örgüt etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
örgüt etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ekim 2018 Cumartesi

Ben ne ara 'adalet-i izafiyeci' oldum?


Metin Karabaşoğlu abi Fethi Çağıl'ın konuğu olduğu bir Haftanın Yorumu Özel'de FETÖ hakkında şunları söylemişti: "'Böyle bir darbe teşebbüsü (YN: 15 Temmuz kastediliyor) savuşturuldu. Tamam. Mesele bitti!' olarak da görmüyorum. Bakarsak; sürekli, zemin altında, kırk-kırkbeş senedir kök salan bir yapı artık ifşa oldu. Evet. Son beş sene içerisinde. MİT Krizi, dersaneler meselesi, 17-25 Aralık derken ifşa oldu. Fakat ifşa olmasına karşılık o yapı sürekli el arttırdı. Her aşmada bir öncekinden daha da beteri bir savrulma, bir ihanet, bir eylemsellik ile çıkıyor karşımıza. Burada kalmayabilir. Bundan daha da beterini görebiliriz. Bunu da dikkate almamız gerekir diye düşünüyorum.

Niye böyle söylüyorum? Çünkü, tekrar ifade edeyim, daha hakkıyla üzerinde durulmamış bütün o tırnak içinde 'sabırlı' hazırlık sürecini yöneten, ondan sonra yeri geldiğinde hakimse hakim, polisse polis, akademisyense akademisyen, esnafsa esnaf, subaysa subay. Herkes yeri geldiğinde, emir geldiğinde artık, kurulmuş bir robot gibi harekete geçiren unsur. O unsur, evet, teolojik bir boyut taşıyor. Bir teolojinin ürettiği bir psikolojik motivasyon var.
"

Dostlarım affetsinler. Ben galiba bu türden cümleleri kurmanın normal olduğu bir zamanda takılıp kaldım. Sonrasında yaşanan gelişmeleri de yeterince kavrayamadım. Doğrudur. Olabilir. Kafam biraz yavaş çalışır zaten. Fakat şunu yine de anlayamıyorum: Ben ne ara 'adalet-i izafiyeci' oldum? Nasıl bu kadar ileriye gidebildim? Doğrusu bunu bilmek, değişimimi gözlemleyebilmek, en azından 'değiştiğimden haberdar olmak' isterdim. Lakin, yok, olmadı. Ben kendimin değiştiğini anlayamadım. Fakat beni dışarıdan izleyenler 'şıp' diye anladılar.

Halbuki 15 Temmuz'un yaşanmasından beri 'Yaş da yansın kurunun yanında!' diye birşey söylemedim. Masum olduğunu bildiğim, hadi isim de verelim, Ahmet Yıldız abi gibi insanların görevden alınmasına tepki verdim. (Tanımadıklarımda, istikameti burada gördüğüm için, sessiz kaldım.) Bunlarla ilgili yazdıklarım, geçmişimi silmek âdetim olmadığı için, sosyalmedya hesaplarımda bulunabilir.

Ancak hep şuna dikkat çektim: FETÖ mevzusu 'suçun şahsiliği' ilkesini (fıkıh yerine ilkenin konmasına nasıl gıcık olduğumu başka yazının konusu yapacağım) koyup da 'Hop!' diye sonuç alınabilecek bir olay değil. Bir kere bu suç 'şahsî' mi 'organize' mi? Taraflar bu konuda uzlaşabilmiş değil. Bunun tartışmasını yapmaya yanaşmadan yürüyoruz meseleye. Bu yürüyüşten insanların/devletin kulak vereceği bir nasihat çıkmayacak. Belki ancak şu olacak: İşte, tıpkı benim yakın zamanda yaşadığım türden, kendileriyle aynı şekilde düşünmediğim kişiler 'imtihanı kaybedenler' başlığı açıp adımı da üstlerde bir yere yazacaklar. Tabii, bunu yaparken, FETÖ'nün da aynı şekilde başlıklar açıp, kendisi gibi düşünmeyen dindarları içine yazdıklarını hatırlamayacaklar.

Köşelerden savaşmak kolaydır. Artık epey eskidiğini biliyorum ama gençliğimde çok oynadığım Quake diye bir oyun vardı. Elinizde silahla sanal mekanlarda dolaşıp birbirinizi avladığınız oyunların ilkiydi sanırım. Orada, en sevilmeyen oyuncular, köşeleri tutanlardı. Evet. Köşe tutmanın rahat bir tarafı vardı. Sağınızdan-solunuzdan düşman gelmeyeceğini bilirdiniz. Köşede beklerdiniz. Gelip-geçen olursa vurup puan alırdınız. Ancak böyle oyuncuların artmasıyla oyun tatsızlaşırdı. Herkesin bir köşe bulup kurulduğu oyunda kimse ortalarda dolaşmadığından can sıkılırdı. Bu yüzden öyle oynamayı âdet edinenlerle kimse oynamak istemezdi.

Doğrusu artık ben de sıkılıyorum. Çünkü kimse köşesinden çıkmak istemiyor. Herkes bir başlığı kendi adına mülk edinip rakibini diğer başlık içinde kalmaya zorlayarak (hatta itekleyerek) kolay yoldan haklılık arıyor. Müzakere zemini var mı? Sanmıyorum. Varsa da çok kısıtlı. Azıcık konuşsanız "Hakkın hatırı âlidir!" ile ağzınıza bir şamar alıyorsunuz. O cümle sanki "Ben ne diyorsam o!" makamında söylenmiş gibi bir muamele görüyorsunuz. Her neyse... Meselenin bu tarafı gayet acı olmakla birlikte çok da konuşmayla sonuç alınabilesi değil. Çünkü saflar giderek kalıcılaşıyor. Duygusallığın arttığı yerde empati azalır.

İşte, 'adalet-i mahza'yı daha oyunun ilk dakikalarında tutup, oradan düşman avlamaya çıkan sniperlar da "Ya bu iş o kadar basit değil!" diyen herkesi 'adalet-i izafiye' torbasına sokuyorlar. "Şunu bir konuşalım/tartışalım!" diyen herkes "Oooo filanca beyler de adalet-i izafiyeci olmuşlar!" rivayetlerine dahil ediliyorlar. Argümanları, karşı başlık altına sokulmakla, 'konuşulmaz' kılınıyor. Bunu herkes yapıyor. Ben de sadece bir tarafı suçlayarak aynı hataya düşmek istemem.

Lakin meseleyi bu kadar basitleştirmek de istemem. Zira bu kadar basitleştirilince birşey üretilmez. Çözüm çıkmaz. Nasihat edilmez. Edenler de dinlenilmez. Herkes kendi köşesinden çıkmadan havayı yumruklamaya devam eder. Bu yüzden, tıpkı maçı başlatan hakem gibi, her iki tarafa da bir parça 'köşesinden çıkmayı' teklif ediyorum. Bir kere 'adalet-i mahza'cılara şöyle bir soruya cevap vererek azıcık dışarıya adım atmalarını öğütlüyorum: "Sizler FETÖ'nün işlediği suçların 'bireysel' mi 'organize' mi olduğunu düşünüyorsunuz?"

Bence bu soruya hiçbir insaflı muhatap 'bireysel' diye cevap vermez. Çünkü eylenenlerin bir organizasyon işi olduğu hepimizin kabulü. Güneş gibi aşikâr olan birşey. Bizim burada tartışmamız gereken 'suçun şahsiliği' değil. Suça kimlerin/ne kadar dahil olduğu? Kimin/ne kadar mesul tutulabileceği? Kimin/ne kadar içinde yeraldığı? Soru bu olmalı ve cevap da şu şekilde aranmalı. Eğer siz organize bir örgütün işlediği suçlardan 'suçun şahsîliği' ile çıkmaya çalışırsanız ne sorunu çözebilirsiniz ne de muhatabınız ne söylemek istediğinizi anlar. Mevcut iletişimsizliğin kaynağı da budur bence. Tedavisi tavrın değişiminde saklıdır.

Suçun şahsîliği organize eylemlerde ne şekilde uygulanır? Cevap aramamız gereken soru bu olmalı. Veya ondan öncesinde, FETÖ özelinden konuşursak, cemaat nerede başlar nerede biter? Örgüt nerede başlar nerede biter? Silahlı terör örgütü nerede başlar nerede biter? Bu tür birçok soruya kesinleştirilmiş cevaplar bulunmalı. FETÖ başlığı altında bu tanımların tarifi, tasnifi, kriterleri konulmalı.

Eğer siz bu alt soruların tamamını görmezden gelip, yanıtlamaktan çekinip, alternatif üretmekten kaçarsanız, sizi kimse muhatap almaz. Çünkü aklın muktezasını iptal ediyorsunuz. Adamlar karşılarında bir organizasyon görüyor. Çok komplike bir hazırlık ve eylem süreci yaşıyorlar. Siz de diyorsunuz ki: Suçun şahsîliği...

İyi de bu bireysel suç değil ki. Bireylerin bireysel olarak işledikleri suçlar büyük resmin görünürlüğünü ortadan kaldırmıyor. Atıyorum: Ankara'da sivilleri bombalamış F-16 pilotunun girdiği kanda İstanbul'da tank ile yol kesmiş subayın ne ölçüde payı var? Ona sosyalmedyadan destek vermiş sivilin buradaki payı ne kadardır? Darbeyi meşrulaştırmaya çalışan köşeyazarının bu cürmden payı ne olmalıdır? "Yoktur!" derseniz alacağınız cevap "Hadi ordan!" Daha ötesi değil. Bütün bu alt sorulardan kaçıldığı sürece hiçbir yere varılmaz.

Elbette iyi bir tasnif şart. Elbete bu tasnifte somut delillere şüpheden daha fazla pay verilmeli. Ancak şunu da kabul edelim: Kendisini gizlemeyi daha çocuk yaşlarda öğrenmiş böyle bir örgütün mensuplarına karşı hiçbir şüpheyi haklı görmezseniz yarın iş hakikaten Metin Karabaşoğlu abinin dediği noktaya gelir: 15 Temmuz'un bin beterini yaşarsınız. Ve sokakta işlenen ve faili belli/sınırlı bir suçla FETÖ'nün eylemlerini aynı ilkeyle, hiçbir farklılık kollamadan, çözmeye çalışırsanız kendi ellerinizi ellerinizle bağlarsınız. Benim bu söylediklerime 'ademe vücud rengi vermek' olarak bakanlar da azıcak insaf etsinler. Bizi aptal yerine koymasınlar. Bu bütün ithamlardan daha çok can yakıyor.

Anlatılır ki: Mızrağa Kur'an sayfası asılıp kaldırıldığında durmak isteyen Hz. Ali (r.a.) değildi. Ancak ordusundakileri ikna edemedi. Bunun bir hile olduğunu biliyordu. Yaklaşan galibiyetin kesinleştirilmesi için devamını istiyordu. Olmadı. Savaşın devam ettirilememesi tedavisi asırlar süren bir yaranın açılmasına sebep oldu. Biz de buradaki dersi günümüze taşıyalım: Taraflardan birisine biraz daha 'merhamet' diğerine biraz daha 'empati' lazım. Başka birşey değil. Böyle olursa ancak çözüm bulunur.

26 Eylül 2016 Pazartesi

Bölünmek de bir nimettir

Ashabım semadaki yıldızlar gibidir. Hangisinden hadis alırsanız, doğruyu bulursunuz. Ashabın ihtilâfı sizin için rahmettir.” (el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I/64; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, I/210-212)

Bediüzzaman'ın hayatını bilenler bilirler ki; sakındığı şeylerden birisi de 'çokça ziyaret edilmek'tir. Özellikle Lahika mektuplarında, talebelerini, kendisini ziyaret etmek yerine eserlerini okumaya yönlendirir. Onları okumanın kendisiyle sohbet etmekten daha faydalı olacağını söyler. Bu, bana, Fetullah Gülen'in 'ziyaret edilme merakı' ile birlikte ele alınınca ilginç geliyor. Aslında her iki cemaatin (birine artık cemaat demiyoruz) yapılanma şekilleri, mürşidlerinin ziyaretçilere karşı takındıkları tavırlar üzerinden bir derece okunabilir.

Bediüzzaman, kendisiyle görüşmek isteyenleri, mümkün mertebe metinlerine yönlendirerek adem-i merkeziyetçi bir cemaat yapısını destekler. Doğru, metinler bireylerce tefekkür edilerek keşfedilecektir. Yorumlar, o doğruların farklı renklerini ortaya çıkaracaktır. Belki biraz da bu yüzden nur talebeleri, sayılarını kendilerinin bile bilemediği kadar, grup ve grupçuklara ayrılmıştır. (Hiçbir gruba bağlı olmayan fertleri de vardır.) Fetullahçılıkta iş böyle değildir. Zira Gülen ziyaret edilmeyi sever. Hatta ondan fayda bulacağını düşündüğü isimleri bazen 'davet ederek' bazen de 'mecbur bırakarak' kendisini ziyaret ettirir. Pensilvanya'daki ini bu açıdan tam bir ziyaretgâh olmuştur.

İşin şurası da mühim: Bu, yurtdışına çıktıktan sonra gelişen bir ahlak değildi onda. Türkiye'den ayrılmadan önce de ziyaret edilmeyi seviyordu. Lise dönemimden, her ilden öğrencilerin kendisini ziyarete götürüldüğünü hatırlıyorum. (Böyle bir teklif bana da yapılmıştı.) Zaten bu cemaatimsi örgütün yapısını az-çok bilen, Gülen'in müntesipleriyle metinler üzerinden değil de şifahi/sözlü şekilde iletişim kurmayı sevdiğini bilir. Kitaplarının baskı sayısı vaaz kasetlerinin satış sayısıyla asla boy ölçüşemez. Hatta kitaplarının çoğu da vaazlarının/konferanslarının deşifre edilmiş halidir.

Bu tefekkür, beni, 'bölünmenin de nimet olduğu' düşüncesine sürükledi. Eğer Bediüzzaman, bizi, Risale-i Nur metinleri üzerinden bir ilişkiye teşvik etmese de 'mutlak vekillik' gibi kişi merkezli bir ilişkiye zorlasaydı, biz de FETÖ'de olduğu gibi 'parçalanmayan' ama bunun bedeli olarak da 'sorgulamayan' bir yapıya dönüşebilirdik. Elhamdülillah ki, böyle olmadık. Metinler üzerinden birbirimizle/hakikatle kurduğumuz ilişki daha hür iradeler geliştirebilmemize ve yeri geldiğinde birbirimizi eleştirebilmemize yol açtı. Zâhiren baktığımızda nur talebelerinin parça parça olması kötüydü. Ama biraz daha derinlemesine baktığımızda bölünmek de bir nimetti. Bölünmemiz sayesinde bir diğerimizin yoldan çıkmasına (elimizden geldiğince) engel olduk.

Belki İslam ümmeti olarak bu denli çok mezhep, meslek, meşrep sahibi olmamız da böylesi bir hayır saklıyor. Her ekolün müntesibi, kendi ekolünün haklılığını inşa ederken, diğer ekolün de eleştirisini geliştirmiş oluyor.

Bu illa hakikat dairesinin dışına atmak şeklinde değil; hasen ve ahsen, hak ve ehak düzleminde de yaşanıyor. Daha güzeli ararken veya daha güzelin bizcesini tarif ederken bir diğerimize eleştiri geliştirmiş oluyoruz. Farklılığın zenginlik olması hakikati tam da burada karşımıza çıkıyor. Farklı olan, farklı olduğu şeylere geliştirdiği eleştiri üzerinden, istikametin de kaynağı oluyor. Ancak elbette bu farklılıkların en nihayet ümmet bütünlüğünde erimeye yatkın olması lazım. Bölünmelerin de 'daha büyük bir bütünlükte erime adına' yaşanması lazım. Yoksa toplulukta asabiyet, bireyde ise enaniyet olurlar.

FETÖ toplululuk olarak kütük gibi bir asabiyete (Gülen de birey olarak kocaman bir enaniyete) sahipti. Üstelik bir kaya parçası gibi de bölünmekten yoksundu. Hükümetle çekiştiği birkaç yılda da (bireysel ayrılıklar dışında) ciddi bir bölünme yaşamadı. Bu katı liderciliğin bir zararı olarak karşımızda duruyor. Bir kişinin hatası onu sorgulamayan bin kişinin hatası olabiliyor. O halde bölünmelerimize üzülmeyelim. Güzel bir şekilde bölünmememize üzülelim. Küslükle ve kavgayla, ümmet bütünlüğüne zarar verecek şekilde, bölünmüşsek ona üzülelim. Böyle şeylerin yaşanmadığı bölünmeler esasında bölünme de değildir. Çoğalmaktır. Bütünün kemaline yapılmış bir katkıdır. Hücre sayısının milyonları aşması vücuda zarar vermez. Kanserli bir hücrenin tüm vücuda kendi düzenini dayatmasıdır asıl zarar verici olan.

16 Ağustos 2016 Salı

Süfyan açığa çıktı. Peki ya fetvacılar?

Bir fitneyi tutuşturan başındaki 'sapkın' olsa da onun asıl tesir alanını belirleyen etrafındaki 'samimi'lerdir. Malcom X'in hayatına dair malumatı olanlar, Elijah Muhammed'in İslamiyet olarak tanıttığı sapkınlığın (kendisini de 'peygamberi' olarak tanıtıyordu) hakiki tesirinin kendi gayretleriyle değil, Malcom ve benzerlerinin çabalarıyla vücuda geldiğini bilirler. Nitekim, ne zamanki Malcom hac vesilesiyle hakiki İslamiyetin Elijah Muhammed'in anlattığı gibi olmadığını anlamış ve anlatmıştır, o zamandan sonra Elijah Muhammed'in bir numaralı düşmanı haline gelmiştir. Şehadetinin de yine Elijah Muhammed yanlıları eliyle olduğu söylenir. En azından katillerden birisinin ifadesi/gerekçesi bu yöndedir. Cinayetin Amerika'nın derin devletiyle ilişkisi ise hâlâ sır.

Mürşidim ahirzamana dair hadis-i şerifler üzerine yazdığı 5. Şua'da fitnenin bu yönüne de dikkat çeker: "Hem bazı ehl-i velâyetin istihracatıyla anlaşılıyor ki; İslâm devletinin başına geçecek olan Süfyanî Deccal ise, gayet muktedir ve dahi ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadrâzam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker bulur, onları teshir eder. Onların fevkalâde ve dâhiyâne icraatlarını, riyasızlıklarından istifade ile kendi şahsına isnat ve o vasıtayla koca ordunun ve hükûmetin teceddüt ve inkılâp ve harb-i umumî inkılâbından gelen şiddet-i ihtiyacın sevkiyle işledikleri terakkiyatı şahsına isnad ettirerek şahsında pek acip ve harika bir iktidar bulunduğunu meddahlar tarafından işâa ettirir."

Daha önceki yazılarımda da altını çizdiğim gibi: 5. Şua'ya dair yaptığımız tefekkürleri 'olay' analizinden 'kanun' analizine yükselttiğimizde ahirzaman fitnesinin yapısına dair genel-geçer çıkarımlar da elde ederiz. Örneğin: Bu kısımda, ahirzaman fitne veya fitnelerinin 'bizzat fitnenin kurucusu' tarafından değil de 'fitnenin yayıcısı' konumundaki insanlarca tesirli/güçlü kılındığını görürüz.

Birçok iyi haslet de taşıyan bu yardımcılar, o iyi hasletleri bu kötü yolun/rehberin emrine seferber ettikleri için tehlikelidirler. Bizzat kötü oldukları için değil. Dalalet önderine boyun eğen bu iki karakter, aslında, yine üzerinden kanun okuması yapılabilecek iki insan prototipidir: "(...) gayet muktedir ve dahi ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadrâzam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker..." Bunlardan birisi fikirsel yeteneklerini önderinin emrine verirken, diğeri de bedensel yetenekleriyle önderinin emrine girmektedir.

Mezkûr eserde meselenin fikirsel boyutuna değinilen ikinci bir kısım da şurasıdır: "Rivayette var ki, 'Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.' Ve'l-ilmu indallah, bunun bir te'vili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar."

Buraya kadar konuştuklarımızın yaşadığımız FETÖ fitnesiyle ilgili olduğunu düşünmekteyim. Neden mi? Bugün de aynı örgütün içinde 'akıllarını sözde mehdisinin cebine koymuş' çok sayıda insan var. Baksanız, belki genel anlamda kötü insanlar da değiller, en azından çevrelerinde öyle bilinmiyorlar. Fakat tüm bu iyi hasletlerini bir dalalet önderinin emrine verdikleri için tehlikeliler. Ve onların dalalet içindeki varlığı fitneyi de daha güçlü kılıyor(du). Bunlardan kimisi bedensel yeteneklerini/gayretlerini FETÖ'nün hizmetine adamışken, kimisi de fikirsel yeteneklerini/gayretlerini FETÖ'ye adamış vaziyetteler(di). Metinde dikkat edilmesi gereken şeyse şu: Bu insanlar ahmak değiller. Hatta dahi de olabilirler. Ancak 'deha' da olsalar 'teshir' olmuşlar. Zekiler fakat akıllı değiller. Zekanın yola çıkacağı mizanları kendileri üretmiyorlar, önderlerinden replik gibi alıyorlar.

Hepsini aynı şekilde suçlamak yanlış olur. Örgüt içindeki yerleri de, bu yere göre işledikleri cürüm de basamak basamak, mertebe mertebe... Hatta kendisinin bu örgüte mensup olduğunu düşünmedikleri halde suçta payı olanlar da var. Nasıl mesela? Fethullah Gülen'den 'büyük bir dinî önder' gibi bahsettiğinde kitaplarının daha çok satacağını düşünen ve bu sebeple eserlerinde onu okurlarına methedenler de bu suçta pay sahibi. Çünkü bir şekilde 'fetvacılık/meşrulaştırıcılık' yapıyorlar. (Çıkarcı fetvacılar.)

Bazıları da ilmini bu örgütün tastamam hizmetine vererek ehl-i ihtisas olduğu alandaki bilgisini/yetkisini örgütün düşünmesini emrettiği yönde veri üretmek için kullanabiliyor ve onu dinleyenleri de bu şekilde etkileyebiliyor. (Maaşlı fetvacılar.) Kimisi de tam kapılmış. Hakikaten Fethullah Gülen'i asrın en büyüğü olarak görüyor ve çevresine de öyle anlatıyor. Onun yaptığı 'fetvacılık' diğerlerinden de yaman. Zira yıllardır insanlar içinde 'sözüne güvenilir' imajı çizdiği için, onun sözüne inananlar, sizin uyarınıza da inanmaz oluyorlar. (İnanmış fetvacılar.) Bu fetvacılığı/meşrulaştırıcılığı daha fazla da kategorize edebiliriz.

Hepsine verebileceğim örnek isimler var. Ancak onlarla yazıyı uzatmayacağım. Bu yazıda altını çizmek istediğim 'meselenin neden ehemmiyetli olduğu' idi. 'Fetvacılar' eğer fetvacılıklarının tevbesini alenen ve sağlamca etmezlerse, bir ikinci fitnede yine fetvacılık vazifesine dönebilirler. Yine avam-ı nâsın sâfî kalbini/aklını karıştırabilirler. Bu noktada biz de Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'da öğütlediği gibi davranmalıyız: "Yaptıkları kizbden pişman olup, nedamet etmedikleri takdirde, beynennas yalancılıkla teşhir ve bir alâmetle tevsimleri lâzımdır ki, başkalar onlara itimad edip marazlarına maruz kalmasınlar." Unutmayalım: Fetvacılık/meşrulaştırıcılık da süfyaniyetin bir rüknüdür. Görmezden gelen tekrarına katlanır.

14 Ağustos 2016 Pazar

FETÖ'ye kızıp mehdi yakmak...

Şunu kabul etmek lazım elbette: Dünden bugüne ilerlemeler var. Hepten de yerimizde sayıyor değiliz. Bazı sorunlarımızı aştık. Bazı kavgaları kazandık. Örneğin: Bu yüzyılın başında cevap verdiğimiz safsataflardan birisi şu idi: 'Bizi din geri bıraktı. Dini terketsek ilerleriz.' Risale-i Nur okurları hatırlarlar. Bediüzzaman'ın da mezkûr iddiaya verdiği cevaplar vardır. Başka âlimlerin de (Allah hepsinden razı olsun) bu soruya verdikleri cevaplar var.

Allah'ın inayeti ve ehl-i sünnet ve'l-cemaatin topyekün gayretiyle bu arızayı aşmış gibiyiz. En azından muhataplarımız cevaplarımızın yerliyerindeliği karşısında sinmiş durumda. Eskisi kadar açıklıkla böyle şeyleri dillendiremiyorlar. Fakat bu muzaffer durum bizi kandırmasın. Hepten de bitmiş değil arızalar. Daha küçük ve lokal alanlarda hâlâ benzerî kavgaları vermeyi sürdürüyoruz. Mesela: Şimdilerde 'Bizi din geri bıraktı'dan 'Bizi mehdiye inanmak geri bıraktı'ya doğru kaymış gibiyiz. Üstelik FETÖ'nün sayesinde damarlarına kan da yürüdü bu kavganın. Muarızlarımızın gözleri parladı. Dillerine yeniden cür'et geldi.

Diyorlar ki: "İşte başımızdaki bela budur. Mehdiye inanmaktan ötürü oluyor bütün bunlar. FETÖ'cüler de Gülen'in mehdiyetine inandıkları için bu vartaya düştüler. Başımıza bunca işi açtılar..." Buldukları deva ne peki? Onu da özetleyelim: "Eğer böyle birşeyin tekrar başımıza gelmesini istemiyorsak mehdiye inanmayı bırakmalıyız. Mehdiye inanmayı terkedersek bir daha FETÖ gibi örgütler zuhur etmez. Başımıza kem işler gelmez." Sadece bununla kalsa iyi dostlarım. Dahası da var. Mesela diyorlar ki: "Mehdiye inanmak tembellik yapıyor. Mehdiye inananlar kendilerini kurtarması için mehdi beklediklerinden ötürü çalışmayı bırakıyorlar. Ondan sonra da İslam dünyasının bugünkü hali ortaya çıkıyor..." Başka sözleri var mı? Var anam var. Yine diyorlar ki: "Mehdiye dair hadislerin tamamı uydurmadır. Böyle hadisler aslında yoktur. Olay sosyolojiktir. Bizden önce bütün dinlerde olan 'kurtarıcı' beklentisi bizim dinimize de gafiller eliyle sinmiştir..." Daha bir sürü komplo teorisi yazılıp duruyor. Peki, söz çok da, bu işin altındaki hakikatin boyu ne kadar?

Bu konuya dair biraz araştırma yapmış bir kardeşiniz olarak söylüyorum: Bu iddiaların tamamı dogma. Bir kere mehdiye dair hadislerin tamamının 'uydurma' olduğunu söylemek başlıbaşına bir facia. Çünkü İslam'ın en muteber hadis kaynaklarının içinde geçiyor mehdiye dair hadisler. Ebu Davud'da, Müslim'de, kısacası: Kütüb-i Sitte'de mevcutlar. Hem de bir tane-iki tane değil, birçok geçiyorlar. Üstelik şu bizim modern zaman süperzekaları dünyaya gelene kadar mehdiyi inkar etmeye cür'et eden ancak bir-iki kişi var. Onlar da zaten ehl-i sünnet ve'l-cemaatin akaid veya hadis konusunda fikrine itibar ettiği kişiler değiller. Buna ek olarak: İtibar edilen kişilerce yazılmış mehdiye dair müstakil birçok eser de var. Mehdiye dair hadislerin toplandığı eserler de var. Bu konuya gelen eleştirilere cevap niteliğinde kaleme alınmış eserler de var. Var, var, varoğlu var yani sizin anlayacağınız. Olay ehl-i sünnet canibinde hiç de 'tartışmalı' değil. Kesin ve net. Peki, bu durumda ne yapmalı? Mürşidim cevap veriyor: "Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı." Zaten birazcık kurcalasanız 'mehdi inkarcılarının' hadis konusundaki bilgilerinin de dökülür vaziyette olduğunu görüyorsunuz.

Peki, mehdiyi hadis ilminin kıstaslarına göre inkar etmiyorlarsa, ya neye göre inkar ediyorlar? Aslında mehdiyi öncelikle modern bilimlerce tecavüz edilmiş kafalarına yatmadığı için inkar ediyorlar. Çünkü kafaları İslamî ilimlerin yerel hendeseleriyle değil, sosyoloji gibi modern bilimlerin üvey hendeseleriyle çalışıyor. Fakat şu çıkmazla yüzleştirdiğinizde kekelemeden cevap verebileni yok: Sosyoloji, sadece mehdi inancını değil, Allah inancını da insanlığın zaaflarıyla izah ediyor. Mehdi konusunda sosyolojiden akaid dersi almaya azmetmiş arkadaşların, acaba, Allah'a iman konusunda da böyle bir ders alasıları var mı? Örneğin: Sosyolojinin "İnsan varolduğu ilk günden beri birşeylerden korkmuştur. Korktuğu şeylere de tapmıştır. Din ihtiyacı buradan çıkmıştır..." tarzı cümlelerini duyduklarında mehdi meselesinde olduğu gibi "İslam'da aslında Allah da yoktu. Bu bize önceki dinlerden israiliyat olarak geçti!" falan diyesileri geliyor mu? Gelmiyorsa niye gelmiyor? İddialarında daha tutarlı olmaları adına bu konuda bir izah bekliyoruz.

Gelelim mehdiye inanmanın tembellik yapması meselesine... Doğrusu, bu konuda da mehdi inkarcısı arkadaşların ellerindeki bilimsel verileri pek merak etmekteyim. Acaba hangi laboratuvarda yaptıkları deneylerin sonuçları ile bu tesbiti yapıyorlar? Sosyoloji bile delil ister. En azından veri ister. Mesela: Bu arkadaşların acaba 'mehdiye inananlar' ve 'mehdiye inanmayanlar' diye ayırdıkları iki topluluk hakkında, birisinin daha tembel olduğu, ötekinin daha sıkı çalıştığı üzerine elle tutulur bir çalışmaları var mı? Bugün dişmacunu firmaları bile yumurtaların yarı tarafını fırçalayıp sirkede bekleterek birşeyleri ispat ediyorlar kendilerince. Biz de birazcık burhan görmek istesek hata mı ederiz?

Eğer yoksa hiç kusura bakmasınlar. Ben bu tür argümanlara canıgönülden 'dogma' diyeceğim. Evet, hakikaten de bu bir dogmadır. Mehdiye inananların tembelleştiği, inanmayanların ise daha çalışkan olduğu üzerine yapılmış psikolojik veya sosyolojik hiçbir çalışma yoktur. Bu bir modern zaman efsanesidir. Sorgulanmadan iman edilmiş bir oryantalist ezberidir. Üstelik laboravutarların en büyüğü olan tarih de bu iddiayı yalanlar. Nasıl yapar bunu? Mehdiye imanı akidesinin bir parçası olarak muhafaza etmiş ehl-i sünnet ve'l-cemaat topluluklarının tarihteki muvaffakiyetleriyle yalanlar. Hulefa-i Raşidin döneminden Abbasilere, Selçuklulardan Osmanlılara mehdiye ehl-i sünnet çerçevesinde iman etmiş hiçbir topluluk 'mehdiyi yatarak beklemek' gibi bir hataya düşmemiştir. Hatta bir adım ötesine giderek diyebilirim ki: Bu argüman insanın fıtratına da aykırıdır. Hiçbir insan halihazırda yaşadığı problemler için kurtarıcı beklemez. Yüzyüze geldiği problemlerin çözebildiğini çözmek insanın fıtratında vardır. Acaba, tarihe bakıldığında, bu ümmet ehl-i sünnet itikadının görece sağlam olduğu dönemlerde mi daha başarılıdır, yoksa bu modern zaman süperzekâlarının mehdiyi inkar etmeyi öğrendikleri dönemde mi? İnsan yalan söyleyecekse bile bari yatsıya kadar ayakta kalabilecek olandan söyler.

Uzağa aklınız yetmiyorsa yakını konuşalım. Acaba sünni olduğunu bizzat kendisi de açıklıkla ifade eden Erdoğan mı mehdiye inandığı için tembellik yapmıştır? Elmalılı Hamdi Yazır Hocaefendi mi tembeldir? Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri mi tembeldir? Süleyman Hilmi Tunahan Hoca mı tembeldir? Esat Coşan Hocaefendi mi tembellik yapmıştır? Zahid el-Kevserî Hazretleri mi yatarak mehdi beklemiştir? Yahu hakikaten merak ediyoruz. Bilen bir arkadaş yardım etsin: Şu mehdiye iman etmenin tembellik yaptığı kişi veya kişiler kimlerdir? Kimlerdir ki, birer hayalet gibi varlıkları anılmakta, ama isimleri anılamamaktadır? Üstelik ima ile tembellikle suçlanmış ehl-i sünnet ve'l-cemaat öyle isimler bulunmaktadır ki; bu inkarcılar bir bu kadar daha hayat yaşasalar, onların zekatı kadar iş/hayır yapamayacaklardır.

FETÖ gibi sapkın grupların mehdiyi suistimal etmelerine gelince... Buna da mürşidimin bir metniyle cevap vereyim de zaten çok uzayan yazıyı toparlayayım: "Ey Türkler ve Kürtler! İnsaf ediniz. Bir râfızî bir hadîse yanlış mânâ verse veya yanlış amel etse, acaba hadîsi inkâr etmek mi lâzımdır, yoksa o râfızîyi tahtie edip nâmûs-u hadîsi muhafaza etmek mi lâzımdır?" Ben de, hamiyet namına bu yanlış davayı güdenleri, sapkınların hataları ile 'hakikat-i mehdiye' ve 'mehdiye dair hadislere' ilişmemeleri konusunda uyarıyorum.

Böyle meseleler detaydan da görülse mühimdir. Zira onlara gösterilecek tavra göre aynı ilmin kanunuyla ayakları bağlı diğer hakikatlere de bir renk verilir. Nasıl ki; Ebubekir Sifil Hoca, İslamî Bilincin İhyası'nda, Hz. Muâviye'ye (r.a.) ehl-i sünnetin istikametli bakışını izah sadedinde alıntılıyor: "Mu'âviye, kapının halkası mesabesindedir. Onu yerinden oynatanı, ondan daha yukarıdakilere kastetmekle itham ederiz." Vekî' b. el-Cerrâh'a atfen İbn Asâkir'in Târihu Dimaşk'ta naklettiği bu sözün devamında diyor ki Ebubekir Hoca: "Sahabe hakkında 'gözden çıkarılabilecekler listesi' tasarlayıp, Hilafet'i Saltanat'a dönüştürme sürecinde saltanatı boyunca ortaya koyduğu icraatlar konusunda tarih kaynaklarının yer verdiği birtakım nakillere istinaden Hz. Mu'âviye bu listenin başına yerleştirildiği zaman arkası çorap söküğü gibi gelecektir."

Bir kere neşter işlemeye başlayınca Hz. Ali'ye (r.a.) muhalefet etmiş sahabenin tamamı da, karşı çıkmasa bile tarafsız kalanların tamamı da, sonra süreç içinde Hz. Ali'den (r.a.) ayrılanların tamamı da aynı neşterden kurtulamazlar. Mehdiye konusundaki sıkıntı da buna benzerdir. Sırf aklına yatmadığı için sahih hadisleri inkar etmeye başlayan bir adam, velev ki buna iyi niyetle(!) ve mehdiyetle başlamış olsun, nihayetinde varacağı yer felakettir. Bugün mehdinin mantıklı gelmediği 'sosyolojik akla' yarın sünnet-i seniyye ile sabit olmuş dinin diğer parçalarının da mantıklı gelmeyeceğini kim söyleyebilir? İnsan gerçekten bu cesarete hayret ediyor! Kapının kulbunu çeviren içeriye hücum edenlerin vereceği zarardan mesuliyetini düşünsün. Aklı varsa titresin.

3 Ağustos 2016 Çarşamba

15 Temmuz'da Kemalistlerin hiç mi suçu yok?

Okuyanlar hatırlayacaktır. "Emre Dorman Nereye Koşuyor?" serisinin yedinci ve sekizinci yazılarında birşeye dikkatinizi çekmeye çalışmıştım: İtikadımızı ve İslamî hayatımızı tehdit eden fitneler iki ana kanaldan akıp geliyordu bence. Neydi bu kanallar? Sekizinci yazıdan bir pasajı kısaltıp alıntılayarak (tafsilini o yazılara havale ederek) anlatmaya çalışayım:

"Deccal ve Süfyan ile ilgili rivayetlerin neden birbiriyle alakadar/benzer şekillerde naklolduğuna dair şöyle bir tahminim var: Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, bu iki fitneyi birbirine yakın şekilde anmasıyla aslında aralarındaki ilgiye de dikkat çekiyor, Allahu'l-alem. Ebubekir Sifil Hoca'nın modernizmi analiz ettiği bir yazısında okumuştum benzer bir cümleyi: 'İslam coğrafyasında modernizm, oryantalistlerin sorularına, onları sorgulamadan cevap aranmasıyla başlamıştır...' diyordu. Yani niyet, bu toprakların insanlarını Batı'ya cevap verebilir bir konuma getirmekti. Fakat şöyle bir arızası vardı bu arzunun: Bir aşağılık kompleksinden etkileniyordu. Deccalî düzenin İslam coğrafyası üzerindeki tahakkümünden kendisini koruyamamış müslüman düşünürler elinde ortaya çıkıyordu Süfyanizm. Deccalizm'de aradığı hatadan çok İslamî mirasta hata arıyordu. Çünkü onlara cevap yetiştirirken aslında dayandıkları zemini de 'sorgulanmaz' kabul etmiş oluyordu."

Evet. Dünden bugüne fitnenin hep bu iki başlık altında karşımıza çıktığını düşünmekteyim: 1) Deccaliyet. 2) Süfyaniyet. Biraz açmak için şöyle demeliyim belki: 1) Mesajın karşısında duran. 2) Mesajı çarpıtan. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın sağlığında Ebu Cehil'le vefatından sonra Müseylemetü'l-Kezzab'la verilen mücadele, Hz. Musa aleyhisselamın önce Firavun'la sonra Samiri ile verdiği kavga hep benzeri bir 'ikili problem alanına' dikkat çekiyor. Mürşidler, hem hakikatin karşısında duranlarla hem de hakikati çarpıtanlarla mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Bu durum, bize, Bediüzzaman'ın mehdiyet, deccaliyet, süfyaniyet gibi bahislere daha geniş bakabilmek için öğrettiği 'kanun okumalarına' ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu da hatırlatıyor:

"Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın istikbalden haber verdiği bazı hâdiseler, cüz'î birer hâdise değil, belki tekerrür eden birer hâdise-i külliyeyi, cüz'î bir surette haber verir. Halbuki o hâdisenin müteaddit vecihleri var. Her defa bir vechini beyan eder. Sonra râvi-i hadîs o vecihleri birleştirir. Hilâf-ı vaki gibi görünür. Meselâ, Hazret-i Mehdi'ye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilât ve tasvirat başka başkadır. Halbuki, Yirmi Dördüncü Sözün bir dalında ispat edildiği gibi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, vahye istinaden, herbir asırda kuvve-i mâneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hâdiselerde ye'se düşmemek için, hem âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imanı mânevî raptetmek için Mehdi'yi haber vermiş. Âhirzamanda gelen Mehdi gibi herbir asır, Âl-i Beytten bir nevi mehdi, belki mehdiler bulmuş. Hattâ, Âl-i Beytten mâdud olan Abbasiye hulefasından, büyük Mehdi'nin çok evsâfına câmi bir mehdi bulmuş. İşte, büyük Mehdi'den evvel gelen emsalleri, nümuneleri olan hulefa-i mehdiyyîn ve aktâb-ı mehdiyyîn evsafları, asıl Mehdi'nin evsâfına karışmış ve ondan rivayetler ihtilâfa düşmüş."

Bugün Gülenizm ile verdiğimiz mücadelenin de bu kanundan hariçte kalmadığını düşünmekteyim. Her ne kadar 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında Gülenistler varsa da bu durum Kemalistlerin mezkûr suçtan tenzihini gerektirmez. Çünkü Gülenizm Kemalizmin gayrimeşru çocuğudur. Onun bu topraklardaki zorbalığının bir etkisi olarak ortaya çıkmıştır. Ne demek bu?

Biraz şu demek: Gülenizmin ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadından veya amel ediş tarzından verdiği her taviz, yaşadığı her sapma/saptırma, aslında Kemalizmin zorbalığına karşı meşruluğunu/zaruriyatını savunduğu bir maslahat üzerinden gerçekleşmiştir. Kemalizmin dindarlar üzerinde çeşitli yasaklarla kurduğu baskının neticesi olarak, Gülenizm, bu toprakların bir kısım müslümanlarına yeraltı/gayrimeşru faaliyetlerini zaruriyattan göstermiştir. "Zaruretler haramı helal kılar..." kaidesinin pek sinsice işletildiği süreç, zaruretleri inşa eden Kemalizm ile o zaruretler üzerinden mü'minlere yolunun meşruluğunu dayatan (ve bazılarına maalesef kabul de ettiren) Gülenizmin ortak çalışmasıdır. Bu noktada zâhiren birbirlerine karşı sergiledikleri tavra bakılmaz. Birbirlerini sevseler de böyledir sevmeseler de...

Misalen: Kemalizmin 28 Şubat sürecindeki menfur yasakçılığı, Gülenizmin İslam'ın en temel farzlarından birisi olan tesettürü 'ötelenmesi gereken birşey' olarak takipçilerine kabul ettirmesine zemin oluşturmuştur. Yine askeri liselere öğrenci alımında Kemalizmin gösterdiği 'dindar öğrenciyi kapıdan sokmama' tavrı, Gülenizmin kendi bağlılarını 'dindarlıklarını gizleme' veya 'ikiyüzlü davranma' ahlakına ikna etmesinde büyük rol oynamıştır. Daha bunun gibi birçok meselede Gülenizm aslında tastamam Kemalizmin çocuğudur. Onun baskısının/yasakçılığının meyvesidir. Gülen, Mustafa Kemal'in fikir ve yaşayışça gayrimeşru veledidir. Bu noktada, Gülen'in, müntesiplerini yıllarca 11 Kasım 1938 doğumlu olduğunu söyleyerek kandırması ayrıca manidardır.

Modernizmin oryantalizm karşısında yaşadığı etkilenmişlik, süfyaniyetin deccaliyet karşısında yaşadığı etkilenmişlik, Irak işgalinin IŞİD'i doğuran etkileyişi veya bu topraklarda Kemalizmin Gülenizmi netice vermesi... Hepsi birbiriyle bağlantılı şeyler. Ayrı okumamalı. Biz, bizde/itikadımızda bir sorun olduğu için değil, biz olmamıza izin verilmediği için bunları yaşıyoruz. Şu lanse de haksız ve yanlış: Gülenizm (veya başka dinî gruplar) iktidarı ele geçirmeye çalıştığı için dindara düşman olmadı Kemalizm, Kemalizm dindarlara düşman olduğu için Gülenizm ortaya çıktı. Ayvayı armut diye yedirmeyin.

Bir başka yazımda altını çizmiştim: Hiçbir tefrit ifratı yokedilmeden yokedilemez. Bediüzzaman der ki: "Elhasıl, ifrat gibi tefrit de muzırdır... Fakat ifrat, tefrite sebep olduğundan, daha kabahatlidir..." Hal böyleyken Ahmet Hakan veya bir başkasının Gülenizm sopasını kaldırarak bizi Kemalizme veya laik düzene ikna etmeye çalışması trajikomiktir. Neden oğlundan kaçıp babasının kucağına atılalım? O baba bizi yeni oğullarla uğraştırsın diye mi?

22 Ekim 2014 Çarşamba

Mutlak vekilliğe serzenişler 2: Faziletlerinin mi esiriyiz?

Güzel bir söz, bir affediş, ardından eziyet gelen sadakadan daha hayırlıdır. Sizin bağışlarınıza Allah’ın ihtiyacı yoktur; O kullarına yumuşaklık ve müsamaha ile davranır." Bakara sûresi, 263

Bence ıskalanan birşey: Bediüzzaman sadece bir istibdatla mücadele etmemiştir. İki istibdatı birden karşısına almıştır. Bunlardan birisi, bildiğimiz siyasal istibdattır ve genellikle elinde maddi topuz olanın baskısını ifade eder. Maddi güç/otorite suistimalidir. Fakat ikinci istibdat, gücünü daha manevî kaynaklardan alan, genellikle de dinî referanslarla beslenmiş görünen bir baskılama içerir. İkisinin ortak özelliği; bireyi meşru dairede irade beyan edemez hale getirmesidir. Birisi kolluk kuvvetlerinin korkusuyla yapar bunu, diğeri mistik kuvvetlerinin. Birincisinin örneği çok olduğundan ben doğrudan ikincisine örnek vereceğim. Mesela Münazarat'ta geçen; "Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz..." sualine verdiği cevap, Bediüzzaman'ın bu ikinci istibdata vurduğu bir tokattır: "Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız."

Bu noktada, Bediüzzaman'ın mesleğini tasavvuf ekolüne değil de sahabe ekolüne daha yakın görmesi, yine sahabiler arasındaki eşitler arası dengeye/kardeşliğe duyduğu bir hayranlık ve aynı zamanda tasavvufun hiyerarşik yapısına yaptığı bir eleştiri olarak görülebilir:

"Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder. Pederâne, mürşidâne mesleklerdeki gıptakârâne hırs-ı sevap ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil, ehl-i tarikatin o kadar mühim ve azîm kemâlâtları ve menfaatleri içindeki ihtilâfâtın ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki, onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid'a rüzgârlarına karşı dayanamıyor."

Peki, neden kudsî kuvvetleri bid'a rüzgarlarına karşı dayanamıyor? Ben bu noktada manevî istibdadın 'susturuculuğunu' ana etken olarak görüyorum. Yani toplulukların kaymasını engelleyen şey; içlerinden birilerinin diğerinin yanlışını eleştirebilme ve uyarabilme yeteneğidir. Bir grup aidiyetine sahip olan insanların, eğer bu grup içindeki fertleri iradesizleştiriyorsa, o zaman yalnızca en yukarıdaki aklın yoldan çıkmasıyla hep beraber yoldan çıkmaları mümkün olabilir. Hiyerarşide en yukarıda olan ismin, pederane mürşid tavrıyla; "Ben böyle olmasına hükmettim!" demesi ve evladane takipçilerin; "Efendi böyle buyurdu!" deyip Kur'an ve sünnet mizanlarına vurmadan emirleri içselleştirmesiyle bu kırılma çabuk meydana gelebilir. Halbuki mürşidin 'eşitler arasında birinci' olarak görüldüğü ve doğruluğunun ondan evvel Allah'ın ihsan ettiği diğer mürşidlerle (Kur'an, sünnet, kainat, fıtrat ve vicdan) sınandığı bir düzlemde, mürşid de asıl dengesini bulur.

"Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz."

Bediüzzaman'ın bir mürşid olarak dinleyenlerine karşı tavrı böyledir. Onlarda uyandırmak istediği şey; koşulsuz itaat değil, akıllarını ağalarının ceplerine koymamalarıdır. Bu noktada, Metin Karabaşoğlu abinin Yenişafak gazetesine verdiği 30 Ocak 2014 tarihli röportajda şunları söylemesine şaşırılmamalıdır:

"Kemalist vesayetle Gülenci vesayet arasında tercih yapmak zorunda kalsam, Kemalist vesayeti tercih ederim. Çünkü Kemalist vesayet bana dindar olduğum için baskı uyguluyor. Oysa Gülenci vesayet, kendisinden farklı bir duruş sergilemem dolayısıyla, benim dindarlığımı da sorgulamaya açar, imanımı, itikadımı sorgular."

Bazıları bu beyanı suizanlarıyla suistimal etmeye çalışsa da burada dikkat çekilmeye çalışılan şey açıktır: Kemalist vesayet dindarlar açısından sadece maddi istibdat tehlikesini içerirken; Gülenist vesayet, eğer iktidarı ele geçirirse, iki topuzu birden kullanabilir. Hem maddi istibdat hem manevi istibdadı bir arada uygulayabilir. Bu ise Bediüzzaman'ın toplumdan gidermek için mücadele verdiği öcüleri geri çağırmak olur. İkisinin birden dirilmesi, sadece birinin gelmesinden daha tehlikeli olur elbette. Her eleştirinizde, sanki kendi güvenlik şirketleriymiş gibi, başınızın üstüne 'gayretullahı' kaldıran bu oluşumun eline bir de kolluk kuvvetlerini geçirdiğini düşünün. Korkutuyor olmalı.

Burada bir nefes alalım ve biraz başa dönelim: "Vesayetler nereden besleniyor?" sorusuna bir cevap arayalım. Bence vesayetlerin en çok beslendiği şey Allah'tan gayrısına karşı duyulan korkudur. Bu korku da iki çeşittir. 1) Vereceği zarardan korkma. 2) Faydasını kaybetmekten korkma. Birincisi götürüsüne, ikincisi getirisine bakar. Birincisi kuvve-i gadabiyenin suistimalidir, ikincisi kuvve-i şeheviyenin. Bu noktada maddi vesayet veya istibdat daha çok bu dünyada verebileceği zararlarla korkutur ve kaybettireceği menfaatlerle ürkütür sizi. Ancak manevi istibdat, bu dünyayı da bir tokatlama alanı olarak görmekle birlikte, daha çok ahiretiniz ile korkutur sizi. İradesine boyun eğmezseniz ahirette başınıza gelecek zararlar veya kaçıracağınız faydalar ile büker iradenizi. Maddi vesayet kalbin içini çok sınamazken manevi vesayet sürekli psikolojik bir baskı uygular. Kolluk kuvvetlerinin olmayışını, mistik kuvvetleriyle doldurur. Cennetin yolunu zorlaştırmak, imanı şeyhin/efendinin eteklerine tutunmadan kalpte tutulamayacak birşey gibi göstermek, bireyi üste ihtiyacını daha ziyade hissetmesini sonuç verir. Maddi vesayet aynısını 'muasır medeniyetler seviyesine ulaşmada önderin yolunu takip etmenin zorunluluğu' ile yapmaya çalışır.

Maddi vesayet de kalbin peşini bırakmaz, ama kolluk gücü yetmez olduğunda yapar bunu. Mesela "Atatürk vatanı kurtardı" veya "Atatürk olmasaydı baban kim bilmezdin!" tarzı bir söylem, dolayısıyla Atatürk'e muhtaç olduğunu(!) ihtar etmektir sana. Gülenist vesayet bunu "Hizmetin ekmeğini yediniz. Bu ülkede herkesin kursağında hizmetin ekmeği vardır. Hizmet bu ülkenin dünya çapındaki tek başarısıdır. Gülen bu ülkeye şu kadar hizmet yapmıştır. Hizmet olmasaydı şöyle olurdu, böyle olurdu" tarzı bir borçlandırmayla başarmaya çalışır.

Birinci örnekte borçlanılan Atatürk yerine şimdi Gülen Örgütü (bazen de Gülen'in kendisi) geçmiştir. Ve siz, başta Bediüzzaman'a sorulan soruda olduğu gibi, artık onların faziletlerinin esirisinizdir. Madem şu kadar okulları vardır, madem bu kadar başarılı olmuşlardır, o halde onlar kadar başarılı olmayanlar onlara boyun eğmek zorundadır. Halbuki Bediüzzaman'ın bu gibi manevi istibdatlara yönelik cevabı açıktır: "Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız."

Tam bu noktada biraz daha geriye gidiyorum: Geçtiğimiz ay; "Mutlak Vekillik Eleştirileri 1: Müminler Seçse Daha İyi Olmaz mı?" başlıklı bir yazı yazmıştım. O yazıda Bediüzzaman'ın vekalet anlayışının ardından bir oligarşi bırakmak olamayacağını, zira bu anlayışı kendi metinleriyle bağdaştıramayacağımızı söylemiştim. Vekaleti postnişinlik gibi algılamanın, Nur ekolünü, tasavvuf ekolüne döndürmek tehlikesi içerdiğini belirtmiştim. O yazıma gelen tepkilerden birisi (bir twit) şöyleydi: (@abdullahbarla): "Yazıyı kaleme alan nurlar ıcın çile çekmiş mı bilemiyorum. Ancak biraz cerbezeli ve cüretkar bir yazı yazmış."

Aslında ben bu tepkileri daha evvel Gülenistleri eleştirirken de almıştım. Eleştirebilme hakkının ancak onlar kadar çile çekmeye, hizmet etmeye, okul açmaya, holding sahibi olmaya vs. bağlı olduğunun altını çizen bir yaklaşımdı bu. Bir nevi fazilet esirliği istiyordu benden. Mutlak vekillik eleştirim sonrasında benzer tepkilerin Nurcular içinden de bolca geldiğini görünce şaşırmadım. Zaten bu canavarı besleyen, bizdeki yanlışlar değil miydi? Biz 'mutlak vekilliği' zorlama tevillerle külliyata dayandırıyorduk, Gülen kendi vekilliğini daha mistik öğelere yaslıyordu. Ama sonuçta herkes hiyerarşinin üstünü ve astın suskunluğunu istiyordu, hem de hiyerarşinin olmadığı bir meslekte. Cevabım ise şu: Ardından eziyet gelen sadakalarınız sizin olsun.

13 Ekim 2014 Pazartesi

Güçler ayrılığı, vesayet, tevhid ve şirk üzerine: Devlet nasıl hayatlanır?

- Ha meclis seçmiş, ha millet seçmiş ne fark eder?
- Aynı şey değil. Bir arabanın içindeyiz. Direksiyon sende. Gaz bende. Fren Polat'ta. Bu araba ne tarafa gidecek? Buna kim karar verecek?
- Ne tarafa gidecek?
- Ne tarafa gidecek! Patinaj yapıp duracak!

Kurtlar Vadisi dizisinden, Deli Hikmet ve savcı.



Güçler ayrılığı ilkesi kimileri tarafından ta Aristo'ya kadar götürülüyor. Fakat bildiğimiz şeklini miras aldığımız isimler daha çok Locke ve Montesquieu. Yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrıldığı üç ayaklı düzen Montesquieu'ya ait diye biliyorum ben. Bir açıdan Hristiyan teolojisinin de (teslis) bir etkisi olabilir bunda. (Kainat üç elle yönetiliyorsa, devlet de böyle yönetilir.)

Güçler ayrılığı kötü birşey mi peki? Bence değil. Gücün millet tarafından birilerine tevdi edildiği bir düzende, tevdi edilenlerin birbirini sınayabilecek bir şekilde üçe çıkarılması, sürecin sağlıklı işlemesi açısından kıymetli. Hatta bir açıdan muhalefet partilerinin bile güçler ayrılığı ilkesinin bir yerinde olduğunu düşünüyorum ben. Yönetimde olmasalar da, halkın teveccühünün bir kısmına mazhar olmakla, onlar da aslında devletin bir rüknü ve gücü. Hükümetin işlerinde iskamet üzere olması açısından muhalefetin eleştirisi de kıymetli. Tabii insaflı olursa, vücudun hayatını devam ettirmeye yönelik/yapıcı yapılırsa, çirkefçe saldırılmazsa. Ki biz Türkiye'de daha çok türüne rastlıyoruz.

Fakat bu noktada birşeyin yanlış anlaşıldığı kanaatindeyim. En azından halkımızın bir kısmı tarafından: Güçler ayrılığı ilkesi gereğince paylaşılan bu gücün (yahut daha doğru bir ifadeyle; millet tarafından paylaştırılması gereken bu üç gücün) birbiriyle çatışık ve çelişik olmasını bekliyoruz genelde. Örneğin: Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan'ın hem seçimi öncesinde hem sonrasında yapılan eleştiriler şu zeminde: "Cumhurbaşkanı tarafsız olmalı. Eğer Erdoğan seçilirse, tarafsız olamaz, hükümetin tarafını tutar. Her yaptıklarına onay verir." Hatta geçmiş cumhurbaşkanı Gül'e de, hükümetle uyumlu çalıştığı için, 'noter memuru' diyordu aynı isimler.

Bu noktada anladığım kadarıyla bu insanların cumhurbaşkanlığı makamından bekledikleri şey aslında hükümetin denetlenmesi, sınırlanması. Daha kesif muhalefet yürütenlerin beklentisi ise şu: Cumhurbaşkanının, hükümetin her işinin altına dinamit koyması, uğraştırması, çalışamaz hale getirmesi. Bu eğer idealse, Ecevit'e anayasa kitapçığı fırlatması ile meşhur Sezer'in cumhurbaşkanlığı dönemini iftiharla anmamız lazım. Çünkü en kral cumhurbaşkanlığını o yapmış oldu böylece. Ancak görüyoruz ki; aynı dönem, Türkiye'de siyasetin ve hükümetin çıkmazda olduğu ve vatandaşın en çok sıkıntı çektiği dönem. Sırf o anayasa kitapçığı fırlatılması meselesi yüzünden nasıl bir kriz yaşandığını hatırlayalım. İdealin(!) pek de devlet ve halk selameti açısından sağlıklı durmadığını görüyoruz. Halbuki ideal olan, en sağlıklı olandır.

Bediüzzaman, İşaratü'l-İ'caz isimli eserinde devlete bir 'şahs-ı manevi' diyor. Manevi de olsa, bir vücudu var. Vücut, hayatla ayakta durur. Her nerede olursa olsun, hayat düzendedir. Hayatı karmaşa ile tarif edenlere muhalefet ediyorum bu noktada. Hayat intizamın şiddetlisidir. Kainat ve insan karşılaştırması yaptığı Mektubat isimli eserinde; "Şundaki san'atı bir kitap olarak tezahür etmiş, bundaki sıbğası ise hitap çiçekleri suretinde açmıştır..." derken Bediüzzaman'ın dikkat çekmek istediği de bu gibi geliyor bana. Düzenin şiddetinden sureti değişiyor.

Kur'an, kainat ve insan, üçü de Allah'ın sanatı; fakat çelişik ve çakışık değil, uyumlu parçalar. Sanat ve hayat, bu düzenin, yani bir adım ötesinde uyumun, en girift halidir. Karmaşadan bahsedeceksek bunu tesadüfün omuzlarına değil, akılüstülüğün veya mucizenin (anlamakta veya yapmakta insanı aciz bırakışın) üzerine bina etmeliyiz. Karmaşık, çünkü çözemiyoruz. Ama aslında düzenin şiddetlisi. Şiddet-i zuhurundan çözemiyoruz. Biraz biyoloji, kimya, fizik, tıp bilenler; hayatın nasıl ince dengelerin eseri olduğunu bilirler.

Ali Şeriati, İslam Bilim isimli eserinde, özünde hem tevhidin hem de şirkin sadece inanç değil, aynı zamanda bir varlık algılama biçimi olduğunu söyler. Yani kainata tevhid nazarıyla bakan bir mümin yalnız uyum arar. Çünkü inancı ona der ki: "Bu âlemi yaratan birdir. Bir olduğuna göre parçaların tamamı aynı ustanın elinden çıkmıştır. Aynı ustanın elinden çıkan parçalar birbiriyle uyumsuz olamaz." Ama şirk karmaşaya bir imkan tanır ve der ki: "Eğer kainatta farklı farklı ilahlar ve onların farklı farklı mahlukları varsa, o zaman bu kainatta çakışma ve çelişme olması kaçınılmazdır. İlla birşeyler birbiriyle çatışır. İlla birşeyler birbiriyle uyumsuzluk gösterir."

O nedenle biz müslümanlar müminane bakışın asıl huzur kaynağı olduğunu savunuyoruz. Çünkü kainatta uyumu arıyoruz, karmaşayı değil. "Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ki ona pekçok hayır verilmiştir..." ayetini biraz da böyle anlıyorum ben. Hikmet zaten bu yerliyerindeliğin hem kabulu hem uygulanması değil midir? "Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır" cümlesini hem Ali Şeriati'nin yukarıdaki tesbitiyle hem de bu ayetle birlikte düşünmenizi isterim.

Toparlamaya çalışayım. Bediüzzaman, Risalelerinde, tevhidin sadece (dogmatik) inanılacak birşey değil, kainatın anlaşılması ve anlatılması noktasında da kolaylık vesilesi olduğunu söyler. Tabiat Risalesi'nden tutun Ayetü'l-Kübra'ya, oradan 33. Pencere'ye kadar Risale-i Nur'un en çok öğretmeye çalıştığı (ve başardığı) şeylerden birisi kainatın tevhidle açıklanmasının, şirkle açıklanmasından daha kolay olmasıdır. "Din kolaylıktır" hadis-i şerifine de bir yönüyle dokunan bu tesbitin tekerrürü o kadar çok ve çeşitlidir ki külliyatta, bir tanesini alıp geçeyim:

"Bütün ervâh ve kulûbun dalâletten neş'et eden ızdırâbât ve keşmekeş ve ızdırâbâttan neş'et eden mânevî elemlerden kurtulmaları, birtek Hâlıkı tanımakla olur. Bütün mevcudâtı birtek Sânia vermekle necât buluyorlar. Birtek Allah'ın zikriyle mutmaîn olurlar. Çünkü, hadsiz mevcudât birtek zâta verilmezse, Yirmi İkinci Sözde katî ispat edildiği gibi, o zaman, her birtek şeyi hadsiz esbâba isnad etmek lâzım gelir ki; o halde birtek şeyin vücudu, umum mevcudât kadar müşkül olur.

Çünkü, Allah'a verse, hadsiz eşyayı bir zâta verir. Ona vermezse, herbir şeyi hadsiz esbâba vermek lâzım gelir. O vakit, bir meyve kâinat kadar müşkülât peydâ eder, belki daha ziyâde müşkül olur. Çünkü, nasıl bir nefer yüz muhtelif adamın idaresine verilse, yüz müşkülât olur ve yüz nefer, bir zâbitin idaresine verilse, bir nefer hükmünde kolay olur; öyle de, çok muhtelif esbâbın birtek şeyin icâdında ittifakları, yüz derece müşkülâtlı olur. Ve pekçok eşyanın icâdı, birtek zâta verilse, yüz derece kolay olur."

Bold yaptığım (koyulaştırdığım) kısma dikkat edilirse Bediüzzaman'ın bu tevhid kolaylığını "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur" ayetiyle de bağladığı ve belki o ayetin tefekküründen bu noktaya geldiği anlaşılır. Fakat yalnızca bu değil, örneğin; "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti!" diyen Enbiya 22 de başka bir açıdan (alternatifin imkansızlığı açısından) aynı hakikatin altına mührünü basar. Fakat burada, Bediüzzaman, bir ayete daha atıf yapıyor verdiği misalle. Zümer sûresi, 29: "Allah, çekişip duran birçok ortakların sahip olduğu bir adam (köle) ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir? Hamd Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler." Yalnızca köleyi nefer yapıyor.

Yani nihayetinde tevhid, bunun yönetim biçimi olarak düşünülürse Rububiyet, kainattaki düzeni ve uyumu anlatmakta daha mantıklı (hatta tek mantıklı) yoldur. Allah, nihayetsiz esmasının tecellisi olarak yarattığı kainatı; bu esmayı bir nevi, tabir-i caizse­, çok kusurlu bir benzetme olarak veriyorum bunu, farkındayım; kuvvetler ayrılığı gibi, hatta kuvvetin değil de insandaki algının sınırlılığından kaynaklanan bir ayrılık gibi düşünürsek, insanın nazarında ayrıymış gibi görünen bu kuvvetleri, en nihayet tevhid içinde toplar. İman; birbirinden farklı görünen eşyanın parçalarını, bu farklılığın aslında aynı birin tecellileri olduğunu anlamak ve kabul etmekle olur. Eğer, sınırlılığımızın da payı olan bu farklılıkları farklı ilahlara verirsek, esmayı paylaştırmış oluruz ki, bu da şirktir. Şirk, kainattaki 'farklılıklar içre mükemmel düzeni' açıklayamaz.

Geriye dönelim, en başa hem de. Cumhurbaşkanlığı veya HSYK seçimlerinin öncesinde/sonrasında konuşulan yargının hükümetin güdümüne girmesi ve bunun yanlış olduğu eleştirileri, eğer burada kastedilen şey; yargının da milletin iradesine doğrudan bağlanması ise, haksız eleştirilerdir. Zira işlerin selameti açısından birbirini denetleyebilir, sınırlayabilir kuvvetler ayrılığı işgörür dursa da, son minvalde, cumhuriyet sisteminde, tüm yetkinin sahibi ve paylaştırıcısı millet olduğundan, yine o kuvvetler millet elinde tevhid edilmelidir. Fakat altını çizmek istiyorum: İktidarın elinde değil, milletin elinde. Hükümet/iktidar seçim sistemi dolayısıyla, milletin iradesini en çabuk, en sık yansıttığı ayna olduğundan yetkiyi elinde toplamayı hakeder.

Bundan daha ideali ise, ayrık bu üç gücün de millet tarafından seçilmesidir. Yani ideal devlet, bence, kuvvetler ayrılığına sahip olmakla birlikte, bu ayrılığı son minvalde milletin eline bırakan devlettir. "Yok, millet yalnız hükümeti seçer, ordu başka bir güçtür, yargı başka bir güçtür, cumhurbaşkanlığı başka bir güçtür; hükümet haricindekiler millete sormadan bu devlet gücünü paylaşırlar!" gibi düşünülüyorsa, bu bizi ayet-i kerimenin dikkat çektiği kaosa götürür. Yerde veya gökte ilahların sayısı iki olmayacağı gibi, hiçbir devlet düzeninde otoritenin sayısı iki olmaz, çünkü düzen fesada uğrar. Tıpkı cumhuriyet macerası boyunca sayısız yönetim krizi yaşayan Türkiye'de olduğu gibi.

Ki İslam'ın ideale en yakın devlet düzeni diyebileceğimiz Hulefa-i Raşidin dönemi de, içerdiği halifelik sistemi ile, seçim ve biat usulünü, son minvalde bütün yetkinin halifede toplandığı bir şekilde uygular.[1]

Bu açıdan vesayet ve şirk arasında teolojik olmasa da yönetimbilim anlamında bir benzerlik bulunmaktadır. Şirk nasıl, Allah'ın mülküne varolmayan kurgu ilahlar dahil edip, Onun elinden (haşa) mülkünü gasbetmeye çalışmaktır; vesayet de aynı şekilde, kurgu veya dayatma otoritelerle milletin elinden yönetim ve seçim hakkını çalmaktır.

Mazimiz, hassaten ordu vesayetinin izleriyle dolu. Ancak aslında tüm bu darbelerde son imzayı atan yargıdır. Türkiye, vesayet içinde vesayet bulunan bir sarmaldadır ve bunun son versiyonu da Gülen Örgütüdür. HSYK, MGK veya YÖK gibi kurumlarla milletin iradesine hep fren konulmuştur. Hep yetkisi gaspedilmiştir. Şimdi buna yavaş yavaş "Dur!" demeye başladık. Yetkiyi tevhid etmek en doğrusu millet elinde. Ama bu şu da olmamalı: Millet adına vesayetleri sonlandıran iktidar, iktidar vesayeti de yaratmamalı. Kuvvetler âdil olmalı. Ancak ayrık olmak uyumsuzluğa sebebiyet vermemeli. Yeni anayasa bunu sağlamalı. Şunu da belirtmeliyim: En az korktuğum iktidar vesayeti. Çünkü seçimle yine millete mecbur olduğundan, değiştirmesi en kolayı o. Yeter ki, bütün dizginler 'dokunulmaz' kurumların değil, milletin elinde olsun.






[1] Anısına yazılan bir eserde, M. Kaya Canpolat tarafından, İdris Küçükömer'in de, Asya toplumlarında 'iktidarın bölünmezliği' ilkesine bağlı kalındığını, Batı'da ise 'kuvvetler ayrılığı' savunulduğu için sivil toplumun daha kolay geliştiğini savunduğu aktarılıyor. (Anılar ve Düşünceler, Profil Yayınları, s. 98)

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...