Zina etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Zina etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Şubat 2021 Pazartesi

Yalan zinayı nasıl geçebilir ki?

Arkadaşım, bunu da "Allahu'l-a'lem!" tereddüdüyle sar-sarmala, çünkü cidden muhtaç bir tefekkürdür. Kaynağını bilmemekle birlikte Aleyhissalatuvesselam Efendimizin şöyle bir hadisini hep işitirim: Birisi sorar: "Müslüman içki içebilir mi, hırsızlık yapabilir mi, zina edebilir mi?" Herhalde muradı mezkûr günahların 'kişiyi imandan edip-etmeyeceğini' öğrenmektir. Veya kişinin müslümanlığını sevdiği halde 'böyle hatalara düşüp-düşmeyeceğini' sorgulamaktır. Veyahut böylesi günahların 'münafıklığa yorulup-yorulamayacağını' anlamaktır. (En doğrusunu Allah bilir.) Aleyhissalatuvesselam Efendimizin cevapları da sualin böyle anlaşıldığını imâ eder sanki. Çünkü her defasında yanıt olarak "Evet!" der. Yani: Evet. Müslüman, müslüman kaldığı halde, böyle hatalara düşebilir. Nitekim Ehl-i Sünnet olarak biz de, Mutezile'nin rağmına, böyle iman ederiz: "Büyük günahları işlemek kişiyi dinden çıkarmaz!" An şart ki: Günahını helal görmeye. Yanlışının yanlışlığını bile. Yüzü tevbeye baka. Dinin hakikatini incitmeye.

Cevapların 'Evet'liği devam eder ta ki 'yalan'dan soruluncaya kadar. Evet. Ne zaman ki, "Peki yalan söyleyebilir mi?" şekline bürünür sualin sûreti, Aleyhissalatuvesselamın cevabı da değişir o vakit: "Hayır!" der. "Müslüman yalan söylemez." Doğrusu, arkadaşım, bu Asr-ı Saadet sahnesi beni hep düşündürmüştür. Zira ilk sorular içinde 'yedi büyük günah'tan sayılan şeyler de vardır. Onların da dahil olduğu bir ortamda en büyük tepkiyi yalanın alması enteresandır. Hikmetlidir. Düşünülesidir. Çünkü ahirzaman müslümanı olan bizlerin yalansız geçirdiğimiz gün yoktur. (Olanları tenzih ederim. Nefsime baktım. Kendimi yazdım.) Üstelik, yalanın dereceleri bulunmakla birlikte, ilmihalden öğrendiğimiz: Yalan öncekiler kadar büyük bir günah değildir. En azından her yalan değildir. Onun günah olduğunu bilmekle birlikte böyle iman ederiz.

Peki Aleyhissalatuvesselam Efendimiz ona en büyük tepkiyi neden vermiştir? Mevzuu kafamda çevirirken kendimce bulabildiğim bazı cevaplar var. İşte bu yazıda, eğer becerebilirsem, onları aktarmaya çalışacağım arkadaşım. Sen de baştaki tereddüdü unutmadan hisseni al. Yoksa bırak. Bismillah. Başlıyoruz: 

1) Hani bir tabir vardır: Neyin ölçüsü kaçsa çaresi vardır. Fakat ölçünün ölçüsü kaçarsa çaresi yoktur. Yani hizası bozulmuş şeyleri cetvelle doğrultabilirsin. Ağırlığı karışmış şeyleri tartıyla düzeltebilirsin. Fakat cetvelin-tartın bozulmuşsa hiçbirşeyi düzeltemezsin. Hatta, bırak düzeltmeyi, düzgünü bile dağıtırsın. Bozarsın. Aynen öyle de: Doğruluğu insanın sair günahlarını düzeltebilmesinin yegane aracıdır. Zira insan ancak Rabbine, dinine, nefsine karşı dürüst olursa günahının günahlığını tayin eder. Hatasına hata der. Aksi takdirde avukat gibi nefsini savunur. Günahını unutur. Hatta hatasını da sevap sayar. İşte bu nedenle diyorum ki arkadaşım: Belki de Aleyhissalatuvesselam yalana "Hayır!" derken ölçünün bozulacağı sınırı çizmiştir. Bize mihengi bozmamayı ders vermiştir. Yani burada taviz verildi mi işin ayarı kaçar. Ayarsızlık ayar olur. Daha da insan hiçbir amelini düzeltemez. Zira tevbe edemez. Tevbe, hatasını hakikat gibi savunan İblis'in değil, kabullenen Âdem'in işidir. Bediüzzaman bu sadedde der: "Sıdk, İslâmiyet'in üssü'l-esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyleyse, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla mânevî hastalıklarımızı tedâvi etmeliyiz."

2) Belki de arkadaşım cevap biraz da Asr-ı Saadet'in berraklığıyla ilgilidir. Şöyle ki: Mürşidim yine der: "Sahâbeler ekseriyet-i mutlaka itibarıyla hakka âşık, sıdka müştak, adalete hâhişgerdirler. Çünkü yalanın ve kizbin çirkinliği bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe Arştan ferşe kadar açılmış, esfel-i sâfilîndeki Müseylime-i Kezzab'ın derekesinden âlâ-yı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber aleyhissalâtüvesselâmın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür." Barekallah onlara. Yalanın-doğruluğun arası bu kadar açılmışken, sosyoloji bu kadar berraklaşmışken, Aleyhissalatuvesselam Efendimiz bu berraklığın üstüne tekrar 'yalanın normalleşemeyeceğine' dikkat çekmiş olabilir. Üstelik sahabe İslam'ın tedrisi için referans nesildir. 

Din onların mübarek dillerinden/amellerinden bizim hayatımıza taşınmıştır. (Allah ecriyle mükafatlandırsın.) Öyle bir eşikte Aleyhissalatuvesselamın yalan hususunda büyük günahlardan daha hassas bir tavır sergilemesi, önemsemesi, uyarması şu hikmetten uzak görülmez. Hatta mürşidim de metnin ahirinde der: "Halbuki, şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, adeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana geçmek pek kolay gidiliyor. Hattâ, siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte, en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiyatla satılsa, elbette pek âli olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası, o dükkâncının marifetine ve sözüne itimad edip körü körüne alınmaz." Bu izahın içtihad bahsinde geçtiğini hatırlamak da tefekkürümüze ayrıca yardımcı olabilir arkadaşım. Yani ağzımızdan çıkanlar sahabeninki gibi referans alınmazlar. Referans alınacakların hassasiyetleri de elbette bizimkiyle bir olmaz. Başka yüce olur.

3) Bu da yine mürşidimin metinlerinde dikkat çektiği birşey. Kizb ile küfür arasındaki ilişki. O diyor: "Sıdk ve doğruluk İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise Sâni-i Zülcelâlin kudretine iftira etmektir. Küfür, bütün envâıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var. Şark ve Garp kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lazım. Halbuki, gaddar siyaset ve zalim propaganda birbirine karıştırmış, beşerin kemâlâtını da karıştırmış." Yani, nasıl ki insanoğlu küfrüyle Cenab-ı Hakkın uluhiyyetine-rububiyyetine iftira ediyor, yalancılıkla da kudretine iftira ediyor. Öyle yaratmadığı birşey için 'öyle' diyor. Böyle yaratmadığı birşey için 'böyle' diyor. Halbuki hadise konu olan diğer günahlarda böyle bir mahiyet yok. Yine an şart ki: Haramlıkları helal bilinmeye. Savunulmaya. Eğer savunulur duruma gelirlerse elbette onların da beşerin kemalatına kem tesirleri olur. Eğriyle doğru karışır. Yalanda ise zaten bizzat kastedilen varlık algımızdır. Yalancı hem kendisinin hem çevresinin algısını bozar.

4) Bir de 2. Lem'a'dan beslenen bir tefekkürüm var ki şöyle: Bir günahta yalan o günahın akaide tesir ettiği eşiğe de işaret ediyor gibi. Yine mürşidimin cümlelerine dokunalım: "Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor." Yani bir insan günahın günahlığı noktasında dürüstlüğünü koruduğu sürece günahın akaide tesir etmesi zor. Fakat işin içine bir de yalan girdi mi, artık son eşik de aşılmış oluyor, kalenin bendi yıkılıyor. Zarar amelden itikada taşınıyor. Aleyhissalatuvesselam, mezkûr hadis-i şerifte, bu eşiğe de işaret etmiş olabilir. Yalanın geçilmemesi gereken bir hudut olduğuna vurgu yapmış olabilir. Allahu'l-a'lem.

Arkadaşım bunlar benim aklıma gelenlerdi. Elbette hakikat benim gördüğüme de münhasır değildir. Belki de daha nice nice hikmetler bu bahiste saklanmaktadır. Zaten sen Aleyhissalatuvesselamın yüce dersanesinden kalkıp bir psikoloğun tedrisine de otursan aynı nasihati işitirsin: "Tedavi, suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar." Dürüstlük olmadan hiçbir yara şifa bulmuyor. Çünkü yaranın yaralığını kabul etmek de, şifa istemek de, hatta canının acıdığını anlamak da hep bir dürüstlük istiyor. Hepsinin çaresi var da yalancılığın çaresi yok. Yönünü kaybetsen pusulayla tekrar bulursun. Pusulayı kaybedince yönünü neyle bulursun? Ne diyelim: Cenab-ı Hak sırat-ı müstakimini kaybettirmesin. Âmin.

21 Haziran 2019 Cuma

Kanserin özgürlüğü olmaz

Duyanlarınız olmuştur ya ben yine de azıcık çıtlatayım: Geçenlerde TEDx'in Almanya'da düzenlediği bir etkinlikte tıp öğrencisi Mirjam Heine 'pedofilinin fıtrî olduğunu' savunur bir sunum yaptı. Hatta dedi: "Pedofili de eşcinsellik gibi doğal bir cinsel yönelimdir. Onları izole etmek çocuklara yönelik cinsel istismar olaylarını daha da arttırır." Sonra tabii bu sunum Avrupa'da dahi öyle büyük tepkilerle karşılandı ki TEDx Youtube'dan kaldırmak zorunda kaldı. Üzerine bir de açıklama yaptı: "TEDx olarak pedofiliyi desteklemiyoruz." Açıklanmanın yayınlanmayan kısmında ise şöyle bir ifadenin olduğunu hayal ettim ben: "Yerseniz."

Böyle diyorum, çünkü biliyorum, TEDx'in yapılacak sunumları yerel bazda da olsa inceleyen kurulları var. Hiçbirisini körebe edasıyla kabul etmiyorlar. Öncesinde metinlerini alıyorlar. İnceliyorlar. Seçiyorlar. Beğenirlerse yaptırıyorlar. O nedenle şu "Desteklemiyoruz!" bâbında söylediklerini de kâle alınır bulmuyorum. Bu işler epeydir vur-kaç taktiğiyle sürdürülüyor zaten. Kurbağa tencerenin içinde ağır ağır kaynatılıyor ki "Aman yanıyorum!" deyip kaçmasın. Fakat oraya gelmeden önce sizinle paylaşmak istediğim başka birşey var:

Hz. Aişe radyallahu anha annemizden rivayet edilen bir hadiste "On şey fıtrattandır!" deniliyor ve şunlar sayılıyor: "1) Bıyıkları kısaltmak. 2) Sakalı salıvermek. 3) Misvak kullanmak. 4) (Abdest alırken) buruna su çekmek ve sonra onu burundan çıkarmak. 5) Tırnakları kesmek. 6) Parmak mafsallarını yıkamak. 7) Koltuk altı kıllarını yolmak. 8) Etek tıraşı yapmak. 9) Küçük abdest ve büyük abdest mahallerini yıkamak..." Onuncu içinse Müslim'de şöyle bir not var: "Ravi Zekeriyya dedi ki: Mus'ab, onuncuyu unuttum, ancak o 'ağzı çalkalamak' olabilir."

Bu hadis-i şerifi neden önemsiyorum? Çünkü bu hadiste modern zamanların 'fıtrat' tarifi ile ehl-i sünnetin 'fıtrat' yaklaşımı arasındaki nüansı ortaya koyan bir içerik var. Evet. Biz fıtratı 'herşeyin akışına bırakılması' gibi anlamaz ve de tarif etmeyiz. Ya? Bizim için şeriatın emirleri de fıtrattandır. Mesela: Sakalı uzatmak fıtrattan olduğu gibi bıyıkları kısaltmak da fıtrattandır. Evlenmek fıtrattan olduğu gibi zinadan kaçınmak da fıtrattandır. Su içmek fıtrattan olduğu gibi alkol kullanmamak da fıtrattandır. Yani fıtrat İslam'da 'şeriatın emirlerini de içine alacak şekilde' genişler/daralır. Meşruiyetini oradan tarif eder.

Onun yasakladığı yerlerde 'akışına bırakmak' aksini söylese dahi nazar-ı itibara alınmaz. "İnsanlar doğal olarak sünnetsiz doğuyor canım!" diye sünnet gözden düşmez. "İnsanlar doğal olarak başkasının zenginliğine meyil duyuyor yahu!" denilerek hırsızlık helal olmaz. "İnsanlar doğal olarak kan döküyor!" diyerek cinayetler meşrulaştırılamaz. Hele hele bazı kem tabiatlı insanlar türlü sapkınlıkları nefislerinde normalleştiriyorlar diye o sapkınlıklar fıtrattan sayılamaz. Zaten dinin varlık amacı da bizzat budur. Bizi fıtrî olmayan doğallıklara uyandırmaktır.

Din bizi, Bediüzzaman'ın tabiriyle, 'vücudî görünen ademîliklerden' korumak ve 'ademî görünen vücudîliklere' sevketmek için de vardır. Öyle ya, eğer doğru olan 'herşeyi akışına bırakmak' olsaydı, yani herşey yalnız karışmamakla düzgün kalsaydı, Allah neden peygamber/vahiy göndersindi ki? Neden canımız kazandığımızı yemek isterken orucu, harcamamak isterken zekatı, ölmemek isterken cihadı emretsindi ki?

Mürşidim de bu sadedde der: "Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülâsasından hasıl olan adl ve adalete işarettir. Şöyle ki: Tagayyür, inkılâp ve felâketlere mâruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin, birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye, İkincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye, Üçüncüsü, nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir. Lâkin, insandaki bu kuvvetlere, şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. (...) İstikamet ise, hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet ve Cemaat onu ihtiyar etmiş."

Bugünlerde "Allah da onu öyle yaratmışsa ne yapsın canım!" argümanı üzerinden yürüyen büyük bir fitne var. Sanki Cenab-ı Hakkın yarattığını sırr-ı imtihan gereği hizaya çekme hakkı yokmuş, böyle bir ihtimalden sözedilemezmiş, Rabbisi temayülleri üzerinden kulunu sınayamazmış gibi tuhaf bir demagoji bu. Dinin varlık amacına da ters düşen bir argüman aslında söylenen. Evet. Öyle ya, din insanların içlerinden gelen kem temayyüllere de had koymayacaksa, sınır öğretmeyecekse, istikamet aşılamayacaksa o zaman neden var? Herşey zaten doğruysa 'doğruları bildirir' bir vahye neden ihtiyaç olsun? Nübüvvet neden gereksin?

"Canım öyle istiyor!" diyen herkese 'Geç-geç'çilik yapmak için mi var din? Tek fonksiyonu bu mu? Fıtrat(!) neyi arzu ederse buyur etmek mi? Yoksa Bediüzzaman'ın tabiriyle had konulmamış kuvvelere haddini bildirmek mi amacı? Standart bir müslüman elbette ikincisine 'evet' der.

Üstelik Lût kıssasında bize öğretilenlerden birisi de, tıpkı başta alıntıladığımız durumda olduğu gibi, sapkınlığın yeterli meşruiyeti/gücü kazandıktan sonra istikametli olanı baskılamasıdır. "Bunu da kabullenelim!" diyerek kendisine sürekli yeni alanlar açmasıdır. Nasıl? Kıssada azap meleklerinin gelişinin ardından yaşananları hatırlayalım:

Lût aleyhisselama misafir gelen delikanlıların güzelliği nedeniyle kavmi evinin etrafında toplanır. Gençleri kendilerine teslim etmesini isterler. Lût aleyhisselam korkuyla onlara akıllarını başlarına almalarını söyler. Fakat kavmi hiç oralı olmaz. Ayet-i kerimede geçen ifade mealen şöyledir: "Onlar: Sen de bilirsin ki senin kızlarınla bir ilgimiz yoktur. Sen bizim ne istediğimizi gayet iyi biliyorsun, dediler."

Yani arkadaşlar, bugünlerde yaşananlar, Lût kıssasının modern bir tekrarıdır aslında. Kuvvelerinin gidebildiği yere kadar gitmeyi fıtrattan sayanlar, bu türden bir meşrulaştırma(!) üzerinden koridor açtıklarını sananlar, kendi anormalliklerini hepimize normallik olarak dayatmaktadırlar. Her kazandıkları cephede yeni bir cepheye yığınak yapmaktadırlar. Daha fazlasını istemeyi bırakmamaktadırlar.

Dün eşcinselliğin meşruiyeti alanında verdikleri mücadeleyi biraz kazanır gibi göründükleri için, bugün taleplerini pedofiliye, enseste ve daha nice türlü sapkınlığa taşımaları tuhaf değildir. Çünkü Kur'an bize asırlar ötesinden haber vermektedir: Bu dayatmanın duracağı bir yer yoktur. Okuduklarına inanamayanlar, nette azıcık takılmakla, Batı'da bu tarz cürümlerin meşruiyeti için faaliyet gösteren derneklere dair bilgilere ulaşabilirler. İşlerin ne korkunç zeminlere kaydığını görebilirler.

Durum özetle bu arkadaşlar: Kanserin özgürlüğü olmaz. "O da hücredir canım. Canlıdır. Allah öyle yaratmış. Kıymayalım!" yapılmaz kanserli dokuya. Candan eder bu bakış. İşte, şeriatın sapkınlık dediğine sapkınlık demezseniz, haram görmezseniz, kem-kötü bilmezseniz, karşısında dikçe duramazsanız bu türden marazların yarın yuvanıza kadar sokulmasına karşı koyamazsınız. Evinizin ahalisine musallat olmasına engel olamazsınız. Lût kıssasının verdiği ders açıktır çünkü. Mevzu döner dolaşır evinizin içine de girer. Evet. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bu yanlışın önünde de sebat edebilmeyi nasip eylesin. Ahirzamanda kafası/kalbi karışanlardan olmaktan korusun. Bize istikamet versin. Âmin.

29 Ağustos 2014 Cuma

Muvazenesiz vaiz 2

Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu, hem daha iyidir hem de neticesi bakımından daha güzeldir." (İsrâ sûresi 35)
Aylar önce, (Muhakemat’taki şu cümleyle başlayan “Evet, muvazenesiz vâizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebep olmuşlardır.”)  ’Muvazenesiz Vaiz’ başlıklı bir yazı yazmıştım. O yazıda, Bediüzzaman’ın Muhakemat’ta ve başka eserlerde geçen bazı tesbitlerinden hareketle ‘hakikatin dengesi’ (terim için Metin Karabaşoğlu abiye teşekkürler) merkezli analizlerde bulunmuştum Gülen ve avanesi hakkında. Bu yazıda, kaldığım yerden devam ederek, müşahhas bir örnek üzerinden o yazıda söylediğim bazı şeylerin altını tekrar çizeceğim. Müşahhas örneğim, Gülen’in (bu yazının yazıldığı tarih itibariyle) son nağmesi olan ‘411. Nağme: Utanacak İş Yapmadınız; Dimdik Durun ve Âhirete Alacaklı Gidin’in içinden olacak. Fakat ona geçmeden evvel muvazenesiz vaizlikten kastımızın ne olduğunu Bediüzzaman’ın Muhakemat’taki ifadesiyle birlikte tekrar hatırlayalım: “Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum: (…) İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.
Peki, Bediüzzaman’ın bu ‘(güya) iyi birşey yapmaya çalışırken kötü birşey yapmaya’ yani şeriatın dengesini bozmaya örnek verdiği şeyler nelerdir dersek, aynı eserde şuraya ulaştırır bizi: “Mübalâğa ihtilâlcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meylü’t-tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meylü’l-mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meylü’l-mübalâğa ile, hayali hakikate karıştırmaktır. (…) Nasıl ki, bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ’e inkılâp etmektir. Öyle de, hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalâğalı tergib ve terhible, gıybeti katle müsavi; veya ayakta bevletmek, zina derecesinde göstermek; veya bir dirhemi tasadduk etmek, hacca mukabil tutmak gibi muvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar. Bu sırra binaen, vaiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır.
Kendi anladığımı aktarırsam: İnsanın lezzet aldığı şeyi arttırma, tarif veya hikaye ettiği şeyi ise abartmaya meyli vardır. Fakat ilacın faydasına kapılıp gereğinden fazla kullanmak onu zararlı birşeye dönüştürebilir. Vaizler de bazen, bazı günahlardan insanları caydırmaya çalışırken (veya bir salih ameli sevdirmeye çalışırken) ölçüyü kaçırırlar. “İnsanları onlardan soğutalım” derken, şeriatın dengesini bozarlar. Bunlardan ortaya çıkan şey hayır değildir. Çünkü nihayetinde kıyas ölçüsü olarak kullanılan amellerin/günahların kıymeti/kötülüğü bu şekilde tenzil edilir. İnsanlara ‘gıybetle katl birbirine eşit’ denirse gıybetin büyük görülmesi kâr hanesine yazılamaz, çünkü asıl zararlı sonuç ‘katlin küçük görülmesi’ olur. Özetle benim anladığım bu. (Yukarıdaki metinde haccın anıldığı kısmı da aklınızda tutmanızı istirham edeceğim. Çünkü o da lazım olacak.)
Peki, bu kusurlarına rağmen mübalağalı tergib veya terhib'ler neden yapılır? Bunun Gülen'in ve avanesinin ekseninde kalınarak verilebilecek cevabı, kanaatimce, manevi istibdattır. Yani Gülen, yaşanılan son gerilimde, kendi grubuna yönelik geliştirilen eleştirileri (muhataplarının da dindar olduğunu bildiği için) bu tarz bir 'korku' ile bastırmaya çalışmaktadır. Bunun dışında, bazı dönemlerde Gülen, öncelik verilmesini istediği alanlarda bağlılarının gayretlerini toplayabilmek için yine böylesi 'tergib veya terhib'ler yapabilmektedir. (Son bir yıl için mesela hırsızlığa/muta nikahına yaptıkları vurgu buna bir örnek olabilir.) Kanaatimce; Gülen'in dünyasında böylesi 'tergib ve terhib'ler bir kitle kontrol aracıdır. Mübalağalar eşliğinde her defasında müntesiplerine yeni hedefler gösterir ve onlara delicesine koşturur.
Dediğim gibi; ben bu yazıda esas olarak Gülen’in bir nağmesini incelemek istiyorum. 411. Nağmesinde Gülen, (29. dakikasından itibaren) diyor ki: “Allah Resulü buyuruyor ki; ‘Gıybet, zina etmeden daha şiddetlidir.’ Bir ferdi gıybet etmek zinadan daha şiddetlidir. Bir cemaati gıybet etmek o kadar zinadan daha eşeddir. Bir hareketi bütün efradıyla gıybet etmek o kadar zina etmek demektir.” Gülen’in nağmesinden başından beri yapmaya çalıştığı şey ortada zaten: Cemaatini bir arada tutmaya çalışıyor ve mümkünse dış sesleri de ahiret korkusuyla bastırabilmeyi umuyor. Fakat burada, farkettiğiniz gibi, Bediüzzaman’ın ‘muvazenesiz vaizlik’ dediği şeyin içine dahil ediyor buna çabalarken. Çünkü bir eserinde Bediüzzaman gıybet/zina ilişkisini (belki aynı hadise de bir atıf yaparak) şöyle yorumluyor:
Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı, kazf-i muhsanât nev’idir. Yani, gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zinâ isnat etmek, en şenî bir günah-ı kebâir ve en zâlimâne bir cinayettir, hayat-ı içtimâiye-i ehl-i imanı zehirlendirir bir hıyanettir, mesut bir ailenin hayatını mahveden bir gadirdir. Evet, Sûre-i Nur bu hakikati o kadar şiddetle göstermiş ki, vicdan sahibini titretiyor ve tüylerini ürperttiriyor: ‘Onu işittiğinizde, ‘Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ, bu büyük bir iftiradır’ demeniz gerekmez miydi?’ şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: ‘Gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen, merdûdü’ş-şahadettir; ebedî şahadetlerini kabul etmeyiniz. Çünkü yalancıdırlar.’ Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir? Kur’ân-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, ‘Böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız’ demektir.
Benim buradan anladığım şu: “Gıybet, zinadan daha şiddetlidir!” hadisinin söylenme sebebi gıybetin bütün efradını zinadan daha şiddetli göstermek değil. Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı'ndan insanları soğutmak. Yani dört şahidi olmadan zina isnadında bulunmaktan ve gıybetini yapmaktan insanları men etmek. Hatta Bediüzzaman orada gördüğünüz gibi o meseleyi Hz. Aişe annemizin 'ifk' hadisesine ve o hadise üzerine nazil olan ayete de atıfla yorumluyor. Yoksa Gülen gibi mutlak manada 'her gıybet zinadan daha günah' şeklinde anlamıyor. (Bu arada; muta nikahını ağzında sakız edip zina konusunu gıybet malzemesi yapan asıl kimdi, sormak lazım Gülen'e.)
Kaldı ki; Bediüzzaman Hazretleri, 24. Söz’de, bu tarz hadislere nasıl bakılmasını gerektiğini öğrettiği 12 Asıl’da da ‘tergib ve terhib’ meselesini Gülen gibi mutlak manada anlamıyor. Hatta orada, 9. Asıl’da diyor ki: “Amellerin fazilet ve sevabına dair ehâdis-i şerifenin bir kısmı, tergib ve terhîbe münasip bir tesir vermek için belâğatli bir üslûpta geldiğinden, dikkatsiz insanlar onları mübalâğalı zannetmişler. Halbuki, bütün onlar ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduklarından, mücazefe ve mübalâğa, içlerinde yoktur.” 10. Asıl’da ise tam aradığımız izahı yapıyor bizlere: 
Ekser taife-i mahlûkatta olduğu gibi, ef’al ve a’mâl-i beşeriyede bazı harika fertler bulunur. O fertler, eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin medar-ı fahrleridir, yoksa medar-ı şeâmetleridir. Hem gizleniyorlar; adeta birer şahs-ı mânevî, birer gaye-i hayal hükmüne geçerler. Sair fertlerin herbirisi, o olmaya çalışır ve o olmak ihtimali var. Demek, o mükemmel harika fert mutlak, müphembulunup, her yerde bulunması mümkün… Şu ipham itibarıyla, mantıkça kaziye-imümkine suretinde, külliyetine hükmedilebilir. Yani, herbir amel şöyle bir netice verebilmesi mümkündür. Meselâ, ‘Kim iki rekât namazı filân vakitte kılsa, bir hac kadardır.’
İşte, iki rekât namaz bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattir. Herbir iki rekât namazda, bu mânâ külliyetle mümkündür. Demek, şu nevideki rivâyetler, vukuu bilfiil daimî ve küllî değil. Zira kabulün madem şartları vardır; külliyet ve daimîlikten çıkar. Belki, ya bilfiil muvakkattir, mutlaktır; veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehâdisteki külliyet ise, imkân itibarıyladır.
Meselâ; ‘Gıybet, katl gibidir.’ Demek gıybette öyle bir fert bulunur ki, katl gibi bir zehr-i kàtilden daha muzırdır. Meselâ, ‘Bir güzel söz, bir abdi âzâd etmek gibi birsadaka-i azîmenin yerine geçer.’ Şimdi, tergib veya teşvik için, o müphem ferd-i mükemmel, mutlak bir surette her yerde bulunmasının imkânını vaki bir surette göstermekle, hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir." Devamında ise bir hadis-i şerifi bu nazarla analiz ediyor: “Kim bunu okursa, Mûsâ ile Hârun’un sevaplarının misli ona verilir.”
Bu bahisten benim anladığım yine yukarıda konuştuklarımızla paralel: Hadislerin, özellikle böylesi belagatli hadislerin işaret ettiği şey o kötü amelin veya iyi amelin bütün efradının aynı kapsamda olduğu değil. O kapsama girmeye dair ümidi (veya tersi şekilde korkusu) olduğudur. Allah Resulü, hem men ederken hem teşvik ederken, o kapsamın harika ferdine işaret ederek, bizi oraya doğru şevklendirmek veya ona göre caydırmak istemiştir. Söylediği ne abartıdır ne de şeriatın muvazenesini bozmaya çalışmaktır.
İslam ulemasınca kebair günahlar zaten bellidir. Bediüzzaman da Barla Lahikası’nda yedi madde sayar.  Zina onlardan birisidir, fakat (bütün sınıflarıyla) gıybet ne Bediüzzaman’ın ne de başka ulemanın eserinde büyük günahlara girmez. Ki girmiş olsa, zaten hepimizin yandığının resmidir. O sebepten diyorum işte: Gülen’in yaptığı bir muvazenesiz vaizliktir. Şeriatın dengesini bozmaktır. Hac meselesine ise, söz verdiğim halde, tam istediğim gibi değinemeyeceğim. Şu kadar dikkat çekeyim: Aynı nağmede Halid b. Velid’den başlayarak (onun o meselede farz haccını değil, nafile haccını Hz. Ömer’in kastettiği hiç irdelenmeden) Osmanlı Padişahlarına götürülen “Bazen daha büyük farzlar uğruna hac gibi farzlardan vazgeçilebilir” tesbiti çok korkutucudur. Zira bu daha büyüğün tayinini Gülen ulus-devlet ekseninde yapmaktadır.
Bitirirken not: Bu konuyla ilgili yakın zamanda yaşadığım komik bir hatıram da var. Gülencilerden birisiyle taksiye bindim geçenlerde. Daha Davudoğlu’nun başbakanlığı kesinleşmemişti. Taksiye biner binmez şoförü işlemeye başladı: “Davudoğlu başbakan olursa çok kan dökülür. Suriye, Mısır, Irak karışmaya devam eder. O çok radikal bir adam. Onun başbakan olmaması lazım…” Taksici de (Erdoğan hakkındaki tezyif edici ifadelerinden anladığım kadarıyla) AK Partili değildi. Fakat Gülenci de değildi. Ve sohbetin bir yerinde şöyle atarlandı: “O Fetullah’ın da ne mal olduğu ortaya çıktı. Hükümetle danışıklı dövüş ediyorlar. Ben inanmıyorum kavgalarına. Şimdiye kadar değirmenine su taşıdılar bir sürü.” Gülencinin tepkisi şu oldu: “Neyse, insanların gıybetini etmeyelim.” Hey mübarek! Gıybetin günah olduğu yeni mi aklına geldi? Taksiye bindiğimizden beri Davudoğlu’na döşerken gıybet günah değil miydi? Beni de en çok Gülengillerin bu huyu ifrit ediyor. Kendileri saldırırken birşey yok, ama eleştirilirken ahireti kalkan gibi kaldırıyorlar. Gülen’in de yapmaya çalıştığı bu aslında.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...