Fetva etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fetva etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Mayıs 2025 Cuma

Diyanetin hutbesi zinayı neden engelleyemez?

Muhammed Yazıcı Hocama Allah afiyet versin. Youtube'daki derslerinden istifade ediyorum. Fakat, elbette, farklı düşündüğümüz zamanlar da oluyor. 'Dinin aslına taalluk etmedikten sonra buna da mecal var' diye düşünüyorum. Elhamdülillah. İkimizin de aradığımız haktır. Sahabe mabeyninde dahi ihtilaf olduktan sonra ümmetin ahirinde bulunmaması düşünülemez. Hüda cümlemizi sırat-ı müstakimden ayırmasın. Kardeşâne merhametten uzaklaştırmasın. Âmin. İşte, ihtilafa düştüğümüz konulardan birisi de, Gazze'de yaşanan katliamlar neticesinde İslam ulemasının yayınladığı 'cihad fetvaları'ydı.

Muhammed Hocam, Melikşah Hoca'nın mevzu hakkındaki beyanını da destekler tarzda, şöyle bir paylaşımda bulundu: "(...) halk nezdinde de devlet nezdinde de hayata geçmesi mümkün görünmeyen cihad fetvaları yayınlamak, fetva kurumunun tesirsizliğini umuma teşhir gibi bir zararı bünyesinde taşıyor. Birkaç bin samimi insanın sokaklardaki tepkisi ile sınırlı kalan ve karşılığı bu kadarı aşamayan bu fetvalar, o kurumun artık öldüğü düşüncesini kuvvetlendirmekten başka bir işe yaramıyor ne yazık ki."

Elbette hocamın hakkı var. Fetva kurumu hakikaten bu zamanda tesirsizdir. Bu tesirsizliğin en müessir sebebiyse 'İslam devleti' diye isimlendirdiğimiz devletlerin şeriat ile kendileri mesul tutmamasıdır. Yani, bu devletler, sadece 'halkları-adları müslüman devletler'dir. Hükümetleri de en fazla 'muhafazakâr' hükümetlerdir. Yoksa sorumluluk olarak İslam'ı yüklenen devletler-hükümetler değillerdir. Mezkûr ikiliğe artık sosyolojiler de alıştığından, nice zamandır tecrübede çünkü, belki biraz da fitne çıkması korkusundan, halk da siyaset ile Diyanet arasındaki uyumsuzluğu uzaktan izlemektedir. Ancak burada kabahati Diyanet tarafına atmanın da çok bir anlamı yok gibi geliyor bana. Hele susturmanın hiç anlamı yok. Zira onların, yapıları gereği, 'sonuç odaklılık' ile düşünmemeleri gerekmektedir. Evet. Ulemamız, birşey dinen 'söylenecek-söylenmeli' olduğunda onu söylerler. Manevî bir mesuliyet olarak bunu yaparlar. Sahada ne olur-olmaz bilemezler. Düşünmezler de. Zaten kimse bilemez ki. Fetva kurumu böyle çalışmaz.

O yüzden ben de Muhammed Hocama cevaben şöyle yazdım:

"Diyanet içkinin haram olduğuna dair hutbe yayınladığında hiçbir meyhane kapanmıyor, devlet dahi içki satmayı bırakmıyor, fakat diyanet yine de görevini yapmak zorunda. Bu diyanetin etkisizliğini gösterir mi? Gösterir. Fakat Diyanet'in bundan yine de vazgeçmemesi gerekir. Hocam, ulema fetva yayınlarken hiçbir kurumun ölümünü düşünmemeli, düşünmek zorunda değil. O kendi üzerine düşeni beyan etmek zorunda. Kurum yoksa, halk yoksa, devlet yoksa, bunu da bir sonuç olarak biz müşahede edeceğiz. Bunu da idrak edeceğiz. Bununla yaşayacağız."

Hani Bediüzzaman Hazretleri de 17. Lem'a'nın 13. Nota'sında diyor:

"Tarik-i hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenâb-ı Hakka ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler. (...) Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddîn-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler: 'Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek.' O demiş: 'Ben Allah'ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir.' İşte, o zat bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur."

Yüzleşelim: Sorun, ulemanın cihad fetvası vermesi değildir, çünkü cihad şartları zaten oluşmuş durumdadır. (Bunu sinesinde müslim bir kalp taşıyan kimse inkâr edemez.) Asıl sorun, neticeyi Allah'a bırakıp, vazifesi olan cihada bakacak hiçbir hükümetin kalmamasıdır. Yani bugün ümmetin bir Celaleddin'i yoktur. O yüzden Cengizlere karşı konulamamaktadır. Dinin celali kalmazsa küfrün cengizine de kimse karşı koyamaz. Fetvaların da fonksiyonu ancak mesuliyet gidermek olur. Zira âlimler da dinen doğru olanı beyan etmekle mesuldür. Ardınca yürüyemezsek biz kaybederiz. En nihayetinde onlar da Aleyhissalatuvesselam Efendimiz gibi "Şahid ol ya Râb!" deyip hayattan çekilirler. Hakikatsizliğimize bizi de şahit tutarlar. Susturmanınsa hiçbir iyileştirici yanı yoktur. Aksine, susturmak, belki de gazab-ı ilahîyi taaccül eder.

Buradan şuraya geçeceğim: Bugün cuma hutbesinde Diyanet 'zinanın haramiyeti' meselesine değindi. Maşaallah. Allah sa'ylerini meşkûr etsin. Âmin. Fakat, kanaatimce, sokağa tesiri 'sıfır' olacaktır bu hutbenin. Evet. Maalesef hiçbirşeyi değiştirmeyecektir. Ama yine de tebliği asla yanlış değildir. Zira tebliği de bırakırlarsa varolmalarının hiçbir anlamı kalmaz. Üstelik 'biliyor olduğu halde susma'nın mesuliyeti de omuzlarına kalır. Aynen. Bu vesileyle, yine mürşidimden bir iktibas yapıp, oradan "Hutbe zinayı neden engelleyemez?" sorusuna cevap vermeye çalışacağım. Tırnaklayacağım yerse şurası: "Desatir-i hikmet, nevâmis-i hükûmetle; kavânin-i hak, revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz."

Şükran Vahide ablanın Bediüzzaman'ın Entelektüel Biyografisi isimli eserinde aktarıldığına göre, Üstad Hazretleri bu sözü, Men-i Müskirat Kanunu'nun aldığı sonuçlar üzerine söylemiştir. Uzun bahsin hulasası: İşgal döneminde, İngilizler, alkol alışkanlığı başta olmak üzere, bütün kötü alışkanlıkların İstanbul'da yayılması için büyük çaba sarfetmektedirler. Tabii, Bediüzzaman ve daha birçok âlim de, bu kem etkiye karşı ümmeti koruyabilmek için, nasihatle çabalamaktadırlar. (Hatta, bilenler bilir, Yeşilay'ın kuruluşunda Bediüzzaman'ın da adı-payı vardır.) Fakat netice alınamamaktadır. Ankara hükümetiyse, sadece yasa çıkarmakla, ulemanın gayretinden daha büyük muvaffakiyetler elde eder. Mürşidim, tam o zaman, bu cümleyi söyler işte: "Desatir-i hikmet, nevâmis-i hükûmetle; kavânin-i hak, revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz." Yani, sadece 'hikmet' ile bu işler olmaz-tutmaz, illa biraz da 'kuvvet' lazımdır. Kötülüğün yolları cebren kapanmadan iyilik suhuletle galip gelemez.

Hem Diyanet hutbesinin hem cihad fetvalarının etkisizliği kuvvetsizliğinden kaynaklanıyor. Bizler, sanki bu ikisi bir gelmemiş gibi, sadece birisiyle şeriat gemisinin yürüyeceğini sanıyoruz. Yürümeyecektir. Medine dönemini aşıp Mekke'ye dönmeye çabalıyoruz. Dönülmeyecektir. Eğer zinanın yolu şeriatın amel ettiğince 'şiddetli bir şekilde' müeyyidelerle kapatılmazsa, insanı o yola sevkeden melanetler kuvvetle engellemezse, sabah-akşam hocalar kürsülerde vaazetseler sonuç alamazlar. Zira zaten o günahları işleyen kitlenin camiyle-hocayla işi yoktur. Kulak veresi yoktur. Gelecekte bu günahlara, Allah korusun, batacak gençlerin de camiyle-hocayla işi olmayacaktır. Bunların men edilebilmesi için, tereddüt etmeyen söyleyelim, kuvvet gerekir. Kuvvetsiz hikmet etkisiz kalmaya mahkûm olacaktır. Dikkat buyurunuz, mü'minlere onca şefkatli şeriat, recm gibi en ağır-dehşetli bir cezayı, evlilerin zinası meselesine müeyyide kılmıştır. Bundan da nefsin şu hususta ne denli söz dinlemez olabileceğine dair birşeyler çıkarabilmek lazımdır.

Hükümetimiz, nice sonra, Türkiye'de bir nüfus tehlikesi yaşandığına ikna oldu. Fakat ikna olduğu kısım sadece burası gibi duruyor. Ne kadının evhanımlığından koparılıp iş hayatına adapte edilmesinden, ne KADEM gibi feminist oluşumlar eliyle dönüştürülmesinden ve ne de zinanın serbestiyetinden haberi varmış gibi davranıyor. Sekülerizmin müslüman ahalinin dest-i izdivacını ne denli zehirlediğini tartışamıyor.

Elbette bu yolla hiçbir sonuç alınamayacaktır. Çünkü, böyle günahlar, öyle aklı baştan alıcı şeylerdir ki, yolu açık olduğu sürece ateşe uçan pervaneler gibi gençler nefislerini alıkoyamazlar. Maalesef. Maalesef. Maalesef... Muvaffakiyetsizliğimiz ikirciğimizdendir. Tutarsızlığımızdandır. Kabul edelim. Ulemayı suçlamanın bir anlamı yoktur. Bu ikiyüzlülükle gidilebilecek mesafe bu kadardır. Bitmiştir. Neticede nasihatin tesirsizliği görülüyor mu? Evet. Lakin nasihatin tesirsizliğinden nasihatçi mesul olmaz her zaman. Bazen de kabahat başka yerlerdedir. Cenab-ı Hak, siyasiyyunumuza da kabahatini görmeyi nasip eylesin, ki ferahımız-felahımız oradadır. Âmin.

16 Ağustos 2016 Salı

Süfyan açığa çıktı. Peki ya fetvacılar?

Bir fitneyi tutuşturan başındaki 'sapkın' olsa da onun asıl tesir alanını belirleyen etrafındaki 'samimi'lerdir. Malcom X'in hayatına dair malumatı olanlar, Elijah Muhammed'in İslamiyet olarak tanıttığı sapkınlığın (kendisini de 'peygamberi' olarak tanıtıyordu) hakiki tesirinin kendi gayretleriyle değil, Malcom ve benzerlerinin çabalarıyla vücuda geldiğini bilirler. Nitekim, ne zamanki Malcom hac vesilesiyle hakiki İslamiyetin Elijah Muhammed'in anlattığı gibi olmadığını anlamış ve anlatmıştır, o zamandan sonra Elijah Muhammed'in bir numaralı düşmanı haline gelmiştir. Şehadetinin de yine Elijah Muhammed yanlıları eliyle olduğu söylenir. En azından katillerden birisinin ifadesi/gerekçesi bu yöndedir. Cinayetin Amerika'nın derin devletiyle ilişkisi ise hâlâ sır.

Mürşidim ahirzamana dair hadis-i şerifler üzerine yazdığı 5. Şua'da fitnenin bu yönüne de dikkat çeker: "Hem bazı ehl-i velâyetin istihracatıyla anlaşılıyor ki; İslâm devletinin başına geçecek olan Süfyanî Deccal ise, gayet muktedir ve dahi ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadrâzam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker bulur, onları teshir eder. Onların fevkalâde ve dâhiyâne icraatlarını, riyasızlıklarından istifade ile kendi şahsına isnat ve o vasıtayla koca ordunun ve hükûmetin teceddüt ve inkılâp ve harb-i umumî inkılâbından gelen şiddet-i ihtiyacın sevkiyle işledikleri terakkiyatı şahsına isnad ettirerek şahsında pek acip ve harika bir iktidar bulunduğunu meddahlar tarafından işâa ettirir."

Daha önceki yazılarımda da altını çizdiğim gibi: 5. Şua'ya dair yaptığımız tefekkürleri 'olay' analizinden 'kanun' analizine yükselttiğimizde ahirzaman fitnesinin yapısına dair genel-geçer çıkarımlar da elde ederiz. Örneğin: Bu kısımda, ahirzaman fitne veya fitnelerinin 'bizzat fitnenin kurucusu' tarafından değil de 'fitnenin yayıcısı' konumundaki insanlarca tesirli/güçlü kılındığını görürüz.

Birçok iyi haslet de taşıyan bu yardımcılar, o iyi hasletleri bu kötü yolun/rehberin emrine seferber ettikleri için tehlikelidirler. Bizzat kötü oldukları için değil. Dalalet önderine boyun eğen bu iki karakter, aslında, yine üzerinden kanun okuması yapılabilecek iki insan prototipidir: "(...) gayet muktedir ve dahi ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadrâzam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker..." Bunlardan birisi fikirsel yeteneklerini önderinin emrine verirken, diğeri de bedensel yetenekleriyle önderinin emrine girmektedir.

Mezkûr eserde meselenin fikirsel boyutuna değinilen ikinci bir kısım da şurasıdır: "Rivayette var ki, 'Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.' Ve'l-ilmu indallah, bunun bir te'vili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar."

Buraya kadar konuştuklarımızın yaşadığımız FETÖ fitnesiyle ilgili olduğunu düşünmekteyim. Neden mi? Bugün de aynı örgütün içinde 'akıllarını sözde mehdisinin cebine koymuş' çok sayıda insan var. Baksanız, belki genel anlamda kötü insanlar da değiller, en azından çevrelerinde öyle bilinmiyorlar. Fakat tüm bu iyi hasletlerini bir dalalet önderinin emrine verdikleri için tehlikeliler. Ve onların dalalet içindeki varlığı fitneyi de daha güçlü kılıyor(du). Bunlardan kimisi bedensel yeteneklerini/gayretlerini FETÖ'nün hizmetine adamışken, kimisi de fikirsel yeteneklerini/gayretlerini FETÖ'ye adamış vaziyetteler(di). Metinde dikkat edilmesi gereken şeyse şu: Bu insanlar ahmak değiller. Hatta dahi de olabilirler. Ancak 'deha' da olsalar 'teshir' olmuşlar. Zekiler fakat akıllı değiller. Zekanın yola çıkacağı mizanları kendileri üretmiyorlar, önderlerinden replik gibi alıyorlar.

Hepsini aynı şekilde suçlamak yanlış olur. Örgüt içindeki yerleri de, bu yere göre işledikleri cürüm de basamak basamak, mertebe mertebe... Hatta kendisinin bu örgüte mensup olduğunu düşünmedikleri halde suçta payı olanlar da var. Nasıl mesela? Fethullah Gülen'den 'büyük bir dinî önder' gibi bahsettiğinde kitaplarının daha çok satacağını düşünen ve bu sebeple eserlerinde onu okurlarına methedenler de bu suçta pay sahibi. Çünkü bir şekilde 'fetvacılık/meşrulaştırıcılık' yapıyorlar. (Çıkarcı fetvacılar.)

Bazıları da ilmini bu örgütün tastamam hizmetine vererek ehl-i ihtisas olduğu alandaki bilgisini/yetkisini örgütün düşünmesini emrettiği yönde veri üretmek için kullanabiliyor ve onu dinleyenleri de bu şekilde etkileyebiliyor. (Maaşlı fetvacılar.) Kimisi de tam kapılmış. Hakikaten Fethullah Gülen'i asrın en büyüğü olarak görüyor ve çevresine de öyle anlatıyor. Onun yaptığı 'fetvacılık' diğerlerinden de yaman. Zira yıllardır insanlar içinde 'sözüne güvenilir' imajı çizdiği için, onun sözüne inananlar, sizin uyarınıza da inanmaz oluyorlar. (İnanmış fetvacılar.) Bu fetvacılığı/meşrulaştırıcılığı daha fazla da kategorize edebiliriz.

Hepsine verebileceğim örnek isimler var. Ancak onlarla yazıyı uzatmayacağım. Bu yazıda altını çizmek istediğim 'meselenin neden ehemmiyetli olduğu' idi. 'Fetvacılar' eğer fetvacılıklarının tevbesini alenen ve sağlamca etmezlerse, bir ikinci fitnede yine fetvacılık vazifesine dönebilirler. Yine avam-ı nâsın sâfî kalbini/aklını karıştırabilirler. Bu noktada biz de Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'da öğütlediği gibi davranmalıyız: "Yaptıkları kizbden pişman olup, nedamet etmedikleri takdirde, beynennas yalancılıkla teşhir ve bir alâmetle tevsimleri lâzımdır ki, başkalar onlara itimad edip marazlarına maruz kalmasınlar." Unutmayalım: Fetvacılık/meşrulaştırıcılık da süfyaniyetin bir rüknüdür. Görmezden gelen tekrarına katlanır.

'İsmet Özel anakronizmi' İslamcılığı zehirliyor

"Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak..."  Münazarat'tan....