyla, yavrusunu müdafaa için ite atılır, arslana saldırır.” O varlık sahnesinde kendisinden daha çok kalacaktır çünkü. Hakikatini daha uzun yıllar yansıtacaktır. Eşyanın hakikati ise esma-i ilahiyedir.

Aczini farketmeyen neden tefekkür etsin? Neden Allah’a ulaşmaya çalışsın? Yarası olmayan neden deva arasın? Yarasını hissetmeyenin tefekkürü, Allah’a ulaşmak için değil, sözde ilahçıklığını sağlamlaştırmak için olacaktır elbette. Enesi etrafında dönmeyen dünyaya düşmandır bencil. Merkeziyetini kabul etmeyen onu korkutur. Karamsarlaştırır. Kızdırır. Tefekkürü zehir olur da âlemi mahveder. Ürettiği teknoloji de âleme zarar verir, fikir de... Çünkü “Nazarında pek fena bir memlekete düşer...” Fena olana fenalık yapmak birşeyi değiştirmez ve haktır da. Demek tefekkürün de sıhhatı şefkattedir. Şefkatsiz dehanın zulümden korkulur. Hak vermez, anlamaya çalışmaz, çünkü şefkat etmez. Şefkati yaşatacak empatisi yoktur.

İşte bu sebepten dört hatvenin bağımsız yollar gibi görülmesine karşıyım. Bunlar birbirinin parçası, tamamlayıcısı ve tetikleyicisi. Üstelik birisinin faydası ancak diğerinin sıhhatiyle. İnsan-ı kamil tekiyle değil hepsiyle oluyor. Dört kere dönmedikçe hayvaniyet namlusundan çıkılmaz.

30 Eylül 2014 Salı

Barış süreci, empati, 'efendilerin barışı' ve Milan Kundera

"Ey Türkler ve Kürtler! İnsaf ediniz. Bir râfızî bir hadise yanlış mânâ verse veya yanlış amel etse, acaba hadisi inkâr etmek mi lâzımdır, yoksa o râfızîyi tahtie edip nâmûs-u hadisi muhafaza etmek mi lâzımdır? Belki hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve tedipten başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şâhâne serbest olsun." Münazarat'tan...

Yüzyıllık parantez kapanıyor. Barış süreci işlemeye devam ediyor. Bazı çatlak seslere rağmen, her iki halk da (hatta Türkiye'nin bütün halkları da) beraber yaşabilme umudundan vazgeçmiş değil, sürecin arkasında duruyor. Zaten sürecin arkasında böylesine güçlü bir kamuoyu desteği olmasaydı, ezberbozan adımlarını bu kadar cüretle atabilmesi mümkün değildi.

Elbette daha alınması gereken çok yol, bozulması gereken çok ezber, yapılması gereken çok şey var. Fakat hepsinin ötesinde ve hepsine bedel: Artık umut var. Birşeylerin değişeceğine dair bir umut. Yeni Türkiye'ye dair bir umut. "Yapılamaz!" sanılan şeylerin yapılabildiği bir dünya açılıyor yeni yeni önümüzde. Öğrenilmiş acizlikleri aşmak, fiziksel engelleri kaldırmaktan daha zordur. Psikolojik eşikler, fizyolojik eşiklerden daha yüksektir bazen. Türkiye'nin yüzyılı bu eşikleri aşılmaz ve 'aşılması teklif dahi edilemez' duvarlar sanarak geçti. Şimdi, cesaret ederse, üzerlerinden sıçrayabildiğini görüyor. Yeni yürümeye başlayan bir çocuk gibi, biraz temkinli, ağır ağır gidiyor bu yüzden. Ama yürüdükçe ve yürümeye cesareti arttıkça kuvvetlenecek/hızlanacak adımları. Emeklemesi yürümek, yürümesi koşmak olacak. Küresel aktörlerin bu süreçten rahatsız olması da en çok bundan. Çünkü aslanı kamçının değil, korkunun terbiye ettiğini biliyorlar.

Peki, barış süreci nedir? Bir empati midir? Hayır. Bence barış süreci empatiden öte birşeydir. Yüzyıllık Parantez kitabında Etyen Mahçupyan'ın da dikkatleri çektiği gibi; empati, karşındakinin ne istediğini sormak değil, karşındakinin ne istediğini tahmin etmeye çalışmaktır. Ve en nihayetinde hiçbir empati, karşındakinin ne istediği sormak kadar güçlü/kesin sonuçlar veremez. Sen bir başkasının yerine koyduğunda kendini, ne kadar bir başkası olabilirsin? Bir Türk, kendisini bir Kürdün, bir Ermeninin, bir Lazın, bir Çerkezin yerine koyduğunda ne kadar başarabilir bunu?

İşte barış süreci bunun 'yerine koymakla' olmayacağını çözen aklın, yerine karar vermeyi bırakıp, "Sen ne istiyorsun?" diye sormaya başlamasıdır. Barışı, böyle bir barıştır. Yoksa Şükrü Nişancı'nın Sivil İtaatsizlik kitabında dikkatleri çektiği gibi; Hitler de barış yanlısıdır, Stalin de. Fakat onların istediği 'efendilerin barışıdır.' Yani mesela; Hitler belki de dünyanın üçte birisi ona verilse, beşte birisini de katletse barışmaya razıdır. Ancak bu barışın halkların barışı olduğu söylenebilir mi? İnsaflı denilebilir mi?

İşte Yeni Türkiye, cesaretle, konuşulmaz sanılan bir kesime ne istediğini sormuş ve aldığı cevapların yerine getirilmesini sağlayacak adımlar da atmaya başlamıştır. Tekrar altını çizmek istiyorum: Bu bir empati değildir. Bu, inşaallah, sahici barıştır.

Empatinin zulmediciliğine dair en güzel örneği ise, Sovyet Rusya'nın Çekoslovakya'yı işgali sırasında yaşadığı bir hatırayı nakleden Milan Kundera veriyor bence. Jacques ile Efendisi oyunun önsözünden alıntılarsam bu hatırayı:

"İşgalin üçüncü günüydü. (...) Yollarda, tarlalarda, ormanlarda, Rus piyadeleri her yerdeydiler. Derken arabamı durdurdular. Üç asker arabamı aramaya koyuldu. Askerler işini tamamlayınca, emri veren subayları bana Rusça sordu: 'Kak çuvstvuyetyes?' Tercümesi: 'Neler hissediyorsunuz?' ya da 'Duygularınız neler?' Sorusunda ne fesat, ne ironi saklıydı subayın. Bilakis, şöyle sürdürdü lafını: 'Bütün bunlar bir yanlışlıktan ibaret. Düzelecek herşey elbet. Biz Çekleri seviyoruz, bunu bilmeniz gerek. Sizleri seviyoruz!'

Binlerce tankın taş üstünde taş bırakmadığı topraklar, geleceği elinden alınmış bir ülke; tutuklanmış, alıkonmuş Çek devlet adamları ve büyük aşkını itiraf eden bir işgal ordusu subayı. Yanlış anlaşılmasın, niyeti katiyen işgalden memnuniyetsizliğini dile getirmek de değildi bu subayın. Hemen hepsi bir ağızdan konuşuyordu askerlerin; davranışlarının temelinde yatan unsur; zorbanın sadist arzuları değil, başka bir arketipin, aşkına karşılık bulamayanın arzularıydı: 'Neden Çekler (biz onlara sırılsıklam âşıkken!) bizimle yaşamak, bizim gibi yaşamak istemiyorlar?' Aşkın ne olduğunu öğretmek için tanklardan medet ummamız ne acı!
"[1]

İşte bence Türkiye'nin Kürt halkıyla yaşadığı yüzyıllık gerilim biraz da bu. Türkiye, Kürtleri sevmiyor mu? Hayır, kesinlikle öyle değil. Onları yanında istemiyor mu? İstisnalar olabilmekle birlikte kesinlikle genelin düşüncesi bu değil. Peki nedir o zaman bizi bu kadar zamandır birbirimize kırdıran? Biz, muhatabımızın kalbini empatiyle anlamaya çalışıyoruz; neyi, neden, ne şekilde istediğini gidip sormuyoruz. "Bu kadar versek, çok bile, yeter!" geliyor bize. Kürt haklarından bahsettiğiniz zaman sanki Marstan gelmişsiniz gibi hayretle size bakan yüzlerde bu soru var aslında: "Bu kadar güzel şartlarda yaşamak, yetinmek varken neden hâlâ bu kavgayı sürdürüyorsunuz?" İşte barış süreci bu soru cümlesinin yerini şunun almasıdır: "Senin kalbini nasıl kazanabilirim? Ne şekilde yaşarsan mutlu olursun?" Çünkü dünya üzerinde Türküm deyince mutlu olmayan insanlar da var.






[1] Can Yayınları'nın Eylül 2013 baskısından Ayberk Erkay'ın çevirisiyle.

25 Eylül 2013 Çarşamba

Nefsiyle barışmayan, başkasını barıştıramaz

Arapça’da ıslah/düzeltme kelimesi, sulh/barış kelimesinin kardeşi. Ben, bu kardeşliği seviyorum. Müfessirler, Kur’an’ı yorumlarken bu kardeşliklere çok önem veriyorlar. Bu aynı kökten geliş, birisinin diğerini yerine koyabilme veyahut birisinin burcuna diğerinin eşiğinden bakabilme şansı sağlıyor bize... Mesela; sulhü nasıl ki, ‘iki kişinin/tarafın arasını düzeltmek’ olarak anlayabiliyorsam; ıslahı da ‘insanı, hakikatiyle barıştırmak’ şeklinde anlayabiliyorum.

Bu, birbirinin yerine koyabilme; birini anlamada diğerini merdiven kılabilme imkanı, ‘ıslah’ kelimesiyle kardeş olan diğer kelimeleri anlamama da yardımcı oluyor. Mesela; yine kulağımıza çok aşina ‘salih’ kelimesini şöyle yorumlayabiliyorum: “Allah’ın nizamıyla barışık kişi/nesne/şey...” Amel-i salih’e de bu pencereden bulduğum bir anlam var: “Allah’ın kainattaki nizamıyla ve şeriatıyla uyumlu/barışık olan iş/eylem. Bir tür uygun adım yürüme...”

Bu ‘barış’ eksenli bakış, Bediüzzaman’ın “Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez” sözüne bakışımı da değiştiriyor. Orada kastedilenin nefsi düzeltmek olduğu kadar; nefsi kâinatla, nefsi şeriatla, nefsi vahyin vazettiği düzenle, nefsi kendisiyle barıştırmak olduğunu da düşünüyorum.

Ki Kur’an da insanın günahlarını tarif ederken ‘nefsine zulmetme’ tabirini mükerrer kullanıyor. Demek ki, bizim hatalarımız öncelikle kendimizle barışık olmadığımız yanlarımız. Tevbemiz, istiğfarımız, ıslahımız ise bir nevi; nefsi, fıtratına işlenmiş ve vahiyle de ayrıca emredilmiş şeriatla barıştırma çabamız. Biz; amel-i salih ile biraz da buna çalışıyoruz. Bütün bunlar belki de biraz varlıkla sulh sağlama gayretimiz.

Melekler, Hz. Âdem’in yaratıldığını öğrendiklerinde, endişelerini şöyle dile getirmiyorlar mıydı: “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek bir nesil mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima tesbih ve takdis ediyoruz.”

Burada ‘kan dökücülüğün’ karşıtı/zıttı olarak ‘hamd, tesbih ve takdisin’ zikri, benim amel-i salih’i bir barış çabası olarak yorumlamamı kolaylaştırıyor. Evet, bizler; kâinat, kendisine emredilmiş düzenle barışık yaşarken ahengi bozan/kan döken ‘farklılar’ gibiyiz. İslam’ın, bize, fıtrî şeriata ek olarak ikinci bir kez emredilmesi, bunu tebliğ için peygamberler gönderilmesi, biraz da fıtratla barışmanın yollarının öğretilmesi bize. Dinin bize emrettiği herşey—yine Bediüzzaman’ın altını çizdiği gibi—aslında bizim muhtaç olduğumuz, kendimizle barışık olmayan yanlarımızı tedavi eden ilaçlar. Takva ve amel-i salih de bu barışma sürecinin göstergeleri, adımları, çabaları.

Neyse, bir nefes alalım. Ben, bu ‘ıslah’ meselesine nasıl geldim, onu anlatayım: Geçenlerde, bir grup talebe, Zerre Risalesi okumamızı yaparken, Metin Karabaşoğlu abi küçük(!) birşeye dikkatimizi çekti. Birinci haşiyenin, ilk cümlesiydi dikkatimiz çekilen: “İkinci Maksadın, tahavvülât-ı zerrâtın tarifine dair olan uzun cümlenin haşiyesidir.” Buradan Metin abi, Üstadın, Risale-i Nur’daki genel tarzı üzerine dedi ki: “Bakınız Üstadımız ne kadar rahat. Ne kadar kendisiyle barışık. Bizzat kendisi, kendi cümlesinin uzun olduğunu okurlarına söyleyebiliyor. Onun bu halinden alabileceğimiz çok ders var.” (Cümleler bana aittir. Mana Metin abinin.)

Hakikaten de külliyatın içinde Bediüzzaman’ın kendisiyle barışık pekçok itirafı vardır. Bazen, Risale-i Nur’un meziyetlerini anlatırken, Eski Said’in, ‘en zahir hakikatleri bile karmaşık anlatma’ şöhretini zikreder. Bazen, Haşir Risalesi gibi bir harika eserin sonunda okurunun ‘anlayamama’ sıkıntısını anlayışla karşıladığını ve okurunun da kendisini ‘meselenin yüksekliğini düşünerek’ anlaması gerektiğini ifade eder. Bazı yerlerde ‘kuru üzüm çubuğuna’ benzetir kendisini. Bazı yerlerde ‘en çok kendisinin muhtaç olduğu’ vurgusunu yapar.

Bütün bunlar aslında müellifin kendisiyle ne denli barışık olduğunun da delilleridir. Ve bu barışıklık; eserlerinde insanı anlayan, en naif ve zayıf yanlarını şefkatle kucaklayan bir dile dönüşür. Onun metinlerine ben gibi meftun olanlar, belki de en çok bu yönüne vurgundurlar: Kendisini—tüm meziyetlerine rağmen—yine sizin yanınızda ve sizin gibi konumlandırmasına... Okuruyla ve özündeki insanla yaptığı empatiye... En çok buna hayran olurlar. Ki zaten bir okur olarak da ben, üstperdeden ‘doğru insan olmanın yollarını öğretenleri’ değil, beni anlamaya çalışırken değiştirenleri severim. Kendisiyle cesurca yüzleşebilenler, ancak bizi kendimizle yüzleştirebilirler.

Bediüzzaman’da tam da bu vardır. “Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez” sözünün zikredildiği yerden, en son cümlesine kadar sizi anlamaya, mümkün mertebe empati yapmaya gayret eden bir müellifin metinlerini okursunuz. Mutluluğunuz ve huzurunuz bundandır. Bunun bir delili ‘bahtiyar doktor’ mektubundaki şu paragrafta ne güzel saklıdır: “Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum.”

Bunu kendi adına söyleyebilen, ben’iyle bu denli barışık olan bir yazarın, sizin üzerinizde etkili olmaması mümkün değildir. Çünkü konuşulan dil; fıtratın dilidir, samimiyetin dilidir. Müellif, nefsini ıslah etmiş, onu vahiyle barıştırmış ve kendisi dahi nefsiyle barışmış bir konumdadır. Onun fıtratıyla bu barışıklığı, özünde olan şeyle bu dostluğu, sizi de özünüzün sesini dinlemeye zorlar. Bu insanlar, bizi cebren değiştirmeye çalışmayan, bizi anlamaya çalışan yazarlardır. Bu onların dili gerçekten ‘mukavemetsuz’dur. İnsan, kendisine dair olana ne kadar mukavemet edebilir ki? Tebliğ makamını, bir tür üstperdeden konuşmak olarak görenlerin kulakları çınlasın! Aramıza karışın. Aramıza karışmadan bizi ıslah edemezsiniz.



27 Eylül 2012 Perşembe

Köpekle empati

Montaigne’nı seviyorum, çünkü insana yalnızca insan gözüyle bakıyor. Fazlası değil. Flaubert da öyle. Kitaplarını sevin veya sevmeyin, insanı anlamaya çalışana ancak saygı duyarım ben. Ham yanlarını inkâr edenlere, görmezden gelenlere ise kızarım. Neden derseniz? Onların hayatı bir kurgudur çünkü. İkili bir dili vardır. En azından yazdıklarıyla yaşadıkları arasında mesafe vardır. Bu yüzden çok sevdiğiniz bir kitabın veya yazının yazarıyla tanışmamanızı tavsiye ederim size. Çünkü bu tanışıklık büyük ihtimal sizi hayal kırıklığına uğratacaktır.

Herkes için söylemiyorum bunu. İstisnaları elbette var. Ama nihayetinde kitabını kaldıracak kalitede yazar az bulunur. Bazen de tam tersi olabilir tabii. Yazar kitabından daha üst birşey olur da yazdığı birşeye benzemez. Bunun da nümunelerini gördüm çok. Hayat insana çok şey öğretiyor. Gerçi hayat kim? İçinden geçilen bir koridor. Allah’ın karatahtası. Onun üzerinde yazıp çizerek bize aslında öğretmenlerin en güzeli birşeyler öğretiyor. Ki o kalemle yazı yazmasını öğretendir.

Bediüzzaman da öyle demez mi? Levh-i mahv ve ispat. Yani günümüz Türkçesine tercüme etmek gerekirse bir nevi yaz-sil, yap-boz tarzı birşey. Allah önce yaratarak birşeyi bize ispat ve izah ediyor, sonra vazifesi bitince mahvedip gözümüzün önünden yok ediyor. Âlemin düzeni böyle. Ayaklarını sürtmenin, geç kalmaya çalışmanın bir anlamı yok. (Hep bunu yapıyorum ama...) Bir çift altı plastik kundurayla âlemi gittiği yoldan çeviremezsin.

Aslında insanı kusurlarıyla birlikte kabul etmek bizim manevî terbiyemizde de var. Nefs-i emmare deyip aşağıladığımız şey, aslında kendi içimizdeki bir yer değil mi? Derviş Yunus (k.s.) da kendinden sık sık yakınmıyor mu? Ve nefs-i levvameye çıkmak, onu sorgulamakla veya kınamakla olan bir iş değil mi? O halde bizim farkımız nedir? Bizim farkımız şudur: Biz hatalarımızdan utanırız. Değiştiremesek bile utanırız. Onlarsa barışmayı seviyorlar. Orhan Pamuk, Manzaradan Parçalar kitabında bu süreci bir yönüyle “vücuduyla barışmak” olarak ifade ediyor. Böylesi değil elbette, ama buna benzer bir fıtratla barışmayı da ben Bediüzzaman’ın öfke gibi, inat gibi hisleri hayırlı yollarda kullanmayı öğrettiği yerlerde görüyorum.

Mesela hemen Asa-yı Musa’nın başında hapishanedeki mahkûmlara tasviye ettiği; “hapis musibetinden intikam almak” veya inadına iyi olmaya, iyi yolda ilerlemeye çalışmak nasihatleri bana manidar geliyor. Çünkü biliyorum, her ne sebeple olursa olsun içeriye girmiş bir insanın dünyaya en çok yapmak istediği şey, ondan intikam almaktır. Alma desen olmaz, atamaz. Bırakamaz, içindeki o kötü arzuyu. O halde ne yapmalı? Bu intikamı başka bir yerden almasını sağlamalı.

Bediüzzaman da bunu yapıyor. Kendisi de günahsız yere hapse düşmüş bir mahkûm olarak onlarla empati yapıyor ve onlarda hissettiği intikamı, öfkeyi ve nefreti yok etmeye değil, başka yöne kanalize etmeye çalışıyor. Yapma, etme, demiyor. Yap, et, ama şöyle şöyle et diyor. Bence bu Bediüzzaman’ın etkili öğretisinin en büyük güç kaynağı: Herkesi anlamaya çalışmak. Mahkûmla, çocukla, öğrenciyle, hatta bir hatırada anlatıldığı gibi köpekle dahi empati yapmak. (Kıyma tenekelerini deviren köpeği dövmeye niyetlenen talebesini zorladığı empatiyi hatırlarsınız.)

Ha, bu noktada Batı romancılığının da hakkını vermek lazım. Onlar da anlattıkları insan nasıl kötü bir insan olursa olsun, onu anlamaya çalışıyorlar. Mesela Flaubert, Madam Bovary gibi bir romanı yazmakla aslında kimi anlamaya çalışıyor? Kötü yola düşmüş bir kadını değil mi? Goethe, Genç Werther’i yazarken kimi anlamaya çalışıyor? Aşkı yüzünden intihar etmiş bir genci değil mi?

Bu bizim için çok imrenilesi birşey mi? Ah, hayır! Biz elimizde olsa bu kitapları kütüphanelerimize sokmayız. (Mutaassıplarımız için söylüyorum.) Fakat durun bir saniye! Acaba Hz. Peygamber (a.s.m.) zamanında İslam’la tanışan ilklerin katlana katlana çoğalmasında acaba bu anlamaya çalışmanın bir katkısı olabilir mi? Zira biliyoruz ki, Hz. Ebu Bekir (r.a.), Hz. Osman (r.a.) gibi birkaçı müstesna bütün sahabiler ehl-i şirklerdi İslam’dan önce. Bu yüzden de İslam’a çağırdıkları kafirlerin psikolojisini çok iyi anlıyorlardı. Empati yapabiliyor ve buna göre tebliğde bulunabiliyorlardı. Bizse çevremizde hiç müşrik görmeden büyümüş insanlarız. Belki de bu yüzden onlara karşı daha merhametsiziz. Çünkü anlamaya çalışmıyoruz, değiştirmeye çalışıyoruz. Ne kadar mümkün oluyorsa. Olmuyor zaten, ilklerin başarısına ulaşamayışımızdan bunu da anlıyoruz. Onlar katlıyor, biz yerimizde sayıyoruz.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...