Tanım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tanım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Mart 2018 Cumartesi

İslam'ı güncellemek isteyen yerelliğini kaybeder

Şu mesele Ebubekir Sifil Hoca'nın derslerinde sıklıkla dikkat çektiği birşeydir: Mü'min ve müslüman kavramları, ayrı metinlerde kullanıldıklarında aynı şeyi ifade ederlerken, aynı metinde kullanıldıklarında ise ayrı şeyleri ifade ederler. Mürşidim bu sadedde (yani ayrı şeyleri ifade etmeleri sadedinde) der: "İslâmiyet iltizamdır; iman iz'andır. Tabir-i diğerle, İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir." Ve tarifinin devamında şöyle bir örnekle sözlerini açıklar:

"Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette Hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı; 'dinsiz bir Müslüman' denilirdi. Sonra bazı mü'minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; 'gayr-ı müslim bir mü'min' tabirine mazhar oluyorlar."

Bense, burada yapılan izahları, 'parça-bütün' sembolizmi içinde bencileyin şöyle anlar ve anlatırım: Parçanın, içinde yeraldığı bütünün anlamını, 'en genel biçimde' onaylaması imanıdır. Çünkü ancak bu kabullenişle o bütünün bir parçası olabilir. Ondan sayılabilir. Ona dahil olabilir. İsmini alabilir. Kapsamına girebilir. Ancak aynı parçanın, bütünün diğer parçalarının da anlamını tasdik etmesi veyahut da bütünlüğün icap ettirdiği tüm gerekleri yerine getirilmesine taraftar olması, imanından ayrı olarak, onlardaki teslimiyetiyle ölçülür.

Yani mü'minlik genel manada 'itikadî' bir onaylayışı içerirken; müslümanlık detaylara da nüfuz eden 'amelî' bir tasdik edişi ortaya koyar. Meşhur Cibril (a.s.) hadisinde Efendimiz aleyhissalatuvesselamın "İman nedir?" sorusuna "Allah'a, Allah'ın meleklerine kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanman, bir de kadere, hayrına şerrine inanmandır!" şeklinde cevap vermesi, fakat "İslam nedir?" sorusuna "İslâm; Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt'i hac etmendir!" cevabını buyurması da bize benzer bir sırrı fısıldar: İslam amele yakındır. İman itikada yakındır.

Elbette bu durum, Ebubekir Sifil Hoca'nın isabetle ifade ettiği gibi, nüans içerdikleri hissettirilir şekilde kullanıldıkları durumlara dairdir. Yoksa, ayrı ayrı kullanımlarında mü'min müslümanlığı, müslümanlık da mü'minliği karşılar. Birisiyle diğeri de kastedilir.

Peki, durmayalım, İslam ve imanın farkını anlamada biz de kendimize bir misal bulalım. Belki şunu kullanabiliriz: Üzerinde yapıldığı firmanın ismi ve seri numarası olan bir motor parçası düşünelim. Tam da kullanılması gereken yerde takılı olsun. Bu motor parçasının şu hali der ki: "Ben iman ettim ki şu firmanın motor üretiminde kullandığı bir parçayım." Fakat aynı parçanın gereğince görevini yerine getirmediğini düşünelim. Hatta motorun yapmak istediği bazı şeylere de engel olduğunu tasavvur edelim. İşte, o zaman bu motor parçası 'iman'ı olduğu şeyde 'İslam'ı olmadığını gösterir bize. Çünkü motorluğun gereklerine taraftarlık göstermez. Hatta o hareketlerin bazılarına itiraz da eder.

Bu da, Kur'an'da 'amenu ve amilu's-salihat' şeklinde geçtiği üzere, salih amelin neden imanın en yakın arkadaşı olarak anıldığına dair bir hikmeti gösterir bize. İmanın insanda tamam olması için İslam'a ihtiyacı vardır. Hem mürşidim de aynı metnin ahirinde der: "İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz."

Asıl konumuza gelelim. Son zamanlarda yaşadığımız 'yerli ve milli' tartışmaları içinde Bediüzzaman'ın yukarıdaki tariflerinin önemli birşeyi daha söylediği kanaati hasıl oldu bende. O da şudur: Birşeydeki yerellik ondaki İslamiyet ile mümkündür. Ne demek bu? Soruya cevap vermeden önce Barla Lahikası'na uzanıp bir parça daha alıntı yapmak istiyorum:

"Müslim-i gayr-ı mü'min ve mü'min-i gayr-ı müslimin mânâsı şudur ki: Bidayet-i Hürriyette, İttihatçılar içine girmiş dinsizleri görüyordum ki, İslâmiyet ve şeriat-ı Ahmediye, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve bilhassa siyaset-i Osmaniye için, gayet nâfi ve kıymettar desâtîr-i âliyeyi cami olduğunu kabul edip, bütün kuvvetleriyle şeriat-i Ahmediyeye taraftar idiler. O noktada Müslüman, yani iltizam-ı hak ve hak taraftarı oldukları halde, mü'min değildiler. Demek, 'müslim-i gayr-ı mü'min' ıtlakına istihkak kesbediyordular. Şimdi ise frenk usulünün ve medeniyet namı altında bid'atkârâne ve şeriat-şikenâne cereyanlara taraftar olduğu halde, Allah'a, âhirete, Peygambere imanı da taşıyor ve kendini de mü'min biliyor. Madem hak ve hakikat olan şeriat-ı Ahmediyenin kavânînini iltizam etmiyor ve hakikî tarafgirlik etmiyor, gayr-ı müslim bir mü'min oluyor."

Burada görüldüğü gibi: Bediüzzaman, ahiret nokta-i nazarında her iki grubun da ehl-i necat olmadığını düşündüğü halde, birinci grubun tavrını 'İslam siyasetine' veya 'siyasal İslam'a bakan yönleriyle daha olumlu buluyor. Yani, tamam, şu yukarıdaki iki duruş da ahiret saadetini kazandırabilecek duruşlar değiller. Allah'ın bizden asıl istediği duruşlar değiller. İdealimiz değiller. Bunun altını çiziyor. Fakat birincilerin duruşu, dolaylı da olsa, ümmetin saadetine hizmet edebilir bir duruş. Güçlendirebilir bir duruş. İşte, benim 'yerli ve milli' tartışmalarıyla bu metin arasındaki kurduğum ilgi de, arkadaşlar, şuradan besleniyor.

O bütünün parçası olarak dünyaya gelmemiş olabilirsiniz, hatta genel anlamda o bütünün anlamına iman etmiyor da olabilirsiniz, fakat bütünün işleyişinin detaylarını onaylıyor, destekliyor ve tarafgirlik gösteriyorsanız bu size bir 'yerellik' kazandırıyor. Hatta diyebiliriz ki: Hangi bütünlüğün iltizamlarına taraftarlık gösteriyorsanız onun parçasısınız. Türkiye'de doğup ABD'nin menfaatlerine taraftarlık gösteriyorsanız aslında oranın parçasısınız. Oranın yerelisiniz.

Yeri geldi. Ebubekir Sifil Hoca'nın, asırlar boyu İslam beldelerinde yaşayan gayrimüslimler hakkında kullandığı, 'kültürel olarak müslüman' ifadesini burada anmak istiyorum. Çünkü yukarıda arzettiğim şeye güzel bir delil oluşturuyor. Çok duymuşsunuzdur ya yine de anayım: Adam hristiyan. Oruç tutmuyor, namaz kılmıyor, kurban kesmiyor ama Ramazan'da çocuğunu sokakta birşey yerken görürse gazaplanıyor.

İslam'ın toplumsal tezahürlerine yapılmış bir saldırıyı kendisine yapılmış gibi karşılıyor. Çünkü detaylarda İslam'ın uygulamalarına bir taraftarlığı var. İslam'ın toplum hayatındaki yansımalarından hissesiz değil. Payına düşen terbiyesini almış. İşte bu gibiler, Ebubekir Sifil Hoca'nın güzel tarifiyle, 'kültürel olarak müslüman' oluyorlar.

Ancak bir başka zümre daha var. Adı müslüman. Kendisine sorsan ondan daha mü'mini yok. Fakat ezanı duysa rahatsız oluyor. Başörtüsü görse kıllanıyor. 'Namaz' desen kaçacak yer arıyor. Dinî birçok emrin, hem de açıkça, aleyhinde bulunuyor. Belki de değişmesi gerektiğini söylüyor. İşte, bu durum, o insanın yerelliğini çoktan kaybettiğini gösteriyor. Çünkü bütününe iman ettiğini söylediği şeyin detaylarına/uygulamalarına itirazları var. Sahada muteriz. Üzerinde fabrikasının ismi olsa da motorun işleyişinden rahatsız.

Böylece benim kafamda, tekfirden uzak bir şekilde, yerellik tanımı şöyle şekilleniyor: Parçası olduğun bütünün detaylardaki tasarruflarına taraftarsan yerelsin. Güzelce çalışmasının devamını istiyorsan yerelsin. İltizamlarını haklı buluyorsan yerelsin. Hatta bütünün parçası olmasan bile, çalışmasından mutlu olduğun bir bütünlük varsa, onun yerelisin. Osmanlı ordusunda Yunan'a karşı çarpışan bir Rum askeri gibisin.

Öteki türlü, ismen/cismen mü'min de olsan, imanın gerektirdiği emir/nehiy taraftarlığı sinende yer tutmadığı için, bütününün hilafına işlemeye başlarsın. Farkında ol veya olma. Bütüne taş koyarsın. İyiliğini isterken kötülüğünü getirirsin. Nitekim, herbirimiz, yakın tarihte şahit olduğumuz olayları zihnimizden bir geçirebilsek, şunlara çok örnekleri oradan bulabiliriz. Hatta teorim o ki: Bediüzzaman, Eski Said döneminde geçen şu tartışmayı tahattur edip naklederken de benzer tecrübelere yaslanıyordu. Kimbilir? Allahu'l-alem.

11 Ağustos 2017 Cuma

Modernistler salavatlara neden takıktır?

Allah bu ümmeti âlimsiz bırakmasın. Cahillik acizliktir çünkü. Cahilden daha aciz insan yoktur. Belayı, bırakın defetmeyi, farketmek bile ilim ile oluyor. İnsan cahilken kendisine zararlı çok şeyin farkında olamıyor. Benim de İslamoğlu'na (genelde ise tüm modernistlere) dair ilk uyanışım yirmili yaşlarımda olmuştu.

O zaman bu derece açık-seçik, net, köşeleri belirgin birşey değildi elbette. Neyin/ne kadar ileri gidebileceğini veya neyin/ne kadar tehlikeli olabileceğini bilmiyordum. Bu konulara dair hiçbir okuma yapmamıştım. (En önemlisi Ebubekir Sifil Hoca'nın kitaplarıyla/videolarıyla karşılaşmamıştım.) Sadece bir tatsızlık, bir rahatsızlık, bir ince sızı gibi içimde taşıyordum. Rahatsızlık duyduğum şeylerin cevabını nasıl elde edeceğimi de bilmiyordum. Kendim de cevap üretemiyordum. Öyle elini-ayağını nereye koyması gerektiğini bilemez bir durum işte.

Her neyse... Bu kısmı kısa geçelim. 'Uyanış' dediğim olay şöyle gerçekleşmişti: İslamoğlu'nun Salat-ı Tefriciye'ye dair bir itirazı (çünkü bizim evde Hilal TV gayet izleniyordu) kanıma dokunmuştu. Nesil Yayınları-Moral FM binasındaki bir cuma sabahı dersinde söz alarak Mehmed Paksu Hoca'ya da bunu ifade etmiştim. Ve "Bir cevabımız yok mu?" diye sormuştum.

Allah var. Paksu Hoca, bir Ehl-i Sünnet âlimine yakışacak şekilde, hamiyet-i diniyesi gayrete gelerek, bu itiraza karşı hiddet etmişti. Hatta, orada bulunanlar hatırlayacaklardır, "Mustafa İslamoğlu kim oluyor?" gibi ifadeler de kullanmıştı. (O sırada yanında oturan Cemil Tokpınar da kendisini sakinleştirmekte zorlanmıştı.) Fakat, bu hiddetinden ziyade olarak, gönlümü teskin edecek bir cevap alamadım kendisinden. Çünkü o soruya dair bir mesaisi yoktu.

Hem iş burada da kalmadı. O dönemde yetkili olan bir isimden 'böyle şeyleri ulu-orta dile getirerek cemaatler arasında düşmanlık sebebi olmamak' konusunda da uyarı aldım. Her neyse... Geçmiş zaman. İnşaallah, bana bu uyarıyı yapan da artık, en az benim kadar, bu derdin farkında. Ben çok gençtim. Cahildim. "Ehl-i Sünnet olmak ne demek?" bunun farkında değildim. O da İslamoğlu'na karşı ziyade hüsnüzan besliyordu muhtemelen. İşin geçmişte kalan kısmına tevbe edip geleceğe bakmalı.

Ancak bugünden bakınca İslamoğlu'nun bazı salavatların abartılı(!) oluşuyla neden bu kadar meşgul olduğunu kavrıyor gibiyim. Bence istediği taşları döşemek için yolu açmanın ilk adımıydı onlar. Hatta, o dönemde, bugün kendisini rezil eden söylemlerinin hiçbirisi dilinde yoktu. Ne menem birşey olduğunu çok da çaktırmıyordu. (Ehli gene anlıyordur elbette ama biz ehil değildik.) Lakin bu salavatlar meselesine resmen takıktı. Dönüp dönüp tefsir derslerinde bu meseleye değinirdi.

İşte, bugünlerde, 7. Söz'ün ahirindeki salavatın kısa bir mealini okurken, neden modernistlerin bu meseleye takık olduğunu ve neden Ehl-i Sünnet'e bıçak sallamaya böyle bir noktadan başlandığını anlar gibi oldum. Aklıma gelense şu:

Ehl-i Sünnet büyüklerinin salavat-ı şerifeleri, sadece birer salavat-ı şerife değil, aynı zamanda birer/birçok tanım ve tarifler içeren metinler. Nübüvvete (ve özellikle de Allah Resulü aleyhissalatuvesselama) nasıl bakılması gerektiğini öğretiyorlar. Bakış açımızı zenginleştiriyorlar. Şems-i Hidayet aleyhissalatuvesselamı 'postacı' mesabesine indirmek isteyenlere bedel, onun aslının ne büyük bir hakikati ifade ettiğini, ne çok renkler/yönler taşıdığını ortaya koyuyorlar. İsterseniz, bu bahsi konuşmadan evvel, okuduğum o salavatın mealini buraya da alıntılayalım:

"Kulun, peygamberin, yüce katından seçtiğin, dostun, mülkünün güzelliği, sanatının sultanı, inâyetinin pınarı, hidâyetinin güneşi, hüccetinin lisanı, rahmetinin timsali, yaratıklarının nuru, mevcudatının şerefi, pek çok olan mahlukatının içinde birliğinin kandili, kâinatının tılsımının keşfedicisi, rubûbiyet saltanatının ilâncısı, râzı olduğun şeylerin tebliğcisi, isimlerinin definelerinin tanıtıcısı, kullarının öğreticisi, kâinatının delillerinin tercümanı, rububiyetine ait güzelliklerin aynası, Senin görünüp gösterilmene vesile olan habibin ve âlemlere rahmet olarak gönderdiğin resulün olan Efendimiz Muhammed'e, bütün âl veashâbına, kardeşleri olan nebî ve resullere, mukarreb meleklerine ve sâlih kullarına salât ve selâm eyle. Âmin."

Elbette, şu salavattan böyle bir Resulullah tanımı aldıktan sonra, Ona, "Kur'an'ı getirmiş ve sonra da işi bitmiş, hayatının bundan aşkın bir kıymeti yokmuş, sünneti de çok ehemmiyetli değilmiş" gibi inanılamayacağını görüyorsunuz. Onu, konulması layık ve gerekli olan, asıl yerine koyuyorsunuz. Böyle bir bakış açısı eğitimi aldıktan sonra, yani kalbiniz ve aklınız ona böyle bakmaya alıştıktan sonra, nasıl Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'sadece bir postacı' olduğuna inanabilirsiniz ki? Nasıl sünneti önemsizleştirebilirsiniz? Hiç mümkün olur mu?

İşte, 7. Söz'ün ahirinde yeralan bu salavat-ı şerife, bana, İslamoğlu ve benzeri modernistlerin neden yolun başında böylesi salavatlarla uğraştıklarını ve neden Ehl-i Sünnet büyüklerinin böylesi salavatları yazmaya, okumaya, hıfzetmeye, nakletmeye ve hatta sevenlerine okunmasını tavsiye etmeye ayrıca bir özen gösterdiklerini anlattı. "Bediüzzaman'dan bize miras kalan böylesi salavatların (ve ehl-i sünnet muktesebatında yeralan daha nicelerinin) böyle bir hikmeti de olmalı!" dedirtti.

Evet. Kesinlikle böyle: Biz bu mübarek salavatları okurken nübüvvete nasıl bakmamız gerektiğini de ders alıyoruz. Mürşidlerimiz de bu salavat-ı şerifeleri sık okumayı tavsiye ederek hem Efendimizle ümmet ilişkimizi kavi, hem de nübüvvete bakışımızı zengin ve diri tutmamızı sağlıyorlar. Ve belki bugünlerde de en çok şu konuda eksiğiz. O salavat-ı şerifeleri ayrıca, ehemmiyetle, vurguyla ders almaya ihtiyacımız var. Ayrıca üzerinde durmalı ve haklarında daha çok konuşmalıyız. Nübüvvetin kalplerimizdeki tanımı saldırı altında çünkü.

15 Temmuz 2017 Cumartesi

Tevbe kendinin editörlüğüdür

"Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü nefs, Rabbimin merhameti olmadıkça, kötülüğü emreder. Doğrusu, Rabbim bağışlayandır, merhamet edendir." (Yusuf sûresi 53)

Bıktıracak kadar sık yazdığımın farkındayım. Fakat yapacak birşey yok. Yazmayı 'işe yaramak'la bu kadar arkadaş kılınca yazamamayı da 'boşluk'la bağlamaya başladım. Her tanımlama mana-i muhalifini de tanımlamış oluyor. Birşeyi tarif ettiğinizde iki şeyi birden tarif ediyorsunuz. Onu ve zıttını. O oysa zıttı da budur. O oysa zıttı kesinlikle o değildir. Ne olmayacağı bellidir. Böylesi tanımlamaların esir alıcı bir yanı da var. İnsan adımlarının bastığı yeri ve gittiği yönü netleştirmeye çalışırken basmadığı yeri ve gitmediği yönü de netleştirmiş olur. Eğer kaza eseri basmaması gereken bir yere ve gitmemesi gereken bir yöne adım atarsa, buna gafil kalamaz, vicdanıyla boğuşmaya başlar.

Vicdan insana kendi çelişkileriyle boğuşması için verilmiştir. (Ne kutlu bir boğuşmadır o!) Ömür kitabının imtihan matbaasından güzel çıkması için içimize konulmuş bir musahhih veya editördür. Siz yola çıkmadan önce onun kulaklarına doğruyu fısıldarsınız. (Belki daha da önce Allah zaten onun sinesine doğruları yazmıştır.) O da daha sonra kulağınıza doğrularınızı fısıldar. Prensip sahibi olmak dediğimiz şey de zaten insanın kendisiyle çelişkiye düşmemesidir.

Bu nedenle tariflerimizin her türlüsü önemlidir. Önemsiz lafzımız da, anımız da, tavrımız da yoktur. Hayat parçalara ayrılmayacak kadar girift bir sözlüktür. Kelimelerinin kuyrukları birbirine bağlıdır. Anlamlandırırken düştüğünüz her hata başka birçok sözcükte karşınıza çıkar. (Süte 'zehir' dedikten sonra 'sütlü muhallebiye' şifalı diyemezsiniz mesela.) Sözgelimi: Yağmuru Allah'ın yarattığı birşey olarak görmediniz. Bir kendi başınalık olarak anlamlandırdınız. Bu, içtiğiniz suyun da Allah'ın ikramı olmadığına götürür sizi, hemen olmasa da birazdan. Veya tam tersi: İçtiğiniz suyu 'Bismillah' diyerek mi içtiniz? O halde yağmuru Allah'a vermekte zorlanmazsınız. Onlar birbirinin akrabasıdır. Birisini anlamlandırdığınızda mutlaka diğerlerine de ulaşacaktır.

Bu yüzden, İslam'ın, hayatın her anını 'Besmele' ile bizden istemesinde şaşılacak birşey yok. O bizden kelimelerde hata yapmamamızı istiyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan rivayet edilen, neredeyse hayatın her anını kuşatan, dua külliyatında da bu sır var. Her neyi yapsan edilecek bir duası var. Başlarken de, bitirirken de, içindeyken de... Bütün bunlar yürüdüğümüz yolda doğru şıkları seçmemiz için. Sünnet-i Seniyye bu yüzden hayatın her anını kuşatıyor ve karışıyor. Belli ki en küçük kelimelere verdiğimiz anlamlar bile arkamızda kalmayacak. Her yeni kelimede önceki anlamlara yaslanacağız. Tıpkı matematik probleminin çözümünde olduğu gibi. Başlarda yapılacak bir kayma işlemin sonuna doğru büyük sapmalara neden olabilir.

Jules Verne'nün Ne Altı Var Ne Üstü romanını hatırlayalım. Dünyanın eksenini değiştirmek isteyen bir grup girişimcinin başarısızlığa uğramasının sebebi neydi? Eksik sıfırlar! Evet, dünyayı sarsacak büyük bir girişim ve ona yapılan yatırım, sadece birkaç rakamın yanlış yazılmasıyla sekteye uğramıştı.

İşte, hayat da biraz böyle, bir yerinde ilmek kaçtı mı o kazak artık giyilmiyor. O desen tamam olmuyor. Geri dönüp toparlamanız lazım. Tevbe de zaten tam bu noktada büyük bir önem kazanıyor. Kelimelerin yanlış anlamların yüklerinden kurtulması, o yanlış anlamların başka kelimelere sirayet etmemesi, üzerine 'hatalıdır' kaşesini basmakla mümkün. Tevbede biz biraz da bunu yapıyoruz. Tevbeyi tenzihten ayıran da budur. Tevbe eden hatalı olduğunu unutmaz. Önceki kelimeyi sonraki kelimeye referans kılmaz. Aralarını ayırır. Kendini tenzih edense, aksine, hatalı olduğunu kabul etmez. Velev ki o hatayı bir daha işlemeyecek olsun. Yine de bu ondan istenen değildir. İnsandan istenen hatalarını unutması değildir. İnsan hatalı bir varlık olduğunu hatırlamalıdır.

Ben, kendi adıma, adam olmamda (eğer olmayı başarabilmişsem tabii) tevbelerimin büyük payı olduğunu düşünüyorum. Çünkü tevbe ettiğim her amelim bir çizik olarak geçmişimde duruyor. Onları unutmuyorum. Onlar da kendilerini bana unutturmuyor. Çünkü onları inkar etmiyorum. Yoklarmış gibi davranmıyorum. Bu beni kendime karşı tekinsiz ve temkinli kılıyor. Adam olmak biraz da bu değil mi? Adam olmak her yaptığının/yapacağının doğru olmadığını kabul etmekle başlar. Bu eylemlerin arasında şıklar oluşturur. Edebinle şıklardan birisini seçersin. Kendisine karşı temkinli olmayanın edepli olacağına inanmam ben. Aleyhissalatuvesselama "Hayâ imandandır!" dediren sırrı kollarım.

İnsan utanıyorsa kendisine karşı temkinlidir demektir. Görünmesinin her şeklinin doğru olmadığını düşünüyor demektir. Bu ihtiyat sayesinde insaflı seçimler yapmaya başlar. "Nasıl görünürsem doğru olur?" Bu soru sözlüğü düzeltir. En azından düzeltmeye dönük bir çabadır.

Şunu demek istiyorum: Tevbe bize utanma yetisini kazanmayı da öğretiyor. Tevbesi olmayanın utanması yoktur. Utanması olmayanın de tevbesi yoktur. Daha evvel düştüğünüz çukurları hatırlamazsanız ayaklarınızı temkinli atmazsınız. "Çukura düşüyorsun!" denildiğinde de buna inanmazsınız. Önce evvelce çukura düştüğünüzü/düşebilirliğinizi kabul etmemiz lazım. Irvin Yalom, Bugünü Yaşama Arzusu'nda şöyle diyor: "Tedavi, suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği yerde başlar." Demek: Tedavi tevbede başlıyor. Kendini tenzih etmede şifa yok. Ki onun tezahürü de edepsiz bir suçlamadır.

Kur'an'da Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Yunus (a.s.) gibi daha nice nebilerin Cenab-ı Hakka karşı "Ben nefsime zulmettim!" türünden ifadeler kullanmalarını da buradan anla. Cenab-ı Hak o kemal sahipleri üzerinden sana birşey öğretiyor. İyileşmek istiyorsan kusurlarını üzerine alacaksın. Çünkü onlar sözlüğünün güvenliğini sağlıyor. Hem mürşidin bu sadedde demiyor mu:

"İnsan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka herşeyi nefsine feda eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mâbuda lâyık bir tenzihle nefsini meâyipten tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdafaa eder. (...) Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir. İşte, şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir."

28 Haziran 2017 Çarşamba

Tekrarlarım üzerine...

Bazen tekrarlarıma rastlayıp kendime fena bozuluyorum. Neden mi? Sınırlı olduğumu hatırlatıyorlar çünkü. Nerede mi? Yazılarımda. Sadece yazılarımda mı? Hayır. Başka zamanlar da var. Örnek vereyim: Bir hatıram var diyelim anlatmayı sevdiğim. Onu anlatırken daha önce aynı kişiye bu anıdan bahsettiğimi sezinliyorum. Lakin kendimi tutamıyorum. Yazarken de böyle oluyor demek ki.

Yalnız şöyle bir ümidim var: İnsan aynı nehirde iki kere yıkanamadığı gibi aynı cümleyi de iki kere kuramaz. O cümleyi tekrar kurduğunda aradan çok sular akmıştır. Çok zaman geçmiştir. Çok olay yaşanmıştır. Çok Ahmed değişmiştir. Zâhiren, söyleyen yine ben olsam da, aslında ben o eski ben değilimdir. (Bu da şarkı sözü gibi oldu.) Belki buradan tekrarlarıma dönük bir teselli çıkabilir.

Bazen de şöyle düşünüyorum: Bu tekrarlar bana zayıflığımı öğretiyor. Sınırlarıma çarpıyorum. Her kurduğum cümle benzersiz olsaydı onları tanıyamazdım. Her anım başka olsaydı kendimi de tanıyamazdım. Yani kendime karşı aşinalığım olmazdı. Elbette duvarlarımdan dolayı tekrarlara düşeceğim.

Sadece insanım. Bunu çarptığım hudutlardan anlıyorum. Heyecanla koştuğum yollarda evvelden kalan ayak izlerimi görünce duruluyorum. Belki de kendimi çok abarttım. (Orası kesin.) İlk kez ifade ettiğimi sandığım şeyler belki başkalarının izleriydi. Kendi ayak izlerimi tanıyorum. Onlarınkini tanımıyorum bile. Belki daha uzaktan bize bakan birisi de bizim halimize tebessüm ediyor. Bir silindirin içinde koşan fare "Ne çok yol aldım!" diye seviniyor gibi. Belki de halim böyle. Ne çok 'belki' diyorum öyle?

İşte, bu da bir tekrar, bana sınırlarımı söylüyor. Bize sınırlarımızı söyleyen aslında kimliğimizi de söyler. Çünkü sınırlar aynı zamanda tanımlardır. Ahmed'in insan olduğunu takliden bilmesiyle tahkik etmesi arasında fark var. Hayatın bir hikmeti daha! Duvarlara çarparak mahluk olduğumuzu öğreniyoruz. Yaşamasaydık kendimizi mutlaktan nasıl ayırırdık? Haydi, teorik olarak bilirdik, pratiğini nasıl tadardık? Yaşamak insana (hâşâ) Allah olmadığını öğretiyor.

Yaşamak insana mutlak olmadığını öğretiyor. Yaşamak insana hayal ettiği herşey olmadığını öğretiyor. Birden fazla gerçeklik algımın bulunduğunu ve aralarındaki dengeyi ancak 'yaşamakla farkedeceğimi' yaşayarak farkediyorum. Misal: Eğer söylediklerimi yaşamasaydım bu yazıyı da yazamayacaktım. Ama bu yazıyı yazmamla aynı anda yapmayı hayal edebileceğim pekçok şeyi de yapmamayı seçtim. Birşeyi seçmek geri kalan herşeyi seçmemekti çünkü.

Tekrarda şöyle birşey de var sanki: İnsan kendiliğinin sınırlarına tekrar tekrar rastladıkça kendi olmayanın tarifine dair de birşeyler öğreniyor. Ben kendime çarptıkça kendim dışındaki dünyayı tarif edebiliyorum. İşte, benim gücüm ancak masamı toparlamaya yetti, her gün de buna yetiyor, peki dışımdaki dünyayı temizleyen kim? Yapmadıklarımı tayin edebilmem o yapmadıklarımın failini aramaya mecbur ediyor beni. Ben tekrar ettiklerimle mukayyetim. Ya kainatta sürekli tekrar edilenler? Her göğe attığımızın arsızca yere düşmesi? Suyun hafif şeyleri her defasında yüzeye itmesi? Bütün bunlar neyin nesi? Bu tekrarlar da bana mutlak olanı anlamamda yardımcı olmuyor mu?

Öyle ya! İsimleri olmasa ben onu nasıl bilirdim? Kainatta tekrar edegelen fiilleri olmasa o isimleri nasıl/ne şekilde okurdum? Nasıl isimlendirirdim? Onun yaratışı, bu açıdan, kendisini bilmemiz için bize bir lütuftu. Böylece tanımlayabileceğimiz alanlar bulduk. Bunlara hem tanım hem isim koyduk. Şimdi onlarla sonsuz olana dua ediyoruz. Sonsuz olandan yardım diliyoruz. Sonsuz olanı tefekkür ediyoruz. Eğer onun tekrar tekrar yaratışları olmasa bu isimleri nasıl bilecektik? Tekrarlardan aldığım bir ders de bu oldu.

15 Haziran 2017 Perşembe

Caner Taslaman nerede hata yapıyor? (3)

Bir önceki yazıda da dikkat çekmeye çalıştığım gibi: Efendimiz aleyhissalatuvesselamın gündelik hayatında, insanlarla ilişkilerinde, hatta dinî ahkamı tebliğde dahi 'vahiyden bağımsız' hareket ettiğini/edebildiğini düşünmek bir modern zaman hastalığıdır. Bu ümmete yeni arız olmuştur. Hadislerin ve o hadisler üzerine inşa edilmiş ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadının fısk yollarını kapamasından rahatsız olan, fikren veled-i zina, modernistlerin uydurmasıdır. Bununla şunu murad ederler: Eğer Efendimiz aleyhissalatuvesselamın sünnet-i seniyyesi ile Cenab-ı Hakkın hıfz u himayesi arasını açabilirlerse (bunu hakikatte açamazlar ama sizin gönül dünyanızda başarabilirler) o zaman sünnet-i seniyye ile gelen ahkam 'tartışmalı' hale gelir.

Bu peygamberi postacı haline getirmenin ilk adımıdır. Zira bir 'peygamber' ile 'postacı' arasındaki fark buradan başlar: Postacının mesajın iletilmesi dışında bir mesuliyeti yoktur. İşini yaptıktan sonra işine bakar. Mesajdan bağımsız olarak yaşamaya devam eder. Taşıdığı ölüm haberi bile olsa bıraktıktan sonra gülümser. Evine dönüp neşeyle televizyonunu izler. İlettiklerini üzerinde taşımak zorunda değildir. Onlarla duygusal etkileşime girmek zorunda değildir. Yaşamak zorunda değildir. Bununla mesul değildir. Fakat peygamber mesuldür. Peygamber, sadece ilettiği mesajla değil, hayatıyla da insanlara rehber olarak gönderilmiştir. Kendisi vesilesiyle insanlığa vahyolunan hakikatlerin gündelik yaşamda nasıl karşılık bulacağı örnekliğiyle ortaya konulur. Onun hayatı vahyin ilk ve en önemli tefsiridir.

Peygamberliğin olmazsa olmazı olan 'ismet' tam da bu noktada devreye girer. İsmet olmadıktan sonra tebliğde vuku bulabilecek hatalara karşı bizi emniyette kılacak olan nedir? Hiçbirşey! Hiçbirşey gösterilemez artık. Peygamberin kendisine vahyedileni tefsirinde, ister yaşayarak ister anlatarak olsun, hata yapmadığından nasıl emin olabiliriz? Nasıl onunla gelene emniyet edebiliriz? İsmetini, yani günahtan korunmuşluğunu, kabul etmedikten sonra artık dinin tamamı şüphe altındadır. Hatta Kur'an'ın kendisi dahi şüphe altındadır. Çünkü (hâşâ) güvenilmez birisi tarafından insanlığa iletilmiş olur. Bir peygamber vahyi iletirken hata yapmaz ama postacı yapabilir. Şu işin ortası yoktur. Mürşidim bu sadedde der ki:

"Muhammed aleyhissalâtüvesselâm ya Resulullahtır ve bütün resullerin ekmeli ve bütün mahlûkatın efdalidir; veyahut—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Allah'a iftira ettiği ve Allah'ı bilmediği ve azâbına inanmadığı için, itikadsız, esfel-i sâfilîne sukut etmiş bir beşer farz etmek lâzım gelir. Bu ise, ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa feylesofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek, dünyada yoktur."

Peygamberin postacılığını savunmakla aslında Cenab-ı Hakka da şöyle denmiş olur: "Allahım, sen, bizi doğru yola çağırmak üzere vahiy gönderdin. Ama bunu yaparken gönderdiğin kişinin hata yapmamasına dikkat etmedin. Onu kollamadın. Dersi nasıl anlattığına bakmadın. Biz onun hayatında yanlışlar da gördük. Doğrusu artık emin olamıyoruz. Acaba senin mesajını iletirken de hata yapmış olabilir mi? Korumadığına göre olabilir. O halde artık o mesaja da güvenemeyiz. Güveneceğimiz tek şey kendi aklımız. Fakat bu akıl da öyle birşey ki, zamanla ve kişiden kişiye değişir, üstelik kimse bir diğerinin aklına karşı tam olarak güven duymaz. O halde Allahım, sen bizi çaresiz bıraktın, biz istediğimiz gibi inanabiliriz. Doğru yol falan da yok. Çünkü kesinliğine güvenilebilir birşey göndermedin. Suçlu sensin!"

Ben, işte biraz da bu nedenle, Caner Taslaman'ın 'kişisel sünnet' dediği şeyi hiddetle önemsiyorum. Önemli bir tehlike olarak görüyorum. Zira altını kazdığınız zaman 'Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın insan olduğu zamanlar' ve 'peygamber olduğu zamanlar' gibi bir ayrım çıkıyor. Bu ayrımın gittiği yer de en nihayet 'insan olduğu zamanlar'da günahsız olmadığı. Hatalar yaptığı. Yanlışlara düştüğü. Yanıldığı. Fakat bu ayrım öyle de kalmıyor. Bir kere Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatını böyle iki parçaya böldünüz mü bu parçalardan birisi diğerini ısıra ısıra tüketiyor. Sizi bağlamasını istemediğiniz her emri, her uygulaması, her tavsiyesi yavaş yavaş 'insan olduğu zamanlar'a itekleniyor. Fıska bir bahane oluyor.

Üstelik bu ikili alan mü'mini şöyle bir tereddütte de bırakıyor: Şimdi bu emri verdi, ama acaba 'insan' olarak mı verdi, 'peygamber' olarak mı verdi? Hangi taraftayken verdi? Ben bunu nereden bilebilirim? O halde dinde kesin bir şekilde emniyet edilecek birşey yok. İslam diye bize anlatılan şey aşağı yukarı bir panteizmdir. Hatta azıcık daha ilerisi: Nihilizmdir. Sünnet-i seniyyeye kırılan güvenin altından en nihayet bu çıkar. "Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür!" diyen İmam Zahid el-Kevserî Hazretleri (r.a.) çok kıymetli bir hakikatin altını çizmişti on yıllar önce. O sözün hakikatini yıllar sonra gördük. Sünnet-i seniyye ile uğraşa uğraşa canveren Yaşar Nuri Öztürk, ömr-ü ahirinde, boşuna "Deistim!" diye haykırmadı. O yol elbette buraya çıkacaktı. Şimdi yürüyenlerinki de, ıslah olmazlarsa, oraya çıkacak.

18 Nisan 2016 Pazartesi

Senai Demirci ne yapmaya çalışıyor? (6) Bediüzzaman'ın 'peygamberi' mi, Senai Demirci'nin 'elçisi' mi?

"Bir dane sıdk, yakar milyonla yalanı. Bir dane-i hakikat, yıkar kasr-ı hayali." Lemeat'tan.

Hakikat, Hz. Musa aleyhisselamın asâsı gibidir, onu netlikle ortaya koyduğunuz zaman tüm sahtelikleri yer bitirir. Hem nasıl onun asâsı yılan olduğunda Firavun büyücülerinin 'gözboyamalarını' yiyordu; getirdiği hakikat de eski Mısır'ın 'gözboyayan demagojilerini' yedi. Hiçbir tumtraklı beyana gerek kalmadı. 'Kavl-i leyyin' çözdü tüm düğümleri... O nedenle, hakikati ortaya koymaya çalıştığım tüm metinlerimde, elimden geldiğince yalın olmaya çalışıyorum. Hakikatin bundan fazlasına ihtiyacı yoktur çünkü. Hakikatin gücü beyanındaki 'süste' değil, 'karşıkonulmazlığında'dır. Doğrunun doğruluğunu kabul ettirmek için netleşmeye ihtiyacı vardır, süslenmeye değil. Bir yemeğin tadını daha net almak istiyorsanız ona sos dökmezsiniz. Fakat yemeğin tadı kaçıksa sos dökmek kaçınılmaz olur. Nihayetinde amaçlanan 'yedirmek'tir çünkü. Kötü yemeği de süsleyerek yedirirsiniz.

Lisede, bir çiğköfte yarışmasında, Vanlı arkadaşımın, yaptığımız çiğköftenin tadının kötü oluşu üzerine söylediği cümleyi hiç unutmam: "Basın acıyı, kimse tadını anlayamasın!" İşte süslü beyan da biraz 'Basın acıyı!' durumudur. Bazı müellif de bastığı süsle yedirmeye çalıştığı şeyin asıl tadını hissettirmediğini hayal eder. Fakat bu mümkün müdür? Kanmak istemeyenler için, hayır! Zaten kanmak isteyenler için, evet. İkinci Lem'a'nın bize öğrettiği perspektife uzanırsak: Her günah içinde küfre giden bir yol vardır. Çünkü günah küfrü özletir. Küfür sonucunda oluşacak kurgu dünyada günah meşrulaşabilir. İnsan yanlış olduğunu bile bile yanlış yapmak istemez. Doğruluğuna, sanrı türünden olsun, inanması lazımdır yanlış yapması için. Demagoji de 'kanmak isteyenlere' böyle bir fırsat sunar.

Peki, bunları neden yazdım? Bu sıralar Senai abinin bazı metinlerine rastlıyorum da ondan. Yukarıda altını çizmeye çalıştığım hastalığın izlerini görüyorum onlarda. Mesela hangisinde? Şunda: "'Siz, ey iman etmekte olanlar, Allah'ın ve Elçisi'nin önüne geçmeyin...' Hucûrat Sûresi'nin ilk ayetinin ilk yarısının uyarısı böyle. Sadece 'Allah'ın önüne geçmeyin!' diye de okuyabiliriz ayetin anlamını. Çünkü Allah'ın Elçisi, önüne geçilmezlik niteliğini Allah'ın önüne geçmeyişine borçludur. Elçi, adı üzerinde, elçidir sadece. Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün önüne geçirmez. Elçi, kendi sözünü, elçilik ettiği kişinin sözünün önüne koyarsa, elçiliği geri atar. Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün ne kadar gerisine çekerse, elçilik niteliği de o ölçüde öne geçer."

Şimdi, biz bu 'O, onun önüne geçmedi. Bu, bunun gerisinde kaldı' eziyetini niye çekiyoruz? Kelimeler 'Bul karayı al parayı!' tarzında neden hep yer değiştiriyor? Senai abinin demek istediği aslında nedir? Tek cümlede ifade etmenin bir yolu yok mudur? Kimdir veya kimlerdir Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı (haşa) Allah'ın önüne geçiren? Hangi arıza üzerine bu uyarı yapılmaktadır veya bu tesbit(!) hangi derdimizin devasıdır? Bütün bunlara değinmeden önce Senai Demirci'nin 'elçi'sinin karşısına Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri'nin 'peygamber'ini koymak istiyorum:

"Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lem'a ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır. Şimdi, şu ikinci burhan-ı nâtıkı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmı tanımalıyız, dinlemeliyiz.

Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira, o 'Lâ ilâhe illâllah' der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nuranî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ ile, mânen 'Sadakte ve bilhakkı natakte!' derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla teyid edilen bir müddeâya parmak karıştırsın?"

Görüldüğü gibi Bediüzzaman 'nübüvveti' salt bir 'postacılık' olarak değil; 'imamlık' ve 'hatiplik' gibi başka birçok fonksiyonları da olan bir 'vazifelendirme' olarak görmektedir. Onun metinlerinde Allah Resulü aleyhissalatuvesselama dair daha nice tariflere rastlarsınız: "İşte, o zat, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihâyenin kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı Rububiyetin mehâsininin dellâlı, seyircisi ve künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşâfı, göstericisi olduğundan, böyle baksan-yani ubûdiyeti cihetiyle-onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nuranî bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin. Şöyle baksan—yani risaleti cihetiyle—bir burhan-ı hak, bir sirac-ı hakikat, bir şems-i hidayet, bir vesile-i saadet görürsün."

Bu kadar mı? Değil elbette. 'Yaver-i ekrem' veya 'muallim' gibi daha pekçok kullanımı var Bediüzzaman'ın Allah Resulü aleyhissalatuvesselama dair. Bediüzzaman'ın onu anlatışına baktığınızda, Allah Resulü'nün dünyamıza kattığı zenginliği ifade etmede kelimelerin artık yeterli olmadığı bir dünya görürsünüz. Tabir-i caizse, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kıymetini anlatabilmek için Bediüzzaman'ın yüreği/dimağı çatlamaktadır. Kelimelerin azlığından sıkılmaktadır. Bütün bunların öğrettiği ise şudur:

Bediüzzaman'ın nazarındaki 'peygamber' ile Senai Demirci'nin 'elçi'si birbirinden farklı karakterlerdir. İkincisinde elçinin gizlenmesi mesajın netleşmesini sağlarken, birincisinde peygamberin görünmesi mesajın daha derinlikli aktarımı/anlaşılması için şarttır. Nitekim, Senai Demirci de, mealin kendisine 'vermediği' bir imkan ile, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı ayetten makaslamakta, bunu ise kafasındaki 'elçi' tanımı ile yapmaktadır: "Sadece 'Allah'ın önüne geçmeyin!' diye de okuyabiliriz ayetin anlamını. Çünkü Allah'ın Elçisi önüne geçilmezlik niteliğini Allah'ın önüne geçmeyişine borçludur." Fakat Bediüzzaman'ın benzerî ayetlerden çıkardığı anlam, Allah'ı anlamada Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı anlamanın vazgeçilmez oluşudur. 'Resul' perde değildir ve olamaz Bediüzzaman'a göre, aynadır. Perde görmeye engel olur. Ayna ise gösterir. Demirci 'elçi'nin belirginleşmesini sorun alanı olarak tanımlarken, Bediüzzaman belirsizliğini sorun alanı olarak tanımlar. Zira der: "Mu'cize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammeddir (a.s.m.)." Ve yine der: "Delâil-i Sâni beyanındadır. Bir burhanı da Muhammed'dir (aleyhisselâtü vesselâm)." Ve hep der: "Şu burhanın suğrâsı, nübüvvet-i mutlakadır. Kübrası ise, nübüvvet-i Muhammed'dir (aleyhissalâtü vesselâm)."

Peki, böyle bir elçinin kendi sözünü mesajın önüne geçirmeye çalışması da neyin nesidir? "Çünkü Allah'ın Elçisi, önüne geçilmezlik niteliğini Allah'ın önüne geçmeyişine borçludur..." derken bize kalem zoruyla dayatılan iddia ne olmaktadır? Nübüvvetin böyle bir risk taşıdığı mı? Veyahut Kur'an'ın ifadesiyle 'hevasından konuşmayan' peygamberin 'vahiyden nasipsiz/habersiz' sözler de söyleyip bu sözler nedeniyle Kur'an'ı perdeleyebileceği tehlikesi mi? Allah'ın elçi seçtiği kişinin Allah'ın mesajının veya bizzat Allah'ın önüne geçebilme ihtimali var mıdır? İsmet ne işe yaramakta, veyahut Senai Demirci, Allah'ın nübüvvet verişini nasıl bir anlamlandırmaya tâbi tutmaktadır? Bu anlamlandırış önemlidir. Çünkü bir adım ötesi Senai Demirci'nin Allah tasavvuruna gider. Gönderdiği peygamberin mesajına perde olabildiği bir Allah'ın tasavvuruna!

Bunlar elbette Senai Demirci'nin cevaplandırması gereken sorular. Fakat onun öncesinde Senai abinin bıçak vurmak istediği şey en temelde 'elçi'nin 'muallim' fonksiyonu. Demirci, salt bir 'postacılık' olarak peygamberlikten memnundur, ama nübüvvetin vahyi tamamlayıcı yönünden pek de memnun değildir. Yani Bediüzzaman'ın 'üç külli muarrif' tanımlaması içinde kainat-nübüvvet-kutsal kitaplar arasında gördüğü bütünlük, Demirci için sözkonusu değildir. Onun için tek muarrif Kur'an'dır ve bu nedenle diğerlerinin onun önüne geçebilme ve mesajı perdeleyebilme riski vardır. Bu öyle garip bir risktir ki, kendisine vahiy gelen Allah Resulü aleyhissalatuvesselam bile vahyin anlaşılması hususunda bir tehlikedir. Şu sözlerin başka ne anlamı olabilir: "Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün önüne geçirmez. Elçi, kendi sözünü, elçilik ettiği kişinin sözünün önüne koyarsa, elçiliği geri atar. Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün ne kadar gerisine çekerse, elçilik niteliği de o ölçüde öne geçer."

Sadede gelelim: Demirci, 'demek istediği şeyi açıkça demekten çekindiği için' böyle elimizden tutup bizi gezdiriyor. Kulağına üflenmiş modernist etkilerle/etiketlerle bize söylemek istediği ise şu: "Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hadislerini/sünnetini fazla önemsemeyin, zira o sadece bir elçidir, elçi de zaten postacıdır, postacının da mesaja bir etkisi/katkısı olamaz. Hatta katkısı mesaja zarardır. O halde hadisleri veya sünnet-i seniyye denen şeyi boşverebiliriz! Yehhu! Bize Kur'an yeter!" O kadar demagojinin altında yatan hakikat(!) bu. Gerisi "Bas acıyı, tadı anlaşılmasın!" kabilinden. Eğer Senai Demirci'nin iman ettiği elçiye iman ediyorsanız, elbette bu cümleler size dokunmayacaktır. Ama Bediüzzaman'ın iman ettiği gibi bir peygambere iman ediyorsanız, bu cümleler size tuhaf gelir. Bütün mesele şudur aslında: Bediüzzaman'ın 'peygamberini' mi, Senai Demirci'nin 'elçisini' mi daha mantıklı buluyoruz? Yani, Allah'ın mesajını perdelemede Allah Resulü'nden korkmalı mıyız? Miracın sahibi 'perde' midir, yoksa 'ayna' mı?

15 Eylül 2015 Salı

Kimdir bizim 'yerli'miz?

"İnsan neye sadakat gösterir?" Bencileyin bu sorunun cevabı şudur: "İnsan ancak 'emin olduğu şeye' sadakat gösterir." Bu anlamda sadakat, sınanmamışın değil, 'sınansa da doğru çıkacağından emin olunanın' arkasındaki duruşumuzu ifade eder. Kur'an'da buyrulan, "Eğer sâdıklardan iseniz delil getirin!" emri, sadakatin 'körükörüne itaat'ten ayrıldığı noktayı da fısıldar bize: Sadakat 'hakka' ve 'delil ile' gösterilen bir hürmettir. Emniyettir. Körükörüne itaatteyse hürmet gösterilenin ardında avlanılmak istenen başka şeyler/menfaatler vardır. Menfaat getireceği düşüncesi, hazdan başka delile ihtiyaç duymayan bir inanışla, (daha çok kapılmadır bu) irademizi işgal edebilir. Fakat, bir nefes, burada da sık karıştırılan bir mevzuu kurcalamaya ihtiyaç var:

Sâdığın ikna etmesi gereken karşı taraf değildir. Karşı tarafın iknası ikincil önemdedir. Zaten, karşı tarafın iknası/tasdiki üzerine bina edilmiş bir haklılık, hakiki haklılık da değildir. Hak tebliğde bulunur. Delillerini sunar. Fakat hakkın haksız tarafından tasdik edilmeye ihtiyacı olmaz. "Haksızlığı hak iddia edenlere karşı hak dâvâ etmek ve onlara müracaat etmek bir haksızlıktır, hakka karşı bir hürmetsizliktir." O kendi ayaklarıyla ayaktadır. Duruşu bağımsızdır. Teveccühün sarmaşığı değildir. Bediüzzaman'ın, "Hakikî lezzet ve muhabbet ve kemâl ve fazilet odur ki, gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zâtında bulunsun ve bizzat bir hakikat-i mukarrere olsun..." ifadesinde altını çizdiği gibi: Kemalini, lezzetini, muhabbetini, faziletini kendi üzerinden tanımlayabilen şeydir 'hakiki' olan. Sahte? Sahte ise aynadaki yansımadır. 'Var kalabilmek' için dahi dışardan desteğe muhtaçtır.

Yazılarımda sık alıntıladığım bir Asr-ı Saadet sahnesi var. Yine sırası geldi. Alıntılayayım. Hz. Aişe (r.anha) annemiz anlatıyor: "Bir adam Aleyhissalatuvesselamın huzuruna girmek için izin istemişti. Aleyhissalatuvesselam: 'Bir aşiretin kardeşi ne kötü!' buyurdu. Ama adam girince ona iyi davrandı. Yumuşak sözle hitap etti. Adam gidince: 'Ey Allah'ın Resulü! Adamın sesini işitince şöyle şöyle söyledin. Sonra yüzüne karşı mültefit oldun. İyi davrandın!' dedim. Şu cevabı verdi: 'Ey Aişe! Beni ne zaman kaba buldun? Kıyamet günü, Allah Teala'nın yanında mevkice insanların en kötüsü, kabalığından korkarak halkın kendini terkettiği kimsedir.'"[1]

Bu sahnenin kalbimi en çok avuçlayan yanı, yukarıda dikkat çekmeye çalıştığım, 'kemalini kendi üzerinden tanımlama' meselesine vurgu yapan halidir: 'Beni ne zaman kaba buldun?' Evet, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ahlakı 'kişiye göre' değildir. O, bizzat Kur'an'ın ahlakıyla ahlaklandığından ötürü, 'huluku'l-azim/pek büyük bir ahlak üzere'dir.

Peki Kur'an'ın ahlakıyla ahlaklanmak ne demek? Bence biraz şu demek: Ahlakına bir tanım, davranışına bir gereklilik, duruşuna bir delil gösterecekse, bunu Kur'an ve sünnet üzerinden yapar. Haklılığına başka dayanaklar aramaz. Konjonktüre göre değil. Muhatabının kaşesi üzerinden değil. 'İnsanlar öyle desinler!' diye hiç değil. İster Ebu Cehil konuşsun onla, isterse Hz. Ebu Bekir-i Sıddik, o yine Muhammedü'l-Emin'dir. Allah'ın emri üzere dosdoğrudur.

Dikkat ettiyseniz, sadakati konuştuğumuz şu zeminde, artık izzeti konuşmak kaçınılmaz oluyor. Çünkü sadakat, yani durduğun yerden emin olma, ister istemez izzetin varlığıyla mümkün ve de varlığından haber veriyor. Zaten 'duruşunu kendi üzerinden tanımlama' olarak altını çizdiğimiz şey de izzetle yakından ilgili birşey. Yani izzette bir 'kendine yeterlik' manası da mündemiç. Birisi hakkında "Çok izzetli bir adam. Kimseye 'eyvallah' etmez. İşini kendisi görür!" dediğimizde kastettiğimiz mana da buna yakındır.

'Gayrın tasavvuruna muhtaç olmama' meselesi, hem Allah'ın azametini konuştuğumuz zeminde, bu azametin nasıl bir büyüklüğe tekabül ettiğini, hem de izzetin mü'minde 'nasıl bir duruşun ismi' olduğunu anlamamızı sağlar. Çünkü Allah'ın izzeti aslında onun Samediyetiyle ilgilidir. Herşey ona muhtaçken o hiçbirşeye muhtaç değildir. Fakat mahlukatın izzeti Allah'tan başkasından yardım dilememeyle kaimdir.

Mü'minin izzeti, en temelde, meşruiyetini alanı sadece Kur'an ve sünnet olduğundan dolayı, ötekilerin tanımlamalarına/yargılarına göre şekil almaya muhtaç olmamasında saklıdır. Mü'minin, daha iman ederken, kapısından girdiği dünya budur. (Hadis-i şerifin, onu 'kendisinden emin olunan' olarak tarif etmesi, güzel ahlakındaki istikrara da işaret eder. Fısk ise bunun tam tersidir.) Artık ehl-i küfrün onun hakkında ne düşündüğü umurunda olmaz. O, kendini, özgü değerler dünyası içinde biçimlendirir/konumlandırır.

Biz izzeti daha çok 'Allah'tan başkasına el açmamak' şeklinde anlasak da, aslında Allah'tan başkasının doğru bulmasına, takdirine, onaylamasına, iltifatına da el açmamak bu manaya dahildir. Bu noktada Bediüzzaman'ın 23. Söz'de kullandığı demirciler çarşısı ve antika örneği ne kadar anlamlıdır:

"Meselâ, insanların san'atları içinde, nasıl ki maddenin kıymetiyle san'atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar; bazan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san'at bulunuyor. Belki, bazan, antika olan bir san'at bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte, öyle antika bir san'at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pîşe ve pek eski, hünerver san'atkârına nisbet ederek, o san'atkârı yad etmekle ve o san'atla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir. İşte, insan, Cenâb-ı Hakkın böyle antika bir san'atıdır."

İşte, izzet sahibi dediğimiz kişi, değerini artık demirciler çarşısında aramayı bırakandır. Eğer bir mü'min, kalbindeki imana rağmen, hâlâ ehl-i küfrün takdirini ve teşvikini bekliyorsa, onun da izzet ayarlarında bir oynama olduğu kesindir. Bu noktada, izzetin, 'kendini İslamî değerler üzerinden tanımla' ile ilgisi daha belirgin hale geliyor. Bu, onun anlam dünyasını görecelilikten kurtarıyor. Kâfirûn sûresinde de altı çizilen birşey bu. Artık çizgilerimiz netleşiyor. "Sizin dininiz size, benimkisi bana!" gücüne erişiyorsunuz.

Bu hakikaten büyük bir güçtür. İman, insanı sair mahlukata kul olmaktan kurtardığı gibi, imanın getirdiği izzet de insanı sair mahlukatın 'görelerinden' kurtarır. Tepkileri içinde mütehayyir kalmaktan azât eder. Ayet-i kerimenin ifadesiyle 'sanki gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibi' olmamayı sağlar.

Sözgelimi: Modernizmin günümüzdeki hâkim konumu ve bunun getirisi olan "Ancak benim gösterdiklerim doğru!" baskısına karşı, bu izzet-i İslamiye ile karşı koyabilirsiniz. Çünkü onun takdirini aramazsınız. Modernizm 'değerini demirciler çarşısında arayanları' etkileyen bir kültürel hegemonyadır. Günahkârın iltifatı da ancak teveccüh-i nâsın müptelasını etkiler. Yani müşteri olan etkilenir.

Bu noktada, ahirzaman insanlarına hitap eden mektuplarının başını hep 'aziz' ve 'sıddık' hitaplarıyla doldurmuş Bediüzzaman'ın, bu iki kelime arasındaki (yani 'izzet' ve 'sadakat' arasındaki) irtibata dikkatimizi çektiğini söylemek herhalde yanlış olmaz. Onun "Aziz sıddık kardeşlerim!" dediği her metinde aslında bize öğütlenen, hem zaten Risale metinlerinin de bize aşıladığı, 'kendi değerini İslamî olan üzerinden tarif etme' nasihatidir.

İzzeti olmayanın sadakati olmaz. Kendi gibi olmaya kanaat etmeyenin de izzeti olmaz. Değerini ötekinin iltifatına göre tarif edenin, ona göre şekil, fikir ve zikir değiştirmesi kaçınılmazdır. Sadakat ise, duruş değiştirme değil, duruşunda sebat etmedir. İzzetli kişinin şanıdır sadakat. Hakikat konusunda 'kendisine yeter' bir değerler dünyasında olduğuna emniyet etmeyen elbette onda sebat edemez. İkirciliklerden, çelişkilerden, 'acaba'lardan kurtulamaz.

Nitekim, Ebu Cehil gibi bir mel'unun ve Kureyş hâkim söyleminin, miracın inkârına dair oluşturmaya çalıştığı manipülasyona da, sâdıkların şahı olan Hz. Ebu Bekir (r.a.) böyle direnmiştir: "Bunu o mu söyledi?" Evet. Tek sorduğu budur. Olumlu yanıt alınca da cevabı rahat ve kesindir: "O söylemişse doğrudur." Hadis ilminin üzerinde yükseldiği temel de budur.

Yanlış anlaşılmasın. Bu kesinlikle körükörüne bir itaat değildir. Delillidir. Delili ise Aleyhissalatuvesselamın yanında geçirdiği hayatın şahit olduğu 'tavizsiz doğruluğu'dur. Fakat bu duruşun aynı zamanda izzetle de bir ilgisi vardır. Nasıl? Belki biraz şöyle: Hz. Ebu Bekir (r.a.), miracın 'inanılabilirliği'ni Kureyş'in hâkim söylemi üzerinden değerlendirmez. Umursamaz. O, İslam'ın kalbine yerleştirdiği Allah inancı üzerinden bakar miraca ve der: Benim inandığım Allah'ın kudreti böyle birşey yapmaya yeter. Çünkü o sonsuz kudret sahibidir. O yapabilirken ve Nebisi de yaptığını söylerken aksi nasıl mümkün olabilir?

Arkadaşım, burası cidden önemli, eğer Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) modern fiziğe inancı, tıpkı bazılarında olduğu gibi, Kur'an'ın tarif ettiği Allah'tan fazla olsaydı, elbette o fiziğin (bugünlük) inandığı sınırlı imkanlar yüzünden tereddüde düşebilirdi. Düşmedi. Sen de birgün hakikate onun gibi iman etmeyi becerebilirsen, ki duamız hep bu olsun, dünya karşına geçse ürkmeyebilirsin. Çünkü doğrularını kendi sisteminle ifade edersin. Bir dilenci gibi ötekilerin de sırtını sıvazlaması peşinde koşmazsın. Yine dikkat et, bizden ne kadar yoldan çıkan varsa, hep bu sırtı kaşınanlardan çıkıyor.



[1] Buhari, Edeb 38, 48; Müslim, Birr 73, (2591); Muvatta, Hüsnü'l-Hulk 4, (2, 903, 904); Ebu Davud, Edeb 6, (4791, 4792, 4793); Tirmizi, Birr 59, (1997)

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...