itikad etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
itikad etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Aralık 2016 Pazartesi

Kim Allah'a daha yakın?

"Sahabeler ise, sohbet-i nübüvvetin in'ikâsıyla ve incizâbıyla ve iksiriyle, tarikatteki seyr ü sülûk daire-i azîminin tayyına mecbur değildirler. Bir kademde ve bir sohbette, zâhirden hakikate geçebilirler." Mektubat'tan...

Bugünlerde mürşidimin metinlerinde sıklıkla atıf yaptığı iki kavram üzerine düşünmekteyim. Akrebiyet ve kurbiyet. Daha önce duymamışlar için özet geçeyim: Her ikisi de 'yakınlık' anlamına geliyor. Ancak aralarında derece farkı var. Kenan Demirtaş Hoca'nın gözetiminde hazırlanan Terimler ve Kavramlar Sözlüğü'nde bu farka 'yakın' ve 'daha yakın' ifadeleriyle işaret edilmiş. Fakat elbette mesele salt bu noktada bırakılmamış. Eserde, Risale-i Nur'da geçtiği makamlardan hareketle, adı anılan kavramlaştırmalar arasındaki yedi ayrı nüansa dikkat çekilmiş. Mezkûr izahları bu yazıya dahil etmem (metnin hacmi açısından) mümkün olmadığından, meraklısını cidden emek ürünü o kaynağa havale ederek, bencileyin, 'akrebiyet' ve 'kurbiyet'ten neler anladığımı aktarayım:

Ben, akrebiyeti, en genel anlamda, 'Cenab-ı Hakkın kulunu kendisine şiddetli bir şekilde yakınlaştırması' olarak anlıyorum. Daha özel bir anlamda ise, akrebiyeti, 'Cenab-ı Hakkın nebi kullarına ihsan ettiği bir marifet şekli' olarak yorumluyorum. Biraz daha açayım: İnsanoğlu, Cenab-ı Hakkı bilmeye/araştırmaya meyyal yaratılmıştır, bu doğru. Bunun için gerekli olan yetenek ve meziyetlerle de donatılmıştır, bu da doğru. Ancak bu yetenek ve meziyetlerin, hatta onlara ilaveten sarfettiğimiz say u gayretlerin hakettiği (normalde alabileceği) marifet düzeyi başkadır; Cenab-ı Hakkın, hikmet ve rahmetinin şanı olarak, bazı seçkin kullarına bahşedebileceği marifet düzeyi başkadır. İkincisi 'akrebiyeti' birincisi ise 'kurbiyeti' ifade eder.

Meseleyi akla yaklaştırmak için bir örnek verelim: Her insan, bedensel bir engeli olmadıktan sonra, daha hızlı koşabilmek için alıştırmalar yapabilir ve bu sayede sıradan bir insanın ulaşamayacağı bir hızda koşmayı başarabilir. Ancak bütün bu alıştırmalara rağmen, hiçbir insan, bir geyikle yarışamaz, bir çitayı yenemez, bir at kadar uzun mesafeleri alamaz. Çünkü fiziksel anlamda ona tayin edilen sınırlar içerisinde kalmaya mahkumdur. Gelişmesi yine fıtratının tayin ettiği sınırlar içerisinde bir gelişmedir. Allah, fıtraten geyiğe, çıtaya veya ata insandan daha hızlı koşmasını sağlayabilecek kapasite bağışlamıştır. Bir at, bir çita veya bir geyik, hiçbir idman yapmasa dahi rahatlıkla idmanlı insanı yener. İnsanın say u gayreti bu noktada onun kurtarıcısı olamaz.

İşte Bediüzzaman'ın 'velayet mesleği' ile 'nübüvvet mesleği' arasında çizdiği çizgi yahut 'tasavvuf mesleği' ile 'sahabe mesleği' arasına koyduğu ayraç veyahut 'vehbî' olanla 'kesbî' olan arasında dile getirdiği nüans, ancak bu perspektiften bakmakla anlaşılabilir. Allah'ın akrebiyetiyle yakınlaştığı bir insana/zamana, beşer hiçbir şekilde kurbiyetiyle yetişemez ve ulaşamaz. Çünkü akrebiyet, Allah'ın, marifet ve rıza olarak bir kuluna veya zamana sınıf atlatmasıdır. Bir veli bir nebiden daha fazla namaz kılabilir mi? el-Cevap: Evet, kılabilir. Bir veli bir nebiden daha fazla oruç tutabilir mi? el-Cevap: Evet, tutabilir. Peki, bir veli bir nebiyi o ibadetlerden hasıl olan sevapça veya makamca geçebilir mi? el-Cevap: Geçemez. Çünkü yarışamayacağı bir değerlendirme sistemiyle kıyaslanmaktadır. Bu meselesi Bediüzzaman'ın şu misaliyle izah edelim:

"Mesela, gayet zengin bir zâtın irsiyetinden, evlâtlarının birine yirmi batman gümüş ile dört batman altın veriliyor. Diğerine beş batman gümüş ile beş batman altın veriliyor. Öbürüne de üç batman gümüş ile beş batman altın verilse, elbette âhirdeki ikisi çendan kemiyeten az alıyorlar, fakat keyfiyeten ziyade alıyorlar. İşte, bu misal gibi, Şeyheynin veraset-i nübüvvet ve tesis-i ahkâm-ı risaletinde tecellî eden hakikat-i akrebiyeti İlâhiye altınından hisselerinin az bir fazlalığı, kemâlât-ı şahsiye ve velâyet cevherinden neş'et eden kurbiyet-i İlâhiyenin ve kemâlât-ı velâyetin ve kurbiyetin çoğuna galip gelir. Muvazenede bu noktaları nazara almak gerektir. Yoksa, şahsî şecaati ve ilmi ve velâyeti noktasında birbiriyle muvazene edilse, hakikatin sureti değişir."

Bediüzzaman'ın, özellikle ehl-i sünnet ile şianın ehl-i beyte bakış farkını ortaya koymada, vahiy ile ilhamın derece farkını ifade etmede, sahabe mesleği ile tasavvuf yolunun nüanslarını dile getirmede, ikram ile kerameti ayırmada, ihsan ile kisbi tanımlamada, hatta ve hatta bütün varlığa bakışta 'akrebiyet' ile 'kurbiyeti' iki farklı kemal kategorisi olarak önümüze serdiğini görüyoruz. Yani varlıktaki kemal iki şekilde karşımıza çıkabilir: 1) Bu kişinin say u gayretinin karşılığı olarak Allah'ın ona adetullah kanunları çerçevesinde verdikleri olabilir. 2) Allah'ın bir ihsanı olarak, kişinin say u gayretinden bağımsız, özel bir bağışı olabilir. İkincisi her vukua geldiğinde birincisinin bağlı olduğu düzeni sarsar. Mesnevî-i Nuriye'de ata, kaza ve kader arasında kurduğu ilgi de, bir açıdan, mezkûr ilişkiyi bize fısıldamaktadır: "Evet, yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, atâ da kazâ kanununun kat'iyetini deler. Kazâ da ok gibi kader kararlarını deler."

Bu iki kavramın içeriğiyle şekillenen mü'minin dünyasında zaman telakkisi, kemal telakkisi, medeniyet telakkisi, insaniyet telakkisi gibi daha birçok telakki bambaşka bir noktaya oturur. Allah'ın akrebiyetiyle yakınlaştığı (burada maddi bir yakınlaşmayı, haşa, kastetmiyoruz) dönemler, diğer dönemlere kıyasla, elbette beşerin pekçok açıdan daha kemalde olduğu devirlerdir. Uzaklaştığı zamanlar ahirzamanlardır. Biz, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın yaşadığı asra Asr-ı Saadet diyor ve o devri erişilmez bir zirve olarak görüyorsak, bundandır. Sahabeyi, arkasından gelecek hiçbir nesille kıyaslıyamıyorsak, bundandır. Sünnet-i seniyyeyi, modern zamanın faydasını savunduğu hiçbir âdetin/sistemin erişemeyeceği bir yükseklikte tutuyorsak, bundandır. Akrebî dokunuşların kurbî düzlemi altüst edebildiğini bildiğimiz için, bizim zaman, tarih, medeniyet, varlık, insaniyet, ahlak, kemal algılarımız seküler insandan değişiktir. Ve belki bu yaklaşıma biz gibi sahip olmadıklarından modernist ve ehl-i bid'a fırkaların itikadları bozuluyor. Yalnız 'kesbî' ve 'kurbî' olanın övüldüğü bir düzenin kurbanı oluyorlar.

Bugünlerde 'akrebiyet' ve 'kurbiyet' kavramlarını mü'minin dünyasını başkalaştıran iki kavram olarak tefekkür etmekteyim. Bilmiyorum, ne kadar arzedebildim? İnşaallah, bu iki kavramın ehl-i sünnet ve'l-cemaat ile şianın ehl-i beyte yaklaşımını nasıl değiştirdiği de bir sonraki yazımda ifade etmeye çalışacağım. Tevfik Allah'tandır. Ve hamd yalnızca Ona...

14 Ağustos 2016 Pazar

FETÖ'ye kızıp mehdi yakmak...

Şunu kabul etmek lazım elbette: Dünden bugüne ilerlemeler var. Hepten de yerimizde sayıyor değiliz. Bazı sorunlarımızı aştık. Bazı kavgaları kazandık. Örneğin: Bu yüzyılın başında cevap verdiğimiz safsataflardan birisi şu idi: 'Bizi din geri bıraktı. Dini terketsek ilerleriz.' Risale-i Nur okurları hatırlarlar. Bediüzzaman'ın da mezkûr iddiaya verdiği cevaplar vardır. Başka âlimlerin de (Allah hepsinden razı olsun) bu soruya verdikleri cevaplar var.

Allah'ın inayeti ve ehl-i sünnet ve'l-cemaatin topyekün gayretiyle bu arızayı aşmış gibiyiz. En azından muhataplarımız cevaplarımızın yerliyerindeliği karşısında sinmiş durumda. Eskisi kadar açıklıkla böyle şeyleri dillendiremiyorlar. Fakat bu muzaffer durum bizi kandırmasın. Hepten de bitmiş değil arızalar. Daha küçük ve lokal alanlarda hâlâ benzerî kavgaları vermeyi sürdürüyoruz. Mesela: Şimdilerde 'Bizi din geri bıraktı'dan 'Bizi mehdiye inanmak geri bıraktı'ya doğru kaymış gibiyiz. Üstelik FETÖ'nün sayesinde damarlarına kan da yürüdü bu kavganın. Muarızlarımızın gözleri parladı. Dillerine yeniden cür'et geldi.

Diyorlar ki: "İşte başımızdaki bela budur. Mehdiye inanmaktan ötürü oluyor bütün bunlar. FETÖ'cüler de Gülen'in mehdiyetine inandıkları için bu vartaya düştüler. Başımıza bunca işi açtılar..." Buldukları deva ne peki? Onu da özetleyelim: "Eğer böyle birşeyin tekrar başımıza gelmesini istemiyorsak mehdiye inanmayı bırakmalıyız. Mehdiye inanmayı terkedersek bir daha FETÖ gibi örgütler zuhur etmez. Başımıza kem işler gelmez." Sadece bununla kalsa iyi dostlarım. Dahası da var. Mesela diyorlar ki: "Mehdiye inanmak tembellik yapıyor. Mehdiye inananlar kendilerini kurtarması için mehdi beklediklerinden ötürü çalışmayı bırakıyorlar. Ondan sonra da İslam dünyasının bugünkü hali ortaya çıkıyor..." Başka sözleri var mı? Var anam var. Yine diyorlar ki: "Mehdiye dair hadislerin tamamı uydurmadır. Böyle hadisler aslında yoktur. Olay sosyolojiktir. Bizden önce bütün dinlerde olan 'kurtarıcı' beklentisi bizim dinimize de gafiller eliyle sinmiştir..." Daha bir sürü komplo teorisi yazılıp duruyor. Peki, söz çok da, bu işin altındaki hakikatin boyu ne kadar?

Bu konuya dair biraz araştırma yapmış bir kardeşiniz olarak söylüyorum: Bu iddiaların tamamı dogma. Bir kere mehdiye dair hadislerin tamamının 'uydurma' olduğunu söylemek başlıbaşına bir facia. Çünkü İslam'ın en muteber hadis kaynaklarının içinde geçiyor mehdiye dair hadisler. Ebu Davud'da, Müslim'de, kısacası: Kütüb-i Sitte'de mevcutlar. Hem de bir tane-iki tane değil, birçok geçiyorlar. Üstelik şu bizim modern zaman süperzekaları dünyaya gelene kadar mehdiyi inkar etmeye cür'et eden ancak bir-iki kişi var. Onlar da zaten ehl-i sünnet ve'l-cemaatin akaid veya hadis konusunda fikrine itibar ettiği kişiler değiller. Buna ek olarak: İtibar edilen kişilerce yazılmış mehdiye dair müstakil birçok eser de var. Mehdiye dair hadislerin toplandığı eserler de var. Bu konuya gelen eleştirilere cevap niteliğinde kaleme alınmış eserler de var. Var, var, varoğlu var yani sizin anlayacağınız. Olay ehl-i sünnet canibinde hiç de 'tartışmalı' değil. Kesin ve net. Peki, bu durumda ne yapmalı? Mürşidim cevap veriyor: "Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı." Zaten birazcık kurcalasanız 'mehdi inkarcılarının' hadis konusundaki bilgilerinin de dökülür vaziyette olduğunu görüyorsunuz.

Peki, mehdiyi hadis ilminin kıstaslarına göre inkar etmiyorlarsa, ya neye göre inkar ediyorlar? Aslında mehdiyi öncelikle modern bilimlerce tecavüz edilmiş kafalarına yatmadığı için inkar ediyorlar. Çünkü kafaları İslamî ilimlerin yerel hendeseleriyle değil, sosyoloji gibi modern bilimlerin üvey hendeseleriyle çalışıyor. Fakat şu çıkmazla yüzleştirdiğinizde kekelemeden cevap verebileni yok: Sosyoloji, sadece mehdi inancını değil, Allah inancını da insanlığın zaaflarıyla izah ediyor. Mehdi konusunda sosyolojiden akaid dersi almaya azmetmiş arkadaşların, acaba, Allah'a iman konusunda da böyle bir ders alasıları var mı? Örneğin: Sosyolojinin "İnsan varolduğu ilk günden beri birşeylerden korkmuştur. Korktuğu şeylere de tapmıştır. Din ihtiyacı buradan çıkmıştır..." tarzı cümlelerini duyduklarında mehdi meselesinde olduğu gibi "İslam'da aslında Allah da yoktu. Bu bize önceki dinlerden israiliyat olarak geçti!" falan diyesileri geliyor mu? Gelmiyorsa niye gelmiyor? İddialarında daha tutarlı olmaları adına bu konuda bir izah bekliyoruz.

Gelelim mehdiye inanmanın tembellik yapması meselesine... Doğrusu, bu konuda da mehdi inkarcısı arkadaşların ellerindeki bilimsel verileri pek merak etmekteyim. Acaba hangi laboratuvarda yaptıkları deneylerin sonuçları ile bu tesbiti yapıyorlar? Sosyoloji bile delil ister. En azından veri ister. Mesela: Bu arkadaşların acaba 'mehdiye inananlar' ve 'mehdiye inanmayanlar' diye ayırdıkları iki topluluk hakkında, birisinin daha tembel olduğu, ötekinin daha sıkı çalıştığı üzerine elle tutulur bir çalışmaları var mı? Bugün dişmacunu firmaları bile yumurtaların yarı tarafını fırçalayıp sirkede bekleterek birşeyleri ispat ediyorlar kendilerince. Biz de birazcık burhan görmek istesek hata mı ederiz?

Eğer yoksa hiç kusura bakmasınlar. Ben bu tür argümanlara canıgönülden 'dogma' diyeceğim. Evet, hakikaten de bu bir dogmadır. Mehdiye inananların tembelleştiği, inanmayanların ise daha çalışkan olduğu üzerine yapılmış psikolojik veya sosyolojik hiçbir çalışma yoktur. Bu bir modern zaman efsanesidir. Sorgulanmadan iman edilmiş bir oryantalist ezberidir. Üstelik laboravutarların en büyüğü olan tarih de bu iddiayı yalanlar. Nasıl yapar bunu? Mehdiye imanı akidesinin bir parçası olarak muhafaza etmiş ehl-i sünnet ve'l-cemaat topluluklarının tarihteki muvaffakiyetleriyle yalanlar. Hulefa-i Raşidin döneminden Abbasilere, Selçuklulardan Osmanlılara mehdiye ehl-i sünnet çerçevesinde iman etmiş hiçbir topluluk 'mehdiyi yatarak beklemek' gibi bir hataya düşmemiştir. Hatta bir adım ötesine giderek diyebilirim ki: Bu argüman insanın fıtratına da aykırıdır. Hiçbir insan halihazırda yaşadığı problemler için kurtarıcı beklemez. Yüzyüze geldiği problemlerin çözebildiğini çözmek insanın fıtratında vardır. Acaba, tarihe bakıldığında, bu ümmet ehl-i sünnet itikadının görece sağlam olduğu dönemlerde mi daha başarılıdır, yoksa bu modern zaman süperzekâlarının mehdiyi inkar etmeyi öğrendikleri dönemde mi? İnsan yalan söyleyecekse bile bari yatsıya kadar ayakta kalabilecek olandan söyler.

Uzağa aklınız yetmiyorsa yakını konuşalım. Acaba sünni olduğunu bizzat kendisi de açıklıkla ifade eden Erdoğan mı mehdiye inandığı için tembellik yapmıştır? Elmalılı Hamdi Yazır Hocaefendi mi tembeldir? Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri mi tembeldir? Süleyman Hilmi Tunahan Hoca mı tembeldir? Esat Coşan Hocaefendi mi tembellik yapmıştır? Zahid el-Kevserî Hazretleri mi yatarak mehdi beklemiştir? Yahu hakikaten merak ediyoruz. Bilen bir arkadaş yardım etsin: Şu mehdiye iman etmenin tembellik yaptığı kişi veya kişiler kimlerdir? Kimlerdir ki, birer hayalet gibi varlıkları anılmakta, ama isimleri anılamamaktadır? Üstelik ima ile tembellikle suçlanmış ehl-i sünnet ve'l-cemaat öyle isimler bulunmaktadır ki; bu inkarcılar bir bu kadar daha hayat yaşasalar, onların zekatı kadar iş/hayır yapamayacaklardır.

FETÖ gibi sapkın grupların mehdiyi suistimal etmelerine gelince... Buna da mürşidimin bir metniyle cevap vereyim de zaten çok uzayan yazıyı toparlayayım: "Ey Türkler ve Kürtler! İnsaf ediniz. Bir râfızî bir hadîse yanlış mânâ verse veya yanlış amel etse, acaba hadîsi inkâr etmek mi lâzımdır, yoksa o râfızîyi tahtie edip nâmûs-u hadîsi muhafaza etmek mi lâzımdır?" Ben de, hamiyet namına bu yanlış davayı güdenleri, sapkınların hataları ile 'hakikat-i mehdiye' ve 'mehdiye dair hadislere' ilişmemeleri konusunda uyarıyorum.

Böyle meseleler detaydan da görülse mühimdir. Zira onlara gösterilecek tavra göre aynı ilmin kanunuyla ayakları bağlı diğer hakikatlere de bir renk verilir. Nasıl ki; Ebubekir Sifil Hoca, İslamî Bilincin İhyası'nda, Hz. Muâviye'ye (r.a.) ehl-i sünnetin istikametli bakışını izah sadedinde alıntılıyor: "Mu'âviye, kapının halkası mesabesindedir. Onu yerinden oynatanı, ondan daha yukarıdakilere kastetmekle itham ederiz." Vekî' b. el-Cerrâh'a atfen İbn Asâkir'in Târihu Dimaşk'ta naklettiği bu sözün devamında diyor ki Ebubekir Hoca: "Sahabe hakkında 'gözden çıkarılabilecekler listesi' tasarlayıp, Hilafet'i Saltanat'a dönüştürme sürecinde saltanatı boyunca ortaya koyduğu icraatlar konusunda tarih kaynaklarının yer verdiği birtakım nakillere istinaden Hz. Mu'âviye bu listenin başına yerleştirildiği zaman arkası çorap söküğü gibi gelecektir."

Bir kere neşter işlemeye başlayınca Hz. Ali'ye (r.a.) muhalefet etmiş sahabenin tamamı da, karşı çıkmasa bile tarafsız kalanların tamamı da, sonra süreç içinde Hz. Ali'den (r.a.) ayrılanların tamamı da aynı neşterden kurtulamazlar. Mehdiye konusundaki sıkıntı da buna benzerdir. Sırf aklına yatmadığı için sahih hadisleri inkar etmeye başlayan bir adam, velev ki buna iyi niyetle(!) ve mehdiyetle başlamış olsun, nihayetinde varacağı yer felakettir. Bugün mehdinin mantıklı gelmediği 'sosyolojik akla' yarın sünnet-i seniyye ile sabit olmuş dinin diğer parçalarının da mantıklı gelmeyeceğini kim söyleyebilir? İnsan gerçekten bu cesarete hayret ediyor! Kapının kulbunu çeviren içeriye hücum edenlerin vereceği zarardan mesuliyetini düşünsün. Aklı varsa titresin.

4 Ağustos 2016 Perşembe

15 Temmuz'un 'gör' dediği: Ehl-i Sünnet yolu neden önemli?

Bazıları yaşananlardan sonra yaptığımız 'ehl-i sünnet' vurgusundan rahatsız oluyor. Halbuki bir hatayı daha tohumken farketmek, ancak o tohum hakkında 'değişmez kıstaslara' sahip olmakla mümkündür. Tohum yeşerip, gelişip, meyveye durduktan sonra ağacı tahlil etmek, aslında o ağaca (ve o ağaçla birlikte serpilen yanlışa) karşı geç kalmaktır. İslamî grup ve cemaatler olarak FETÖ hakkında yaşadığımız tam olarak budur. Herkes mazisini yoklasın. Biz bu adamların pekçok itikadî ve amelî sapmasını idare ettik. En masum şekliyle "Çok hizmetleri var!" diyerek görmezden geldik. Daha kötüleri de oldu. Menfaatinden ötürü, korkusundan ötürü, "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!" demekten ötürü görmezden gelenlerimiz de oldu. Yaptık bunu. Hepimiz olmasa da birçoğumuz bu gözyummayı yaşadı. Hatta yaşamayan başkalarına da 'hüsnüzan' diye tavsiye etti. Halbuki onlar, yani FETÖ'cüler, bu yanlışlarını yanlış olarak görmüyorlardı. Yanlışlarını yanlış olarak görmedikleri ve tevbe etmedikleri halde, biz, onların hatalarını setretmeye çalıştık kendimizce. Suçunu kabul etmeyeni idare etmek hataydı. İşin geldiği durumsa ortada. Hatasını itiraf etmeyeni görmezden gelmenin ne acı bedelleri olacağını 17 Aralık'ta ve 15 Temmuz'da tecrübe ettik. Allah tekrar yaşatmasın.

Bu kanserin dışarıdan şırınga edilen yanları mutlaka var. Fethullah Gülen gibi bir meczubun aklıyla olabilecek işler değil. Fakat bizim de muhasebesine girmemiz gereken yanlışlarımız var. Akaide dair yitirilen hassasiyetin bedellerinin ne ağır olduğunu öğretmeli bu durum bize. "O da öyle inansın canım. Ne olacak? Fazla büyütmeyelim!" dediğimiz şeylerin büyümeye yüztutan kem tohumlar olduğunu artık görelim. İnanmak eylemekten önce gelir. Kişi inandığınca eyler en nihayet. "Ameller niyetlere göredir!" hadis-i şerifi de bunu hatırlatır bize. Eylemelere dair bir uyanıklıkla bekleyip, fakat inanmakla ilgili duyularımızı kapalı tutmak, her defasında ağacı meyve verince farketmek, bu gecikmişlik iyi birşey değil. Tedavisi ise öncelikle aslolanı net bir şekilde kabul etmekten geçiyor. Bu da ister istemez yolumuzu ehl-i sünnet ve'l-cemaatin istikametli ilkelerine çıkarıyor. Yoksa normsuz kalırız. Bir normumuz/kıstasımız olmadıktan sonra kimin yanlış kimin doğru inandığını ne ile tesbit edebileceğiz? Tohumken zakkum ile elmanın farkını ne öğretecek bize? Bu yönüyle 'ehl-i sünnetin mizanlarını yitirmek' aslında 'itikadî alanda altını kurşundan ayıran mihengini yitirmek'tir. Körleşmedir.

Amel tahlilleri ağaç hakkında yanıltıcı olabilir. Bakınız bu hususta Hanbelî mezhebinin ileri gelenlerinden Hasan b. Ali el-Berbehâri ne söylüyor: "Gidişatı kötü, fasık, facir, günahkâr ve zalim bir kişi, eğer ehl-i sünnete mensup ise onunla arkadaş ol ve meclisinde otur. Zira onun işlediği günahlar sana zarar vermez. Buna mukabil ibadete çok düşkün, âbid bir kişi heva ve bid'at ehli ise, onunla oturup kalkma, sözünü dinleme ve yolda birlikte yürüme. Zira böyle bir kişinin, tuttuğu yola sana güzel göstermeyeceğinden ve böylece seni de kendisiyle birlikte helaka sürüklemeyeceğinden emin olamam." Demek bizim beraber oturup kalktıklarımızla salt bir 'amel ediş' üzerinden değil 'itikad ediş' üzerinden de temasımız var. Hatta öyle ki; itikad edişe dair körce bir temas, ileride amel ediş tarzımızı da bozulmaya uğratabiliyor. Hayırlı amelimizi sabit tutsak da, hatta arttırsak da, arkasındaki niyet bozuluyor. FETÖ fitnesinin en azında böylesi bir uyanışa vesile olması lazım bizlerde. Artık muhatabımızın itikad ediş tarzına da eskisinden daha fazla dikkat etmeliyiz.

"Uğradığımız tüm felaketlerde etkisinden çok niyete bakarız..." der Rousseau Yalnız Gezerin Hayalleri'nde. "Çatıdan düşen bir kiremit bizi daha fazla yaralayabilir, ama kötü bir el tarafından kasten fırlatılan taş kadar derinden incitemez. Taş bazen ıskalayabilir, ama niyet her zaman hedefine ulaşır." Demek niyetin taşına karşı fiilin taşından daha dikkatli olmak gerek şu dünyada. Çünkü niyet elindeki imkana göre tesirini değiştirir. Fiil değişir, ama niyet insanda bâkidir. Zalim bugün sana attığı küçük taşla yetinmez. Niyet ve o niyeti tetikleyen itikad yaşadığı müddetçe kanını kaynatmaya devam eder. Yarın eline böyle bir fırsat geçerse acı çektirme arzusunu silahla da gerçekleştirebilir. Sana bugün taş atan yarın ok da atabilir. Bizi üzen de fiilin etkisinden çok 'olabileceklerin' korkusudur. Zira biliriz ki; o niyet farklı sûretlere bürüne bürüne tekrar be tekrar karşımıza çıkabilecektir. Niyete ve o niyetin arkasında barındırdığı itikada dair endişelerimiz bu merkezde şekillenir.

Her niyetin arkasında öyle 'olabilirliğini' veya öyle 'olması gerektiğini' söyleyen bir itikad vardır. Bediüzzaman'ın medeniyet mukayeseleri sadedinde söylediği; "Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı 'kuvvet' kabul eder. hedefi 'menfaat' bilir. (...) Halbuki, kuvvetin şe'ni tecavüzdür. menfaatin şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. (...) İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur. Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel 'hakkı' kabul eder. Gayede menfaate bedel 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. (...) Hakkın şe'ni ittifaktır. Faziletin şe'ni tesanüddür..." ifadeleri neyin doğru 'kabul edildiği' veya 'bilindiği' üzerinden ortaya çıkacak iyi veya kötü sonuçların tahlilidir. O halde itikadımızı fiillerimizden, inanışımızı eylemelerimizden, bâtınımızı zâhirimizden daha önemsiz bulamayız. İnanışında sapma olanların "Bırak onlar da öyle inansın canım. Sen ne karışıyorsun? Sana ne?" diyerek kendi haline bırakılamayacağını biliriz. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat duruşu bu yüzden vazgeçilmezimizdir bizim. Bir doğruya iman etmedikten sonra her yanlışa iman etmek mümkündür. Bu Ebu Leheb'in eli kuruyacaksa tam da bu noktadan başlanacak bir inşa hamlesiyle kuruyacaktır.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...