Biliyorsunuz: Buralarda rüya anlatmak pek âdetim değildir. Hele rüyalarımla amel etmek hiç âdetim değildir. Fakat bu defa bir istisna yapacağım. Çünkü bu rüyada bir hakikat de vardı. Uyanılınca kıssasından hisse de alındı. Paylaşılsa iyidir. Özeti şöyledir:
Elimde kırmızı bir kitapla (muhtemelen bugünlerde okuduğum Barla Lahikası idi o) sabah namazına camiye gidiyorum. Geç kalmışım. Acele ediyorum. İçeriye girdiğimde şaşırıyorum. Neden? Çünkü caminin iki mihrabı var. Birisi, tam da olması gereken yerde, merkezde. Diğeri caminin sol yanından açılmış bir odacıkta. Ve cemaatten küçük bir kısmı bölünmüş. Merkezdekilerden ayrılmış. Orada sola doğru namaz kılıyorlar. Fakat bu durum o mecliste acayibin acayibi bir görüntü oluşturuyor. Bir camide iki kıble birden oluyor. Aynı anda iki ayrı kıbleye doğru namaz kılınıyor.
İçeri girdiğimde cemaati tartışır buluyorum: "Doğru mihrap hangisi?" Ben ya içimden yahut dışımdan diyorum: "Yahu koskoca cami yapılsın da mihrabı sola açılan küçük bir odaya konsun. Böyle saçma tasarım olur mu? Böyle kocaman bir camiyi yapan mimar şöyle bir arızayı neden işlesin? Oraya cemaatten kaç kişi sığar? Safları en fazla kaç kişilik olur? Hem baksanıza caminin ana duvarları şu ana mihrabın yönüne doğru gidiyor. Sütûnları oraya doğru akıyor. Eni de oraya doğru verilmiş. Camiyi böyle yapıp da mihrabını odaya koymak hikmetsizliktir. Mimar dediğin şöyle bir hikmetsizlik yapmaz."
Devamında yaşananları geçeyim. Belki başka bir yazıda da onlardan anladığımı izah ederim. Fakat burada özellikle son zamanlarda modernist (ehl-i bid'a) zümreyle yaşadığımız tartışmalara tutulan muazzam bir ışık vardı. Hadi ona bakalım:
Allahu'l-alem, 'uydurulmuş din-indirilmiş din' demagojisine sapıp, ümmetin cadde-i kübrası olan Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat çizgisini sapıtmışlıkla suçlayan ahirzaman sapkınlarının halini anlatıyor bu rüya. Yani: Onlar, bindörtyüz yıllık caminin kenarından açtıkları yeni odaya bir sahte mihrap kondurmuşlar, farklı bir yöne doğru namaz kılmaya başlamışlar. Biz de hakikat diliyle diyoruz ki: Yahu böyle şey olur mu? Şu göz önündeki İslam camisini her asır büyüterek, süsleyerek, genişleterek inşa eden Sanî-i Zülcelal, o caminin mihrabını alıp sizin daha yeni açtığınız/farkettiğiniz bir göz odaya koyar mı? Bunu yapmakla sanatla inşa ettiği o caminin sizden evvelini 'boşuboşuna' kılar mı?
O camide asıl ve sahih olan mihrap, elbette, ekserin arkasında saf tuttuğu, hiçbir zaman cemaatsiz/namazsız bırakmadığı ve duvarların/sütûnların da oraya baktığı mihraptır. Yani: Bu ümmetin sütûn misal mürşidleri ve duvar misal müçtehidleri hep o yöne gitmişlerdir. Evliyası, asfiyası, arifanı, meşayihi hep o tarafa doğru namaz kılmışlardır. Siz nasıl oluyor da, 'ahirzaman şımarıklığıyla' açtığınız küçücük odayı caminin asıl bünyesi, mihrabını da o caminin asıl kıblesi ilan ediyorsunuz? Buradan bu İslam camiinin Mimarına (c.c.) ve onun tayin ettiği İmama (a.s.m.) bühtan çıkmaz mı?
Öyle ya! Sanki şu Mimar, sizin vehminizce, İslam camisinin yapılmasını bindörtyüz yıl önce emretmiş, fakat yapılışını hiç takip etmemiştir. Korumamıştır. İşçileri de, her nasıl olmuşsa, onu farklı bir yöne götürmüştür. Veyahut şu İmam (a.s.m.), İslam camisini bir kıbleye doğru yönlendirmek için bindörtyüz yıl önce görevlendirilmiş, fakat muvaffak olamamış, ahirzamana kadar ekser ümmeti yanlış yöne doğru namaz kılmıştır. Mihrap, nasıl olmuşsa, bindörtyüz yıldır şaşırılmıştır. Biz, şüphesiz, Rabbimizi böylesi kusurlardan, hikmetsizliklerden, boşuboşunalıklardan tenzih ederiz.
Bu tenzihin verdiği bakış açısıdır ki, bize hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak gösterir. Ve, evet, sizin o küçük odada açtığınız mihrap bâtıldır. Çünkü bindörtyüzyıllık caminin mimarisine aykırıdır. Uyumsuzdur. Bid'adır. Buradan bir 'uydurulmuşluk-indirilmişlik' analizine girilecekse, işte o küçük oda hakkında denilebilir ki: Uydurulmuştur. Ve arkasında ekserin namaz kıldığı esas mihrap indirilmiştir. Aksi Sahib-i İslam'a çaktırmadan hakaret etmektir.
İşte, arkadaşım, rüyamdan aldığım hakikat dersi böyle birşeydi. Uyanınca tabirini böyle yaptım. Hissemi de böyle aldım. Cenab-ı Hak, bizi o ana mihrabın, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat çizgisinin arkasından ayırmasın. Ayrılanlara da çabucak ayılıp geri dönmeyi nasip etsin. Âmin. Tevfik ve hidayet ancak Allah'tandır.
ehl-i bid'a etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ehl-i bid'a etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
24 Şubat 2018 Cumartesi
20 Haziran 2017 Salı
Kur'an Risale-i Nur'dan haber veriyor mu?
"Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur'ân'dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur'ân'a münasip bir tarzda ve iktizâ-yı makam münasebetinde, şu tarzların birisiyle ifade ediliyor." 20. Söz'den.
Bu fıkrayı ya birinden duydum ya bir yerden okudum. Net hatırlamıyorum. Hatırladığım kadarıyla aktarayım: Bir gün Avrupalı bir aristokrat Namık Kemal'in de bulunduğu bir mecliste (bir yardım toplantısı sanırım) "Yaş ve kuru hiçbirşey yoktur ki, hepsi, O'nun apaçık kitabında kaydedilmiş olmasın!" ayetini hatırlatarak sorar: "Kur'an'da herşeyin bahsinin geçtiğini iddia ediyorsunuz. Bu nasıl mümkün olur? Mesela: Kur'an'ınız benden veya şu kel kafamdan da bahsediyor mu?" Bu söylerken müstehziyane bir şekilde eliyle de pürüzsüz kafasını sıvazlar. Namık Kemal ise gayet sakin bir şekilde "Evet!" der. "Sizin bahsiniz Kur'an'da var." Ve ardından Bakara sûresinin 264. ayetini okur:
"Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbirşeye sahip olamazlar. Allah kâfirleri doğru yola iletmez."
Bunu çağrıştırır bir anı da bende var. Hızlı ve Öfkeli serisinin 7.'sini izlerken kendi kendime şöyle demiştim: "Vay arkadaş! Adamların ne güzel hayatları var. Hem rahat rahat çalışıyorlar, hem dünyanın parasını kazanıyorlar, hem de güzel güzel dünyayı geziyorlar." Aynı gün takip etmekte olduğum mealli Kur'an okumasında şu ayete rastlayıp sarsıldım: "İnkârcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması sakın seni aldatmasın!" Tokat yemiş gibi oldum. Ben bu sarsılmayı neden yaşadım? Çünkü Kur'an o an benimle konuşuyor gibi geldi. Zamansal mesafe aradan kalktı. Ayet-i kerimeyi birebir üzerime alındım.
Bu demek değildi ki, mezkûr ayet, asırlar sonra gelecek Ahmet Ay diye bir günahkâr için nazil olmuştu. Hayır. Ayetin gelişinin asıl/ana sebebi ben değildim. Benim Hızlı ve Öfkeli 7'yi izleyip düşündüklerim değildi. Ama evet, bir açıdan ayet-i kerime benim için de nazil olmuştu, çünkü bahsedilen bendim. Ders alması gereken bendim. Uyarılan bendim. Peki nasıl bendim?
İşte tam da bu noktada mürşidimin 20. Söz'de bahsettiği birşeyi anımsamak gerekiyor. Alıntılayıp anımsayalım: "Kur'ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." 1. Lem'a'da Hz. Yunus (a.s.), 2. Lem'a'da ise Hz. Eyyub (a.s.) kıssası üzerinden örneklemesi de yapılan bu hakikat bize evvelemirde şunu söylüyor: Kur'an'da anılan hiçbirşey sadece kendisi için anılmaz. 20. Söz'ün başındaki soruya atıf yaparsak: Orada anlatılan kıssalardan, kişilerden, olaylardan, mesajlardan hiçbirisi sadece bir hadisat-ı cüz'iye veya vaka-i âdiyeden ibaret değildir. Bütün zamanlarla konuşur, bütün zamanlara ders verir, bütün zamanlara hitap eder bir yanı vardır.
"Her bir âyetin mânâ mertebeleri vardır; zâhirî (açık), bâtınî (açık ve görünür mânâsının içindeki, ehlinin anlayabileceği mânâ), haddi (kapsamı) ve muttala'ı (anlam çerçevesi) vardır. Bu dört mânâ tabakasından herbirinin de fürûatı (detayları), işaretleri, dalları ve ayrıntıları vardır..." (bk. Ebu Yâ'lâ, el-Müsned 9:287; et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-Evsat 1:236.) hadis-i şerifinden Bediüzzaman'ın aldığı ders de böyledir. "Madem Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan umum ins ve cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette nev-i beşerin herbir tabakası, herbir âyât-ı Kur'âniyeden hissesini alacak ve âyât-ı Kur'âniye, her tabakanın fehmini tatmin edecek surette, ayrı ayrı ve müteaddit mânâları zımnen ve işareten bulunacaktır."
Peki bu konuşma nasıl olur? Bu konuşma, bizzat anılanlar için, bizzat olur. (Kur'an'da sarahaten bahsi geçen veya esbab-ı nüzul olarak nakledilen şeyleri/kişileri bu sadetten sayabiliriz.) Bizzat anılmayanlar içinse kanunen veya işaraten olur. Ne demek 'kanunen veya işareten?' Yani; Kur'an'ın, ayetlerinde ders verdiği hakikatlerin bütün zamanları kuşatan 'düstur-u küllî' veya 'kanun-u umumî' taraflarına dahil olduğumuzu hissettiğimiz an biz de o manaların gölgesinde gölgeleniriz. Ki zaten Kur'an'ı anlama ve yaşama yolculuğumuz da tastamam bunu ifade eder. Karun'un kıssasını okuduğunda kendisine çekidüzen verme ihtiyacı hisseden zengin bu yüzden hisseder.
Eyyub'un (a.s.) kıssasını okuduğunda derdi içinde koruması gereken kulluk şuurunu bulan hasta bu yüzden bulur. Süleyman'ın (a.s.) kıssasını okuduğunda 'nasıl bir yönetici olması gerektiği' dersini alan yönetici bu sayede alır... Yani hepsi kendisini 'bahsedilen' olarak görür. Üzerine alınır. O kanunun bir ferdi ve düsturun bir ucu olarak hayatını yorumlar. Kur'an'la böyle bir ilişkiye girilmedikten sonra zaten arza nüzul edenin kalbe nüzulu yaşanmaz. Ondan ders alınmaz. Tebliğin ahlaka dönüşmesi Kur'an'da hitap edilenin biz olduğumuzu, ama kanunun bir parçası olarak biz olduğumuzu, farketmekle başlar. İşte, tam da bu noktada, "Yaş ve kuru hiçbirşey yoktur ki, hepsi, O'nun apaçık kitabında kaydedilmiş olmasın!" hakikati bize göz kırpar.
Kur'an'da her cimriden tek tek bahis var mıdır? Vardır. Çünkü cimrilikten bahis vardır. Kur'an'da her kibirliden bahis var mıdır? Vardır. Çünkü mütekebbirlikten bahis vardır. Kur'an'da tüm müslümanlardan, kafirlerden veya münafıklardan bahis var mıdır? Vardır. Çünkü onların ait ve bağlı oldukları kanuniyetlerden, manalardan, hakikatlerden bahis vardır. Bu yüzden her mü'min Kur'an'ı okuduğu zaman sanki ayetler kendisiyle konuşuyormuş gibi hisseder. Çünkü hakikaten o ayetlerin ezelden gelen dersleriyle bir ilgisi vardır. Mürşidime göre; sarahaten Hz. Yunus'tan (a.s.) bahseden her ayet, işareten de aynı haleti hisseden herkese hitap eder:
"İşte, Hazret-i Yunus aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz, hûtumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor."
Bu noktada artık diyebilirim ki: Bediüzzaman'ın, Kur'an'da veya başka metinlerde Risale-i Nur'a işaretler bulunduğunu söylediği yerler de böyle anlaşılmalıdır. Çünkü Bediüzzaman bu yerlerin hiçbirinde ayetin sarih manasını sahiplenmez. Esir almaz. "Bu ayet Risale-i Nur için indi!" demez. Aksine; kastettiğinin bu olmadığını tekrar be tekrar belirtir. Onun dediği ise, yukarıda arzetmeye çalıştığım, bir mübarek alınganlıktır. Kur'an'ın bahsettiği kanuniyetlerden bazılarına dahil olmaktır. Kendi ifadelerinden okuyalım:
"Risale-i Nur'un makbuliyetine eski evliyalardan şahit getiriyorsun. Halbuki 'Yaş ve kuru hiçbirşey yoktur ki, hepsi, O'nun apaçık kitabında kaydedilmiş olmasın!' sırrıyla en ziyade bu meselede söz sahibi Kur'ân'dır. Acaba Risale-i Nur'u Kur'ân kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?' denildi. O acip sual karşısında bulundum. Ben de Kur'ân'dan istimdat eyledim. Birden, otuz üç âyetin mânâ-yı sarîhinin teferruatı nev'indeki tabakattan mânâ-yı işârî tabakasından ve o mânâ-yı işârî külliyetinde dahil bir ferdi Risale-i Nur olduğunu ve duhûlüne ve medâr-ı imtiyazına birer kuvvetli karine bulunmasını bir saat zarfında hissettim. Ve bir kısmı bir derece izahlı ve bir kısmını mücmelen gördüm.
Kanaatime hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı. Ve ben de ehl-i imanın imanını Risale-i Nur ile takviye etmek niyetiyle o kat'î kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim. Ve o risalede biz demiyoruz ki, âyâtın mânâ-yı sarîhi budur. Tâ hocalar fîhi nazarun desin. Hem dememişiz ki, mânâ-yı işârînin külliyeti budur. Belki diyoruz ki, mânâ-yı sarîhinin tahtında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da mânâ-yı işârî ve remzîdir. Ve o mânâ-yı işârî de bir küllîdir; her asırda cüz'iyatları var. Ve Risale-i Nur dahi bu asırda o mânâ-yı işârî tabakasının külliyetinde bir ferttir. Ve o ferdin kasten bir medâr-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ulema beyninde bir düstur-u cifrî ve riyazî ile karineler, belki hüccetler gösterilmişken, Kur'ân'ın âyetine veya sarahatine, değil incitmek, belki i'caz ve belâğatine hizmet ediyor. Bu nevi işârât-ı gaybiyeye itiraz edilmez. Ehl-i hakikatin nihayetsiz işârât-ı Kur'âniyeden had ve hesaba gelmeyen istihraçlarını inkâr edemeyen bunu da inkâr etmemeli ve edemez."
Şimdi Bediüzzaman'ın bu mübarek alınganlığına itiraz eden, sözde Kur'an müslümanı, özde ehl-i bid'a olanlara sormak istiyoruz: Sizce Kur'an bizimle konuşmuyor mu? Bizi kastetmiyor mu? Bize işaret etmiyor mu? Bizi ilgilendirmiyor mu? Bizden bahsetmiyor mu? Bize deva olmuyor mu? Bize dokunmuyor mu? Bizi düzeltmiyor mu? Bize ders vermiyor mu? Bizi anlatmıyor mu? Bizi istikamete çağırmıyor mu? Bize yol göstermiyor mu? Bizi uyarmıyor mu? Bizi çağırmıyor mu? Bu soruların cevabını Bediüzzaman gibi 'olumlu' vermiyorsanız sizin nereniz Kur'an ve hatta nereniz/nasıl müslüman? Kur'an'ı bütün zamanlarla konuşur kabul etmedikten sonra, size, Kur'an müslümanı değil de 'ahirzaman şarlatanı' denmesi seza değil mi? Şarlatansınız ki, tevhid ile herşeyi yaratanın, kelamında yarattığı herşeyle ilgili olmasını, yani herşeye hitap etmesini inkâr ediyorsunuz.
15 Haziran 2017 Perşembe
Caner Taslaman nerede hata yapıyor? (3)
Bir önceki yazıda da dikkat çekmeye çalıştığım gibi: Efendimiz aleyhissalatuvesselamın gündelik hayatında, insanlarla ilişkilerinde, hatta dinî ahkamı tebliğde dahi 'vahiyden bağımsız' hareket ettiğini/edebildiğini düşünmek bir modern zaman hastalığıdır. Bu ümmete yeni arız olmuştur. Hadislerin ve o hadisler üzerine inşa edilmiş ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadının fısk yollarını kapamasından rahatsız olan, fikren veled-i zina, modernistlerin uydurmasıdır. Bununla şunu murad ederler: Eğer Efendimiz aleyhissalatuvesselamın sünnet-i seniyyesi ile Cenab-ı Hakkın hıfz u himayesi arasını açabilirlerse (bunu hakikatte açamazlar ama sizin gönül dünyanızda başarabilirler) o zaman sünnet-i seniyye ile gelen ahkam 'tartışmalı' hale gelir.
Bu peygamberi postacı haline getirmenin ilk adımıdır. Zira bir 'peygamber' ile 'postacı' arasındaki fark buradan başlar: Postacının mesajın iletilmesi dışında bir mesuliyeti yoktur. İşini yaptıktan sonra işine bakar. Mesajdan bağımsız olarak yaşamaya devam eder. Taşıdığı ölüm haberi bile olsa bıraktıktan sonra gülümser. Evine dönüp neşeyle televizyonunu izler. İlettiklerini üzerinde taşımak zorunda değildir. Onlarla duygusal etkileşime girmek zorunda değildir. Yaşamak zorunda değildir. Bununla mesul değildir. Fakat peygamber mesuldür. Peygamber, sadece ilettiği mesajla değil, hayatıyla da insanlara rehber olarak gönderilmiştir. Kendisi vesilesiyle insanlığa vahyolunan hakikatlerin gündelik yaşamda nasıl karşılık bulacağı örnekliğiyle ortaya konulur. Onun hayatı vahyin ilk ve en önemli tefsiridir.
Peygamberliğin olmazsa olmazı olan 'ismet' tam da bu noktada devreye girer. İsmet olmadıktan sonra tebliğde vuku bulabilecek hatalara karşı bizi emniyette kılacak olan nedir? Hiçbirşey! Hiçbirşey gösterilemez artık. Peygamberin kendisine vahyedileni tefsirinde, ister yaşayarak ister anlatarak olsun, hata yapmadığından nasıl emin olabiliriz? Nasıl onunla gelene emniyet edebiliriz? İsmetini, yani günahtan korunmuşluğunu, kabul etmedikten sonra artık dinin tamamı şüphe altındadır. Hatta Kur'an'ın kendisi dahi şüphe altındadır. Çünkü (hâşâ) güvenilmez birisi tarafından insanlığa iletilmiş olur. Bir peygamber vahyi iletirken hata yapmaz ama postacı yapabilir. Şu işin ortası yoktur. Mürşidim bu sadedde der ki:
"Muhammed aleyhissalâtüvesselâm ya Resulullahtır ve bütün resullerin ekmeli ve bütün mahlûkatın efdalidir; veyahut—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Allah'a iftira ettiği ve Allah'ı bilmediği ve azâbına inanmadığı için, itikadsız, esfel-i sâfilîne sukut etmiş bir beşer farz etmek lâzım gelir. Bu ise, ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa feylesofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek, dünyada yoktur."
Peygamberin postacılığını savunmakla aslında Cenab-ı Hakka da şöyle denmiş olur: "Allahım, sen, bizi doğru yola çağırmak üzere vahiy gönderdin. Ama bunu yaparken gönderdiğin kişinin hata yapmamasına dikkat etmedin. Onu kollamadın. Dersi nasıl anlattığına bakmadın. Biz onun hayatında yanlışlar da gördük. Doğrusu artık emin olamıyoruz. Acaba senin mesajını iletirken de hata yapmış olabilir mi? Korumadığına göre olabilir. O halde artık o mesaja da güvenemeyiz. Güveneceğimiz tek şey kendi aklımız. Fakat bu akıl da öyle birşey ki, zamanla ve kişiden kişiye değişir, üstelik kimse bir diğerinin aklına karşı tam olarak güven duymaz. O halde Allahım, sen bizi çaresiz bıraktın, biz istediğimiz gibi inanabiliriz. Doğru yol falan da yok. Çünkü kesinliğine güvenilebilir birşey göndermedin. Suçlu sensin!"
Ben, işte biraz da bu nedenle, Caner Taslaman'ın 'kişisel sünnet' dediği şeyi hiddetle önemsiyorum. Önemli bir tehlike olarak görüyorum. Zira altını kazdığınız zaman 'Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın insan olduğu zamanlar' ve 'peygamber olduğu zamanlar' gibi bir ayrım çıkıyor. Bu ayrımın gittiği yer de en nihayet 'insan olduğu zamanlar'da günahsız olmadığı. Hatalar yaptığı. Yanlışlara düştüğü. Yanıldığı. Fakat bu ayrım öyle de kalmıyor. Bir kere Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatını böyle iki parçaya böldünüz mü bu parçalardan birisi diğerini ısıra ısıra tüketiyor. Sizi bağlamasını istemediğiniz her emri, her uygulaması, her tavsiyesi yavaş yavaş 'insan olduğu zamanlar'a itekleniyor. Fıska bir bahane oluyor.
Üstelik bu ikili alan mü'mini şöyle bir tereddütte de bırakıyor: Şimdi bu emri verdi, ama acaba 'insan' olarak mı verdi, 'peygamber' olarak mı verdi? Hangi taraftayken verdi? Ben bunu nereden bilebilirim? O halde dinde kesin bir şekilde emniyet edilecek birşey yok. İslam diye bize anlatılan şey aşağı yukarı bir panteizmdir. Hatta azıcık daha ilerisi: Nihilizmdir. Sünnet-i seniyyeye kırılan güvenin altından en nihayet bu çıkar. "Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür!" diyen İmam Zahid el-Kevserî Hazretleri (r.a.) çok kıymetli bir hakikatin altını çizmişti on yıllar önce. O sözün hakikatini yıllar sonra gördük. Sünnet-i seniyye ile uğraşa uğraşa canveren Yaşar Nuri Öztürk, ömr-ü ahirinde, boşuna "Deistim!" diye haykırmadı. O yol elbette buraya çıkacaktı. Şimdi yürüyenlerinki de, ıslah olmazlarsa, oraya çıkacak.
Bu peygamberi postacı haline getirmenin ilk adımıdır. Zira bir 'peygamber' ile 'postacı' arasındaki fark buradan başlar: Postacının mesajın iletilmesi dışında bir mesuliyeti yoktur. İşini yaptıktan sonra işine bakar. Mesajdan bağımsız olarak yaşamaya devam eder. Taşıdığı ölüm haberi bile olsa bıraktıktan sonra gülümser. Evine dönüp neşeyle televizyonunu izler. İlettiklerini üzerinde taşımak zorunda değildir. Onlarla duygusal etkileşime girmek zorunda değildir. Yaşamak zorunda değildir. Bununla mesul değildir. Fakat peygamber mesuldür. Peygamber, sadece ilettiği mesajla değil, hayatıyla da insanlara rehber olarak gönderilmiştir. Kendisi vesilesiyle insanlığa vahyolunan hakikatlerin gündelik yaşamda nasıl karşılık bulacağı örnekliğiyle ortaya konulur. Onun hayatı vahyin ilk ve en önemli tefsiridir.
Peygamberliğin olmazsa olmazı olan 'ismet' tam da bu noktada devreye girer. İsmet olmadıktan sonra tebliğde vuku bulabilecek hatalara karşı bizi emniyette kılacak olan nedir? Hiçbirşey! Hiçbirşey gösterilemez artık. Peygamberin kendisine vahyedileni tefsirinde, ister yaşayarak ister anlatarak olsun, hata yapmadığından nasıl emin olabiliriz? Nasıl onunla gelene emniyet edebiliriz? İsmetini, yani günahtan korunmuşluğunu, kabul etmedikten sonra artık dinin tamamı şüphe altındadır. Hatta Kur'an'ın kendisi dahi şüphe altındadır. Çünkü (hâşâ) güvenilmez birisi tarafından insanlığa iletilmiş olur. Bir peygamber vahyi iletirken hata yapmaz ama postacı yapabilir. Şu işin ortası yoktur. Mürşidim bu sadedde der ki:
"Muhammed aleyhissalâtüvesselâm ya Resulullahtır ve bütün resullerin ekmeli ve bütün mahlûkatın efdalidir; veyahut—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Allah'a iftira ettiği ve Allah'ı bilmediği ve azâbına inanmadığı için, itikadsız, esfel-i sâfilîne sukut etmiş bir beşer farz etmek lâzım gelir. Bu ise, ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa feylesofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek, dünyada yoktur."
Peygamberin postacılığını savunmakla aslında Cenab-ı Hakka da şöyle denmiş olur: "Allahım, sen, bizi doğru yola çağırmak üzere vahiy gönderdin. Ama bunu yaparken gönderdiğin kişinin hata yapmamasına dikkat etmedin. Onu kollamadın. Dersi nasıl anlattığına bakmadın. Biz onun hayatında yanlışlar da gördük. Doğrusu artık emin olamıyoruz. Acaba senin mesajını iletirken de hata yapmış olabilir mi? Korumadığına göre olabilir. O halde artık o mesaja da güvenemeyiz. Güveneceğimiz tek şey kendi aklımız. Fakat bu akıl da öyle birşey ki, zamanla ve kişiden kişiye değişir, üstelik kimse bir diğerinin aklına karşı tam olarak güven duymaz. O halde Allahım, sen bizi çaresiz bıraktın, biz istediğimiz gibi inanabiliriz. Doğru yol falan da yok. Çünkü kesinliğine güvenilebilir birşey göndermedin. Suçlu sensin!"
Ben, işte biraz da bu nedenle, Caner Taslaman'ın 'kişisel sünnet' dediği şeyi hiddetle önemsiyorum. Önemli bir tehlike olarak görüyorum. Zira altını kazdığınız zaman 'Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın insan olduğu zamanlar' ve 'peygamber olduğu zamanlar' gibi bir ayrım çıkıyor. Bu ayrımın gittiği yer de en nihayet 'insan olduğu zamanlar'da günahsız olmadığı. Hatalar yaptığı. Yanlışlara düştüğü. Yanıldığı. Fakat bu ayrım öyle de kalmıyor. Bir kere Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatını böyle iki parçaya böldünüz mü bu parçalardan birisi diğerini ısıra ısıra tüketiyor. Sizi bağlamasını istemediğiniz her emri, her uygulaması, her tavsiyesi yavaş yavaş 'insan olduğu zamanlar'a itekleniyor. Fıska bir bahane oluyor.
Üstelik bu ikili alan mü'mini şöyle bir tereddütte de bırakıyor: Şimdi bu emri verdi, ama acaba 'insan' olarak mı verdi, 'peygamber' olarak mı verdi? Hangi taraftayken verdi? Ben bunu nereden bilebilirim? O halde dinde kesin bir şekilde emniyet edilecek birşey yok. İslam diye bize anlatılan şey aşağı yukarı bir panteizmdir. Hatta azıcık daha ilerisi: Nihilizmdir. Sünnet-i seniyyeye kırılan güvenin altından en nihayet bu çıkar. "Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür!" diyen İmam Zahid el-Kevserî Hazretleri (r.a.) çok kıymetli bir hakikatin altını çizmişti on yıllar önce. O sözün hakikatini yıllar sonra gördük. Sünnet-i seniyye ile uğraşa uğraşa canveren Yaşar Nuri Öztürk, ömr-ü ahirinde, boşuna "Deistim!" diye haykırmadı. O yol elbette buraya çıkacaktı. Şimdi yürüyenlerinki de, ıslah olmazlarsa, oraya çıkacak.
19 Aralık 2016 Pazartesi
Kim Allah'a daha yakın?
"Sahabeler ise, sohbet-i nübüvvetin in'ikâsıyla ve incizâbıyla ve iksiriyle, tarikatteki seyr ü sülûk daire-i azîminin tayyına mecbur değildirler. Bir kademde ve bir sohbette, zâhirden hakikate geçebilirler." Mektubat'tan...
Bugünlerde mürşidimin metinlerinde sıklıkla atıf yaptığı iki kavram üzerine düşünmekteyim. Akrebiyet ve kurbiyet. Daha önce duymamışlar için özet geçeyim: Her ikisi de 'yakınlık' anlamına geliyor. Ancak aralarında derece farkı var. Kenan Demirtaş Hoca'nın gözetiminde hazırlanan Terimler ve Kavramlar Sözlüğü'nde bu farka 'yakın' ve 'daha yakın' ifadeleriyle işaret edilmiş. Fakat elbette mesele salt bu noktada bırakılmamış. Eserde, Risale-i Nur'da geçtiği makamlardan hareketle, adı anılan kavramlaştırmalar arasındaki yedi ayrı nüansa dikkat çekilmiş. Mezkûr izahları bu yazıya dahil etmem (metnin hacmi açısından) mümkün olmadığından, meraklısını cidden emek ürünü o kaynağa havale ederek, bencileyin, 'akrebiyet' ve 'kurbiyet'ten neler anladığımı aktarayım:
Ben, akrebiyeti, en genel anlamda, 'Cenab-ı Hakkın kulunu kendisine şiddetli bir şekilde yakınlaştırması' olarak anlıyorum. Daha özel bir anlamda ise, akrebiyeti, 'Cenab-ı Hakkın nebi kullarına ihsan ettiği bir marifet şekli' olarak yorumluyorum. Biraz daha açayım: İnsanoğlu, Cenab-ı Hakkı bilmeye/araştırmaya meyyal yaratılmıştır, bu doğru. Bunun için gerekli olan yetenek ve meziyetlerle de donatılmıştır, bu da doğru. Ancak bu yetenek ve meziyetlerin, hatta onlara ilaveten sarfettiğimiz say u gayretlerin hakettiği (normalde alabileceği) marifet düzeyi başkadır; Cenab-ı Hakkın, hikmet ve rahmetinin şanı olarak, bazı seçkin kullarına bahşedebileceği marifet düzeyi başkadır. İkincisi 'akrebiyeti' birincisi ise 'kurbiyeti' ifade eder.
Meseleyi akla yaklaştırmak için bir örnek verelim: Her insan, bedensel bir engeli olmadıktan sonra, daha hızlı koşabilmek için alıştırmalar yapabilir ve bu sayede sıradan bir insanın ulaşamayacağı bir hızda koşmayı başarabilir. Ancak bütün bu alıştırmalara rağmen, hiçbir insan, bir geyikle yarışamaz, bir çitayı yenemez, bir at kadar uzun mesafeleri alamaz. Çünkü fiziksel anlamda ona tayin edilen sınırlar içerisinde kalmaya mahkumdur. Gelişmesi yine fıtratının tayin ettiği sınırlar içerisinde bir gelişmedir. Allah, fıtraten geyiğe, çıtaya veya ata insandan daha hızlı koşmasını sağlayabilecek kapasite bağışlamıştır. Bir at, bir çita veya bir geyik, hiçbir idman yapmasa dahi rahatlıkla idmanlı insanı yener. İnsanın say u gayreti bu noktada onun kurtarıcısı olamaz.
İşte Bediüzzaman'ın 'velayet mesleği' ile 'nübüvvet mesleği' arasında çizdiği çizgi yahut 'tasavvuf mesleği' ile 'sahabe mesleği' arasına koyduğu ayraç veyahut 'vehbî' olanla 'kesbî' olan arasında dile getirdiği nüans, ancak bu perspektiften bakmakla anlaşılabilir. Allah'ın akrebiyetiyle yakınlaştığı bir insana/zamana, beşer hiçbir şekilde kurbiyetiyle yetişemez ve ulaşamaz. Çünkü akrebiyet, Allah'ın, marifet ve rıza olarak bir kuluna veya zamana sınıf atlatmasıdır. Bir veli bir nebiden daha fazla namaz kılabilir mi? el-Cevap: Evet, kılabilir. Bir veli bir nebiden daha fazla oruç tutabilir mi? el-Cevap: Evet, tutabilir. Peki, bir veli bir nebiyi o ibadetlerden hasıl olan sevapça veya makamca geçebilir mi? el-Cevap: Geçemez. Çünkü yarışamayacağı bir değerlendirme sistemiyle kıyaslanmaktadır. Bu meselesi Bediüzzaman'ın şu misaliyle izah edelim:
Bediüzzaman'ın, özellikle ehl-i sünnet ile şianın ehl-i beyte bakış farkını ortaya koymada, vahiy ile ilhamın derece farkını ifade etmede, sahabe mesleği ile tasavvuf yolunun nüanslarını dile getirmede, ikram ile kerameti ayırmada, ihsan ile kisbi tanımlamada, hatta ve hatta bütün varlığa bakışta 'akrebiyet' ile 'kurbiyeti' iki farklı kemal kategorisi olarak önümüze serdiğini görüyoruz. Yani varlıktaki kemal iki şekilde karşımıza çıkabilir: 1) Bu kişinin say u gayretinin karşılığı olarak Allah'ın ona adetullah kanunları çerçevesinde verdikleri olabilir. 2) Allah'ın bir ihsanı olarak, kişinin say u gayretinden bağımsız, özel bir bağışı olabilir. İkincisi her vukua geldiğinde birincisinin bağlı olduğu düzeni sarsar. Mesnevî-i Nuriye'de ata, kaza ve kader arasında kurduğu ilgi de, bir açıdan, mezkûr ilişkiyi bize fısıldamaktadır: "Evet, yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, atâ da kazâ kanununun kat'iyetini deler. Kazâ da ok gibi kader kararlarını deler."
Bu iki kavramın içeriğiyle şekillenen mü'minin dünyasında zaman telakkisi, kemal telakkisi, medeniyet telakkisi, insaniyet telakkisi gibi daha birçok telakki bambaşka bir noktaya oturur. Allah'ın akrebiyetiyle yakınlaştığı (burada maddi bir yakınlaşmayı, haşa, kastetmiyoruz) dönemler, diğer dönemlere kıyasla, elbette beşerin pekçok açıdan daha kemalde olduğu devirlerdir. Uzaklaştığı zamanlar ahirzamanlardır. Biz, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın yaşadığı asra Asr-ı Saadet diyor ve o devri erişilmez bir zirve olarak görüyorsak, bundandır. Sahabeyi, arkasından gelecek hiçbir nesille kıyaslıyamıyorsak, bundandır. Sünnet-i seniyyeyi, modern zamanın faydasını savunduğu hiçbir âdetin/sistemin erişemeyeceği bir yükseklikte tutuyorsak, bundandır. Akrebî dokunuşların kurbî düzlemi altüst edebildiğini bildiğimiz için, bizim zaman, tarih, medeniyet, varlık, insaniyet, ahlak, kemal algılarımız seküler insandan değişiktir. Ve belki bu yaklaşıma biz gibi sahip olmadıklarından modernist ve ehl-i bid'a fırkaların itikadları bozuluyor. Yalnız 'kesbî' ve 'kurbî' olanın övüldüğü bir düzenin kurbanı oluyorlar.
Bugünlerde 'akrebiyet' ve 'kurbiyet' kavramlarını mü'minin dünyasını başkalaştıran iki kavram olarak tefekkür etmekteyim. Bilmiyorum, ne kadar arzedebildim? İnşaallah, bu iki kavramın ehl-i sünnet ve'l-cemaat ile şianın ehl-i beyte yaklaşımını nasıl değiştirdiği de bir sonraki yazımda ifade etmeye çalışacağım. Tevfik Allah'tandır. Ve hamd yalnızca Ona...
Bugünlerde mürşidimin metinlerinde sıklıkla atıf yaptığı iki kavram üzerine düşünmekteyim. Akrebiyet ve kurbiyet. Daha önce duymamışlar için özet geçeyim: Her ikisi de 'yakınlık' anlamına geliyor. Ancak aralarında derece farkı var. Kenan Demirtaş Hoca'nın gözetiminde hazırlanan Terimler ve Kavramlar Sözlüğü'nde bu farka 'yakın' ve 'daha yakın' ifadeleriyle işaret edilmiş. Fakat elbette mesele salt bu noktada bırakılmamış. Eserde, Risale-i Nur'da geçtiği makamlardan hareketle, adı anılan kavramlaştırmalar arasındaki yedi ayrı nüansa dikkat çekilmiş. Mezkûr izahları bu yazıya dahil etmem (metnin hacmi açısından) mümkün olmadığından, meraklısını cidden emek ürünü o kaynağa havale ederek, bencileyin, 'akrebiyet' ve 'kurbiyet'ten neler anladığımı aktarayım:
Ben, akrebiyeti, en genel anlamda, 'Cenab-ı Hakkın kulunu kendisine şiddetli bir şekilde yakınlaştırması' olarak anlıyorum. Daha özel bir anlamda ise, akrebiyeti, 'Cenab-ı Hakkın nebi kullarına ihsan ettiği bir marifet şekli' olarak yorumluyorum. Biraz daha açayım: İnsanoğlu, Cenab-ı Hakkı bilmeye/araştırmaya meyyal yaratılmıştır, bu doğru. Bunun için gerekli olan yetenek ve meziyetlerle de donatılmıştır, bu da doğru. Ancak bu yetenek ve meziyetlerin, hatta onlara ilaveten sarfettiğimiz say u gayretlerin hakettiği (normalde alabileceği) marifet düzeyi başkadır; Cenab-ı Hakkın, hikmet ve rahmetinin şanı olarak, bazı seçkin kullarına bahşedebileceği marifet düzeyi başkadır. İkincisi 'akrebiyeti' birincisi ise 'kurbiyeti' ifade eder.
Meseleyi akla yaklaştırmak için bir örnek verelim: Her insan, bedensel bir engeli olmadıktan sonra, daha hızlı koşabilmek için alıştırmalar yapabilir ve bu sayede sıradan bir insanın ulaşamayacağı bir hızda koşmayı başarabilir. Ancak bütün bu alıştırmalara rağmen, hiçbir insan, bir geyikle yarışamaz, bir çitayı yenemez, bir at kadar uzun mesafeleri alamaz. Çünkü fiziksel anlamda ona tayin edilen sınırlar içerisinde kalmaya mahkumdur. Gelişmesi yine fıtratının tayin ettiği sınırlar içerisinde bir gelişmedir. Allah, fıtraten geyiğe, çıtaya veya ata insandan daha hızlı koşmasını sağlayabilecek kapasite bağışlamıştır. Bir at, bir çita veya bir geyik, hiçbir idman yapmasa dahi rahatlıkla idmanlı insanı yener. İnsanın say u gayreti bu noktada onun kurtarıcısı olamaz.
İşte Bediüzzaman'ın 'velayet mesleği' ile 'nübüvvet mesleği' arasında çizdiği çizgi yahut 'tasavvuf mesleği' ile 'sahabe mesleği' arasına koyduğu ayraç veyahut 'vehbî' olanla 'kesbî' olan arasında dile getirdiği nüans, ancak bu perspektiften bakmakla anlaşılabilir. Allah'ın akrebiyetiyle yakınlaştığı bir insana/zamana, beşer hiçbir şekilde kurbiyetiyle yetişemez ve ulaşamaz. Çünkü akrebiyet, Allah'ın, marifet ve rıza olarak bir kuluna veya zamana sınıf atlatmasıdır. Bir veli bir nebiden daha fazla namaz kılabilir mi? el-Cevap: Evet, kılabilir. Bir veli bir nebiden daha fazla oruç tutabilir mi? el-Cevap: Evet, tutabilir. Peki, bir veli bir nebiyi o ibadetlerden hasıl olan sevapça veya makamca geçebilir mi? el-Cevap: Geçemez. Çünkü yarışamayacağı bir değerlendirme sistemiyle kıyaslanmaktadır. Bu meselesi Bediüzzaman'ın şu misaliyle izah edelim:
"Mesela, gayet zengin bir zâtın irsiyetinden, evlâtlarının birine yirmi batman gümüş ile dört batman altın veriliyor. Diğerine beş batman gümüş ile beş batman altın veriliyor. Öbürüne de üç batman gümüş ile beş batman altın verilse, elbette âhirdeki ikisi çendan kemiyeten az alıyorlar, fakat keyfiyeten ziyade alıyorlar. İşte, bu misal gibi, Şeyheynin veraset-i nübüvvet ve tesis-i ahkâm-ı risaletinde tecellî eden hakikat-i akrebiyeti İlâhiye altınından hisselerinin az bir fazlalığı, kemâlât-ı şahsiye ve velâyet cevherinden neş'et eden kurbiyet-i İlâhiyenin ve kemâlât-ı velâyetin ve kurbiyetin çoğuna galip gelir. Muvazenede bu noktaları nazara almak gerektir. Yoksa, şahsî şecaati ve ilmi ve velâyeti noktasında birbiriyle muvazene edilse, hakikatin sureti değişir."
Bediüzzaman'ın, özellikle ehl-i sünnet ile şianın ehl-i beyte bakış farkını ortaya koymada, vahiy ile ilhamın derece farkını ifade etmede, sahabe mesleği ile tasavvuf yolunun nüanslarını dile getirmede, ikram ile kerameti ayırmada, ihsan ile kisbi tanımlamada, hatta ve hatta bütün varlığa bakışta 'akrebiyet' ile 'kurbiyeti' iki farklı kemal kategorisi olarak önümüze serdiğini görüyoruz. Yani varlıktaki kemal iki şekilde karşımıza çıkabilir: 1) Bu kişinin say u gayretinin karşılığı olarak Allah'ın ona adetullah kanunları çerçevesinde verdikleri olabilir. 2) Allah'ın bir ihsanı olarak, kişinin say u gayretinden bağımsız, özel bir bağışı olabilir. İkincisi her vukua geldiğinde birincisinin bağlı olduğu düzeni sarsar. Mesnevî-i Nuriye'de ata, kaza ve kader arasında kurduğu ilgi de, bir açıdan, mezkûr ilişkiyi bize fısıldamaktadır: "Evet, yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, atâ da kazâ kanununun kat'iyetini deler. Kazâ da ok gibi kader kararlarını deler."
Bu iki kavramın içeriğiyle şekillenen mü'minin dünyasında zaman telakkisi, kemal telakkisi, medeniyet telakkisi, insaniyet telakkisi gibi daha birçok telakki bambaşka bir noktaya oturur. Allah'ın akrebiyetiyle yakınlaştığı (burada maddi bir yakınlaşmayı, haşa, kastetmiyoruz) dönemler, diğer dönemlere kıyasla, elbette beşerin pekçok açıdan daha kemalde olduğu devirlerdir. Uzaklaştığı zamanlar ahirzamanlardır. Biz, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın yaşadığı asra Asr-ı Saadet diyor ve o devri erişilmez bir zirve olarak görüyorsak, bundandır. Sahabeyi, arkasından gelecek hiçbir nesille kıyaslıyamıyorsak, bundandır. Sünnet-i seniyyeyi, modern zamanın faydasını savunduğu hiçbir âdetin/sistemin erişemeyeceği bir yükseklikte tutuyorsak, bundandır. Akrebî dokunuşların kurbî düzlemi altüst edebildiğini bildiğimiz için, bizim zaman, tarih, medeniyet, varlık, insaniyet, ahlak, kemal algılarımız seküler insandan değişiktir. Ve belki bu yaklaşıma biz gibi sahip olmadıklarından modernist ve ehl-i bid'a fırkaların itikadları bozuluyor. Yalnız 'kesbî' ve 'kurbî' olanın övüldüğü bir düzenin kurbanı oluyorlar.
Bugünlerde 'akrebiyet' ve 'kurbiyet' kavramlarını mü'minin dünyasını başkalaştıran iki kavram olarak tefekkür etmekteyim. Bilmiyorum, ne kadar arzedebildim? İnşaallah, bu iki kavramın ehl-i sünnet ve'l-cemaat ile şianın ehl-i beyte yaklaşımını nasıl değiştirdiği de bir sonraki yazımda ifade etmeye çalışacağım. Tevfik Allah'tandır. Ve hamd yalnızca Ona...
24 Haziran 2015 Çarşamba
Ehl-i sünnet, Nurculardan neden çekinir?
Ehl-i sünnet müdafîleri neden bizden çekiniyor? Bediüzzaman'ın da ifadesiyle 'Risale-i Nur medreselerin malıyken' neden ehl-i medrese bizle temas etmekte mütereddit? Fakat hayır, bundan da ötede, bir kısım ehl-i sünnet ulemasının bizi neredeyse modernizme/ehl-i bid'a olmaya yakın, ya zaten kaymış veya kaymaya teşne gördüğünü karşıkonulmaz bir şekilde farkediyoruz. Elbette ehl-i insaf olanlar daha insaflıca yazıyorlar. Fakat kimisi var ki; neredeyse, Nurcuları (Allah korusun) ehl-i sünnetten ayrılmış bir fırka gibi görüyorlar. Canımız onları duydukça yansa da canımızın yanması onların yakmasını engellemiyor. Bu yaşanmaya devam ediyor.
Bu sorunun bizden ve onlardan kaynaklanan iki ayağı olduğunu düşünüyorum. Bize bakan yönü: Bediüzzaman'ın, Lahikalar içinde ehl-i medreseye ve ehl-i sünnet çizgisi âlimlerine dönük tüm sevgi, muhabbet, hürmet ifadelerine ve iletişim kurma çabalarına rağmen; ondan sonra gelenler olarak, bu sıla-i rahimi yeterince sağlayamayışımız. Mademki 'Risale-i Nur medresenin malıdır' diyor Bediüzzaman, o zaman onlarla kurulacak bağ bizim sıla-i rahimimizdir. Onlardan uzakta mutlu olamayız. Fakat bu bağı yeterince gözettiğimiz söylenemez. Bu bizim asabiyetimizin ve kibrimizin kem neticesi.
Meselenin bir kısım ehl-i sünnet ulemasına bakan yönündeyse şu sorun var: Bediüzzaman'ın bütünlüğüne bakmak ve Risale-i Nur'a Nurcuların rağmına bile olsa sahip çıkmak yerine, Nurcuların hatalarıyla Risale-i Nur'dan soğumayı tercih ediyorlar. Bu soğumanın ardından gelen davranış şekli, ehl-i sünnetin dağ gibi ortak yanlarını bir kenara koyup, ayrı düştüğümüz meselelerde birbirimizin yaralarını deşip durmak... Yaptığımız tastamam bu. Onlar, böylesi meselelerde Bediüzzaman'ı anlamaya çalışmak yerine sert muhalefeti tercih ediyorlar. Bu tercihte bizim tarafın üslûbu da etkili. Üzüldüğüm tarafı şu: Bediüzzaman'ın iki-üç cümlesi üzerinde dönüyor bütün tartışmalar. Aşılamayacak şeyler de değil, aşılması istenmeyen şeyler. İnsan istiyor ki: Ehl-i medrese, Nurcular ne ederse etsinler Risalelerden küsmesinler. Hatta biz yanlış anlıyorsak bu metinleri çekip elimizden alsınlar. Onlar bize anlatsınlar. Çünkü onlar Risale-i Nur'un beslendiği kaynaklara da aşinalar.
Rahmetli Badıllı ağabeyin gayretleri haricinde Risale-i Nur'un beslendiği, süt emdiği ehl-i sünnet kaynaklarını çalışan bir Nurcu yayıncı veya Nurcu âlim var mı? Sanmıyorum. Bu meselenin tartışıldığı pekçok yer gördüm, ama Nurcular bu konuda adım atamıyorlar. Bediüzzaman hangi eserlerden alıntı yapmıştır? Hangilerine havale etmiştir? Bu eserleri basacak ve Risale-i Nur'un bostanını bize taşıyacak bir Nurcu gayreti yok piyasada. Bu da bizi 'kullanışlı' hale getiriyor bence.
Murat Türker, Moderne Nasihat kitabında tekrar tekrar vurguluyor: "Bediüzzaman bir ehl-i sünnet âlimidir." Hakikaten tekrar tekrar vurgulanması gereken birşey bu. Bediüzzaman (haşa) bir modernist veya ehl-i bid'a değildir. Bazılarının göstermeye çalıştığı gibi dinde reform taraftarı falan da olmamıştır. Onun tecdidi ehl-i sünnetin çizgisini yeniden ortaya çıkarmak noktasında olmuştur. Fakat bizde tecdid denince "Yeni ne söylemiş?" diye bakıldığından, merhum İbrahim Canan Hoca gibi Bediüzzaman'ı calvinist yapandan tutun ta Mustafa Akyol gibi liberal yapana kadar çeşit çeşit temayül var. Hatta bu sıralar Kur'an müslümanlığına Bediüzzaman'dan delil getirenler bile oluyor. Buradan ben şunu anlıyorum: Nasıl ki, sünnet olmadan Kur'an manevi tahrife müsait bir hale geliyor; ehl-i sünnet çizgisi bilinmeden de Risale-i Nur gibi bir Kur'an tefsiri kimi konularda modernistler tarafından tahrife uğratılabilir bir hale geliyor. Belki Bediüzzaman'ın ehl-i medreseye olan düşkünlüğünde bu öngörünün de payı büyük.
İslamoğlu taifesiyle yaptığım tartışmalar sırasında bana karşı kullanmaya çalıştıkları iki argümanı örnek vereceğim: 1) Bediüzzaman'ın Kur'an'ı tevhid-i kıble etmesi meselesi. Bu zümre diyorlar ki: Bediüzzaman da aslında bizim şu an savunduğumuz şeyi savunuyor. Diyor ki; tevhid-i kıble edeceksin, yalnız Kur'an'ın peşinden gideceksin. Halbuki; Alternatif Bakış'ın bir bölümünde Kenan Demirtaş Hoca'nın da altını güzelce çizdiği gibi Bediüzzaman'ın Kur'an'a bakışı/yönelişi bütün muktesebatıyla (özellikle hadis müktesebatıyla) bir bakıştır. Ve Bediüzzaman Münacaat Risalesi gibi pekçok eserinde özellikle altını çizmiştir: "Resûl-i Ekreminin tâlimiyle ve Kur'ân-ı Hakîmin dersiyle anladım ki..." Ve yine 'üç küllî muarrif' öğretisinde Kur'an'ı, nübüvveti (Allah Resulünü) ve kainatı birbirinden kopmaz bağlarla bize anlatır.
2) Zamanın müfessirliği meselesi. Bediüzzaman'ın zamanı bir müfessir olarak zikretmesi, kimileri tarafından 'zamanın ilcaatı' veya 'konjonktüre göre hüküm' şeklinde anlaşıldığı için, çizgiyi korumaya hassas ehl-i sünnet bize karşı tedirgin oluyor. Halbuki bu ifadeyi kullandığı her yerde aslında Bediüzzaman'ın yaptığı, ümmetin zaman içine yayılmış amel ediş tarzının bize gösterdiği genişlikli okuma. Yani zaman aynasında yansıyan ümmetin uygulama şekli, ümmetin icmaı, bize o konuda bir hüküm çıkarabilme veya sınırlarını görebilme yeteneği veriyor. Ümmetin dalalet üzerine birleşmeyeceği sırrı olan bu ifade, bazıları tarafından kötü niyetle kullanıldığından, ehl-i sünnet müdafîleri de bize karşı müteredditler. Fakat haksızlar. Çünkü Bediüzzaman'ın bütünlüğüne bakmıyorlar.
Daha bunun gibi Gülencilerin yaptığı, İslamoğlucuların yaptığı, liberallerin yaptığı, milliyetçilerin yaptığı, modernistlerin yaptığı birçok saptırmayı, Bediüzzaman'dan sanmak doğru değil. Bu çok kullanılma hali Risale-i Nur'un karizmasından ve toplumsal gücünden kaynaklanıyor. Gücünü kullanmaya çalışıyorlar, çünkü geniş halk kitlelerinde karşılığı var. Eğer sapıyorsak, yanlış yapıyorsak, ehl-i medrese olarak Risale-i Nur'a sahip çıkıp bize istikameti anlatmak yine onlara düşer.
İttihad-ı İslam hayali kuran bizler, bu şekilde nasıl ittihad edeceğiz? Daha kendi bahçemizde biraraya gelemiyoruz, ümmet nasıl birleşecek? Lakin son konu hakkında bir özeleştiri daha yapmak istiyorum Nurcular adına. Biz, Nurcular olarak ehl-i bid'aya karşı yeterince uyanık durumda değiliz. Gerek bize, bizim hoşlandığımız kavramların altına saklanarak gelmelerinden ve gerekse bizim Risale-i Nur haricinde İslam geleneğine yeterince hâkim olamayışımızdan kaynaklanıyor bu durum. Fakat devası, kendisini dev aynasında görmek değil; sıla-i rahim yapmakta, yine yüzümüzü ehl-i medreseye/sünnete dönmekte. Hem de Risale-i Nur metinlerini daha nitelikli/derinlikli okumakta. Tek devamız bu.
Bu sorunun bizden ve onlardan kaynaklanan iki ayağı olduğunu düşünüyorum. Bize bakan yönü: Bediüzzaman'ın, Lahikalar içinde ehl-i medreseye ve ehl-i sünnet çizgisi âlimlerine dönük tüm sevgi, muhabbet, hürmet ifadelerine ve iletişim kurma çabalarına rağmen; ondan sonra gelenler olarak, bu sıla-i rahimi yeterince sağlayamayışımız. Mademki 'Risale-i Nur medresenin malıdır' diyor Bediüzzaman, o zaman onlarla kurulacak bağ bizim sıla-i rahimimizdir. Onlardan uzakta mutlu olamayız. Fakat bu bağı yeterince gözettiğimiz söylenemez. Bu bizim asabiyetimizin ve kibrimizin kem neticesi.
Meselenin bir kısım ehl-i sünnet ulemasına bakan yönündeyse şu sorun var: Bediüzzaman'ın bütünlüğüne bakmak ve Risale-i Nur'a Nurcuların rağmına bile olsa sahip çıkmak yerine, Nurcuların hatalarıyla Risale-i Nur'dan soğumayı tercih ediyorlar. Bu soğumanın ardından gelen davranış şekli, ehl-i sünnetin dağ gibi ortak yanlarını bir kenara koyup, ayrı düştüğümüz meselelerde birbirimizin yaralarını deşip durmak... Yaptığımız tastamam bu. Onlar, böylesi meselelerde Bediüzzaman'ı anlamaya çalışmak yerine sert muhalefeti tercih ediyorlar. Bu tercihte bizim tarafın üslûbu da etkili. Üzüldüğüm tarafı şu: Bediüzzaman'ın iki-üç cümlesi üzerinde dönüyor bütün tartışmalar. Aşılamayacak şeyler de değil, aşılması istenmeyen şeyler. İnsan istiyor ki: Ehl-i medrese, Nurcular ne ederse etsinler Risalelerden küsmesinler. Hatta biz yanlış anlıyorsak bu metinleri çekip elimizden alsınlar. Onlar bize anlatsınlar. Çünkü onlar Risale-i Nur'un beslendiği kaynaklara da aşinalar.
Rahmetli Badıllı ağabeyin gayretleri haricinde Risale-i Nur'un beslendiği, süt emdiği ehl-i sünnet kaynaklarını çalışan bir Nurcu yayıncı veya Nurcu âlim var mı? Sanmıyorum. Bu meselenin tartışıldığı pekçok yer gördüm, ama Nurcular bu konuda adım atamıyorlar. Bediüzzaman hangi eserlerden alıntı yapmıştır? Hangilerine havale etmiştir? Bu eserleri basacak ve Risale-i Nur'un bostanını bize taşıyacak bir Nurcu gayreti yok piyasada. Bu da bizi 'kullanışlı' hale getiriyor bence.
Murat Türker, Moderne Nasihat kitabında tekrar tekrar vurguluyor: "Bediüzzaman bir ehl-i sünnet âlimidir." Hakikaten tekrar tekrar vurgulanması gereken birşey bu. Bediüzzaman (haşa) bir modernist veya ehl-i bid'a değildir. Bazılarının göstermeye çalıştığı gibi dinde reform taraftarı falan da olmamıştır. Onun tecdidi ehl-i sünnetin çizgisini yeniden ortaya çıkarmak noktasında olmuştur. Fakat bizde tecdid denince "Yeni ne söylemiş?" diye bakıldığından, merhum İbrahim Canan Hoca gibi Bediüzzaman'ı calvinist yapandan tutun ta Mustafa Akyol gibi liberal yapana kadar çeşit çeşit temayül var. Hatta bu sıralar Kur'an müslümanlığına Bediüzzaman'dan delil getirenler bile oluyor. Buradan ben şunu anlıyorum: Nasıl ki, sünnet olmadan Kur'an manevi tahrife müsait bir hale geliyor; ehl-i sünnet çizgisi bilinmeden de Risale-i Nur gibi bir Kur'an tefsiri kimi konularda modernistler tarafından tahrife uğratılabilir bir hale geliyor. Belki Bediüzzaman'ın ehl-i medreseye olan düşkünlüğünde bu öngörünün de payı büyük.
İslamoğlu taifesiyle yaptığım tartışmalar sırasında bana karşı kullanmaya çalıştıkları iki argümanı örnek vereceğim: 1) Bediüzzaman'ın Kur'an'ı tevhid-i kıble etmesi meselesi. Bu zümre diyorlar ki: Bediüzzaman da aslında bizim şu an savunduğumuz şeyi savunuyor. Diyor ki; tevhid-i kıble edeceksin, yalnız Kur'an'ın peşinden gideceksin. Halbuki; Alternatif Bakış'ın bir bölümünde Kenan Demirtaş Hoca'nın da altını güzelce çizdiği gibi Bediüzzaman'ın Kur'an'a bakışı/yönelişi bütün muktesebatıyla (özellikle hadis müktesebatıyla) bir bakıştır. Ve Bediüzzaman Münacaat Risalesi gibi pekçok eserinde özellikle altını çizmiştir: "Resûl-i Ekreminin tâlimiyle ve Kur'ân-ı Hakîmin dersiyle anladım ki..." Ve yine 'üç küllî muarrif' öğretisinde Kur'an'ı, nübüvveti (Allah Resulünü) ve kainatı birbirinden kopmaz bağlarla bize anlatır.
2) Zamanın müfessirliği meselesi. Bediüzzaman'ın zamanı bir müfessir olarak zikretmesi, kimileri tarafından 'zamanın ilcaatı' veya 'konjonktüre göre hüküm' şeklinde anlaşıldığı için, çizgiyi korumaya hassas ehl-i sünnet bize karşı tedirgin oluyor. Halbuki bu ifadeyi kullandığı her yerde aslında Bediüzzaman'ın yaptığı, ümmetin zaman içine yayılmış amel ediş tarzının bize gösterdiği genişlikli okuma. Yani zaman aynasında yansıyan ümmetin uygulama şekli, ümmetin icmaı, bize o konuda bir hüküm çıkarabilme veya sınırlarını görebilme yeteneği veriyor. Ümmetin dalalet üzerine birleşmeyeceği sırrı olan bu ifade, bazıları tarafından kötü niyetle kullanıldığından, ehl-i sünnet müdafîleri de bize karşı müteredditler. Fakat haksızlar. Çünkü Bediüzzaman'ın bütünlüğüne bakmıyorlar.
Daha bunun gibi Gülencilerin yaptığı, İslamoğlucuların yaptığı, liberallerin yaptığı, milliyetçilerin yaptığı, modernistlerin yaptığı birçok saptırmayı, Bediüzzaman'dan sanmak doğru değil. Bu çok kullanılma hali Risale-i Nur'un karizmasından ve toplumsal gücünden kaynaklanıyor. Gücünü kullanmaya çalışıyorlar, çünkü geniş halk kitlelerinde karşılığı var. Eğer sapıyorsak, yanlış yapıyorsak, ehl-i medrese olarak Risale-i Nur'a sahip çıkıp bize istikameti anlatmak yine onlara düşer.
İttihad-ı İslam hayali kuran bizler, bu şekilde nasıl ittihad edeceğiz? Daha kendi bahçemizde biraraya gelemiyoruz, ümmet nasıl birleşecek? Lakin son konu hakkında bir özeleştiri daha yapmak istiyorum Nurcular adına. Biz, Nurcular olarak ehl-i bid'aya karşı yeterince uyanık durumda değiliz. Gerek bize, bizim hoşlandığımız kavramların altına saklanarak gelmelerinden ve gerekse bizim Risale-i Nur haricinde İslam geleneğine yeterince hâkim olamayışımızdan kaynaklanıyor bu durum. Fakat devası, kendisini dev aynasında görmek değil; sıla-i rahim yapmakta, yine yüzümüzü ehl-i medreseye/sünnete dönmekte. Hem de Risale-i Nur metinlerini daha nitelikli/derinlikli okumakta. Tek devamız bu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...