Caner Taslaman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Caner Taslaman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Aralık 2017 Cumartesi

Allah'ı zamana sıkıştırmak...

Bu tam bir yazı gibi olmayacak. Evet. Başlarken hemen belirtelim. Yine yazı görünümlü notlarımdan birisiyle karşıkarşıyasınız. 28. Lem'a'nın 9. Nüktesi'ni yeniden okurken aklıma gelen birşeyi paylaşmak istiyorum bu karalamada sizlerle. Malum o metin 'kaylule uykusu'na dair. ('Öğle uykusu' diyelim daha anlaşılır olsun.) Dikkatimi çeken şeyse... Oraya gelmeden şunu söyleyelim:

Bir ehl-i bid'a, modernist ve/veya tarihselci olsanız, daha 'kaylule uykusu' başlığından haberdar olur olmaz, elinizi çenenize koyup şöyle diyebilirsiniz: "Hımm... Arapların yaşadığı bölge zaten çok sıcaktı. Bir de güneş tepeye çıktı mı hepten ayakta durulmaz oluyordu. Ne yapsın adamcağızlar? Çaresiz o vakti uyuyarak geçiriyorlardı. Elbette, onlardan birisi olması hasebiyle, Efendimiz de (a.s.m.) onlar gibi öğle vakti uyuyordu. Fakat bir 'yöre âdeti olarak' uyuyordu." Falan filan feşmekan... Onlardan olsanız kesinlikle dersiniz bunu.

Ve yine dersiniz ki: "Şimdi İslam'ın yaşandığı öyle bölgeler var ki yazın bile sıcak olmuyor. Sıcak olmadığına göre çalışmak da sorun olmuyor. Öğlen vakti bunaltmıyor. Güneşin en tepede olması güçten düşürmüyor. O halde ne imiş efendim bu zamanda öğle uykusu? Böyle sünnet mi olur? Geleneksel şeyler bunlar canım. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) her yaptığı da sünnet değildir ya!"

Fakat bakınız mezkûr metinde mürşidim ne diyor: "Kayluledir ki bu uyku sünnet-i seniyyedir. Duhâ vaktinden öğleden biraz sonraya kadardır. Bu uyku, gece kıyamına sebebiyet verdiği için sünnet olmakla beraber, Ceziretü'l-Arabda, vaktü'z-zuhr denilen şiddet-i hararet zamanında bir tatil-i eşgal, âdet-i kavmiye ve muhitiye olduğundan, o sünnet-i seniyyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir."

Bir soruyla hemen dikkatinizi çekerim: Mürşidim kaylule uykusunun ana hikmeti olarak neye işaret ediyor? Sıcaklık mı? Hayır! Sıcaklık değil kaylulenin ana sebebi. O sadece daha ziyade kuvvetlendirmiş. Ya? "Gece kıyamına sebebiyet verdiği için..." Ne demek gece kıyamı? Yani gecenin bir miktarında uyanık kalabilme. İbadete vakit ayırabilme. Hani Kur'an'da ve sünnette çok övülmüş olan ibadet vakitlerine. İşte, ahiret adına, o vakitleri değerlendirebilmek için de öğle uykusuna ihtiyaç var. Belki bilemediğimiz bir dolu hikmeti daha var.

Hülasa, arkadaşlar, şöyle argümanları duyarsanız artık alnının ortasına aptallık kaşesini basın: 'Vay efendim Araplar sarık sarıyordu da o yüzden Efendimiz (a.s.m.) sarardı. Vay efendim Araplar öğle uykusuna yatardı da ondan Efendimiz (a.s.m.) öğle uykusuna yatardı. Vay efendim Araplar pis bir milletti de Efendimiz (a.s.m.) onları temizliğe alıştırmak için abdesti emretti vs..."

Bu gibi 'akılcı görünen herzeleri' söyleyerek Efendimizin (a.s.m.) hayatını 'döneminin duvarları içinde' okumaya tâbi tutanların yaptıkları hata her defasında aynı aslında: Buldukları 'tarihsel' veya 'sosyolojik' hikmeti o şeyin tek illeti, nedeni veya hikmeti olarak sanrılıyorlar. Hatta dayatıyorlar!

Günümüzde bu tür körleştirici okumalar da en çok 'sosyoloji' alanında karşımıza çıkıyor. Materyalizm nasıl dalaletine dayanak olarak sözde fen bilimlerinin verilerini (esasında dogmalarını) kullanıyorduysa modernizm de sosyal bilimleri (esasında dogmalarını) dayanak olarak kullanıyor. Orada 'biyolojik evrim' burada 'sosyolojik evrim.' İkisinde de bulduğunu mutlaklaştırma ve başka hikmete müsaade etmeyecek şekilde dayatma var. Bir ilmî isbidat/zorbalık sözkonusu. Ve her ikisi de konu ettikleri alana dışarıdan 'akrebî/vahyî' bir müdahalenin olabileceğini kabullenemiyorlar.

Yaşananları 'dış müdahalelerden tamamen arındırıldığını sanrıladıkları' laboratuar alanın içindeki nedenlerle açıklamaya çalışıyorlar. Halbuki dinin kendisi dış müdahaleye inanmakla (gayba imanla) başlar. Dış müdahaleye inanmayan bilimdallarının/bilimadamlarının dinin üzerinde yükseldiği hakikati anlaması mümkün müdür? Zira yapısal olarak onlar esbabperesttirler. Bu noktada mürşidimin şu tesbitinin de ne kadar haklı olduğu ortaya çıkar:

"Binler feylesofların muhalif fikirleri, böyle imanî meselelerde bir tek muhbir-i sâdıka karşı hiçbir şüphe, hattâ vesvese vermemek lâzımken, yüz yirmi bin ispat edici ehl-i ihtisas ve muhbir-i sâdıkın ve hadsiz ve nihayetsiz müsbit ve mütehassıs ehl-i hakikat ve ashab-ı tahkikin ittifak ettikleri erkân-ı imaniyede, aklı gözüne inmiş, kalbsiz, mâneviyattan uzaklaşmış, körleşmiş birkaç feylesofun inkârlarıyla şüpheye düşmenin ne kadar ahmaklık ve divanelik olduğunu kıyas ediniz."

Özetlersem: Bu gibi okumaların en temel hatasının 'vahyi hesaba katmamak' olduğunu söyleyebilirim. Zamanlar üstü bir ilahın nebisinin davranışlarının 'tamamen konjontürel nedenlerle' izah edilip bağlanması, işte bu hata, onları tesbitlerinde zamanlarının kölesi kılıyor. Biz ezelî ve ebedî bir Allah'a inanmış olan mü'minler, inandığımız zamanlar üstü İslam'ı, neden onların 'günübirlik taktik ve stratejileriyle' değiştirelim? Böyle bir Allah'ın böyle bir nebisine şöyle daraltılmış bir nazarla bakmak önyargılı bir eksiklik değil midir?

22 Temmuz 2017 Cumartesi

Ebubekir Sifil Hoca ne yapmaya çalışıyor?

Bediüzzaman Hazretlerinin, Mektubat'ta, ahirzaman ahvaline dair sorulan suallere verdiği cevaplardan birisi beni hep düşündürmüştür. Sual şöyle: "Âhirzamanda, Hazret-i İsâ aleyhisselâm Deccalı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle din-i hakka girerler. Halbuki, rivayetlerde gelmiştir ki, 'Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kıyamet kopmaz.' Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasıl umumiyetle küfre giderler?" Cevabın finaline yakın şunları söyler mürşidim:

"İsevîliğin din-i hakikîsi zuhur ile ve İslâmiyete inkılâp etmesiyle, çendan, âlemde ekseriyet-i mutlakaya nurunu neşreder. Fakat, yine kıyamet kopmasına yakın, tekrar bir dinsizlik cereyanı başgösterir, galebe eder ve 'El-hükmü li'l-ekser' kaidesince, yeryüzünde Allah Allah diyecek kalmayacak; yani, 'ehemmiyetli bir cemaat küre-i arzda mühim bir mevkie sahip olacak bir surette Allah Allah denilmeyecek' demektir. Yoksa, ekalliyette kalan veyahut mağlûp düşen ehl-i hak kıyamete kadar bâki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı ânında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır."

Bu metni ilk okuduğum günlerde 'böyle birşeyin nasıl mümkün olabileceğini' düşünüp hayret ederdim. Risale-i Nur'u yeni yeni okuduğumdan belki, ondaki burhanlara bakarak, "Bunlardan sonra tekrar nasıl mağlup oluruz?" diye düşünürdüm. İslam âlimlerinin (Allah hepsinden razı olsun) ürettiği marifetin karşıkonulmaz bir içeriğe sahip olduğunu zaten biliyordum. Günbegün artıyordu da sanki bu karşıkonulmazlık! Ateizmin hâkim ideoloji olup üniversite kürsülerinden bile dayatıldığı/haykırıldığı devirler geride kalmıştı. Materyalist-naturalist-evrimci saldırı ümmetin sinesinde erimişti. Bu ümmet komünizm gibi bir dehşeti bile, yaralar almasına rağmen, atlatmıştı. Peki nasıl olup da tekrar mağlup olacaktı? İşte o zaman cevabın ortasını kaçırdığımı farkettim:

"Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak. Birisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı, Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdi isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır. İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüt eden bir cereyan-ı Nemrudâne, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir."

Geçtiğimiz gün Habertürk'te yayınlanan münazarayı izlerken de bu bu bahis aklıma geldi. Ebubekir Sifil Hoca (Allah ona yüz şehit sevabı versin) Caner Taslaman'ın bir rapçi gibi seri şekilde savurduğu herzelerine cevap verirken neden şikayet ediyordu? Verecek cevabı olmamasından mı? Hayır, Ebubekir Sifil Hoca'yı az-çok takip edenler bilir ki, o bütün bu herzelerin cevabını bihakkın vermeye yetecek bir ilim ve istidat sahibidir. Ki birçoğunu da program sırasında cevapladı. (Zaman yetse daha çoğunu da cevaplayacaktı.)

Fakat muhatabı cevap aramıyordu. Taslaman, haksız da olsa, galip gelmenin peşindeydi. Karşısındaki ağaç yıkılmasa da baltasını sallamanın peşindeydi. Programı sorulara/şüphelere/dedikodulara boğdurmanın planıyla gelmişti. Masasını perşembe pazarına çevirmesinin bundan başka ne sebebi olabilirdi? Düşünün ki, o masada sergilemek için, muhtemelen evinde itinayla sakladığı deve idrarını bile kavanozlayıp getirmişti. (Tabii insan o evde daha neler saklandığını merak ediyor.)

Ben işte bu münazara sırasında yukarıdaki metinlerde Bediüzzaman Hazretlerinin ders verdiği bir sırrı görür gibi oldum. Neyi gördüm peki? Gördüğüm şudur: Bu dalalet dediğimiz şey tek bir koldan gelmiyor. Diyelim 'ikincisini' mağlup ettiniz. Uluhiyeti inkâr eden tabiatçı, materyalist, ateist felsefeyi yendiniz. Elhamdülillah. Lakin iş burada bitmiyor ki. Bir de 'nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek' birileri çıkıyor/çıkacak. Nifak perdesi ile çıktıklarına göre biz bunları müslüman sanacağız. Dillerinden de, zâhiren, İslam'ın oğlu oldukları iddiası ifade olunacak. Fakat hakikatte, alttan alta, saman altından su yürütür bir şekilde, risalet-i Ahmediye'yi inkâr edecekler. Peki bunu nasıl yapacaklar? Allahu'l-A'lem, Ebubekir Sifil Hoca'nın karşısında Caner Taslaman bu kanunun bir ferdini pek çirkef bir şekilde bizlere gösterdi.

Risalet-i Ahmediye (a.s.m.) onu bizzat görmemiş, dizi dizine değmemiş, sözü kulağına erişmemiş, gözü yüzüne dokunmamış müslümanlar için nedir? Risalet-i Ahmediye, görenler için de görmeyenler için de, öncelikle sünnet-i seniyyesidir. O sünnetle gelen ahlakıdır, hikmetidir, öğrettiğidir, hissettirdiğidir. Sünnet-i seniyyeye dair bilgi olmadan bakılan Şems-i Hidayet (a.s.m.) ışıksız bir güneş haline gelir. Yanar ama bizi aydınlatmaz. Güneşi güneş yapan aydınlığıdır.

Hadislerin inkârı, öncelikle sünnet-i seniyyeye dair bilginin, sonrasında da (müddei bunun aksini söylese de) Risalet-i Ahmediye'nin (a.s.m.) inkârıdır. Daha doğru bir ifadeyle: Risalet-i Ahmediye'nin çaktırmadan inkârıdır. Lütfen, Caner Taslaman'ın münazara boyunca dilinden çıkan şeylere bakın, dikkat edin. Bir de Ebubekir Sifil Hoca'nın hamiyet-i diniyesine nazar edin. Hangisi binayı tutuyordu? Hangisi yıkmaya çalışıyordu? Hangisi 'buradan balta vurman yanlış' diye delille ispat olunduğunda bile zeytinyağ demagojilerle üste çıkmaya çalışıyordu? Hangisi 'Bu binayı yıkarsan altında Kur'an da kalır' diye endişe ediyordu?

Bakınız, derde uyanık olmak lazım, devayı elde edebilmek için. Hakiki âlimler, mehdî misal mürşidler, hadis-i şerifin ifadesiyle Allah Resulü aleyhissalatüvesselamın varisleridir. Aynı sesin zamanlarındaki yankılarıdır. Bediüzzaman Hazretleri bundan yüzyıl önce ne için mücadele ediyorsa, Ebubekir Sifil Hoca aynı şey için mücadele ediyor. İkisi de ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadını maruz kaldığı saldırılara karşı koyuyor. Avamın itikadını bu saldırılardan korumaya çalışıyor. Bediüzzaman ağırlıklı olarak 'ikinci' fitneye dair cevaplar verdi. 'Birinci fitneye' dair de çok kıymetli şeyler söyledi. Eserlerinde hassaten fenden gelen dalaletin belini kırdı.

Bugün Ebubekir Sifil Hoca da ağırlıklı olarak 'birinci' fitneye karşı mücadele ediyor. O da onların belini kırıyor. Vurgudaki farklılık gözünüzü aldatmasın. Âlimlerimiz, elbette, zamanlarında ümmetin muhatap olduğu fitnenin renk tonuna göre cevap üretirler. Demek, fitne bir kere yenilmekle mağlup olan birşey değil, tekrar be tekrar değişik sûretlerle üzerimize gelen birşey. Biz nur talebeleri de uyanık olalım, parçası olduğumuz ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasına sahip çıkalım, sahip çıkanlara da sahip çıkalım. Zaman cemaat zamanıdır. Bizim cemaatimizi oluşturan ise sünnettir. Sünnet-i seniyye ile gelen bilgidir. Efendimiz (a.s.m.) fırka-i naciyeyi böyle tarif etmiştir. Onun etrafında birleşelim. Onun etrafında birleşmek bizi 'biz' yapan itikatta buluşmaktır.

20 Haziran 2017 Salı

Kur'an Risale-i Nur'dan haber veriyor mu?


"Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur'ân'dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur'ân'a münasip bir tarzda ve iktizâ-yı makam münasebetinde, şu tarzların birisiyle ifade ediliyor." 20. Söz'den.

Bu fıkrayı ya birinden duydum ya bir yerden okudum. Net hatırlamıyorum. Hatırladığım kadarıyla aktarayım: Bir gün Avrupalı bir aristokrat Namık Kemal'in de bulunduğu bir mecliste (bir yardım toplantısı sanırım) "Yaş ve kuru hiçbirşey yoktur ki, hepsi, O'nun apaçık kitabında kaydedilmiş olmasın!" ayetini hatırlatarak sorar: "Kur'an'da herşeyin bahsinin geçtiğini iddia ediyorsunuz. Bu nasıl mümkün olur? Mesela: Kur'an'ınız benden veya şu kel kafamdan da bahsediyor mu?" Bu söylerken müstehziyane bir şekilde eliyle de pürüzsüz kafasını sıvazlar. Namık Kemal ise gayet sakin bir şekilde "Evet!" der. "Sizin bahsiniz Kur'an'da var." Ve ardından Bakara sûresinin 264. ayetini okur:

"Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbirşeye sahip olamazlar. Allah kâfirleri doğru yola iletmez."

Bunu çağrıştırır bir anı da bende var. Hızlı ve Öfkeli serisinin 7.'sini izlerken kendi kendime şöyle demiştim: "Vay arkadaş! Adamların ne güzel hayatları var. Hem rahat rahat çalışıyorlar, hem dünyanın parasını kazanıyorlar, hem de güzel güzel dünyayı geziyorlar." Aynı gün takip etmekte olduğum mealli Kur'an okumasında şu ayete rastlayıp sarsıldım: "İnkârcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması sakın seni aldatmasın!" Tokat yemiş gibi oldum. Ben bu sarsılmayı neden yaşadım? Çünkü Kur'an o an benimle konuşuyor gibi geldi. Zamansal mesafe aradan kalktı. Ayet-i kerimeyi birebir üzerime alındım.

Bu demek değildi ki, mezkûr ayet, asırlar sonra gelecek Ahmet Ay diye bir günahkâr için nazil olmuştu. Hayır. Ayetin gelişinin asıl/ana sebebi ben değildim. Benim Hızlı ve Öfkeli 7'yi izleyip düşündüklerim değildi. Ama evet, bir açıdan ayet-i kerime benim için de nazil olmuştu, çünkü bahsedilen bendim. Ders alması gereken bendim. Uyarılan bendim. Peki nasıl bendim?

İşte tam da bu noktada mürşidimin 20. Söz'de bahsettiği birşeyi anımsamak gerekiyor. Alıntılayıp anımsayalım: "Kur'ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." 1. Lem'a'da Hz. Yunus (a.s.), 2. Lem'a'da ise Hz. Eyyub (a.s.) kıssası üzerinden örneklemesi de yapılan bu hakikat bize evvelemirde şunu söylüyor: Kur'an'da anılan hiçbirşey sadece kendisi için anılmaz. 20. Söz'ün başındaki soruya atıf yaparsak: Orada anlatılan kıssalardan, kişilerden, olaylardan, mesajlardan hiçbirisi sadece bir hadisat-ı cüz'iye veya vaka-i âdiyeden ibaret değildir. Bütün zamanlarla konuşur, bütün zamanlara ders verir, bütün zamanlara hitap eder bir yanı vardır.

"Her bir âyetin mânâ mertebeleri vardır; zâhirî (açık), bâtınî (açık ve görünür mânâsının içindeki, ehlinin anlayabileceği mânâ), haddi (kapsamı) ve muttala'ı (anlam çerçevesi) vardır. Bu dört mânâ tabakasından herbirinin de fürûatı (detayları), işaretleri, dalları ve ayrıntıları vardır..." (bk. Ebu Yâ'lâ, el-Müsned 9:287; et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-Evsat 1:236.) hadis-i şerifinden Bediüzzaman'ın aldığı ders de böyledir. "Madem Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan umum ins ve cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette nev-i beşerin herbir tabakası, herbir âyât-ı Kur'âniyeden hissesini alacak ve âyât-ı Kur'âniye, her tabakanın fehmini tatmin edecek surette, ayrı ayrı ve müteaddit mânâları zımnen ve işareten bulunacaktır."

Peki bu konuşma nasıl olur? Bu konuşma, bizzat anılanlar için, bizzat olur. (Kur'an'da sarahaten bahsi geçen veya esbab-ı nüzul olarak nakledilen şeyleri/kişileri bu sadetten sayabiliriz.) Bizzat anılmayanlar içinse kanunen veya işaraten olur. Ne demek 'kanunen veya işareten?' Yani; Kur'an'ın, ayetlerinde ders verdiği hakikatlerin bütün zamanları kuşatan 'düstur-u küllî' veya 'kanun-u umumî' taraflarına dahil olduğumuzu hissettiğimiz an biz de o manaların gölgesinde gölgeleniriz. Ki zaten Kur'an'ı anlama ve yaşama yolculuğumuz da tastamam bunu ifade eder. Karun'un kıssasını okuduğunda kendisine çekidüzen verme ihtiyacı hisseden zengin bu yüzden hisseder.

Eyyub'un (a.s.) kıssasını okuduğunda derdi içinde koruması gereken kulluk şuurunu bulan hasta bu yüzden bulur. Süleyman'ın (a.s.) kıssasını okuduğunda 'nasıl bir yönetici olması gerektiği' dersini alan yönetici bu sayede alır... Yani hepsi kendisini 'bahsedilen' olarak görür. Üzerine alınır. O kanunun bir ferdi ve düsturun bir ucu olarak hayatını yorumlar. Kur'an'la böyle bir ilişkiye girilmedikten sonra zaten arza nüzul edenin kalbe nüzulu yaşanmaz. Ondan ders alınmaz. Tebliğin ahlaka dönüşmesi Kur'an'da hitap edilenin biz olduğumuzu, ama kanunun bir parçası olarak biz olduğumuzu, farketmekle başlar. İşte, tam da bu noktada, "Yaş ve kuru hiçbirşey yoktur ki, hepsi, O'nun apaçık kitabında kaydedilmiş olmasın!" hakikati bize göz kırpar.

Kur'an'da her cimriden tek tek bahis var mıdır? Vardır. Çünkü cimrilikten bahis vardır. Kur'an'da her kibirliden bahis var mıdır? Vardır. Çünkü mütekebbirlikten bahis vardır. Kur'an'da tüm müslümanlardan, kafirlerden veya münafıklardan bahis var mıdır? Vardır. Çünkü onların ait ve bağlı oldukları kanuniyetlerden, manalardan, hakikatlerden bahis vardır. Bu yüzden her mü'min Kur'an'ı okuduğu zaman sanki ayetler kendisiyle konuşuyormuş gibi hisseder. Çünkü hakikaten o ayetlerin ezelden gelen dersleriyle bir ilgisi vardır. Mürşidime göre; sarahaten Hz. Yunus'tan (a.s.) bahseden her ayet, işareten de aynı haleti hisseden herkese hitap eder:

"İşte, Hazret-i Yunus aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz, hûtumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor."

Bu noktada artık diyebilirim ki: Bediüzzaman'ın, Kur'an'da veya başka metinlerde Risale-i Nur'a işaretler bulunduğunu söylediği yerler de böyle anlaşılmalıdır. Çünkü Bediüzzaman bu yerlerin hiçbirinde ayetin sarih manasını sahiplenmez. Esir almaz. "Bu ayet Risale-i Nur için indi!" demez. Aksine; kastettiğinin bu olmadığını tekrar be tekrar belirtir. Onun dediği ise, yukarıda arzetmeye çalıştığım, bir mübarek alınganlıktır. Kur'an'ın bahsettiği kanuniyetlerden bazılarına dahil olmaktır. Kendi ifadelerinden okuyalım:

"Risale-i Nur'un makbuliyetine eski evliyalardan şahit getiriyorsun. Halbuki 'Yaş ve kuru hiçbirşey yoktur ki, hepsi, O'nun apaçık kitabında kaydedilmiş olmasın!' sırrıyla en ziyade bu meselede söz sahibi Kur'ân'dır. Acaba Risale-i Nur'u Kur'ân kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?' denildi. O acip sual karşısında bulundum. Ben de Kur'ân'dan istimdat eyledim. Birden, otuz üç âyetin mânâ-yı sarîhinin teferruatı nev'indeki tabakattan mânâ-yı işârî tabakasından ve o mânâ-yı işârî külliyetinde dahil bir ferdi Risale-i Nur olduğunu ve duhûlüne ve medâr-ı imtiyazına birer kuvvetli karine bulunmasını bir saat zarfında hissettim. Ve bir kısmı bir derece izahlı ve bir kısmını mücmelen gördüm.

Kanaatime hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı. Ve ben de ehl-i imanın imanını Risale-i Nur ile takviye etmek niyetiyle o kat'î kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim. Ve o risalede biz demiyoruz ki, âyâtın mânâ-yı sarîhi budur. Tâ hocalar fîhi nazarun desin. Hem dememişiz ki, mânâ-yı işârînin külliyeti budur. Belki diyoruz ki, mânâ-yı sarîhinin tahtında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da mânâ-yı işârî ve remzîdir. Ve o mânâ-yı işârî de bir küllîdir; her asırda cüz'iyatları var. Ve Risale-i Nur dahi bu asırda o mânâ-yı işârî tabakasının külliyetinde bir ferttir. Ve o ferdin kasten bir medâr-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ulema beyninde bir düstur-u cifrî ve riyazî ile karineler, belki hüccetler gösterilmişken, Kur'ân'ın âyetine veya sarahatine, değil incitmek, belki i'caz ve belâğatine hizmet ediyor. Bu nevi işârât-ı gaybiyeye itiraz edilmez. Ehl-i hakikatin nihayetsiz işârât-ı Kur'âniyeden had ve hesaba gelmeyen istihraçlarını inkâr edemeyen bunu da inkâr etmemeli ve edemez.
"

Şimdi Bediüzzaman'ın bu mübarek alınganlığına itiraz eden, sözde Kur'an müslümanı, özde ehl-i bid'a olanlara sormak istiyoruz: Sizce Kur'an bizimle konuşmuyor mu? Bizi kastetmiyor mu? Bize işaret etmiyor mu? Bizi ilgilendirmiyor mu? Bizden bahsetmiyor mu? Bize deva olmuyor mu? Bize dokunmuyor mu? Bizi düzeltmiyor mu? Bize ders vermiyor mu? Bizi anlatmıyor mu? Bizi istikamete çağırmıyor mu? Bize yol göstermiyor mu? Bizi uyarmıyor mu? Bizi çağırmıyor mu? Bu soruların cevabını Bediüzzaman gibi 'olumlu' vermiyorsanız sizin nereniz Kur'an ve hatta nereniz/nasıl müslüman? Kur'an'ı bütün zamanlarla konuşur kabul etmedikten sonra, size, Kur'an müslümanı değil de 'ahirzaman şarlatanı' denmesi seza değil mi? Şarlatansınız ki, tevhid ile herşeyi yaratanın, kelamında yarattığı herşeyle ilgili olmasını, yani herşeye hitap etmesini inkâr ediyorsunuz.

16 Haziran 2017 Cuma

Caner Taslaman nerede hata yapıyor? (4)

"Yaşamak için dünyayı mahvetmeye devam etmenizi neredeyse zorunlu kılan bir uygarlık sistemine tutsak olmuşsunuz." Daniel Quinn, İsmail'den.

Hemen yazının başında ifade edeyim: Bunu Caner Taslaman'ın kendisinden işitmedim. Ama Taslamandîler şişede durdukları gibi durmuyorlar. Ondan bağımsız olarak da argüman üretmeye devam ediyorlar. İşte, birkaç yazıdır konuşuyor olduğumuz, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'insan' ve 'peygamber' olduğu zamanların ayrımı meselesinde de bu zavallı üretim devam ediyor. Her zaman olduğu gibi, siyerin veya hadislerin geneli görmezden gelinerek, aradan 'işe yarar' görülen birşeyler cımbızlanıyor ve zorlu tevillere maruz bırakılıyor. Hani, dilleri olsa, diyecekler: "Bize ettiğin nedir a insafsız!" Ama dilleri yok metinlerin. O vakit onların dilleri biz olalım. Baktıkları şeylere 'daha farklı' veya 'daha doğru' nasıl bakılacak modernistlere arzetmeye çalışalım.

Bu hâdise de, tıpkı ikinci yazıda aktardığım hâdise gibi, meşhurdur. En azından bu tip iddialarla karşılaşanlar arasında meşhurdur. Sık kullanılan bir argümandır. Yazının gelişme bölümüne geçmeden alıntılayalım: “Hz. Peygamber (aleyhissalatuvesselam), aşılama yapan bir topluluğa uğradı. Onlara 'Siz bunu yapmamış olsanız da (hurma) olur!' buyurdu. (O sene) hurmalar koruk çıkardılar (iyi bir verim alınamadı). Hz. Peygamber (aleyhissalatuvesselam), (neden sonra) onlara (tekrar) uğradı ve 'Hurmalarınız ne durumdadır?' diye sordu. Onlar da 'Şöyle şöyle buyurmuştunuz, (biz de öyle yaptık ve sonuç böyle oldu)' dediler. (Bunun üzerine Resûlûllah): 'Siz dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz' dedi.

Müslim'in Fedail kısmında geçen bu hadis-i şerif bize evvelemirde ne söylüyor? Efendimiz aleyhissalatuvesselamın hurmalar hakkındaki bir tesbitinin sahabesinin beklediği türden bir sonucu vermediğini... Bekledikleri sonuç ne peki? Muhtemelen hurmalarının bollaşması. Veya en azından bir önceki sene gibi olması. Nihayetinde Aleyhissalatuvesselamın tesbitinden dünyevî bir sonuç bekledikleri belli. Ki ahirdeki durum onları şaşırtıyor. (Yoksa neden şaşırsınlar?) Efendimiz aleyhissalatuvesselam da onların bu şaşkınlığını şu sözüyle cevaplıyor: "Siz dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz!"

Şimdi öncelikle meseleyi biraz irdeleyelim: Efendimiz aleyhissalatuvesselam mezkûr tesbiti bir emir olarak mı söylüyor? Benim yaptığım araştırmalar sonucunda öğrendiğime göre; hayır, Efendimiz aleyhissalatuvesselam 'Bundan sonra böyle yapın!' veya 'İlla böyle yapın!' diyerek onlara bunu söylemiyor. (Öyle olsaydı zaten bu emri şeriatın bir parçası olurdu. Ve biz biliyoruz ki: Allah Resulü, dinin bir parçasını 'Sonuç iyi olmadı!' diye geri bırakmaz veya değiştirmez. Çünkü bu din vahiy üzerine kurulmuştur. Sonuçlar üzerine kurgulanmamıştır.) Onlara, güzel âdeti olduğu üzere, fıtrî olanda hayır olduğunu ifade eder bir ders veriyor. Peki bu dersin amacı ne?

Aşılama, sizi de az-çok bildiğiniz gibi, ağacın kendiliğinden yaşadığı birşey değildir. İnsan elinin karışmasıyla yaşanır. Birçok aşılama şekli vardır ki, bunlar, aslında bitkinin doğal meyve verme sürecine yapılmış dış müdahalelerdir. Süreci hızlandırmayı, risklerden korumayı veya sonucu arttırmayı hedeflerler.

Başka ağaçlara aşılanmış meyve ağaçları olur. Bu onların daha güçlü olmasını sağlar. (Aşılandıkları ağaç güçlü bir ağaçtır.) Belki kendi kökleri üzerinde yükselse hastalanacak olan ağacın diğer ağacın kökü sayesinde hastalıktan korunması sağlanır. (Veya büyümesi hızlanır. Veya daha çok meyve verir. Veyahut daha başka bir fayda.) Ancak bunun bir de bedeli vardır.

Aşılanmış ağaçtan yediğiniz meyve orijinal meyvenin tadını vermez. Isırdığınız anda, o meyvenin aşılanmış ağaçtan mı, yoksa fıtrî haliyle yetişmiş ağaçtan mı geldiğini anlarsınız. Tadı bunu söyler. Kıvamı bunu söyler. Kokusu bunu söyler. Sindirimi bunu söyler. Her açıdan, orijinal haliyle kalmış, fıtratı bozulmamış, insan müdahalesi yaşanmamış ağacın meyvesi daha güzeldir. Bu dediğimi böylesi tecrübeleri olanlar zaten bilirler.

Bu iş ağaçta böyledir de başka şeylerde farklı mıdır? Hayır. Balda da böyledir. Reçelde de böyledir. Çiçekte de böyledir. Tahılda da böyledir. Böyledir de böyledir. Mürşidimin ifadesiyle 'bulaşık beşer eli' karıştıkça işin tadı kaçar. Düzen bozulur. Ahenk söner. Çünkü Allah herşeyi zaten 'en güzel şekilde' yaratmıştır. Fıtratına bırakıldığında her çocuk müslümandır. Fakat insan murat ettiği başka faydalar üzerinden bazen bu çocuğun ahlakına karışır. Daha fazlası için daha doğalı feda eder. Onu yahudi, hristiyan veya mecusi yapar. (Yazar burada 'Her çocuk fıtrat üzere doğar...' hadisine atıf yapıyor.)

İnsan sadece insana yapmaz bunu. Ürettiği ve tükettiği herşeye yapar. Karıştığı herşeyi karıştırır. Ki bugün GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) ile yapılan tarımın sonuçları da bize aynı hakikati söyler... Son zamanlarda bu konu hakkında yazılan-çizilen epey şey olduğu için daha fazlasını karalamıyorum. Özetle: Kuyruğumuz çıkmadan, kanser olmadan, insandan başka birşeye dönüşmeden sonlandırdığımız her gün için Allah'a şükretsek yeridir.

Doğal olanda sağlık olduğunu artık hepimiz kabul ediyoruz. Sunî olanın saltanatı son on yılda epey yıkıldı. Bir zamanlar süttozunun sütten daha sağlıklı olduğu, meyve konsantrelerinin meyveden daha fazla besin değeri taşıdığı, vitamin haplarının sebzelerden daha iyi iş gördüğü yönünde modern medeniyetin yükselttiği bir algı vardı. Başımızı duvara çarpa çarpa bunun böyle olmadığını öğrendik. En doğru olanın doğal olduğunu, yani Allah'ın yarattığı gibi kalan olduğunu, üzerinde yapılan 'en iyi niyetli' oynamaların bile kötü sonuçlar verdiğini yaşanan bir dizi kollektif sağlık sorunuyla bizzat tecrübe ettik. Geldiğimiz nokta, en azından, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın fıtrî olana düşkünlüğünü anlamakta bize bir bakış açısı sunmalı.

Burada kalmayalım. Miraç hadisesini hatırlayalım. Orada kendisine süt ve şarap sunulduğunda Efendimiz aleyhissalatuvesselam hangisini seçmişti? Peki, onun yaptığı seçim üzerine, Cebrail aleyhisselam ne söylemişti? Biz ilgili hadislerden biliyoruz ki: Aleyhissalatuvesselam sütü seçmişti. Cebrail aleyhisselam da "Fıtratı seçtin!" diyerek onu tebrik etmişti. (Çünkü şarap üzüm suyuna müdahele edilerek yapılır. Süt ise sağıldığı andan itibaren zaten süttür. Ayrıca müdahele istemez.) Buradan alınız ve Efendimiz aleyhissalatuvesselamın hayatının geneline bakınız. Onun her zaman fıtrî olana düşkün olduğunu görürsünüz. Bu onun "Hayır Allah'ın seçtiğindedir!" sırrına yaşamıyla yaptığı bir tefsirdir. Fıtrî olanın bozulmadan devam etmesini ister, tavsiye eder, savunur.

Bunu, modern medeniyetten, 'dünyayı mahvetmek pahasına da olsa daha fazla üretim sahibi olmak' dersini alanlar anlayamaz belki. (Onların alacağı ders kendi başlarına koparacakları bir kıyameti/çevresel felaketi bekler.) Ama bir mü'minin daha kolay anlaması gerekir. Yahut da şöyle: "Tevhide iman etmiş bir müslümanın, bu imandan gelen bakış açısıyla, Efendisi aleyhissalatuvesselamın 'fıtrî olana meylini' anlaması gerekir."

Eğri de otursak doğru konuşalım: Bugün biz de organik tarımla (aslında fıtratına uygun) yetişmiş bir domatesle GDO'lu domatesi yanyana koyunca sonuçtan tatmin olmuyoruz. (Özellikle eken/satan/alan hiç memnun olmuyor.) Karpuza özenmiş şu domatesimsi şey, çürük-çarık, körpe-küçük diğerinden daha ihtişamlı görünüyor. (Fiyatı ise daha ucuz!) Fakat bugün ulaştığımız düzlemde akıl ve bilim hangisinin daha faydalı olduğunu söylüyor? Peki siz daha çok hangisini alıyorsunuz? Peki tarımcılar en çok hangisini ekiyor? İşte, siz de, bu açıdan dünya işini Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan iyi biliyorsunuz(!). Çünkü dünya işi kısavadeli iştir. O güzeller güzeli, dünyaya dahi, salt dünyayı düşünerek bakmaz. Salt ürün, salt sonuç, salt tüketim gözüyle bakmaz.

Ve, ey modernist, sen de şunu dinle: Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'daha çok' yerine 'daha fıtrî' olanı seçmesi onu hatalı yapmaz. Buradan şu meş'um sonucu çıkaramazsın. Bu hadiseye bakarak onun ismetine halel getirmek haddin olamaz. Ancak onun işaret ettiği büyük hakikati kuşatamadığından kendi aklının ve anlayışının darlığını ortaya koymuş olursun. Sen de bu bahisten şu dersi işiteceksin. İşiteceksin ki kem iddiandan tevbe edesin.

15 Haziran 2017 Perşembe

Caner Taslaman nerede hata yapıyor? (3)

Bir önceki yazıda da dikkat çekmeye çalıştığım gibi: Efendimiz aleyhissalatuvesselamın gündelik hayatında, insanlarla ilişkilerinde, hatta dinî ahkamı tebliğde dahi 'vahiyden bağımsız' hareket ettiğini/edebildiğini düşünmek bir modern zaman hastalığıdır. Bu ümmete yeni arız olmuştur. Hadislerin ve o hadisler üzerine inşa edilmiş ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadının fısk yollarını kapamasından rahatsız olan, fikren veled-i zina, modernistlerin uydurmasıdır. Bununla şunu murad ederler: Eğer Efendimiz aleyhissalatuvesselamın sünnet-i seniyyesi ile Cenab-ı Hakkın hıfz u himayesi arasını açabilirlerse (bunu hakikatte açamazlar ama sizin gönül dünyanızda başarabilirler) o zaman sünnet-i seniyye ile gelen ahkam 'tartışmalı' hale gelir.

Bu peygamberi postacı haline getirmenin ilk adımıdır. Zira bir 'peygamber' ile 'postacı' arasındaki fark buradan başlar: Postacının mesajın iletilmesi dışında bir mesuliyeti yoktur. İşini yaptıktan sonra işine bakar. Mesajdan bağımsız olarak yaşamaya devam eder. Taşıdığı ölüm haberi bile olsa bıraktıktan sonra gülümser. Evine dönüp neşeyle televizyonunu izler. İlettiklerini üzerinde taşımak zorunda değildir. Onlarla duygusal etkileşime girmek zorunda değildir. Yaşamak zorunda değildir. Bununla mesul değildir. Fakat peygamber mesuldür. Peygamber, sadece ilettiği mesajla değil, hayatıyla da insanlara rehber olarak gönderilmiştir. Kendisi vesilesiyle insanlığa vahyolunan hakikatlerin gündelik yaşamda nasıl karşılık bulacağı örnekliğiyle ortaya konulur. Onun hayatı vahyin ilk ve en önemli tefsiridir.

Peygamberliğin olmazsa olmazı olan 'ismet' tam da bu noktada devreye girer. İsmet olmadıktan sonra tebliğde vuku bulabilecek hatalara karşı bizi emniyette kılacak olan nedir? Hiçbirşey! Hiçbirşey gösterilemez artık. Peygamberin kendisine vahyedileni tefsirinde, ister yaşayarak ister anlatarak olsun, hata yapmadığından nasıl emin olabiliriz? Nasıl onunla gelene emniyet edebiliriz? İsmetini, yani günahtan korunmuşluğunu, kabul etmedikten sonra artık dinin tamamı şüphe altındadır. Hatta Kur'an'ın kendisi dahi şüphe altındadır. Çünkü (hâşâ) güvenilmez birisi tarafından insanlığa iletilmiş olur. Bir peygamber vahyi iletirken hata yapmaz ama postacı yapabilir. Şu işin ortası yoktur. Mürşidim bu sadedde der ki:

"Muhammed aleyhissalâtüvesselâm ya Resulullahtır ve bütün resullerin ekmeli ve bütün mahlûkatın efdalidir; veyahut—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Allah'a iftira ettiği ve Allah'ı bilmediği ve azâbına inanmadığı için, itikadsız, esfel-i sâfilîne sukut etmiş bir beşer farz etmek lâzım gelir. Bu ise, ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa feylesofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek, dünyada yoktur."

Peygamberin postacılığını savunmakla aslında Cenab-ı Hakka da şöyle denmiş olur: "Allahım, sen, bizi doğru yola çağırmak üzere vahiy gönderdin. Ama bunu yaparken gönderdiğin kişinin hata yapmamasına dikkat etmedin. Onu kollamadın. Dersi nasıl anlattığına bakmadın. Biz onun hayatında yanlışlar da gördük. Doğrusu artık emin olamıyoruz. Acaba senin mesajını iletirken de hata yapmış olabilir mi? Korumadığına göre olabilir. O halde artık o mesaja da güvenemeyiz. Güveneceğimiz tek şey kendi aklımız. Fakat bu akıl da öyle birşey ki, zamanla ve kişiden kişiye değişir, üstelik kimse bir diğerinin aklına karşı tam olarak güven duymaz. O halde Allahım, sen bizi çaresiz bıraktın, biz istediğimiz gibi inanabiliriz. Doğru yol falan da yok. Çünkü kesinliğine güvenilebilir birşey göndermedin. Suçlu sensin!"

Ben, işte biraz da bu nedenle, Caner Taslaman'ın 'kişisel sünnet' dediği şeyi hiddetle önemsiyorum. Önemli bir tehlike olarak görüyorum. Zira altını kazdığınız zaman 'Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın insan olduğu zamanlar' ve 'peygamber olduğu zamanlar' gibi bir ayrım çıkıyor. Bu ayrımın gittiği yer de en nihayet 'insan olduğu zamanlar'da günahsız olmadığı. Hatalar yaptığı. Yanlışlara düştüğü. Yanıldığı. Fakat bu ayrım öyle de kalmıyor. Bir kere Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatını böyle iki parçaya böldünüz mü bu parçalardan birisi diğerini ısıra ısıra tüketiyor. Sizi bağlamasını istemediğiniz her emri, her uygulaması, her tavsiyesi yavaş yavaş 'insan olduğu zamanlar'a itekleniyor. Fıska bir bahane oluyor.

Üstelik bu ikili alan mü'mini şöyle bir tereddütte de bırakıyor: Şimdi bu emri verdi, ama acaba 'insan' olarak mı verdi, 'peygamber' olarak mı verdi? Hangi taraftayken verdi? Ben bunu nereden bilebilirim? O halde dinde kesin bir şekilde emniyet edilecek birşey yok. İslam diye bize anlatılan şey aşağı yukarı bir panteizmdir. Hatta azıcık daha ilerisi: Nihilizmdir. Sünnet-i seniyyeye kırılan güvenin altından en nihayet bu çıkar. "Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür!" diyen İmam Zahid el-Kevserî Hazretleri (r.a.) çok kıymetli bir hakikatin altını çizmişti on yıllar önce. O sözün hakikatini yıllar sonra gördük. Sünnet-i seniyye ile uğraşa uğraşa canveren Yaşar Nuri Öztürk, ömr-ü ahirinde, boşuna "Deistim!" diye haykırmadı. O yol elbette buraya çıkacaktı. Şimdi yürüyenlerinki de, ıslah olmazlarsa, oraya çıkacak.

14 Haziran 2017 Çarşamba

Caner Taslaman nerede hata yapıyor? (2)

Bu konuyu, Caner Taslaman'ın kendisiyle değil, ama 'Taslamandîlerin' bazı üyeleriyle konuşma fırsatı buldum. 'Kişisel sünnet' dedikleri şeyin bir dayanağı da Bedir harbi öncesinde ordunun yeri hakkında yaşanan meşhur olay. Hatırlayamayanlar için, detaylarına girmeden, küçükçe aktaracağım: Bir sahabi, Allah Resulü aleyhissalatuvesselama "ordunun yerinin Allah'ın emri mi, yoksa kendi seçimimi olduğunu" soruyor. Efendimiz aleyhissalatuvesselam da bunun 'kendi seçimi' olduğunu söylüyor. Sahabi efendimiz bunun üzerine 'oranın değil de kuyulara yakın bir yerin tutulmasının' daha doğru olacağını ifade ediyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da onu tasdik ederek ordunun yerini değiştiriyor.

Hâdise özetle bu. Şimdi Taslamandîlerin (Caner Taslaman hakkında birşeyler karaladığımda hep beraber saldırmalarından dolayı onlara bu ismi veriyorum) bu olaydan çıkardıkları muhteşem hakikate(!) gelelim. Onlar diyorlar: "Bu olay da gösteriyor ki; Peygamberimiz, hayatının her anında vahiyle hareket etmezdi. Kararlarını kendisi verirdi. İsabet de hata da ederdi. Hepsi için vahiy aramazdı. Eğer bu kararları, tıpkı bizim gibi, kendisi veriyorsa onları dinden saymamalı. Baksanıza! Yanlışlığı konusunda uyarıldığında düzeltiyor çünkü. O halde biz de oturup Efendimizin neleri kendi seçimi neleri vahiyle yaptığını belirlemeliyiz. Vahiyle geldiğinden emin olduğumuz kısımları uygulayıp ötekileri 'illa yapılması gerekenler' gibi görmemeliyiz. Yanlışsa da düzeltmeliyiz."

İddia özetle bu. Nübüvvete bakışta ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadına kıyasla acayip farklar içeren bu yeni inanışta, sizin de dikkatinizi çekmiştir, daha önce bu ümmetin şüphe etmeyi aklından bile geçirmediği pekçok şey 'tartışılabilir' hale geliyor. Mesela: "Aleyhissalatuvesselamın 'ismet'i var mıydı gerçekten? Yani hakikaten günahsız/hatasız mıydı? Hem her eylediği ile ümmete örnek olur muydu? Her eylediği Allah'ın gözetiminde miydi? Sahabe onu böyle görür müydü?" Eğer yukarıdaki hâdiseyi Taslamandîler gibi okursanız bu soruların yanıtını 'evet' olarak vermeniz zor. Hatta, ister-istemez 'hayır' diyeceksiniz, zira yaşanmış böylesi bir olay var. Efendimiz aleyhissalatuvesselam hata yapmış(!) ve hatasını da sahabisi düzeltmiş. O da onu tasdik ederek, yani ordunun yerini değiştirerek, hatasını doğrulamış.

Vay arkadaş! Dehşet birşey bu. Meseleyi böyle okuduğunuz anda sünnet-i seniyye ile gelen bilginin üzerinde 'soru işaretleri' uçuşmaya başlıyor. Dinin ayağını bastığı zemin kayboluyor. İlk bakışta hemen farkedilmeyen bir dinamitleme var burada. Nasıl? Belki şöyle: Eğer ismet konusu yara alırsa, yani Efendimiz aleyhissalatuvesselamın eylediklerinin vahyin emri ve koruması altında olduğu inancı zedelenirse, sünneti itimad edilebilir kılacak olan nedir? Elcevap: Hiçbirşey... Öyle ya! O da her insan gibi hatalıysa ondan rivayet edilen şeylerin (sözlerin/eylemlerin/eylemsizliklerin) bağlayıcılığı nasıl ve neden olur? İşte, burada, Kur'aniyyun taifesinin zaten yıllardan beri geveleyegeldikleri sihirli değneğe iş düşüyor: "Sünneti Kur'an'a arz etmek!"

Ne değnek ama! Akılları değnek kadar olmayanların eline verilmiş bir değnek! Sanki, Cenab-ı Hakkın hatırına (hâşâ) Peygamberini, ümmetini dini hakkında mütehayyir/şaşkın bırakacak, neye uyup neye uymayacakları konusunda şüpheye düşürecek hatalardan korumak gelmemiş gibi, Peygamber de "Ben sonrası tufan!" tavrıyla hareket etmiş gibi, bugün biz dini Peygamberin hatalarından koruyacağız! Modern zaman Samirîliğine bak hele!

Oy, oy, oy... Dini, o dini getiren güzeller güzeli Peygamberin, 'güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildiği' söyleyen Peygamberin hatalarından koruyoruz! Ne cür'et! Ne galat! Ne herze! Ne hadbilmezlik... Kişinin ahiretini/akıbetini cayır cayır yakacak ne kem sözler! Ama söyleniyor artık bunlar. Söyleniyor, çünkü yukarıda arzettiğimiz gibi, ellerine geçmiş bir tane hâdise var. Hadis inkârcılığında level atlamış adamlar, normalde Kütüb-i Sitte dense alerjiden kaşım kaşım kaşınan kaşarlar, aksine, bu örnekte ise siyere inanmakta ısrarcılar. Bu defa işlerine yarıyor çünkü. O böyle anlaşılmakla dümenleri çevriliyor.

Hiç sual edilmiyor ki: Sahabe, eğer bizim gibi düşünüyor olsa, öyle bir-iki değil, yaptığı her amelde Allah Resulü aleyhissalatuvesselama aynı soruyu sormaz mıydı? "Ya Resulallah, öğleyi dört kıldırıyorsun ama, bu senin kararın mı, vahiyle mi geldi?" Veya sağ ayağıyla mescide girdiğini görünce sorarlardı: "Ya Resulallah, sağ ayağınla mescide giriyor ve bunu tavsiye ediyorsun, amma bunu kendin mi seçtin, yoksa sana bu bilgi vahiyle mi geldi?"

Sahabinin, yukarıdaki hâdise hariç, böyle bir sorgulaması yok. (Onun nasıl anlaşılması gerektiğini ise ileride konuşacağız.) Böyle bir endişesi yok. Böyle bir acabası yok. Bu sorgulama, bu endişe, bu acaba bugünün müslümanlarına (onların arızalı bir kısmına) arız olmuş bir arıza. Yoksa Efendimiz aleyhissalatuvesselamın tuvalet âdâbı bile sahabesi tarafından taklit ediliyor. Her eylediği, daha o böyle eylemeyi emretmeden, sahabe için merğup oluyor.

Peki, bir tek hâdiseden, bu ümmetin sünnet-i seniyyeye imanını dinamitleyen şu bakış açısı nasıl çıkıyor? Efendim, işin özü şöyle, insan kast-ı nazarla bakmaya görsün, aradığını illa buluyor. Zaten vurgu böyle bir sihirdir. Azı çoğa galip eder. Bunlar da hakkı değil 'kendi herzelerini doğrulayacak (doğrulayacak şekilde bükülebilecek) hâdiseyi' arayarak baktıkları için siyere, elbette, arzularına göre yorumlayacakları şeyleri buluyorlar. Yoksa, pekâlâ, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın kendi reyini terkedip istişare kararını kabul ettiği Uhud'da yaşananlar üzerinden de tam tersi bir sonuç çıkarabilirlerdi. Öyle ya! Orada da Aleyhissalatuvesselam 'savunma savaşı yapılması fikrini' sahabisinin ağırlıklı görüşü farklı tecelli ettiği için terkediyor. Sonuç? Sonuç 'Keşke savunma savaşı yapılsaydı!' dedirtecek türden.

Yani, her nasıl oluyorsa, ikincisi 'istişarenin önemini anlatmak hikmetiyle' okunabiliyor da, birincisi aynı perspektiften okunamıyor. Uhud'da, Efendimiz aleyhissalatuvesselam, hakkında rüyası da olan (ki sadık rüya vahyin bir parçasıdır) savunma savaşı görüşünü sahabisine ders vermek için terkediyor da, Bedir'deki mezkûr hâdisede bunu aynı hikmetle yapamıyor oluyor!

"Efendimiz hatalı bir yer seçimi yapmışmış. Sahabisi bu hatayı düzeltmişmiş..." Peh! Bedir'de, ordu, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın dediği yerde kalsa, savaşın kaybedileceğinin garantisi mi var? O seçimin Peygamberî ferasetten yoksun olduğunun delili mi var? Bunların hiçbiri yok. Sadece bir sahabinin (Allah ondan razı olsun) itirazı ve Efendimizin onun itirazına verdiği değer var. Bu müdahalenin kaybedilecekken kazandırdığına veya olacakları çok etkilediğine dair hiçbir veri yok elimizde. Ne biliyoruz, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın bu tasdikinin de, Uhud'daki gibi ümmete bir ders niteliği taşımadığını? İstişare ahlakını öğretmediğini?

Anlamak mümkün değil gerçekten: Şeriatın ahkamıyla doğrudan hiçbir ilgisi olmayan bir meselede, bir sahabi, Aleyhissalatuvesselamın seçimine itiraz ediyor diye; nasıl oluyor da, onun hiçbir itirazla karşılaşmamış, konumu ve önemi asla sorgulanmamış, sahabinin büyük bir ehemmiyetle ve iştiyakla uygun hareket ettiği şeriata dair uygulamaları 'sorgulanabilir' oluyor? Bu büyük bir hadbilmezlik değil mi? Eğer bu dediğiniz sahabinin her meselede süregiden bir anlayışı olsaydı, yani onlar da sizin anladığınız gibi meseleyi anlasalardı, bize böyle bir tane hâdise değil, binlerce hâdisenin nakledilmesi gerekmez miydi? Dine dair her meselede, sahabe, Efendimiz aleyhissalatuvesselama aynı şekilde sormaz mıydı? Buna dair birşey duyan var mı Allah aşkına?

Elbette böyle birşey yoktu. Olamazdı. Çünkü sahabe şu ayetleri bizden daha güzel idrak ediyordu: "Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı. O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir..." Allah bize de bu ayetlerden hakkıyla istifade edebilmeyi nasip eylesin. Âmin.

24 Eylül 2016 Cumartesi

Caner Taslaman ümmete neden katılamıyor?

Geçtiğimiz günlerde, Risalehaber'in konuyu haberleştirip sunmasıyla, Yıldız Teknik Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Caner Taslaman'ın Bediüzzaman'ı 'beğendiğini' ama eserlerinde naklettiği iki hadis konusunda kendisine 'katılmadığını' öğrenmiş olduk. Bunlardan bir tanesine ('levlake levlak...' bahsine) çeşitli isimler tarafından yeterli cevaplar verildiğinden, ben, çok da üzerinde durulmayan ikincisi hakkında birşeyler karalamak istiyorum. Lakin öncelikle şunu belirtmeden geçemeyeceğim: Nur talebelerinin bir konuda daha uyanık olması lazım. Bediüzzaman'ı beğenmek gittiği yolu beğenmektir. Gittiği yolu beğenenin ancak Bediüzzaman'ı beğendiğine inanılır. Gittiği yolu beğenmeden ona duyulacak bir muhabbet, belki kulağa hoş gelir amma, hakikatte hiçbir anlam ifade etmez. Bu tıpkı, rafızîlerin Hz. Ali'nin (r.a.) şahsına duydukları muhabbetle, hristiyanların Hz. İsa'nın (a.s.) şahsına yaptıkları övgü gibidir. İkisi de necat vermez.

"Muhabbet iki kısımdır. Biri: Mânâ-yı harfiyle, yani Resul-i Ekrem aleyhissalâtüvesselâm hesabına, Cenâb-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyti sevmektir. Şu muhabbet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtüvesselâmın muhabbetini ziyadeleştirir, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adâvetini iktiza etmez. İkincisi: Mânâ-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtüvesselâmı düşünmeden, Hazret-i Ali'nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah'ı bilmese de, Peygamberi tanımasa da, yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtüvesselâmın muhabbetine ve Cenâb-ı Hakkın muhabbetine sebebiyet vermez. Hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adâvetini iktiza eder."

Bizim de Bediüzzaman'ın 'şahsına' duyulan muhabbetle 'yoluna' duyulan muhabbeti birbirinden ayırmamız lazım. Yoluna duyulan muhabbetten kastımız elbette ehl-i sünnet ve'l-cemaatin yoluna duyulacak bir muhabbettir. Eğer böyle bir muhabbet sözkonusu değilse, şahsına duyulacak bir muhabbet, en merhametli ifadesiyle faydasız, en yalın ifadesiyle yalandır. Çünkü o muhabbet arzu ettiğimiz türden bir muhabbet değildir. Geçmişte de, bir zaman Bediüzzaman'a muhabbetini ifade eden, ancak daha sonra ehl-i sünnet ve'l-cemaate (ve dolayısıyla Risale-i Nur mesleğine) saldıran birçok isimle karşılaştığımız malumdur. Yaşar Nuri Öztürk'ün veya Mustafa İslamoğlu'nun mazisini bilenler bu sözlerime hak verirler.

Şimdi, gelelim Caner Taslaman'ın itiraz ettiği hadise. Bu hadis, Bediüzzaman'ın Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde naklettiği rivayetlerden birisi. Önce o kısmı alıntılayalım: "Altıncı çocuk: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm namaz kılarken, hırçın bir çocuk namazını kat' edip geçtiğinden, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm 'Allahım, onun yerden izini kes!' demiş. Ondan sonra çocuk daha yürümemiş, öyle kalmış, hırçınlığının cezasını bulmuş." Caner Taslaman bu rivayetin 'uydurma olduğunu düşündüğünü' ifade ediyor. Bizse, Söz Basım'ın Mektubat baskısında, ilgili hadisin altına not düşülen şöyle bir kaynak bilgisine rastlıyoruz: Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:328; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:137; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:663.

Demek ki; Caner Taslaman'ın mezkûr hadisi inkârı (Ah, yoksa 'katılmaması' mı demeliydim?) hadis kaynaklarında bulamamaktan veya hadis ilmine dair bir endişeden kaynaklanmıyor. Ya? Hadisin kendisine 'mantıklı' görünmemesinden kaynaklanıyor. Peki, nedir bu hadisi mantıksız kılan? Caner Taslaman'ın bu yöndeki ifadelerini okumadığımdan tahminde bulunayım: "Ümmetine bu derece şefkatli bir Resul-i Ekrem aleyhissalatuvesselam hiç sırf namazına zarar verdi diye bir çocuğa beddua eder mi? Hem Hz. Hasan ve Hüseyin (r.a.) ile ilgili anlatılan rivayetler, onun, namazda rahatsız eden çocuklara çok şefkatli davrandığını göstermiyor mu? O halde bu tavır da neyin nesidir? Bu hadis, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın şefkatiyle bağdaşmayacağından 'uydurma' olduğunu söylemek daha doğrudur."

Acele etmeyin. Tartışmayı buradan göğüslerseniz müzakereye yanlış bir noktadan başlamış olursunuz. İlk olarak sorgulamamız gereken aslında şudur: İslam bizi sadece modern aklın kabul ettiği şeylere mi iman etmeye yönlendirir? Öyle ya! Kur'an'da ve hadis-i şeriflerde modern aklın basmayacağı birçok mucizeden de bahsedilmektedir. Hz. İsa'nın (a.s.) babasız dünyaya gelmesi, Hz. Yakub'un (a.s.) gözlerinin Hz. Yusuf'un (a.s.) gömleğiyle açılması, Hz. Musa'nın (a.s.) asâsının yılana dönüşmesi... Sayamayacağımız kadar çok mucizenin haberi bize nakille gelmektedir ve biz bugün modern akılla 'nasıllığını' anlayamadığımız bu şeylere iman etmekle mükellefiz. Çünkü, en başta, 'aklımızın kavrayamayacağı şeyleri dahi yaratmaya gücü yetecek' bir Allah'a iman etmişiz. O halde, aklı ve kalbi doğru çalışan bir mü'minin sorması gereken bu olmalıdır: Bu haberler kat'i midir? Eğer işin nakil boyutu kat'ilik ifade ediyorsa, aklımız kesmese de, öyle olduğuna iman ederiz.

Hiç mi 'nasıllığını' anlamaya çalışmayız? Hayır, çalışırız. Hatta Bediüzzaman'ın 20. Söz'de peygamber mucizeleri ve teknoloji arasında kurduğu 'teşvik' ilgisi, bu mucizelerin Kur'an'da ve sünnette yeralmasının bir hikmetinin de 'onlara yetişmeye çalışmak' olduğunu bize öğretir. Nitekim, bugün varlıklarını normal bulduğumuz nice buluş ve keşif, öyle birşeyin varolabileceğini aklımıza/hayalimize düşüren mucizeler sayesinde varolabilmiştir. Zira insanoğlu benzerini görmediği şeyi hayal edemez. Hayali haline gelmemiş şeylere ulaşamaz. Hülasa, demem o ki: Normal bir mü'minin aklı, nakil kat'i olduğunda, aklını o kat'i haberi 'cerh etmeye' değil 'anlayabilmeye' kullanır. Marifet ve hikmet yürüyüşü de zaten en özet haliyle budur.

Şimdi, asıl konumuza geri dönelim ve şu sorularla yüzleşelim: Cenab-ı Hak, bu kainatta, çocuklara da acı çektirmekte midir? Elcevap: Evet, çektirmektedir. Sakat bırakabilmekte midir? Elcevap: Evet, bırakabilmektedir. Öldürmekte midir? Elcevap: Evet, öldürebilmektedir. Medyada her gün (maalesef) görebildiğimiz şeylerdir bunlar. Peki, sırf yaşananların (görünürdeki) çirkinliğine ve Allah'ın nihayetsiz cemaline bakarak 'bunu ondan başkasının yaptığını' veya 'onun asla böyle şeyler yapmayacağını' söylemek ne kadar doğru olur? Tevhide ve "Ölümü de hayatı da yaratan odur!" ayetine iman eden hiçbir mü'min böyle birşeyi aklının geçirmez. O halde, Rahman ve Rahim bildiği Allah'ın tasarrufunda böyle şeyler gerçekleşince nasıl düşünür mü'min?

"Olmaz öyle şey!" deyip çocukları Allah'ın öldürdüğünü inkâr mı eder? Bu noktadan hareketle tevhidi terkedip 'ölümlerden/acılardan sorumlu' ikinci bir ilaha mı inanmaya başlar? Yoksa, Allah'ın Hakîm ve Âdil isimlerini de hesaba katıp 'bu işin bir hikmeti olabileceğini' mi tefekkür eder? Ben sonuncusunu seçiyorum.

Sonuncuyu seçmediğinizde, tıpkı mecusilerde olduğu gibi, iyilik tanrısı ve kötülük tanrısı diye ikili bir yalan kurgulayabilirsiniz. Yahut da mutezilede olduğu gibi 'şerrin yaratılışını kula verip' tevhid akidenize büyük bir zarar verebilirsiniz. Peki, çare nedir? İki vartadan kurtulmanın da çaresi 'anlamaya çalışmak'tır. Allah'ın rahmetini olayların sadece zâhirinde değil içyüzlerinde ve arkalarında da araştırmaktır. Tenzih adına tevhide zarar vermek değil; tenzihi, tevhidi doğrular bir şekilde anlamaktır:

"Sual: Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah'a vermiyorlar. Güya onunla Allahı takdis ediyorlar! 'Beşer kendi ef'âlinin hâlıkıdır' diye dalâlete gidiyorlar. (...)
Elcevap: Kader Risalesinde izah edildiği gibi, halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve icad umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu çok hayırlı neticelere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, neticeler itibarıyla hayır olur, hayır hükmüne geçer. Meselâ ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat bazı insanlar, sû-i ihtiyarıyla ateşi kendilerine şer yapmakla, 'Ateşin icadı şerdir!' diyemezler. Öyle de, şeytanların icadı, terakkiyât-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû-i ihtiyarıyla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûp olmakla, 'Şeytanın hilkati şerdir!' diyemez. Belki o, kendi kesbiyle kendine şer yaptı."

Caner Taslaman'ın da mezkûr hadiste yaşadığı sorun budur: O, güya Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı 'çocuklara beddua etmekten' tenzih ederken, aslında hadis ilminin 'sahihlik kıstaslarını' görmezden gelmektedir. Mutezile nasıl 'güya tenzih için' tevhid akidesine zarar vermekteyse, Caner Taslaman da, 'güya tenzih için' hadis ilminin üzerine kurulu olduğu sisteme zarar vermektedir.

Bu gemide açılacak en küçük bir delik bile küçük görülmemelidir. Bugün sırf aklı kesmiyor diye sahih bir hadisi inkâr edebilen, yarın yine aklı kesmediğinde, Hz. İsa'nın (a.s.) babasız doğmasını inkâr edebilir. Hatta kader gibi, melekler gibi, ahiret gibi, varlığını beş duyu organımızla algılayamadığımız akaid-i imaniyede inkâra cüret edebilir. Devası nedir bu vartanın? Devası 'anlamaya çalışmak'tır.

Üstelik yine mağduru(!) çocuk olan bir hâdise, Kur'an'da, Hz. Hızır ve Musa (a.s.) kıssası içinde bizi bulmaktadır. "Böylece ikisi (yine) yola koyuldular. Nitekim bir çocukla karşılaştılar, o hemen tutup onu öldürüverdi. (Musa) Dedi ki: 'Bir cana karşılık olmaksızın, tertemiz bir canı mı öldürdün? Andolsun, sen kötü bir iş yaptın.'" (Kehf, 74) Kıssanın devamında Hz. Hızır (a.s.) bu öldürüşün hikmetini açıklar: "Çocuğa gelince, onun anne ve babası mü'min kimselerdi. Bundan dolayı, onun kendilerine azgınlık ve inkar zorunu kullanmasından endişe edip-korktuk. Böylece, onlara Rablerinin ondan temiz olmak bakımından daha hayırlısı, merhamet bakımından da daha yakın olanını vermesini diledik." (Kehf, 80-81)

Şimdi, sözde Kur'an'a pek düşkün bir 'Prof. Dr.' olarak Caner Taslaman'dan beklenen, aklına yatmayanı hemen inkâr etmesi midir? Yoksa azıcık 'anlamaya çalışması' mıdır? Anlamaya çalışıldığında, tıpkı yukarıda Hz. Hızır ve Musa (a.s.) kıssasında bize öğütlendiği gibi, pekçok şeyin hikmeti anlaşılabilir. Allah Resulü aleyhisselatuvesselamın o çocuğun ahlakında/geleceğinde ne gördüğünü, Hz. Hızır (a.s.) gibi nasıl bir endişe duyduğunu bilemiyoruz. Ancak şunu biliyoruz: Eğer hadis ilminin kıstaslarına göre bir haber kat'iyse mutlaka bir hikmeti vardır: "Dedi ki: 'Gerçekten sen, benimle birlikte olma sabrını göstermeye güç yetiremezsin.' (Böyleyken) 'Özünü kavramaya kuşatıcı olamadığın şeye nasıl sabredebilirsin?'" (Kehf, 67-68). Caner Taslaman'ı da Hz. Hızır ve Musa (a.s.) örneğinin öğütlediği şekilde 'anlamak için gerekli olan sabra' ve 'içyüzü öğrenme gayretine' davet ediyoruz.

27 Temmuz 2015 Pazartesi

Emre Dorman nereye koşuyor 13: Modernistler menkıbelerden neden hoşlanmaz?

Bazı şeyleri ancak tevafukla açıklayabiliyorum. Mesela; daha bugün, Muhammed Nur Ambarlı abi bir video paylaştı. Etiketli olduğum videoda Prof. Dr. Mehmet Okuyan, evvel dinlemişlerin alışık olduğu yüksek volume'lü üslûbuyla yine İslam'ı kurtarıyordu.[1] Ulu kurtarıcımızın bu seferki meselesi; sigara veya içki değil; evliya menkıbeleri, sahabe kıssaları, hatta Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatından sahneler gibi zararlı(!) şeylerdi. Anlatımı sırasında sık sık 'Masal bunlar...' demeyi ihmal etmeyen Okuyan; bu menkıbe, hatıra, kıssa türü şeyleri dinlerken duygulanan insanları ise 'salya sümük ağlayanlar' diyerek aşağılamayı ihmal etmiyordu.

Kaptan Spark gibi Vulkanlı olan Okuyan'ın (nüfusa yanlış olarak Trabzon diye geçmiştir) elbette en az Spark kadar, 'duygulanma' yetisine sahip insanları aşağılamaya hakkı vardı. Eğer yine bu tür hatıralardan yapacağımız alıntıların kendisini etkileyeceğini düşünseydik; Allah Resulünün, sahabe-i güzinin veya evliya-i mübarekinin böylesi şeyleri hasbihal ederek ağlaştığı sahneleri naklederdik. "Müslümanın da bir kalbi var hocam!" derdik. "Sizin gibi Vulkanlı değiller!" Fakat ilahiyatçı da olsa bir Vulkanlıyla konuştuğumuzu hatırlayarak olmayan hislerine ihtar çekmeyi doğru bulmuyoruz. (Acaba Kur'an'da bir insanî özellik olarak 'ağlamanın' geçtiğini hatırlatsak? Aman boşver. Adam duygulanmıyorsa, zorla mı yahu?)

Muhammed Nur Ambarlı abiyle bazen böyle atışıyoruz. Birbirimizi videolarda etiketliyoruz. Yazılar gönderiyoruz. Kitap sayfaları paylaşıyoruz. Kader... İki Nur talebesi, karşı saflarda. (Ben kendimi hâlâ böyle tarif ediyorum. Acaba Muhammed abi de hâlâ öyle tarif ediyor mu? Dayatmak istemem.) Fakat bu videonun paylaşım tarihi itibariyle şöyle bir anlamı var benim için. İşte 'tevafuk' diye de ben buna diyorum: Tam da modernist/ehl-i bid'a insanların neden menkıbelerle bu kadar takık olduğunu tefekkür ettiğim bir döneme denk geldi.

Malumunuzdur belki, Senai Demirci abi de 'kıssahanlar' diyerek epey eleştirmişti bu tür anlatı yapan (Nihat Hatipoğlu, Ömer Döngeloğlu gibi) isimleri. Başkaları da eleştirdiler... Hoş, anlatımdaki tasannu çoğu zaman bizim de damağımıza acı bir tat veriyordu. Biz de zaman zaman "Yanında mıydın be hocam!" diyerek sitem ediyorduk. Fakat oyun içinde oyun var. Niyet içinde niyet var. Bazen, aynı şeyleri söyleseniz de, aynı şeyleri kastetmiyor oluyorsunuz birileriyle. Karıştırıyor ve karıştırılıyorsunuz. Kaş yapayım derken başkalarının göz çıkarmasına yardım etmiş oluyorsunuz. Şunu farkettim geçtiğimiz süre zarfında da: İki tarafın yaptığı eleştirilerin ekseni tamamen farklı. Bir taraf komple böyle hatıraların naklinden rahatsız. Diğer taraf böyle güzide hatıraların yâdından rahatsız değil. Ancak ona tasannu karıştırılmasını ihlasa uygun bulmuyorlar.

Burada bir nefes alalım. Farklı birşey anlatacağım. Marvel (çizgiroman) karakterlerini bilirsiniz. Örümcek Adam, Kaptan Amerika, Flaş, Wolverine, Hulk, Kum Adam, Fantastik Dörtlü, X-Man vs... Hepsinin ortak özelliği şudur: Kendi halinde yaşamakta olan kahramanımız, bazen bilimsel bir mekanda, bazen de tesadüfler sarmalı içinde biyo-kimyasal etkiye maruz kalır. Bu maruz kalış sonucunda mutasyona uğrar ve üstün yetenekler kazanır. Üst-insana dönüşür. (Üst-insan ifadesi Niçe'den mülhem.) Bu konu hakkınca onlarca çizgifilm, film ve animasyon bulunduğu için (ve siz de çoğunu izlemiş olduğunuz için) kısa geçeceğim. Bütün bu yapımların bize söylediği şudur: "Tesadüfleri hor görme. Onlar canlıları çok daha üstün şeylere dönüştürebilirler!" Zaten bu tarz yapımlar içinde evrime sık yapılan atıflar, anlatılmak istenen şeyin sadece Peter Parker'ın hikayesi olmadığını düşündürürler bizlere. Alttan alta birşeye de inandırılmak isteniyoruzdur sanki: Tesadüflerin elinden harikaların sâdır olacağına...

Bunu neden vurguladım? Çünkü Allah'a imanımızla onu inkâr etmemiz arasında tam bu kadarcık mesafe var: Tesadüflerin elinden harikalar gerçekleşebileceğine inanmak ya da inanmamak, işte bütün mesele bu... Bediüzzaman'ın Tabiat Risalesi'nde en çok vurgu yaptığı şeylerden birisidir tesadüfün körlüğü... Kör olan, kontrolsüz olan, akılsız olan, ne yaptığını ve sonuçlarının ne olacağını bilmeyen sebeplerin elinden; görür olan, kontrollü olan, akıllı olan, ne yaptığını ve sonuçlarının ne olacağını bilen şeyler çıkar mı? Her türüyle, Allah'ı inkâr, biraz da buna çağırır bizi.

Ah şu tesadüflere birazcık inansak! Birazcık onların elinden de harikalar çıkabileceğine iman etsek! Herşey o kadar kolay olacaktır ki ateist için. Size meramını kolayca anlatacaktır. Fakat ateistin doğasıyla insan aklı/mantığı arasındaki ayar tutmamaktadır. Doğada, eğer sebeplere yaratıcılık verilecekse, işler düzensizden düzenliye doğru gitmeliyken; aklın kıstaslarına göre ancak düzenliden düzenliye doğru gidebilir. Yemeği yapan lezzetten anlıyor olmalıdır. Hayatı veren hayatı biliyor olmalıdır. Güzel kılan güzelliği takdir edebilir olmalıdır. Nizamı olan tesadüfî olamaz. Maruz kalan, aynı zamanda yaratan olamaz. Tabloyu yapan boyanın kendisi olamaz... Ancak ateist yine de umutludur. Sizi bir gün sebeplerin tesadüfen birşeyler başarabileceğine inandırabilirse yolu açılacaktır. Nitekim evrim teorisi dediğimiz şey de bu çabalarından birisidir. Marvel karakterleri de imkansızı mümkün göstermeye çalışan hayalî arkadaşlarımızdır.

"Senin vücudun bin kubbeli harika bir saraya benzer ki, her kubbesinde taşlar, direksiz birbirine baş başa verip muallâkta durdurulmuş. Belki senin vücudun, bin defa bu saraydan daha aciptir. Çünkü, o saray-ı vücudun, daima, kemâl-i intizamla tazelenmektedir. Gayet harika olan ruh, kalb ve mânevî letâiften kat-ı nazar, yalnız cesedindeki herbir âzâ, bir kubbeli menzil hükmündedir. Zerreler, o kubbedeki taşlar gibi birbirleriyle kemâl-i muvazene ve intizamla başbaşa verip, harika bir bina, fevkalâde bir san'at, göz ve dil gibi acip birer mucize-i kudret gösteriyorlar. Eğer bu zerreler, şu âlemin ustasının emrine tâbi birer memur olmasalar, o vakit herbir zerre, umum o cesetteki zerrelere hem hâkim-i mutlak, hem herbirisine mahkûm-u mutlak, hem herbirisine misil, hem hâkimiyet noktasında zıt, hem yalnız Vâcibü'l-Vücuda mahsus olan ekser sıfâtın masdarı, menbaı, hem gayet mukayyet, hem gayet mutlak bir surette olmakla beraber, sırr-ı vahdetle yalnız bir Vâhid-i Ehadin eseri olabilen gayet muntazam bir masnu-u vâhidi o hadsiz zerrâta isnad etmek—zerre kadar şuuru olan, bunun pek zâhir bir muhal, belki yüz muhal olduğunu derk eder."

Peki, ben, yazıyla doğrudan ilgili olmayan bu meseleden neden bahsettim? Bediüzzaman'ın bize Sözler boyunca (özellikle Küçük Sözler'in hikayeleri ve Haşir Risalesi boyunca) söylediği ikinci birşey de şudur: Varlık algısı bozuk olan bir insanda sağlam bir iman inşa edilemez. 'Nazarında pek fena bir memlekete düşen...'in iman etmesinin sağlanması için önce varlığın düşündüğü gibi olmadığı anlatılmalıdır. (Güzel düşünmeye başlaması için, önce, güzeli değil bakınız, 'güzel görmesi' lazımdır.) Göstermeyen tablo, öyle olmadığı hatırlatılarak, dağıtılmalıdır. "Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz." Bu nedenle Risale metinleri boyunca önce varlığın doğru/iyimser/hayırlı algılanışı bize aşılanır, sonra da bu varlık algısının gösterdiği Allah'a ve ahirete işaret edilir. Kainat kitabının, kafirin de ister istemez iman ettiği bir kitap olduğu düşünülürse; o kitaptan getirilecek delillerin gücü, işte bu doğru varlık algısının izah ve isbatıyla mümkündür.

Peki, bu noktada menkıbeler veya kıssalar bize ne söyler? Bence çok büyük sırlar saklıyorlar. Örneğin; modernizmin kıskacında ahsen-i takvim kıvamındaki insana imanını yitirmiş, onu hep esfel-i safilin konumunda görmüş olan bizlere, asl-ı insanı hatırlatan bir yönü yok mu menkıbe ve kıssaların? Umut vericiliği/özendiriciliği yok mu? Onları dinlediğimiz her vakitte "Adam diye ancak bunlara derler..." demiyor muyuz burnumuzun direği sızlayarak? Bu, bize olduğumuz şeyin ötesini, yani olmamız gereken şeyi (ahsen-i takvimi) hatırlatmıyor mu? Oraya doğru bir iştiyak ve heyecan uyandırmıyor mu? Yani Mehmet Okuyan'ın alay ettiği o 'salya sümük ağlamalar' aslında bizim aslımıza çektiğimiz özlemin yansımaları değil mi? Bu yönüyle kıssaların her metodik bilgiden öte aşıladığı bir hâl dersi yok mu? Bu ders eşsiz bir kıymette değil mi?

Mesela, Okuyan'ın, ancak atının ayağını bastığı toprak olabileceği İmam-ı Âzam Ebu Hanife Hazretleri bakınız ne diyor: "Âlimlerin güzel ahvalinin anlatılması bana fıkıh ilminin birçok meselesinin müzakere edilmesinden daha hoş gelir..." Yine hadis ve fıkıh üstadı Süfyan b. Uyeyne de diyor ki: "Salihlerin anıldığı yere rahmet iner..." Hadi, böylesi nakillerden Vulkanlı Okuyan hoşlanmaz, bir ayeti hatırlatalım kendisine bari: "Elbette onların hikâyelerinde akıl sahipleri için ibret vardır..."

Ebubekir Sifil Hoca da Hikemiyât isimli kitabında yeralan Kendimiz Olmak İçin başlıklı yazısında modernizme direnebilmenin bir yolunun 'salihleri anmak' olduğunu söylüyor. Neden? Çünkü salihleri andığınız, hatıralarını konuştuğunuz zaman bu çağın dayatmalarına mecbur olmadığınızı görüyorsunuz. Hassaten insanın ve tanımının, modern zamanların fasık ve güvenilmez insanından ibaret olmadığını ders alıyorsunuz. Kendinize ve dünyaya dair ümitleniyorsunuz.

Naklî bilgiyle araları pek hoş olmayan Okuyan gibi modernist sapkınların kıssalardan hoşlanmamaları anlaşılır birşey. Zira hadis-i nebeviyece nesillerin hayırlıları olarak tarif edilen sahabeye, tabiine, tebe-i tabiine güveni kırmazsanız; onların eliyle gelen hadis ve sünnete de güveni kıramazsınız. Onların dürüstlüğüne, asilliğine, şerefine halel getiremezseniz; bunun üzerine bir hadis inkârı bina edemezsiniz. Üzerine Kur'an müslümanlığı diyerek istediğiniz martavalı okuyamazsınız. Yarın bir gün hadisleri taşıyan eller hakkında, ulema-i İslam hakkında iftirada bulunduğunuzda cemaaten size; "Kapısında hırlayan köpek olamayacağın adamlar hakkında ne diyorsun sen?" diyenler olur. Elbette Okuyanlar, İslamoğulları, Dormanlar, Taslamanlar böyle şeylerden rahatsız olurlar. Modern insan algısını 'geçerli tek insan algısı' olarak aşılayamazlarsa, naklî bilgiye karşı güvensizliği nasıl aşılayacaklardır?

"Dördüncü sual: Sahâbelere karşı iddia-yı rüçhan nereden çıkıyor? Kim çıkarıyor? Şu zamanda bu meseleyi medar-ı bahs etmek nedendir? Hem müçtehidîn-i izâma karşı müsâvat dâvâ etmek neden ileri geliyor? Elcevap: Şu meseleyi söyleyen iki kısımdır. (...) Diğer kısım ise, gayet müthiş, mağrur insanlardır ki, mezhepsizliklerini, müçtehidîn-i izâma müsâvat dâvâsı altında neşretmek istiyorlar ve dinsizliklerini, Sahâbeye karşı müsâvat dâvâsı altında icra etmek istiyorlar. Çünkü, evvelen, o ehl-i dalâlet, sefâhete girmiş, sefâhete tiryaki olmuş. Sefâhete mâni olan tekâlif-i şer'iyeyi yapamıyor. Kendine bir bahane bulmak için der ki: 'Şu mesâil, içtihadiyedirler. O mesâilde mezhepler birbirine muhalif gidiyor. Hem onlar da bizim gibi insanlardır; hata edebilirler. Öyle ise biz de onlar gibi içtihad ederiz, istediğimiz gibi ibadetimizi yaparız. Onlara tâbi olmaya ne mecburiyetimiz var?'"

Bunu test etmem mümkün değil ama, bu modernistlerin kem söyleminden etkilenmeyişimin bir sebebinin de küçüklüğümden beri evliya menkıbelerine meraklı oluşumdan kaynaklandığını düşünüyorum. Yani faziletlerini bildiğimden ve onlara iman ettiğimden dolayı iddia-i rüçhan etmiyorum. (Acaba herkeste böyle midir?) Allah onlardan ve onların nurlu hatıralarını nakledenlerden razı olsun. (Ey Nurcu kardeş, sen ayrıca bir bak, Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nin bir güzelliği daha yüzüne gülümsedi mi?)



[1] Merak edenler için: https://www.youtube.com/watch?t=466&v=W1vSMq-XXWY

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...