Bir önceki yazıdan hareketle konuşmaya devam edelim. Bediüzzaman'ın "Erkeğe iki kız hissesi vardır!" gibi birkaç hükmü 'modern hukuk-İslam hukuku' kıyaslaması içinde ele aldığı bahsi/bahisleri okuyanlar bilirler: Mürşidim orada fıkhî hükümleri "Sen şunu aldın. Ben bunu aldım. Olmaz. Hayır. Cık. Sen bir dilim fazla aldın!" şeklinde analiz etmenin yanlış olduğunu söyler. Yani: Mevzu sadece paylaştırılan pastadan, pastadaki dilimlerden, onların eşitliğinden ibaret değildir. Ya?
Bir de bu pastayı paylaşanların fıtratlarının, o fıtratlar eşliğinde şekillenen ilişkilerin ve bu ilişkilerin oluşturduğu sosyolojik gerçeklerin hakkı vardır İslamî yasalarda. Şekeri olan elbette pastadan daha küçük bir dilim alır. Tok olan pastadan daha az yer. Aç olana daha fazla iltifat edilir. Onlara adalet böyle yapılır. Yani büyük resmin vücudîliğine devam etmesinin hakkı küçük parçaların hukuklarını da etkiler.
Evet. Büyük resmin ahengini sürdürebilmesi için detaylarında ona göre bir denge gözetilmesi gerekir. Dalak "Yerim dar oynayamıyorum!" deyu akciğerin arsasına çökemez. Kulak "Ben niye kenarda kaldım?" diye ağzı yerinden edemez. Vücuda zarar veremez. Verirse vücud devam edemez. Resim üzerinden misallendirmeye devam edersek: Mesela, Yeşil, ne kadar parlak bir tonda olursa olsun, çöl resmine yayılmaya teşebbüs edemez. Mavi, ne kadar güzel görünürse görünsün, şehrin siluetini istila edemez. Aşağıda uygulanan bu gibi sınırlayıcı yasaların, yasakların veya oranların, parçaların birer birer kusurlu-kusursuz, eksik-fazla, gerekli-gereksiz oluşuyla ilgisi yoktur. Resmin sahibinin gözükmesini istediği manzarayla ilgisi vardır. O hangi rengi, ne oranda, hangi baskınlıkla kullanmak istiyorsa parçalar ona göre şekillenir. Aksindeyse parçanın adaleti bütünü bozar.
'Parçanın adaleti' önemli bir ifade. Hatırlarsanız, yine bir önceki yazıda 'beşerî hukuk' ile 'ilahî hukuk' arasındaki bir nüansı konuşmuştuk. İlahî hukukun, parçaların tamamının üstünde 'ezelî' bir otoriteden tayin edildiği için, genel geçer olduğunu; beşerî hukukun ise, sınırlı parçalar tarafından tayin edildikleri için, diğer parçalar tarafından sürekli sorgulanır olduğunu ifade etmiştik. Hatta demiştik ki: Beşerî hukuk parçaların, sınıfların, tarafların mücadeleleri eşliğinde devamlı bir değişim geçirir.
Aldığı her yeni konum bir sonraki konum tarafından sınanır. Asla 'tamam' olmaz. Olmadığı için de yasama eşiğindeki kavgalar asla son bulmaz. Sınıflar çatışır, taraflar çatışır, bireyler çatışır, devletler çatışır. Herkes birbirinin bölgesinden 'kendi diliminin eşitliği adına' pasta tırtıklar. Bu çatışmalar biraz da mutlak bağlayıcılığın sözkonusu olamayışından beslenir. Haklar verilir-alınır, verilir-alınır, verilir-alınır. Yani beşerî yasaların 'beşerîliği' bizzat üzerlerine yaşanan kavgaların nedenidir.
İlk kanın dökülüşünü de anımsayalım. Kabil Habil'i neden öldürmüştü? Çünkü ilahî yasanın bağlayıcılığını kabul etmemişti. Habil'e verileni kendi hakkı olarak görmüştü. İşte, denilebilir ki, insanlık tarihinin tamamı esasında Habiller ve Kabiller arasındaki mücadelelerdir. Daha doğrusu: İş artık Kabiller ile Kabiller arasındaki münakaşalara dönmüştür. Çünkü şimdilerde kimse kendisine düşen paya razı değildir.
İslam bizden kendi yasalarına bağlılık istiyor. Zira yasasız bırakıldığımızda birbirimizin bölgesine ne tecavüzler yapabileceğimizi biliyor. Ve yasalarında bu tecavüzlere açık fıtratımızın mahiyetini de gözardı etmiyor. Mürşidimin Sözler'ine geri dönersek, orada, "Erkeğe iki kız hissesi vardır!" hükmünün 'kız çocuk-baba' veya 'kız kardeş-erkek kardeş' arası ilişkileri geliştirici, olgunlaştırıcı, arttırıcı yapısına dikkat çekildiğini görürüz. Yani, kız mirastan daha az hisse almakla, hem babasından hem de erkek kardeşinden daha çok himaye/şefkat görür. Aksi takdirde hem babanın hem erkek kardeşin gözünde 'servetin yarısını alıp ele götürecek bir potansiyel' olarak kalır. Cenab-ı Hak da, sırr-ı imtihan gereği, kızın maldan payını azaltır ama şefkatten hissesini arttırır: "Şu halde, o fıtraten nazik, nâzenin ve hilkaten zaife ve nahife kız, sureten az birşey kaybeder; fakat, ona bedel, akaribin şefkatinden, merhametinden tükenmez bir servet kazanır. Yoksa, rahmet-i Haktan ziyade ona merhamet edeceğiz diye, hakkından fazla ona hak vermek, ona merhamet değil, şedit bir zulümdür."
Bakınız, burası çok önemli, çünkü bugün İstanbul Sözleşmesi veya Kadem'in çalışmalarıyla yerinden oynatılan kaya tam da şurada duruyor. Gerçi kaya zaten modern hukukla epeyce yerinden oynadı. Şimdi biraz daha oynatılmaya çalışılıyor. Cinsiyet eşitliği dediğimiz mesele esasında tastamam parçaların adalet anlayışı. Daha doğrusu: Parçalardan birisinin diğerinin diliminden daha fazla tırtıklamak istemesi. Ha, eğer orada istediği hak, şer'î hukuka göre de hakkıysa, zaten alması lazım. Her müslüman bunu destekler. Fakat biz bugün bu tarz çalışmalarda ilmihalin kapağını açıp bakana rastlamıyoruz. Ya nereye bakılıyor? Batı'ya, yani cambaza, cambaza baktıkça arkamızdan bize yanaşıyorlar. "Bu meselede Allah'ın razı olduğu nedir?" diye soran yok. Varsa da sesleri Kabil çığlıkları içinde duyulmuyor. Kayboluyor. Siliniyor. Yapılan değişikler de kendi kökümüzden beslenmediği için ağacımızın ayarını bozuyor.
Halbuki İslam'ın belirlediği, aslında Allah'ın ezelden bakıp tayin ettiği, yani büyük resimde manzaranın güzelleşmesini sağlayan şey. Parçaların görüşüyle gözden düşebilecek birşey değil. Parçaların saygısızlığı esasında kendi aralarındaki gerilimi arttırıyor. Lût kıssasında hep dikkatimi çeker. Hikaye edeyim. Lût aleyhisselam "Misafirlerimin peşini bırakın da kızlarım hükmünde olan eşlerinize dönün!" dediğinde kapısına yığılmış LGBT sürüsü ona şöyle cevap verir: "Bizim senin kızlarınla işimiz yok!"
Bu tepki belki de daha geride kadınlar-erkekler arasındaki bir gerilimin ifadesidir. Bakınız, feminizm çalışmalarının arkasını biraz kolladığınızda, iş dönüp-dolaşıp 'kadının aslında erkeğe ihtiyaç duymadığına' en nihayetinde de 'biyolojik olarak da muhtaç olmadığına' varıyor. Yani feminik damarları kabaranlar gide gide şöyle kem bir çıkışa varıyorlar: Lezbiyenlik. Evet. Açıkça ifade etmek gerek bunu. Bu tartışmaların arttığı yerlerde paralel olarak eşcinselliğin de arttığını görmek bizi şaşırtmamalı. (Günümüz Hollywood yapımlarında dahi 'lezbiyenlik' ile 'kadın hakları' aynı senaryolar içinde işleniyor.) Zira orada bir gerilim sürekli tetikleniyor, besleniyor, harlanıyor. Taraflar pastadan alıncak paydaki belirsizlik nedeniyle birbirlerine karşı bileniyorlar, içleniyorlar, dişleniyorlar. Sonra da ya 'tek gecelik' ilişkilerle yahut 'sperm bankaları' marifetiyle veyahut da 'lezbiyenlik' seçimiyle sapkınlıklar inşa ediyorlar.
Serinin ilk yazısında atıf yaptığımız 5. Şua'ya geri dönelim: 'Ahirzamanda bir erkeğin kırk kadına nezaret edeceğini' haber veren hadis-i şerifleri tefsir ederken, Bediüzzaman, 'erkeklerin evlenmekten kaçınacağına da' atıfta bulunuyor. Yerinden okuyalım: "Rivayette var ki: Âhirzamanda bir erkek kırk kadına nezaret eder. Allahu a'lem bissavab, bunun iki te'vili var. Birisi: O zamanda meşru nikâh azalır veya Rusya'daki gibi kalkar. Bir tek kadına bağlanmaktan kaçıp başıboş kalan kırk bedbaht kadınlara çoban olur." Bu tefsir zinanın artacağından başka neyi haber veriyor sizce?
Bencesini söyleyeyim: Kadın-erkek arasındaki çatışmaların 'erkeği evlenmekten kaçındıracak kadar' artacağına da bir işaret var burada. Yani kadın haklarına dair yapılan müfrit çalışmaların varacağı yer 'daha mutlu kadınlar' değil 'daha çok terkedilen kadınlar.' Belki de 'kirletilen' kadınlar. Belki de 'aldatılan' kadınlar. Ahirzamandaki 'hürriyet-i nisvan' meselesi bunu tetikliyor. İlişkinin dengesini bozuyor. Dahası: Homoseksüelliğin de yine kadın-erkek arasında artan bu gerilimden besleneceği muhakkak. Evet. Lût kıssasında kavmin verdiği tepki çok öğretici bu noktada. Lût aleyhisselama kızıyorlar. Çünkü kadınlar konusunda nefretliler.
Ben Bediüzzaman'ın 5. Şua'da yaptığı ikinci tevili de bir 'gelecek öngörüsü' olarak kendimce şöyle tasavvur ediyorum: Bugün birçok kadın 'sperm bankaları' marifetiyle 'babasız çocuk' sahibi oluyor. Tıp şu an ne noktada bilemiyorum. Acaba çocuğun cinsiyeti seçilebiliyor mu? Eğer seçilebileceği bir noktaya gelirse, kadınlarda sürekli tetiklenen erkek düşmanlığının, gelecekte 'erkek çocuk doğurmama' noktasına evrilebileceğini, bunun da doğan kız çocuklarının sayısında bir artış yaşatabileceğini öngörebiliriz. "En doğrusunu Allah bilir!" kaydıyla ifade edelim.
Hasılı: Eğer dindar insanlar İslam'ın değişmez yasaları üzerinden kadın konusunda yapılan çalışmalara itirazlarda bulunuyorlarsa, bu itirazların, hele dindar bir hükümet tarafından görmezden gelinmesi doğru değildir. Dikkate alınmalıdır. Zira mutlaka bu küçük bozulmaların büyük resme zararı/zararları olur. Allah'ın şeriatına dokunan dolayısıyla fıtrata dokunur. Allah ayaklarımızı istikametten ayırmasın. Âmin.
Eşcinsellik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eşcinsellik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
14 Temmuz 2019 Pazar
21 Haziran 2019 Cuma
Kanserin özgürlüğü olmaz
Duyanlarınız olmuştur ya ben yine de azıcık çıtlatayım: Geçenlerde TEDx'in Almanya'da düzenlediği bir etkinlikte tıp öğrencisi Mirjam Heine 'pedofilinin fıtrî olduğunu' savunur bir sunum yaptı. Hatta dedi: "Pedofili de eşcinsellik gibi doğal bir cinsel yönelimdir. Onları izole etmek çocuklara yönelik cinsel istismar olaylarını daha da arttırır." Sonra tabii bu sunum Avrupa'da dahi öyle büyük tepkilerle karşılandı ki TEDx Youtube'dan kaldırmak zorunda kaldı. Üzerine bir de açıklama yaptı: "TEDx olarak pedofiliyi desteklemiyoruz." Açıklanmanın yayınlanmayan kısmında ise şöyle bir ifadenin olduğunu hayal ettim ben: "Yerseniz."
Böyle diyorum, çünkü biliyorum, TEDx'in yapılacak sunumları yerel bazda da olsa inceleyen kurulları var. Hiçbirisini körebe edasıyla kabul etmiyorlar. Öncesinde metinlerini alıyorlar. İnceliyorlar. Seçiyorlar. Beğenirlerse yaptırıyorlar. O nedenle şu "Desteklemiyoruz!" bâbında söylediklerini de kâle alınır bulmuyorum. Bu işler epeydir vur-kaç taktiğiyle sürdürülüyor zaten. Kurbağa tencerenin içinde ağır ağır kaynatılıyor ki "Aman yanıyorum!" deyip kaçmasın. Fakat oraya gelmeden önce sizinle paylaşmak istediğim başka birşey var:
Hz. Aişe radyallahu anha annemizden rivayet edilen bir hadiste "On şey fıtrattandır!" deniliyor ve şunlar sayılıyor: "1) Bıyıkları kısaltmak. 2) Sakalı salıvermek. 3) Misvak kullanmak. 4) (Abdest alırken) buruna su çekmek ve sonra onu burundan çıkarmak. 5) Tırnakları kesmek. 6) Parmak mafsallarını yıkamak. 7) Koltuk altı kıllarını yolmak. 8) Etek tıraşı yapmak. 9) Küçük abdest ve büyük abdest mahallerini yıkamak..." Onuncu içinse Müslim'de şöyle bir not var: "Ravi Zekeriyya dedi ki: Mus'ab, onuncuyu unuttum, ancak o 'ağzı çalkalamak' olabilir."
Bu hadis-i şerifi neden önemsiyorum? Çünkü bu hadiste modern zamanların 'fıtrat' tarifi ile ehl-i sünnetin 'fıtrat' yaklaşımı arasındaki nüansı ortaya koyan bir içerik var. Evet. Biz fıtratı 'herşeyin akışına bırakılması' gibi anlamaz ve de tarif etmeyiz. Ya? Bizim için şeriatın emirleri de fıtrattandır. Mesela: Sakalı uzatmak fıtrattan olduğu gibi bıyıkları kısaltmak da fıtrattandır. Evlenmek fıtrattan olduğu gibi zinadan kaçınmak da fıtrattandır. Su içmek fıtrattan olduğu gibi alkol kullanmamak da fıtrattandır. Yani fıtrat İslam'da 'şeriatın emirlerini de içine alacak şekilde' genişler/daralır. Meşruiyetini oradan tarif eder.
Onun yasakladığı yerlerde 'akışına bırakmak' aksini söylese dahi nazar-ı itibara alınmaz. "İnsanlar doğal olarak sünnetsiz doğuyor canım!" diye sünnet gözden düşmez. "İnsanlar doğal olarak başkasının zenginliğine meyil duyuyor yahu!" denilerek hırsızlık helal olmaz. "İnsanlar doğal olarak kan döküyor!" diyerek cinayetler meşrulaştırılamaz. Hele hele bazı kem tabiatlı insanlar türlü sapkınlıkları nefislerinde normalleştiriyorlar diye o sapkınlıklar fıtrattan sayılamaz. Zaten dinin varlık amacı da bizzat budur. Bizi fıtrî olmayan doğallıklara uyandırmaktır.
Din bizi, Bediüzzaman'ın tabiriyle, 'vücudî görünen ademîliklerden' korumak ve 'ademî görünen vücudîliklere' sevketmek için de vardır. Öyle ya, eğer doğru olan 'herşeyi akışına bırakmak' olsaydı, yani herşey yalnız karışmamakla düzgün kalsaydı, Allah neden peygamber/vahiy göndersindi ki? Neden canımız kazandığımızı yemek isterken orucu, harcamamak isterken zekatı, ölmemek isterken cihadı emretsindi ki?
Mürşidim de bu sadedde der: "Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülâsasından hasıl olan adl ve adalete işarettir. Şöyle ki: Tagayyür, inkılâp ve felâketlere mâruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin, birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye, İkincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye, Üçüncüsü, nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir. Lâkin, insandaki bu kuvvetlere, şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. (...) İstikamet ise, hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet ve Cemaat onu ihtiyar etmiş."
Bugünlerde "Allah da onu öyle yaratmışsa ne yapsın canım!" argümanı üzerinden yürüyen büyük bir fitne var. Sanki Cenab-ı Hakkın yarattığını sırr-ı imtihan gereği hizaya çekme hakkı yokmuş, böyle bir ihtimalden sözedilemezmiş, Rabbisi temayülleri üzerinden kulunu sınayamazmış gibi tuhaf bir demagoji bu. Dinin varlık amacına da ters düşen bir argüman aslında söylenen. Evet. Öyle ya, din insanların içlerinden gelen kem temayyüllere de had koymayacaksa, sınır öğretmeyecekse, istikamet aşılamayacaksa o zaman neden var? Herşey zaten doğruysa 'doğruları bildirir' bir vahye neden ihtiyaç olsun? Nübüvvet neden gereksin?
"Canım öyle istiyor!" diyen herkese 'Geç-geç'çilik yapmak için mi var din? Tek fonksiyonu bu mu? Fıtrat(!) neyi arzu ederse buyur etmek mi? Yoksa Bediüzzaman'ın tabiriyle had konulmamış kuvvelere haddini bildirmek mi amacı? Standart bir müslüman elbette ikincisine 'evet' der.
Üstelik Lût kıssasında bize öğretilenlerden birisi de, tıpkı başta alıntıladığımız durumda olduğu gibi, sapkınlığın yeterli meşruiyeti/gücü kazandıktan sonra istikametli olanı baskılamasıdır. "Bunu da kabullenelim!" diyerek kendisine sürekli yeni alanlar açmasıdır. Nasıl? Kıssada azap meleklerinin gelişinin ardından yaşananları hatırlayalım:
Lût aleyhisselama misafir gelen delikanlıların güzelliği nedeniyle kavmi evinin etrafında toplanır. Gençleri kendilerine teslim etmesini isterler. Lût aleyhisselam korkuyla onlara akıllarını başlarına almalarını söyler. Fakat kavmi hiç oralı olmaz. Ayet-i kerimede geçen ifade mealen şöyledir: "Onlar: Sen de bilirsin ki senin kızlarınla bir ilgimiz yoktur. Sen bizim ne istediğimizi gayet iyi biliyorsun, dediler."
Yani arkadaşlar, bugünlerde yaşananlar, Lût kıssasının modern bir tekrarıdır aslında. Kuvvelerinin gidebildiği yere kadar gitmeyi fıtrattan sayanlar, bu türden bir meşrulaştırma(!) üzerinden koridor açtıklarını sananlar, kendi anormalliklerini hepimize normallik olarak dayatmaktadırlar. Her kazandıkları cephede yeni bir cepheye yığınak yapmaktadırlar. Daha fazlasını istemeyi bırakmamaktadırlar.
Dün eşcinselliğin meşruiyeti alanında verdikleri mücadeleyi biraz kazanır gibi göründükleri için, bugün taleplerini pedofiliye, enseste ve daha nice türlü sapkınlığa taşımaları tuhaf değildir. Çünkü Kur'an bize asırlar ötesinden haber vermektedir: Bu dayatmanın duracağı bir yer yoktur. Okuduklarına inanamayanlar, nette azıcık takılmakla, Batı'da bu tarz cürümlerin meşruiyeti için faaliyet gösteren derneklere dair bilgilere ulaşabilirler. İşlerin ne korkunç zeminlere kaydığını görebilirler.
Durum özetle bu arkadaşlar: Kanserin özgürlüğü olmaz. "O da hücredir canım. Canlıdır. Allah öyle yaratmış. Kıymayalım!" yapılmaz kanserli dokuya. Candan eder bu bakış. İşte, şeriatın sapkınlık dediğine sapkınlık demezseniz, haram görmezseniz, kem-kötü bilmezseniz, karşısında dikçe duramazsanız bu türden marazların yarın yuvanıza kadar sokulmasına karşı koyamazsınız. Evinizin ahalisine musallat olmasına engel olamazsınız. Lût kıssasının verdiği ders açıktır çünkü. Mevzu döner dolaşır evinizin içine de girer. Evet. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bu yanlışın önünde de sebat edebilmeyi nasip eylesin. Ahirzamanda kafası/kalbi karışanlardan olmaktan korusun. Bize istikamet versin. Âmin.
Böyle diyorum, çünkü biliyorum, TEDx'in yapılacak sunumları yerel bazda da olsa inceleyen kurulları var. Hiçbirisini körebe edasıyla kabul etmiyorlar. Öncesinde metinlerini alıyorlar. İnceliyorlar. Seçiyorlar. Beğenirlerse yaptırıyorlar. O nedenle şu "Desteklemiyoruz!" bâbında söylediklerini de kâle alınır bulmuyorum. Bu işler epeydir vur-kaç taktiğiyle sürdürülüyor zaten. Kurbağa tencerenin içinde ağır ağır kaynatılıyor ki "Aman yanıyorum!" deyip kaçmasın. Fakat oraya gelmeden önce sizinle paylaşmak istediğim başka birşey var:
Hz. Aişe radyallahu anha annemizden rivayet edilen bir hadiste "On şey fıtrattandır!" deniliyor ve şunlar sayılıyor: "1) Bıyıkları kısaltmak. 2) Sakalı salıvermek. 3) Misvak kullanmak. 4) (Abdest alırken) buruna su çekmek ve sonra onu burundan çıkarmak. 5) Tırnakları kesmek. 6) Parmak mafsallarını yıkamak. 7) Koltuk altı kıllarını yolmak. 8) Etek tıraşı yapmak. 9) Küçük abdest ve büyük abdest mahallerini yıkamak..." Onuncu içinse Müslim'de şöyle bir not var: "Ravi Zekeriyya dedi ki: Mus'ab, onuncuyu unuttum, ancak o 'ağzı çalkalamak' olabilir."
Bu hadis-i şerifi neden önemsiyorum? Çünkü bu hadiste modern zamanların 'fıtrat' tarifi ile ehl-i sünnetin 'fıtrat' yaklaşımı arasındaki nüansı ortaya koyan bir içerik var. Evet. Biz fıtratı 'herşeyin akışına bırakılması' gibi anlamaz ve de tarif etmeyiz. Ya? Bizim için şeriatın emirleri de fıtrattandır. Mesela: Sakalı uzatmak fıtrattan olduğu gibi bıyıkları kısaltmak da fıtrattandır. Evlenmek fıtrattan olduğu gibi zinadan kaçınmak da fıtrattandır. Su içmek fıtrattan olduğu gibi alkol kullanmamak da fıtrattandır. Yani fıtrat İslam'da 'şeriatın emirlerini de içine alacak şekilde' genişler/daralır. Meşruiyetini oradan tarif eder.
Onun yasakladığı yerlerde 'akışına bırakmak' aksini söylese dahi nazar-ı itibara alınmaz. "İnsanlar doğal olarak sünnetsiz doğuyor canım!" diye sünnet gözden düşmez. "İnsanlar doğal olarak başkasının zenginliğine meyil duyuyor yahu!" denilerek hırsızlık helal olmaz. "İnsanlar doğal olarak kan döküyor!" diyerek cinayetler meşrulaştırılamaz. Hele hele bazı kem tabiatlı insanlar türlü sapkınlıkları nefislerinde normalleştiriyorlar diye o sapkınlıklar fıtrattan sayılamaz. Zaten dinin varlık amacı da bizzat budur. Bizi fıtrî olmayan doğallıklara uyandırmaktır.
Din bizi, Bediüzzaman'ın tabiriyle, 'vücudî görünen ademîliklerden' korumak ve 'ademî görünen vücudîliklere' sevketmek için de vardır. Öyle ya, eğer doğru olan 'herşeyi akışına bırakmak' olsaydı, yani herşey yalnız karışmamakla düzgün kalsaydı, Allah neden peygamber/vahiy göndersindi ki? Neden canımız kazandığımızı yemek isterken orucu, harcamamak isterken zekatı, ölmemek isterken cihadı emretsindi ki?
Mürşidim de bu sadedde der: "Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülâsasından hasıl olan adl ve adalete işarettir. Şöyle ki: Tagayyür, inkılâp ve felâketlere mâruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin, birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye, İkincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye, Üçüncüsü, nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir. Lâkin, insandaki bu kuvvetlere, şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. (...) İstikamet ise, hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet ve Cemaat onu ihtiyar etmiş."
Bugünlerde "Allah da onu öyle yaratmışsa ne yapsın canım!" argümanı üzerinden yürüyen büyük bir fitne var. Sanki Cenab-ı Hakkın yarattığını sırr-ı imtihan gereği hizaya çekme hakkı yokmuş, böyle bir ihtimalden sözedilemezmiş, Rabbisi temayülleri üzerinden kulunu sınayamazmış gibi tuhaf bir demagoji bu. Dinin varlık amacına da ters düşen bir argüman aslında söylenen. Evet. Öyle ya, din insanların içlerinden gelen kem temayyüllere de had koymayacaksa, sınır öğretmeyecekse, istikamet aşılamayacaksa o zaman neden var? Herşey zaten doğruysa 'doğruları bildirir' bir vahye neden ihtiyaç olsun? Nübüvvet neden gereksin?
"Canım öyle istiyor!" diyen herkese 'Geç-geç'çilik yapmak için mi var din? Tek fonksiyonu bu mu? Fıtrat(!) neyi arzu ederse buyur etmek mi? Yoksa Bediüzzaman'ın tabiriyle had konulmamış kuvvelere haddini bildirmek mi amacı? Standart bir müslüman elbette ikincisine 'evet' der.
Üstelik Lût kıssasında bize öğretilenlerden birisi de, tıpkı başta alıntıladığımız durumda olduğu gibi, sapkınlığın yeterli meşruiyeti/gücü kazandıktan sonra istikametli olanı baskılamasıdır. "Bunu da kabullenelim!" diyerek kendisine sürekli yeni alanlar açmasıdır. Nasıl? Kıssada azap meleklerinin gelişinin ardından yaşananları hatırlayalım:
Lût aleyhisselama misafir gelen delikanlıların güzelliği nedeniyle kavmi evinin etrafında toplanır. Gençleri kendilerine teslim etmesini isterler. Lût aleyhisselam korkuyla onlara akıllarını başlarına almalarını söyler. Fakat kavmi hiç oralı olmaz. Ayet-i kerimede geçen ifade mealen şöyledir: "Onlar: Sen de bilirsin ki senin kızlarınla bir ilgimiz yoktur. Sen bizim ne istediğimizi gayet iyi biliyorsun, dediler."
Yani arkadaşlar, bugünlerde yaşananlar, Lût kıssasının modern bir tekrarıdır aslında. Kuvvelerinin gidebildiği yere kadar gitmeyi fıtrattan sayanlar, bu türden bir meşrulaştırma(!) üzerinden koridor açtıklarını sananlar, kendi anormalliklerini hepimize normallik olarak dayatmaktadırlar. Her kazandıkları cephede yeni bir cepheye yığınak yapmaktadırlar. Daha fazlasını istemeyi bırakmamaktadırlar.
Dün eşcinselliğin meşruiyeti alanında verdikleri mücadeleyi biraz kazanır gibi göründükleri için, bugün taleplerini pedofiliye, enseste ve daha nice türlü sapkınlığa taşımaları tuhaf değildir. Çünkü Kur'an bize asırlar ötesinden haber vermektedir: Bu dayatmanın duracağı bir yer yoktur. Okuduklarına inanamayanlar, nette azıcık takılmakla, Batı'da bu tarz cürümlerin meşruiyeti için faaliyet gösteren derneklere dair bilgilere ulaşabilirler. İşlerin ne korkunç zeminlere kaydığını görebilirler.
Durum özetle bu arkadaşlar: Kanserin özgürlüğü olmaz. "O da hücredir canım. Canlıdır. Allah öyle yaratmış. Kıymayalım!" yapılmaz kanserli dokuya. Candan eder bu bakış. İşte, şeriatın sapkınlık dediğine sapkınlık demezseniz, haram görmezseniz, kem-kötü bilmezseniz, karşısında dikçe duramazsanız bu türden marazların yarın yuvanıza kadar sokulmasına karşı koyamazsınız. Evinizin ahalisine musallat olmasına engel olamazsınız. Lût kıssasının verdiği ders açıktır çünkü. Mevzu döner dolaşır evinizin içine de girer. Evet. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bu yanlışın önünde de sebat edebilmeyi nasip eylesin. Ahirzamanda kafası/kalbi karışanlardan olmaktan korusun. Bize istikamet versin. Âmin.
30 Mayıs 2019 Perşembe
Pedofili oruçsuzluğun bedelidir
"Hiçbir memlekette ahlak yıkıcılığı şu son çeyrek asırda Türkiye'de kaydedilen nisbeti bulmuş olamaz. Hergün bir yandan kendi kulaklarımızla duyduğumuz, bir yandan da kendi gözlerimizle şahit olduğumuz vakaların uyandırdığı endişe, milli bir kaygı, hatta telaş halini almak üzeredir. Bastımız her adımın altında bir tuzak olmak ihtimalini düşündüren bir hile, yalan-dolan havasiyle kuşatılmış gibisiniz. Türkiye'de yirmibeş-otuz seneden beri azalan bir müeyyidenin kıtlığı hergün biraz daha fazla hissedilmektedir: Allah korkusu!" Peyami Safa, Kavga Yazıları, 17.01.1956.
Uzmanların sıklıkla dikkat çektiği birşeydir şu: Bir alışkanlık ancak üzerinde yükseldiği öteki alışkanlık/alışkanlıklar öldürülebilirse öldürülür. Yani, mesela, 'internet bağımlılığınız' varsa, bunu öldürmenin metodu 'geç yatma' alışkanlığınızın öldürülmesidir. Geceleri uyanık kalırsanız eliniz elbette modeme doğru gider. Yine, mesela, herhangi bir zararlı madde bağımlılığının bitirilmesi için de o bağımlılığı çözümmüş gibi gösteren hayatınızdaki stres öğelerinin temizlenmesi gerekir. Stres kaynağına bağımlılığınız azalırsa bu tarz marazlar da azalır.
Hatta daha küçük alışkanlıklarda bile, velev tırnak yemek kadarcık olsun, çözüm onların ardındaki tetikleyicileri çözmekle mümkündür. Tetikleyiciler çözüldüğü zaman düğüm de çözülür. Tıpkı ilk çıkan siğil tedavi edilince diğer bütün siğillerin iyileşmesi gibi. Mürşidim bu sadedde der: "Sıkıntı sefahetin muallimidir. Yeis dalâlet-i fikrin, zulmet-i kalb ruh sıkıntısının menbaıdır." Ve ekler: "Sıgar-ı nefis tekebbürün menbaıdır. Zaaf gururun madenidir. Acz muhalefetin menşeidir."
Modern medeniyetin herbiri sinesinde artık birer kanser haline gelmiş sapkınlıkları gideremeyişinde de bu sırrın kokusu vardır. Yani, ahirzaman düzeni kimi marazları birer 'maraz' olarak kabul eder, fakat 'tetikleyicilerinin marazlığını' kabul etmez. Örneğin: Tacizi bir maraz olarak görür. Fakat karşı cinsler arasındaki mesafesizliği bir maraz olarak görmez. Kadının metalaşmasını bir sorun olarak görür. Ama tesettürsüzlüğü bir sorun olarak görmez. Alkol bağımlılığını bir maraz olarak görür. Ama içkiyi bir maraz olarak görmez. Fakirliği bir arıza olarak görür. Ama israfı bir arıza olarak görmez. Daha bunlar gibi pekçok şey vardır ki, ahirzaman insanı haklarında pekçok pekçok şikayetçidir, fakat onları doğuran etkenler karşısında endişesizdir. Önünü almaya yatkın değildir. Bir de üstüne teşvikçidir. Tüm sanat dallarında, özellikle romanında, bu çelişkinin izleri okunabilir.
Bediüzzaman Lemeat isimli eserinde modern sanatın bu çelişkisine sinema-tiyatro-roman üçlüsü üzerinden şöyle dikkat çeker: "Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi kàrie ihtar eder. Zahiren der: 'Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.' Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz. İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder, his daha söz dinlemez." Hatta bu sanat anlayışı İslam'ın 'koruyucu hekimlik' tavsiyelerini bile çoğu zaman 'Aman da insan haklarına aykırı!' veya 'Aman da bireysel özgürlüğe müdahale!' veya "Aman da sanata saygısızlık!" şeklinde lanse eder. Kızar. Küser.
Halbuki her günahın arkasında bir israf vardır. "Helâl dairesi geniştir. Keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur!" derken mürşidimin dikkatlerimizi çektiği de biraz budur. Eğer bir insan, yaşarken aldığı lezzetin bir sınırı olması gerektiğini düşünmezse, hazcılık onun hayatının merkezine kurulur. Zevk almak yapılan herşeyin meşrulaştırıcısı olur. Kanaat bu anlamda bizler için bir koruyucu hekimliktir. Daha azıyla mutlu olunabileceğini kabul etmeyen artık konaklayacak bir daha fazlası bulamaz. Çünkü her daha fazlanın bir daha fazlası vardır. Ve bu 'daha fazla'lar sonu gelmeyen basamaklar gibi karşımızda durup sürekli yukarıya çağırır. Bu noktada artık zevkin kaynağı ihtiyaçlar değil çeşitliliktir. Çünkü çoğu ihtiyaç ilk karşılamada biter. Mide ilk lokmada doyar. İktisat Risalesi tat alma duyumuz üzerinden der ki:
"İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder."
Ben bu 'tenevvü-ü et'ime' meselesini çok önemli buluyorum. Ve ahirzamandaki birçok sapkınlığın böylesi bir annesi olduğunu düşünüyorum. Evet. Modern insan sapıtıyor. Çünkü yetinmenin doğruluğuna inanmıyor. 'İhtiyaçlarını karşılarken lezzet almak' yerine 'daha fazla lezzet almak için ihtiyaç uydurmayı' tercih ediyor. Yaşarken yapmaya mecbur olduğu şeylerden lezzet almak yerine lezzet almak için mecbur olduğu şeyleri yapıyor. Hedonizm hayatın odak noktasını kaydırıyor.
Hatta bu sıralar televizyonlarda çokça örneğini gördüğümüz 'gurme' programlarında bile var bu. Aranılan doymak değil onlarda. Aranılan lezzet. Bu nedenle malzemeler bin türlü şekle sokuluyor. Yetmiyor. Helalin sınırına dayanıyor. Bu defa haramların dairesine geçiliyor. 'Farklı lezzetler denemek' başlığı altında eti yenmeyen hayvan, içilmeyen içki, karıştırılmayan malzeme, yapılmayan çılgınlık kalmıyor.
Peki 'kuvve-i zaika'da işler böyle de annesi 'kuvve-i şeheviye'de işler nasıl yürüyor? Yani lezzet odaklı insan 'tenevvü-ü et'ime/yiyecekleri çeşitlendirmek' ile yatayda hazzının derecesini yükseltmeye çalışıyor da cinsel meselerde de bunu tekrarlamıyor mu? Bilakis, aynı alışkanlığı burada da devam ettiriyor, hem de daha çirkin şekillerde.
Bugün birer arıza olarak dünyanın her köşesine yayılan eşcinsellik, pedofili, ensest vs. türünden sapkınlıklar "Zinaya yaklaşmayın!" ayetine kanaat edemeyişimizden değil mi? Eğer burada yetinebilseydik elbette şu çirkin tenevvü/çeşitlenme yer bulup sosyal hayata yerleşemeyecekti. "Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz!" emr-i Kur'anîsi bir duvar olup elimizi şerden kesecekti. Çeşitleri çoğaltmaktan gelen yataydaki sahte lezzetlerden yüzümüzü çevirip dikeydeki asıl lezzetlere, yani sahici ihtiyaçlardan gelen lezzetlere, bizi yönlendirecekti.
Ben, Aleyhissalatuvesselamın, zinadan korunmak için bekarlara oruç tutmayı tavsiye etmesinde de bu açıdan epeyce hikmet görüyorum. Yani, oruç sadece nefsimizi tokatlamıyor, bize tekrar dikeydeki lezzetlerin kıymetini de anımsatıyor. Aç kalıp doymanın ne kadar güzel birşey olduğunu hatırlatıyor. Susuz kalıp kanmanın ne kadar lezzetli olduğunu ihtar ediyor. Ve bu anımsama, sadece bizi güçsüz bırakarak değil, sadece nefsimizi tokatlayarak değil, asl-ı lezzeti hatırlatarak da 'sûn'î iştiha-yı kazibe'lerden kurtarıyor benliğimizi. "Alman gereken asıl lezzet bu!" diyor.
Ayılalım! Savaşmamız gereken cephe başka yerde değil burada. Geri dönelim. Direnelim. Zararlı alışkanlıkların üzerine bina olduğu marazları bulalım. İlk siğili tedavi edelim. Nerede o peki? Belki şurada: Biz 'daha azın yetebileceğine' dair inancımızda yara aldık. İlk siğil bu. Buraya bir şifa merhemi çalalım. Gerçek ihtiyaçlarımızın lezzetini unuttuk. Bunun için de oruç tutalım. Hatırlayalım. Hatırlayalım ki yaşadığımız türlü felaketlerin tedavisi burada. Evet. Oruç tutanlar azaldıkça bu rezillikler çoğalacaktır. Düştüğümüz yerden kalkalım. Çünkü, idam da dahil, başka hiçbir teşebbüs/metod bizi diriltemeyecek. Çünkü ilk siğile değemeyecek.
Uzmanların sıklıkla dikkat çektiği birşeydir şu: Bir alışkanlık ancak üzerinde yükseldiği öteki alışkanlık/alışkanlıklar öldürülebilirse öldürülür. Yani, mesela, 'internet bağımlılığınız' varsa, bunu öldürmenin metodu 'geç yatma' alışkanlığınızın öldürülmesidir. Geceleri uyanık kalırsanız eliniz elbette modeme doğru gider. Yine, mesela, herhangi bir zararlı madde bağımlılığının bitirilmesi için de o bağımlılığı çözümmüş gibi gösteren hayatınızdaki stres öğelerinin temizlenmesi gerekir. Stres kaynağına bağımlılığınız azalırsa bu tarz marazlar da azalır.
Hatta daha küçük alışkanlıklarda bile, velev tırnak yemek kadarcık olsun, çözüm onların ardındaki tetikleyicileri çözmekle mümkündür. Tetikleyiciler çözüldüğü zaman düğüm de çözülür. Tıpkı ilk çıkan siğil tedavi edilince diğer bütün siğillerin iyileşmesi gibi. Mürşidim bu sadedde der: "Sıkıntı sefahetin muallimidir. Yeis dalâlet-i fikrin, zulmet-i kalb ruh sıkıntısının menbaıdır." Ve ekler: "Sıgar-ı nefis tekebbürün menbaıdır. Zaaf gururun madenidir. Acz muhalefetin menşeidir."
Modern medeniyetin herbiri sinesinde artık birer kanser haline gelmiş sapkınlıkları gideremeyişinde de bu sırrın kokusu vardır. Yani, ahirzaman düzeni kimi marazları birer 'maraz' olarak kabul eder, fakat 'tetikleyicilerinin marazlığını' kabul etmez. Örneğin: Tacizi bir maraz olarak görür. Fakat karşı cinsler arasındaki mesafesizliği bir maraz olarak görmez. Kadının metalaşmasını bir sorun olarak görür. Ama tesettürsüzlüğü bir sorun olarak görmez. Alkol bağımlılığını bir maraz olarak görür. Ama içkiyi bir maraz olarak görmez. Fakirliği bir arıza olarak görür. Ama israfı bir arıza olarak görmez. Daha bunlar gibi pekçok şey vardır ki, ahirzaman insanı haklarında pekçok pekçok şikayetçidir, fakat onları doğuran etkenler karşısında endişesizdir. Önünü almaya yatkın değildir. Bir de üstüne teşvikçidir. Tüm sanat dallarında, özellikle romanında, bu çelişkinin izleri okunabilir.
Bediüzzaman Lemeat isimli eserinde modern sanatın bu çelişkisine sinema-tiyatro-roman üçlüsü üzerinden şöyle dikkat çeker: "Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi kàrie ihtar eder. Zahiren der: 'Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.' Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz. İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder, his daha söz dinlemez." Hatta bu sanat anlayışı İslam'ın 'koruyucu hekimlik' tavsiyelerini bile çoğu zaman 'Aman da insan haklarına aykırı!' veya 'Aman da bireysel özgürlüğe müdahale!' veya "Aman da sanata saygısızlık!" şeklinde lanse eder. Kızar. Küser.
Halbuki her günahın arkasında bir israf vardır. "Helâl dairesi geniştir. Keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur!" derken mürşidimin dikkatlerimizi çektiği de biraz budur. Eğer bir insan, yaşarken aldığı lezzetin bir sınırı olması gerektiğini düşünmezse, hazcılık onun hayatının merkezine kurulur. Zevk almak yapılan herşeyin meşrulaştırıcısı olur. Kanaat bu anlamda bizler için bir koruyucu hekimliktir. Daha azıyla mutlu olunabileceğini kabul etmeyen artık konaklayacak bir daha fazlası bulamaz. Çünkü her daha fazlanın bir daha fazlası vardır. Ve bu 'daha fazla'lar sonu gelmeyen basamaklar gibi karşımızda durup sürekli yukarıya çağırır. Bu noktada artık zevkin kaynağı ihtiyaçlar değil çeşitliliktir. Çünkü çoğu ihtiyaç ilk karşılamada biter. Mide ilk lokmada doyar. İktisat Risalesi tat alma duyumuz üzerinden der ki:
"İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder."
Ben bu 'tenevvü-ü et'ime' meselesini çok önemli buluyorum. Ve ahirzamandaki birçok sapkınlığın böylesi bir annesi olduğunu düşünüyorum. Evet. Modern insan sapıtıyor. Çünkü yetinmenin doğruluğuna inanmıyor. 'İhtiyaçlarını karşılarken lezzet almak' yerine 'daha fazla lezzet almak için ihtiyaç uydurmayı' tercih ediyor. Yaşarken yapmaya mecbur olduğu şeylerden lezzet almak yerine lezzet almak için mecbur olduğu şeyleri yapıyor. Hedonizm hayatın odak noktasını kaydırıyor.
Hatta bu sıralar televizyonlarda çokça örneğini gördüğümüz 'gurme' programlarında bile var bu. Aranılan doymak değil onlarda. Aranılan lezzet. Bu nedenle malzemeler bin türlü şekle sokuluyor. Yetmiyor. Helalin sınırına dayanıyor. Bu defa haramların dairesine geçiliyor. 'Farklı lezzetler denemek' başlığı altında eti yenmeyen hayvan, içilmeyen içki, karıştırılmayan malzeme, yapılmayan çılgınlık kalmıyor.
Peki 'kuvve-i zaika'da işler böyle de annesi 'kuvve-i şeheviye'de işler nasıl yürüyor? Yani lezzet odaklı insan 'tenevvü-ü et'ime/yiyecekleri çeşitlendirmek' ile yatayda hazzının derecesini yükseltmeye çalışıyor da cinsel meselerde de bunu tekrarlamıyor mu? Bilakis, aynı alışkanlığı burada da devam ettiriyor, hem de daha çirkin şekillerde.
Bugün birer arıza olarak dünyanın her köşesine yayılan eşcinsellik, pedofili, ensest vs. türünden sapkınlıklar "Zinaya yaklaşmayın!" ayetine kanaat edemeyişimizden değil mi? Eğer burada yetinebilseydik elbette şu çirkin tenevvü/çeşitlenme yer bulup sosyal hayata yerleşemeyecekti. "Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz!" emr-i Kur'anîsi bir duvar olup elimizi şerden kesecekti. Çeşitleri çoğaltmaktan gelen yataydaki sahte lezzetlerden yüzümüzü çevirip dikeydeki asıl lezzetlere, yani sahici ihtiyaçlardan gelen lezzetlere, bizi yönlendirecekti.
Ben, Aleyhissalatuvesselamın, zinadan korunmak için bekarlara oruç tutmayı tavsiye etmesinde de bu açıdan epeyce hikmet görüyorum. Yani, oruç sadece nefsimizi tokatlamıyor, bize tekrar dikeydeki lezzetlerin kıymetini de anımsatıyor. Aç kalıp doymanın ne kadar güzel birşey olduğunu hatırlatıyor. Susuz kalıp kanmanın ne kadar lezzetli olduğunu ihtar ediyor. Ve bu anımsama, sadece bizi güçsüz bırakarak değil, sadece nefsimizi tokatlayarak değil, asl-ı lezzeti hatırlatarak da 'sûn'î iştiha-yı kazibe'lerden kurtarıyor benliğimizi. "Alman gereken asıl lezzet bu!" diyor.
Ayılalım! Savaşmamız gereken cephe başka yerde değil burada. Geri dönelim. Direnelim. Zararlı alışkanlıkların üzerine bina olduğu marazları bulalım. İlk siğili tedavi edelim. Nerede o peki? Belki şurada: Biz 'daha azın yetebileceğine' dair inancımızda yara aldık. İlk siğil bu. Buraya bir şifa merhemi çalalım. Gerçek ihtiyaçlarımızın lezzetini unuttuk. Bunun için de oruç tutalım. Hatırlayalım. Hatırlayalım ki yaşadığımız türlü felaketlerin tedavisi burada. Evet. Oruç tutanlar azaldıkça bu rezillikler çoğalacaktır. Düştüğümüz yerden kalkalım. Çünkü, idam da dahil, başka hiçbir teşebbüs/metod bizi diriltemeyecek. Çünkü ilk siğile değemeyecek.
28 Ağustos 2017 Pazartesi
Yüzleşmekten korktuğumuz gerçek: Tesettürsüzlükten enseste giden yol
"Siz, Allah'ın size haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım! Şimdi biliyorsanız (söyleyin) iki gruptan hangisi güvende olmaya daha lâyıktır?" (En'am sûresi 81)
Mürşidimden aldığım en güzel derslerden birisidir: Hayır vücudî (varlıksal) şer ise ademîdir (yokluksaldır). Bu yokluksallığı 'eylemsizlik' olarak anlamak yanlış olur. Zira şerrin eylemleri de yokluğa bakar. Bir sarayı yapmak da bir eylemdir yıkmak da. Yani her iki durumda da birşeyler eylenmiş olur. Fakat hayrın eylediklerinin aksine şerrin eylemliliği nesneleri yokluğa doğru götürür. Eskisinden daha zayıf bir varlık mertebesine sürükler. Bu nedenle günah, nasıl bir eylem zincirine bakarsa baksın, ademîdir, şerdir, kötüdür. Sevap da, nasıl bir eylemsizlik zincirine takılırsa takılsın, vücudîdir, hayırdır, iyidir.
Misalen: 'Zulme karşı sessiz kalmak' eylemsizlik gibi görünen bir şerken 'öfkeyi yutmak' da eylemsizlik gibi görünen bir hayırdır. 'Masumları bombalamak' eylemli bir şerken 'meşru dairede cihad etmek' eylemli bir hayırdır. Burada 'varlıksal' ve 'yokluksal' olanın tayininde eylemlilik/eylemsizlik durumunun sebep olabileceği ilüzyonu fiilin 'hayra' veya 'şerre' bakan yüzü ortadan kaldırır.
"Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."
Fakat bazen bu tarz okumalar da yeterli olmaz 'iyi' ve 'kötü' olanın tayini için. Çünkü varlıkta sûret ve mahiyet her zaman birbirinden doğru şekilde haber vermez. Bir sırr-ı imtihandır bu. Dost görünümlü düşmanlar ve düşman görünümlü dostlar da yaratılmıştır. Bazı eylemlerimiz sûreten bize ademî gibi gözükürken aslında mahiyetleri vücudîdir. Ve yine bazı eylemlerimiz sûreten bize vücudî gibi görünürken aslında mahiyetleri ademîdir.
Örneğin: Zekat, verdiğinizde malınızı azaltacak bir 'yokluksallık' gibi dururken, aksine, verdiğinizde malınızı bereketlendirir/arttırır. Faiz, aldığınızda malınızı arttıracak bir 'varlıksallık' gibi dururken, aksine, aldıkça malınızın bereketi kaçar/azalır. İşte tam da bu noktada şeriat devreye girer. Vahyin varlığı ile insan bu sûreten 'öyle görünen böylelerin' ve 'böyle görünen öylelerin' engelini aşar. Faizi, kumarı, içkiyi, zinayı, tesettürsüzlüğü (ucunda görünen bütün varlıksallığa rağmen) haram; zekatı, sadakayı, evliliği, tesettürü ise (ucunda görünen bütün yokluksallığa rağmen) helal ve hatta fazilet olarak bilir.
Bedel eğer varlıksallık için ödeniyorsa bedel değildir. Bediüzzaman bize bunun bir örneğini faiz-zekat denkleminde anlatır. Toplumları allak-bullak eden emek-sermaye mücadelesinin devasının faizin yasaklanıp zekatın emredilmesiyle mümkün olabileceğini söyler. Hakikaten de dünya tarihinde büyük karmaşalara, kaoslara, sosyolojik cinnetlere sebep olmuş bir dönemin İslam coğrafyasında benzeri ölçüde sarsıntılara sebep olmaması ancak böyle açıklanabilir. Dindar zenginler faiz almamakla ve zekat vermekle zahiren mallarından olmuşlardır, ancak sosyolojik anlamda bakıldığında, bütün bir toplum hayatı sınıf çatışmalarının tehditinden kurtulmuştur.
"Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede havas ve avam, yani zenginler ve fakirler, muvazeneleriyle rahatla yaşarlar. O muvazenenin esası ise, havas tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir. (...) şu asırda sa'y, sermaye ile mübareze neticesi, herkesçe malûm olan Avrupa hâdisât-ı azîmesi meydana geldi. İşte, medeniyet, bütün cem'iyât-ı hayriye ile ve ahlâkî mektepleriyle ve şedit inzibat ve nizâmâtıyla beşerin o iki tabakasını musalâha edemediği gibi, hayat-ı beşerin iki müthiş yarasını tedavi edememiştir. Kur'ân, birinci kelimeyi, esasından 'vücub-u zekât' ile kal' eder, tedavi eder. İkinci kelimenin esasını 'hurmet-i ribâ' ile kal' edip tedavi eder. Evet, âyet-i Kur'âniye âlem kapısında durup ribâya 'Yasaktır' der. 'Kavga kapısını kapamak için banka (ribâ) kapısını kapayınız' diyerek insanlara ferman eder, şakirtlerine 'Girmeyiniz' emreder."
Ben şimdilerde böyle birşeyi 'tesettür' için de konuşmamız gerektiğini düşünüyorum. Biz tesettürü nasıl biliyoruz? Allah'ın rızası için, erkek veya kadın, sınırları farklı ölçüde de olsa itaat ettiğimiz bir emir. Ödediğimiz bir bedel(!) Evet, bu yönü var, fakat tesettür sadece bu mu? Yani insanlık için anlamı yalnızca bundan ibaret mi? Sadece bu kadar değil bence. Tıpkı zekatta ve faizde olduğu gibi, ancak büyük resme bakınca görünen, başka nedenleri de var. Uyulmadığında ödenen bedelleri ve katlanılan sonuçları da var.
Bediüzzaman'ın Tesettür Risalesi boyunca nazarımıza verdiği birşey çok önemli: Tesettür, sadece emir değildir, aynı zamanda fıtrîdir. İnsanın mahiyeti, yapısı, yaratılışı, kimyası, artık ne derseniz deyin, tesettür diye birşeyin İslamî sınırları çerçevesinde varolmasını arzu eder. Bazı modern bireyler bunun aksini düşünüyor olsa da uzun vadede maruz kaldığımız yokluksallıklar bu hakikati ortaya koymada ikna edicidir. Nasıl? O eserde beyan edilen birçok hikmetten nazarımızı çevirip, son günlerde çokça konuştuğumuz konulara bakmamızın yerinde olacağını düşünüyorum. Mesela: Ensest ve pedofili meselelerine...
İşte, mürşidim, mezkûr eserinin bir yerinde diyor ki:
"İnsan, hemşire misilli mahremlerine karşı fıtraten şehvânî his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin simaları, karâbet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle, nefsî, şehvânî temâyülâtı kırar. Fakat bacaklar gibi şer'an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî nefislere göre, gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin siması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayrıyla müsavidir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından, hayvânî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!"
Bir kadının veya erkeğin bazı yerleri, gösterdiği alamet-i farikalarla (ayırıcı nüanslarla) onun hakkında şehvet türünden hisler beslememizi engeller. (Yüzleri böyledir.) Çünkü doğrudan 'o kişinin hakkında öyle şeyler duyulmayacak birisi olduğunu' hatırlatır. Fakat vücudunun öyle bölümleri de vardır ki, oralarına nazarınız tesettürsüzlükle değdiği zaman, aynı uyarıyı yapmaz nefsinize. Bu nedenle 'hayvânî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür.' Mürşidim meseleyi burada bırakmıyor. Sözlerini sarsıcı bir şekilde bağlıyor: "Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!"
Modern zamanlarda, ağzımıza almaktan bile teberri ettiğimiz, 'pedofili' gibi 'ensest' gibi sapkınlıkları neden bu kadar sık duyuyoruz? (Hatta Batı'da böyle şeylerin 'hak' olduğunu dilegetiren manyaklar bile var.) Bu soruyu dürüstçe cevaplayabilmek için yüzümüzü tesettüre kadar dönmemiz gerek.
Mayolarıyla bir teknede yolculuk eden amca ve yeğen, elbette, Bediüzzaman'ın hakkında şiddetle endişe ettiği o şeyi yaşıyorlar. Birbirlerinin görmemeleri gereken (aralarındaki akraba hukukunu hatırlatmayan) yerlerini de görüyorlar. Tesettürsüzlüğün böylesine revaçta olduğu bir dönemde, tekrar tekrar tetiklenen süflî arzuların, bir kısım insanlarda böyle arızalarla patlak vermesi tuhaf mı?
Eğer ensest ve pedofili vakıalarından rahatsızlığımız hakikatse, ki ben hakikat olduğuna inanıyorum, işin başında şu tetiklemeyi önlemeye de çalışmamız gerekmez mi? En azından, elimizi vicdanımıza koyup, "Yahu İslam'da böyle birşey var. Böyle şeyleri engelleyici bir tedbir gibi duruyor. Bunu da bir konuşalım!" demek iktiza etmez mi? Fakat şimdi bunu söyleyen dindar birisi olduğu için, bazılarımızın da dindarlara alerjisi olduğu için, muhtemelen ya linç edilecek yahut da yazısı görmezden gelinecek. Biz yine de hakkı söylemekten teberri etmeyelim. Kulakları yaratacak olan Allah'tır.
Mürşidimden aldığım en güzel derslerden birisidir: Hayır vücudî (varlıksal) şer ise ademîdir (yokluksaldır). Bu yokluksallığı 'eylemsizlik' olarak anlamak yanlış olur. Zira şerrin eylemleri de yokluğa bakar. Bir sarayı yapmak da bir eylemdir yıkmak da. Yani her iki durumda da birşeyler eylenmiş olur. Fakat hayrın eylediklerinin aksine şerrin eylemliliği nesneleri yokluğa doğru götürür. Eskisinden daha zayıf bir varlık mertebesine sürükler. Bu nedenle günah, nasıl bir eylem zincirine bakarsa baksın, ademîdir, şerdir, kötüdür. Sevap da, nasıl bir eylemsizlik zincirine takılırsa takılsın, vücudîdir, hayırdır, iyidir.
Misalen: 'Zulme karşı sessiz kalmak' eylemsizlik gibi görünen bir şerken 'öfkeyi yutmak' da eylemsizlik gibi görünen bir hayırdır. 'Masumları bombalamak' eylemli bir şerken 'meşru dairede cihad etmek' eylemli bir hayırdır. Burada 'varlıksal' ve 'yokluksal' olanın tayininde eylemlilik/eylemsizlik durumunun sebep olabileceği ilüzyonu fiilin 'hayra' veya 'şerre' bakan yüzü ortadan kaldırır.
"Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."
Fakat bazen bu tarz okumalar da yeterli olmaz 'iyi' ve 'kötü' olanın tayini için. Çünkü varlıkta sûret ve mahiyet her zaman birbirinden doğru şekilde haber vermez. Bir sırr-ı imtihandır bu. Dost görünümlü düşmanlar ve düşman görünümlü dostlar da yaratılmıştır. Bazı eylemlerimiz sûreten bize ademî gibi gözükürken aslında mahiyetleri vücudîdir. Ve yine bazı eylemlerimiz sûreten bize vücudî gibi görünürken aslında mahiyetleri ademîdir.
Örneğin: Zekat, verdiğinizde malınızı azaltacak bir 'yokluksallık' gibi dururken, aksine, verdiğinizde malınızı bereketlendirir/arttırır. Faiz, aldığınızda malınızı arttıracak bir 'varlıksallık' gibi dururken, aksine, aldıkça malınızın bereketi kaçar/azalır. İşte tam da bu noktada şeriat devreye girer. Vahyin varlığı ile insan bu sûreten 'öyle görünen böylelerin' ve 'böyle görünen öylelerin' engelini aşar. Faizi, kumarı, içkiyi, zinayı, tesettürsüzlüğü (ucunda görünen bütün varlıksallığa rağmen) haram; zekatı, sadakayı, evliliği, tesettürü ise (ucunda görünen bütün yokluksallığa rağmen) helal ve hatta fazilet olarak bilir.
Bedel eğer varlıksallık için ödeniyorsa bedel değildir. Bediüzzaman bize bunun bir örneğini faiz-zekat denkleminde anlatır. Toplumları allak-bullak eden emek-sermaye mücadelesinin devasının faizin yasaklanıp zekatın emredilmesiyle mümkün olabileceğini söyler. Hakikaten de dünya tarihinde büyük karmaşalara, kaoslara, sosyolojik cinnetlere sebep olmuş bir dönemin İslam coğrafyasında benzeri ölçüde sarsıntılara sebep olmaması ancak böyle açıklanabilir. Dindar zenginler faiz almamakla ve zekat vermekle zahiren mallarından olmuşlardır, ancak sosyolojik anlamda bakıldığında, bütün bir toplum hayatı sınıf çatışmalarının tehditinden kurtulmuştur.
"Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede havas ve avam, yani zenginler ve fakirler, muvazeneleriyle rahatla yaşarlar. O muvazenenin esası ise, havas tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir. (...) şu asırda sa'y, sermaye ile mübareze neticesi, herkesçe malûm olan Avrupa hâdisât-ı azîmesi meydana geldi. İşte, medeniyet, bütün cem'iyât-ı hayriye ile ve ahlâkî mektepleriyle ve şedit inzibat ve nizâmâtıyla beşerin o iki tabakasını musalâha edemediği gibi, hayat-ı beşerin iki müthiş yarasını tedavi edememiştir. Kur'ân, birinci kelimeyi, esasından 'vücub-u zekât' ile kal' eder, tedavi eder. İkinci kelimenin esasını 'hurmet-i ribâ' ile kal' edip tedavi eder. Evet, âyet-i Kur'âniye âlem kapısında durup ribâya 'Yasaktır' der. 'Kavga kapısını kapamak için banka (ribâ) kapısını kapayınız' diyerek insanlara ferman eder, şakirtlerine 'Girmeyiniz' emreder."
Ben şimdilerde böyle birşeyi 'tesettür' için de konuşmamız gerektiğini düşünüyorum. Biz tesettürü nasıl biliyoruz? Allah'ın rızası için, erkek veya kadın, sınırları farklı ölçüde de olsa itaat ettiğimiz bir emir. Ödediğimiz bir bedel(!) Evet, bu yönü var, fakat tesettür sadece bu mu? Yani insanlık için anlamı yalnızca bundan ibaret mi? Sadece bu kadar değil bence. Tıpkı zekatta ve faizde olduğu gibi, ancak büyük resme bakınca görünen, başka nedenleri de var. Uyulmadığında ödenen bedelleri ve katlanılan sonuçları da var.
Bediüzzaman'ın Tesettür Risalesi boyunca nazarımıza verdiği birşey çok önemli: Tesettür, sadece emir değildir, aynı zamanda fıtrîdir. İnsanın mahiyeti, yapısı, yaratılışı, kimyası, artık ne derseniz deyin, tesettür diye birşeyin İslamî sınırları çerçevesinde varolmasını arzu eder. Bazı modern bireyler bunun aksini düşünüyor olsa da uzun vadede maruz kaldığımız yokluksallıklar bu hakikati ortaya koymada ikna edicidir. Nasıl? O eserde beyan edilen birçok hikmetten nazarımızı çevirip, son günlerde çokça konuştuğumuz konulara bakmamızın yerinde olacağını düşünüyorum. Mesela: Ensest ve pedofili meselelerine...
İşte, mürşidim, mezkûr eserinin bir yerinde diyor ki:
"İnsan, hemşire misilli mahremlerine karşı fıtraten şehvânî his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin simaları, karâbet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle, nefsî, şehvânî temâyülâtı kırar. Fakat bacaklar gibi şer'an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî nefislere göre, gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin siması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayrıyla müsavidir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından, hayvânî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!"
Bir kadının veya erkeğin bazı yerleri, gösterdiği alamet-i farikalarla (ayırıcı nüanslarla) onun hakkında şehvet türünden hisler beslememizi engeller. (Yüzleri böyledir.) Çünkü doğrudan 'o kişinin hakkında öyle şeyler duyulmayacak birisi olduğunu' hatırlatır. Fakat vücudunun öyle bölümleri de vardır ki, oralarına nazarınız tesettürsüzlükle değdiği zaman, aynı uyarıyı yapmaz nefsinize. Bu nedenle 'hayvânî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür.' Mürşidim meseleyi burada bırakmıyor. Sözlerini sarsıcı bir şekilde bağlıyor: "Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!"
Modern zamanlarda, ağzımıza almaktan bile teberri ettiğimiz, 'pedofili' gibi 'ensest' gibi sapkınlıkları neden bu kadar sık duyuyoruz? (Hatta Batı'da böyle şeylerin 'hak' olduğunu dilegetiren manyaklar bile var.) Bu soruyu dürüstçe cevaplayabilmek için yüzümüzü tesettüre kadar dönmemiz gerek.
Mayolarıyla bir teknede yolculuk eden amca ve yeğen, elbette, Bediüzzaman'ın hakkında şiddetle endişe ettiği o şeyi yaşıyorlar. Birbirlerinin görmemeleri gereken (aralarındaki akraba hukukunu hatırlatmayan) yerlerini de görüyorlar. Tesettürsüzlüğün böylesine revaçta olduğu bir dönemde, tekrar tekrar tetiklenen süflî arzuların, bir kısım insanlarda böyle arızalarla patlak vermesi tuhaf mı?
Eğer ensest ve pedofili vakıalarından rahatsızlığımız hakikatse, ki ben hakikat olduğuna inanıyorum, işin başında şu tetiklemeyi önlemeye de çalışmamız gerekmez mi? En azından, elimizi vicdanımıza koyup, "Yahu İslam'da böyle birşey var. Böyle şeyleri engelleyici bir tedbir gibi duruyor. Bunu da bir konuşalım!" demek iktiza etmez mi? Fakat şimdi bunu söyleyen dindar birisi olduğu için, bazılarımızın da dindarlara alerjisi olduğu için, muhtemelen ya linç edilecek yahut da yazısı görmezden gelinecek. Biz yine de hakkı söylemekten teberri etmeyelim. Kulakları yaratacak olan Allah'tır.
17 Ekim 2015 Cumartesi
Önce 'amelinizde' rıza-i İlahî olmalı (2): Müslüman tarafsız olur mu?
Gerçek bir hikayeden sinemaya aktarılan ve Amir Khan'ın başrolünde oynadığı The Rising Ballad Of Mangal Pandey filminde, müslüman ve hindulardan oluşan askerlerin İngilizlere karşı ilk direnişi (ki bu direniş Hindistan tarihinde çok önemli bir yere sahiptir) bir idealizmden değil, dinlerinin zâhirine dair yasaklardan kaynaklanıyordu. Isırarak kopardıkları barut kartuşlarının inek ve domuz yağından yapılması, müslümanları ve hinduları İngilizlere karşı ayaklandırmıştı. İngilizlerin Hindistan sömürüsü elbetteki başka pekçok kötülüğü içerisinde barındırıyordu. Ama domuz ve inek yağı konusu, spesifik yorumlarda tevil edilip içselleştirilmeyecek/nötrleştirilemeyecek bir arızaydı ve zahir-i şeriat, aşılamayan bir engel olup halkı isyana ateşlendirdi.
Aynı zamanda her biri birer şeair-i İslamiye de sayılan zahir-i şeriatın parçalarını küçük görmek, insanı bâtının spesifik dünyasında savrulmalara götürür. Bâtın-ı şeriatı küçük görmek ise, şeriatı 'ruhsuz ritüeller bütünü' gibi görmeye ve göstermeye sebep olur. Zâhir-i şeriata muhtacız, çünkü spesifikliği ve bunun sonucu olan nötrleşmeyi/kimlik yitimini önler. Bâtın-ı şeriata muhtacız, o da amellerin içsel bir coşkuyla (huşû ve ihlas) yapılmasını ve başkalara aktarılmasını sağlar.
Modernizmin, her türüyle ve görünüşüyle, kendisini üzerine inşa edebileceği şeyin 'nötr' bir varlık algısı olduğunu düşünüyorum. Yani, insanı bir şekilde modernizmin etkisine açık hale getiren şey, varlığı hayır/şer, helal/haram ekseninde nötr olarak görmesidir. Bunun bir adım gerisi ise, 'bitarafane muhakeme' olarak da tabir ettiğimiz objektif bakıştır. Objektiflik, kalbinde iman yanan insanın (bu imanı 'teslim'le kök arkadaşı olan İslamiyet/müslümanlık gibi kelimelerle ifade ettiği düşünülürse) şükür ki sahip olamayacağı bir bakış açısıdır.
İman, hükmün açık olduğu hususlarda, bizi hakka taraf kılar. Akaid, inancı spesifiklikten kurtarır. 'Müslümanım' diyen insanın, hemen öncesinde 'elhamdülillah' demesi, ait olduğu şeyin arkasında da olduğunu gösterir. Hamdeder. Çünkü onu bir nimet olarak görmektedir. Bir müslüman, genel olarak imanı için 'elhamdülillah' der (hatta, daha çocukken, camilerde aldığımız ilk derstir bu) ama ırkı için 'elhamdülillah' demesi pek âdetten değildir. Çünkü bu ifade, zahirî manasının dışında, durduğu yerin şıklar içinde doğru yer olduğu iddiasını da taşır. Ancak nadir durumlarda, yine Allah'ın yarattığı bir aidiyetin diğer kullarca aşağılandığını hissettiğiniz zamanlarda, 'elhamdülillah' diyerek onu anarsınız. Bu anmadaki maksadınız da bellidir: "Benim durduğum yer de sizin durduğunuz yerler gibi Allah'ın mahlukudur. Sizinkilerden geri kalır bir yanı yoktur!" demektir bu. Kibrin değil, izzetin ifadesidir.
Tam bu noktada müslümanın varlığa bakışı modernistten farklılaşıyor. Modernist, kendisi müslüman dahi olsa, bakış açısı itibariyle inkarcıyla tehlikeli bir yakınlaşma içindedir. Çünkü inkarcı da varlığın inanç/inançsızlık noktasında tarafsız olduğunu düşünür. Dinlerin(!) sadece yorum farkından kaynaklanan nüanslar içerdiği iddiası her modernistin farklı ölçülerde vardığı bir sonuçtur. Bunun bir adım arkası zâhir-i şeriatı küçümsemedir. (Çünkü zâhir-i şeriat nötrleşmeyi engeller. Örneğin; tesettürlü bir müslüman kadın, asla diğer kadınlarla karıştırılamayacaktır.) Varlıkta inkarını destekleyecek deliller bulmakta zorlanan inkarcı, Bediüzzaman'ın şeytanla münazaralarında naklettiği şekilde, söylem değiştirerek şunu teklif eder bize: "Bitarafane muhakeme et, öyle bak!"
Bu eşik, biraz da modernizm ve post-modernizm arasında atlanan eşiktir. Fakat birbirlerinin devamı ve türevi olduklarından, ben, bu yazıda ikisini ayırmadan konuşacağım. Zira ikisinin de aynı şekilde eşyaya karşı tarafsız bakıştan beslendiğini düşünüyorum. İkisinin de başlangıcı; varlığı, iman ve küfür yorumunda nötr görmektir. Bu nötralizasyonun ardından inkar; "Bir de böyle düşün!" dedirtecek, yani Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği şekilde 'taraf-ı muhalifi iltizam' sayılacak hamleler yapacak, hatta 'şıkk-ı muhalifi esas tutma'larla bizi savuracaktır. Bu hastalığın farklı sûretlerde bize de tesir ettiği kanaatine sahibim. Hatta bence, empatiye zorlandığımız her yerde bu sağlanmaya çalışılıyor. Taraf-ı muhalifi iltizam sayılabilecek bir eşitlikçiliğe zorlanıyoruz.
Liberal söylemde kutsallaştırılan empatinin en tedirgin edici yanı da bu. 'Anlamaya çalışayım' derken karşı tarafa geçmek. Mesela; Hollywood yapımlarında (ve onların Türkiye versiyonu olan yerli yapımlarda) sıklıkla rastladığımız 'eşcinselleri anlama çabaları' dindarlığından emin olduğum gençlerde bile şöyle soruların oluşmasına neden olabiliyor: "Abi, Allah onları da öyle yaratmış. Bundan mesul tutulabilirler mi?" Halbuki aynı genç takvasının içini doldurabilmek ve Kur'an'ın vaadettiği güzel akıbete kavuşabilmek için öyle yaratıldığı(!) pekçok şeyden sakınıyor. Harama bakabilecekken bakmıyor. Çalabilecekken çalmıyor. İçebilecekken içmiyor... vs. İmtihanın doğasını biliyor.
Fakat kendi hayatını anlamını şeriatın sınırlarıyla bulduğu ve memnun da olduğu halde eşcinselin hayatını artık "Kuvve-i şeheviyesine şeriat ile sınır koymaya mecbur edilemez! Çünkü öyle yaratılmış!" şeklinde yorumlayabiliyor. (AB ülkelerinde, müslümanların vatandaşlıkları sözkonusu olduğunda gündeme gelen anketlerin 'eşcinselliğe hoşgörü' eksenli sorularla dolu olması sizce tesadüf mü? Bence eşcinselliğe bakış, modernizmin veya post-modernizmin nötrleştirme hamlesi açısından kıymetli bir konuma sahip. Asimilasyona müsait olma tahlili.)
Empatiye zorlanmak ne demek? Hollywood yapımlarında (ve onların ayak izlerini takip eden yerli yapımlarda) şöyle bir temayül var: Eşcinsellerin tamamı, diğer bireylerin sahip olamadığı kadar iyi bir kalbe ve karaktere sahip oluyorlar. (Özellikle komedi yapımlarında.) Sanki fuhuş ve uyuşturucu sektörlerinin üzerlerinde döndüğü insanlar bu insanlar değillermiş gibi, nerede bir eşcinsel var, o içinde bulunduğu kurgunun en sempatik karakteri oluveriyor... İsmetin nübüvvet elinden (hâşâ) alınıp eşcinsellere verildiği bu duruma bir endoktrinasyon (beyin yıkama) demek doğru olmaz mı? Bence şu an hepimizin zihni böylesi bir endoktrinasyona maruz bırakılıyor. Kuvve-i şeheviyenin sapkınlığı olan bir durum 'doğal' olarak sunularak varlık algımız haram/helal noktasında nötrleştiriyor. 'O da olabilir, bu da olabilir...' gibi geliyor.
Algı saldırılarına karşı izzetli bir İslam müdafaası olduğunu düşündüğüm 17. Lem'a, belki biraz da bu yüzden, 9. Notası'nda bizi 'durduğumuz yerden emin olmaya' çağırıyor: "Bil ki, nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemâlâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir hayır, zâhir bir hak, fâik bir kemal görünüyor. Bilbedâhe, hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhalifindedir..." Bu paragrafı okuduktan sonra hepimizin kendisine sorması gereken soru şu sanırım: Hâlâ doğru tarafta olduğumuzdan emin miyiz? İşte buna katkı sağlayabilecek detaylara dair bir sağlama sorusu daha: Eşcinseller hakkında fikriniz nedir?
Aynı zamanda her biri birer şeair-i İslamiye de sayılan zahir-i şeriatın parçalarını küçük görmek, insanı bâtının spesifik dünyasında savrulmalara götürür. Bâtın-ı şeriatı küçük görmek ise, şeriatı 'ruhsuz ritüeller bütünü' gibi görmeye ve göstermeye sebep olur. Zâhir-i şeriata muhtacız, çünkü spesifikliği ve bunun sonucu olan nötrleşmeyi/kimlik yitimini önler. Bâtın-ı şeriata muhtacız, o da amellerin içsel bir coşkuyla (huşû ve ihlas) yapılmasını ve başkalara aktarılmasını sağlar.
Modernizmin, her türüyle ve görünüşüyle, kendisini üzerine inşa edebileceği şeyin 'nötr' bir varlık algısı olduğunu düşünüyorum. Yani, insanı bir şekilde modernizmin etkisine açık hale getiren şey, varlığı hayır/şer, helal/haram ekseninde nötr olarak görmesidir. Bunun bir adım gerisi ise, 'bitarafane muhakeme' olarak da tabir ettiğimiz objektif bakıştır. Objektiflik, kalbinde iman yanan insanın (bu imanı 'teslim'le kök arkadaşı olan İslamiyet/müslümanlık gibi kelimelerle ifade ettiği düşünülürse) şükür ki sahip olamayacağı bir bakış açısıdır.
İman, hükmün açık olduğu hususlarda, bizi hakka taraf kılar. Akaid, inancı spesifiklikten kurtarır. 'Müslümanım' diyen insanın, hemen öncesinde 'elhamdülillah' demesi, ait olduğu şeyin arkasında da olduğunu gösterir. Hamdeder. Çünkü onu bir nimet olarak görmektedir. Bir müslüman, genel olarak imanı için 'elhamdülillah' der (hatta, daha çocukken, camilerde aldığımız ilk derstir bu) ama ırkı için 'elhamdülillah' demesi pek âdetten değildir. Çünkü bu ifade, zahirî manasının dışında, durduğu yerin şıklar içinde doğru yer olduğu iddiasını da taşır. Ancak nadir durumlarda, yine Allah'ın yarattığı bir aidiyetin diğer kullarca aşağılandığını hissettiğiniz zamanlarda, 'elhamdülillah' diyerek onu anarsınız. Bu anmadaki maksadınız da bellidir: "Benim durduğum yer de sizin durduğunuz yerler gibi Allah'ın mahlukudur. Sizinkilerden geri kalır bir yanı yoktur!" demektir bu. Kibrin değil, izzetin ifadesidir.
Tam bu noktada müslümanın varlığa bakışı modernistten farklılaşıyor. Modernist, kendisi müslüman dahi olsa, bakış açısı itibariyle inkarcıyla tehlikeli bir yakınlaşma içindedir. Çünkü inkarcı da varlığın inanç/inançsızlık noktasında tarafsız olduğunu düşünür. Dinlerin(!) sadece yorum farkından kaynaklanan nüanslar içerdiği iddiası her modernistin farklı ölçülerde vardığı bir sonuçtur. Bunun bir adım arkası zâhir-i şeriatı küçümsemedir. (Çünkü zâhir-i şeriat nötrleşmeyi engeller. Örneğin; tesettürlü bir müslüman kadın, asla diğer kadınlarla karıştırılamayacaktır.) Varlıkta inkarını destekleyecek deliller bulmakta zorlanan inkarcı, Bediüzzaman'ın şeytanla münazaralarında naklettiği şekilde, söylem değiştirerek şunu teklif eder bize: "Bitarafane muhakeme et, öyle bak!"
Bu eşik, biraz da modernizm ve post-modernizm arasında atlanan eşiktir. Fakat birbirlerinin devamı ve türevi olduklarından, ben, bu yazıda ikisini ayırmadan konuşacağım. Zira ikisinin de aynı şekilde eşyaya karşı tarafsız bakıştan beslendiğini düşünüyorum. İkisinin de başlangıcı; varlığı, iman ve küfür yorumunda nötr görmektir. Bu nötralizasyonun ardından inkar; "Bir de böyle düşün!" dedirtecek, yani Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği şekilde 'taraf-ı muhalifi iltizam' sayılacak hamleler yapacak, hatta 'şıkk-ı muhalifi esas tutma'larla bizi savuracaktır. Bu hastalığın farklı sûretlerde bize de tesir ettiği kanaatine sahibim. Hatta bence, empatiye zorlandığımız her yerde bu sağlanmaya çalışılıyor. Taraf-ı muhalifi iltizam sayılabilecek bir eşitlikçiliğe zorlanıyoruz.
Liberal söylemde kutsallaştırılan empatinin en tedirgin edici yanı da bu. 'Anlamaya çalışayım' derken karşı tarafa geçmek. Mesela; Hollywood yapımlarında (ve onların Türkiye versiyonu olan yerli yapımlarda) sıklıkla rastladığımız 'eşcinselleri anlama çabaları' dindarlığından emin olduğum gençlerde bile şöyle soruların oluşmasına neden olabiliyor: "Abi, Allah onları da öyle yaratmış. Bundan mesul tutulabilirler mi?" Halbuki aynı genç takvasının içini doldurabilmek ve Kur'an'ın vaadettiği güzel akıbete kavuşabilmek için öyle yaratıldığı(!) pekçok şeyden sakınıyor. Harama bakabilecekken bakmıyor. Çalabilecekken çalmıyor. İçebilecekken içmiyor... vs. İmtihanın doğasını biliyor.
Fakat kendi hayatını anlamını şeriatın sınırlarıyla bulduğu ve memnun da olduğu halde eşcinselin hayatını artık "Kuvve-i şeheviyesine şeriat ile sınır koymaya mecbur edilemez! Çünkü öyle yaratılmış!" şeklinde yorumlayabiliyor. (AB ülkelerinde, müslümanların vatandaşlıkları sözkonusu olduğunda gündeme gelen anketlerin 'eşcinselliğe hoşgörü' eksenli sorularla dolu olması sizce tesadüf mü? Bence eşcinselliğe bakış, modernizmin veya post-modernizmin nötrleştirme hamlesi açısından kıymetli bir konuma sahip. Asimilasyona müsait olma tahlili.)
Empatiye zorlanmak ne demek? Hollywood yapımlarında (ve onların ayak izlerini takip eden yerli yapımlarda) şöyle bir temayül var: Eşcinsellerin tamamı, diğer bireylerin sahip olamadığı kadar iyi bir kalbe ve karaktere sahip oluyorlar. (Özellikle komedi yapımlarında.) Sanki fuhuş ve uyuşturucu sektörlerinin üzerlerinde döndüğü insanlar bu insanlar değillermiş gibi, nerede bir eşcinsel var, o içinde bulunduğu kurgunun en sempatik karakteri oluveriyor... İsmetin nübüvvet elinden (hâşâ) alınıp eşcinsellere verildiği bu duruma bir endoktrinasyon (beyin yıkama) demek doğru olmaz mı? Bence şu an hepimizin zihni böylesi bir endoktrinasyona maruz bırakılıyor. Kuvve-i şeheviyenin sapkınlığı olan bir durum 'doğal' olarak sunularak varlık algımız haram/helal noktasında nötrleştiriyor. 'O da olabilir, bu da olabilir...' gibi geliyor.
Algı saldırılarına karşı izzetli bir İslam müdafaası olduğunu düşündüğüm 17. Lem'a, belki biraz da bu yüzden, 9. Notası'nda bizi 'durduğumuz yerden emin olmaya' çağırıyor: "Bil ki, nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemâlâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir hayır, zâhir bir hak, fâik bir kemal görünüyor. Bilbedâhe, hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhalifindedir..." Bu paragrafı okuduktan sonra hepimizin kendisine sorması gereken soru şu sanırım: Hâlâ doğru tarafta olduğumuzdan emin miyiz? İşte buna katkı sağlayabilecek detaylara dair bir sağlama sorusu daha: Eşcinseller hakkında fikriniz nedir?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...