Yaşıyorsa Allah selamet versin. Vefat ettiyse Hüda rahmet eylesin. Lisede (Sivas Fen Lisesi) 'Tübi Rıza' lakaplı bir Rıza Hocamız vardı. Lakabı sınavlarda Tübitak sorularına yer vermesinden kaynaklanırdı. Elbette bu sorular talebeleri epey hırpalardı. (Not alması kolay birisi değildi sizin anlayacağınız.) Her neyse. Uzatmayayım. Hocamızın, kendisi de bunu bilmez, benim dünyamda apayrı bir yeri vardır. Zira 'itikad dünyamız' ile 'fizik algımız' arasındaki ilişkiyi ilk o sezdirmiştir. Gerçi, o cahil çağlarda, şu sır tam bir şuur ile açılmamıştır. Fakat, vakt-i merhununu bekleyen tohum da atılmıştır içimize, elhamdülillah.
Hülasalı hikâye edeyim: Birgün Rıza Hocamız yine heyecanlanmış, bize, 'fiziğin geleceğini şekillendirmekten' falan bahsediyor idi. Arada dedi ki: "Modern fizik dediğiniz 'en hızlı şeyin ışık olduğu üzerine' kurulmuştur. Işığın hızı da şu kadardır. Eğer ışıktan daha hızlı şeyler olduğunu ortaya koyarsanız fiziği yenibaştan yazarsınız." Tabii, o devirlerde pranga kırmakla ilgili hiçbir derdi yoktu zihinlerimizin, ancak verileni alıp üniversite kazanmayı düşlüyorduk. Fazlasını hayal etmiyorduk. Bu daraltılmışlıkla da itiraz ettik: "Hocam, ışıktan hızlı birşey nasıl olabilir, hiç mümkün mü yani?" O zaman Rıza Hoca hafiften celallenerek bize çıkıştı: "Ne demek ışıktan daha hızlı birşey olmaz! Efendimiz aleyhissalatuvesselam miraca çıkmış, yedi kat semayı dolaşmış, geri döndüğünde yatağı dahi soğumamış. Böyle birşey ışığın hızıyla mümkün olabilir miydi hiç? En yakın yıldızlara bile varmanız on yıllar sürerdi o hızla..."
Ben o gün, kalbi imanında sabit bir fizikçinin âleme nasıl baktığıyla, kalbindeki iman zaten 'ha düştü ha düşecek' duran bir gencin âleme nasıl baktığı arasındaki farka uyandım. Rıza Hocam, bin maşaallah, ehl-i sünnet itikadına sahip bir mü'min olarak fiziğin imkanlarını iman ettiklerine göre genişletiyordu. Aleyhissalatuvesselam Efendimizin miraca çıktığı nasslarla sabit olduğuna göre artık olmuşluğunu-olabilirliğini tartışmıyordu. Ya? Nasıl mümkün olduğunun sırrını anlamak gerektiğini düşünüyordu. (Hani Einstein da fiziğe olan merakını 'Tanrının nasıl yarattığını anlama mesaisi' olarak tarif ettiği aktarılır.) Böylece Rıza Hoca'nın hayalgücü iman ettiği mucizelerin dairesi kadar genişliyordu.
Hayalgücünü küçük görmeyin muhterem kardeşlerim. (Bugün, ne yazık ki, pekçok ilahiyatçının hayali hocamınki kadar geniş değildir. Hocamın mümkün gördüğü şeyleri bunlar mümkün görmezler. Daraltılmış akıllarıyla inkâra yeltenirler.) Zira 'Dimağdaki Meratip' bahsinde Bediüzzaman Hazretleri de işaret eder ki: Herşey hayalde başlar: "Dimağda merâtip var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir..."
Eğer sizin itikadınız 'gayba iman edecek' genişliğe kavuşmuşsa, gözünüze inmemişse, yani gösterilenden de ötesini seziyorsa, o halde hayaliniz de artık bu genişliğe sahiptir. Artık imkanları bilimadamlarının "Bu bu kadardır..." demesinden değil hayalinizin gidebildiği yerlerden öğrenirsiniz. Zaten kendilerinden önceki bilim anlayışının kalın duvarlarını yıkabilen dehalar da böylesi zenginleştirilmiş hayalgüçleriyle yetişebilirler. Evvelkilerin aşılmaz olduğu tabusunu kabul etmeyi bıraktıklarında akıllarına yeni imkanlar bahşedilir. Cenab-ı Hak kalplerine yepyeni ilhamlar yükler. Yeter ki kapatmasınlar. Yeter ki kendilerini mühürlemesinler. Zira kendisini mühürleyeni Allah da mühürler.
Proudhon 'Sanatın Prensibi' isimli eserinde diyor ki:
"Mühendis, bilimadamı ya da filozof, ne kadar çok gözlemlerse o kadar çok keşifte bulunur ve ne kadar çok keşifte bulunursa o kadar çok uygular ve üretir. Sanatçı da aynı biçimde, ne kadar iyi gördüyse onu o kadar yetkin bir biçimde temsil eder. Sanatçının ilhamı gözlem kapasitesiyle orantılı olacaktır. Bu nedenle denilebilir ki: Tıpkı gerçek bir yazar ya da filozofta olduğunu gibi gerçek bir sanatçıda da ilham asla zayıflamaz. İlham sabittir ve sanatçıyı yönetir. Ancak ilham tembellik ya da kendini beğenmişlik sonucunda inceleme yapmaktan vazgeçen, üretimini spekülasyonlara ve hafızasındaki eski gözlemlere dayandırmaya başlayan sanatçıyı terkeder. Bilgi birikimi boşalan kişinin hayalgücü de kaybolur..."
Ebubekir Sifil Hoca, bir dersinde, bu zamanda kelam ilmiyle ilgilenen kişilerin fizikle de ilgilenmesi gerektiğini söylemişti. Zira kimi meselelerde kelamullahın genişliğini kavramak ancak kevnullahın genişliğine vâkıf olmakla mümkün olabiliyor. Mürşidim de İşaratü'l-İ'caz'ının hemen başlarında yakın bir mana ile diyor ki: "Kur'ân'ın ince mânâlarının ve tefsirlerde dağınık bir surette bulunan mehasininin ve zamanın tecrübesiyle fennin keşfi sayesinde tecellî eden hakikatlerinin tesbitiyle, herbiri birkaç fende mütehassıs olmak üzere muhakkıkîn-ı ulemadan yüksek bir heyetin tetkikatıyla, tahkikatıyla bir tefsirin yapılması lâzımdır." Çünkü kimi meselelerde bazılarının hayalgüçlerinin-ilimlerinin gücü yetmeyecek, mütehassıs olan diğerlerinin yardımına kendi hayalgücüyle koşacak, onların gözlerini ilmiyle açacak... Böylece göğsümüzdeki imana layık vüsatte bir bakışaçısıyla donanmış olacağız, çoğalacağız, inşaallah.
Tam da bu noktada, ben gibi cahilin cahili bir kardeşiniz bile, yine cahilane bir cüretle, faydalı bir tavsiyede bulunmak isterim. Kendim de faydasını gördüğüm için tavsiye etmek isterim. Her filmi değil ama kalitesi yüksek bilimkurgu filmlerini takip edin. Onlardan itikad almak için değil, hâşâ, fakat imkan öğrenmek için takip edin. İtikadınızı belirleyen ehl-i sünnet ulemasının hakikattar sözleri olsun. Onların Kur'an'ı, hadisi, kevniyatı okumaları olsun. Fakat bir gözünüz de hayalgücünüzü açmaya müsait okumaları yapmayı bırakmasın. Yaratılışı anlamak yolunda yeni yeni malzemeler ile beslensin. Neden?
"Müslümanlar neden yeterince bilim üretemiyor?" sorusunun cevabı bence biraz da burada saklı çünkü. Bizim bir müslümana yakışacak genişlikte hayalgücümüz yok. Eğitim, tahsil, tedrisat aslında talebeyi bu yönde açmak içindir. Bilgi birikimi, eğer o niyetle edinirseniz, hayalgücünüzü destekler. Açılmış bir hayalgücü akılla çok sonraları ulaşabilecek menzillerin ilk adımlarını oluşturur. Bunda eksiğiz. Evet. Ne yazık. Nassların bize daha neler neler söylüyor olabileceğine dair rüyalara sahip değiliz. Öylesi bir açlığa kavuşmak için uyarılmaya ihtiyacımız var. İşte, bilimkurgu dünyası, bu hususta faydalı bir arkadaş olabilir. Tabii zararlarına kapılmamak kaydıyla. Onu araçsallaştırmayı unutmamak şartıyla...
En doğrusunu Allah bilir. Böylesi ilimleri büsbütün tahsil edemesek bile 'konuştukları imkan düzeyine (sinema kadarcık olsun) uyanık olmamız' faydalıdır. Hatta kimi konularda avamın imanını hayalgücünün genişliği kurtarabilir. (Hocamın avam düzeyindeki dinî bilgisiyle kurtardığı imanını bugün ne 'titri' sahibi ilahiyatçılar kurtaramamaktadır.) Eh, evet, bir yazının daha sonuna geldik. Verdiğim tavsiyeyle kusur işlemişsem o Rahman u Rahim'den affımı dilerim. Siz de kardeşinize nazar-ı müsamaha ile bakınız. Nihayetinde o da kendi gözünün açıldığı yerlerde kardeşlerinin gözünü de açmaya çalışıyor.
mü'min etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mü'min etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
18 Temmuz 2024 Perşembe
3 Mart 2018 Cumartesi
İslam'ı güncellemek isteyen yerelliğini kaybeder
Şu mesele Ebubekir Sifil Hoca'nın derslerinde sıklıkla dikkat çektiği birşeydir: Mü'min ve müslüman kavramları, ayrı metinlerde kullanıldıklarında aynı şeyi ifade ederlerken, aynı metinde kullanıldıklarında ise ayrı şeyleri ifade ederler. Mürşidim bu sadedde (yani ayrı şeyleri ifade etmeleri sadedinde) der: "İslâmiyet iltizamdır; iman iz'andır. Tabir-i diğerle, İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir." Ve tarifinin devamında şöyle bir örnekle sözlerini açıklar:
"Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette Hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı; 'dinsiz bir Müslüman' denilirdi. Sonra bazı mü'minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; 'gayr-ı müslim bir mü'min' tabirine mazhar oluyorlar."
Bense, burada yapılan izahları, 'parça-bütün' sembolizmi içinde bencileyin şöyle anlar ve anlatırım: Parçanın, içinde yeraldığı bütünün anlamını, 'en genel biçimde' onaylaması imanıdır. Çünkü ancak bu kabullenişle o bütünün bir parçası olabilir. Ondan sayılabilir. Ona dahil olabilir. İsmini alabilir. Kapsamına girebilir. Ancak aynı parçanın, bütünün diğer parçalarının da anlamını tasdik etmesi veyahut da bütünlüğün icap ettirdiği tüm gerekleri yerine getirilmesine taraftar olması, imanından ayrı olarak, onlardaki teslimiyetiyle ölçülür.
Yani mü'minlik genel manada 'itikadî' bir onaylayışı içerirken; müslümanlık detaylara da nüfuz eden 'amelî' bir tasdik edişi ortaya koyar. Meşhur Cibril (a.s.) hadisinde Efendimiz aleyhissalatuvesselamın "İman nedir?" sorusuna "Allah'a, Allah'ın meleklerine kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanman, bir de kadere, hayrına şerrine inanmandır!" şeklinde cevap vermesi, fakat "İslam nedir?" sorusuna "İslâm; Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt'i hac etmendir!" cevabını buyurması da bize benzer bir sırrı fısıldar: İslam amele yakındır. İman itikada yakındır.
Elbette bu durum, Ebubekir Sifil Hoca'nın isabetle ifade ettiği gibi, nüans içerdikleri hissettirilir şekilde kullanıldıkları durumlara dairdir. Yoksa, ayrı ayrı kullanımlarında mü'min müslümanlığı, müslümanlık da mü'minliği karşılar. Birisiyle diğeri de kastedilir.
Peki, durmayalım, İslam ve imanın farkını anlamada biz de kendimize bir misal bulalım. Belki şunu kullanabiliriz: Üzerinde yapıldığı firmanın ismi ve seri numarası olan bir motor parçası düşünelim. Tam da kullanılması gereken yerde takılı olsun. Bu motor parçasının şu hali der ki: "Ben iman ettim ki şu firmanın motor üretiminde kullandığı bir parçayım." Fakat aynı parçanın gereğince görevini yerine getirmediğini düşünelim. Hatta motorun yapmak istediği bazı şeylere de engel olduğunu tasavvur edelim. İşte, o zaman bu motor parçası 'iman'ı olduğu şeyde 'İslam'ı olmadığını gösterir bize. Çünkü motorluğun gereklerine taraftarlık göstermez. Hatta o hareketlerin bazılarına itiraz da eder.
Bu da, Kur'an'da 'amenu ve amilu's-salihat' şeklinde geçtiği üzere, salih amelin neden imanın en yakın arkadaşı olarak anıldığına dair bir hikmeti gösterir bize. İmanın insanda tamam olması için İslam'a ihtiyacı vardır. Hem mürşidim de aynı metnin ahirinde der: "İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz."
Asıl konumuza gelelim. Son zamanlarda yaşadığımız 'yerli ve milli' tartışmaları içinde Bediüzzaman'ın yukarıdaki tariflerinin önemli birşeyi daha söylediği kanaati hasıl oldu bende. O da şudur: Birşeydeki yerellik ondaki İslamiyet ile mümkündür. Ne demek bu? Soruya cevap vermeden önce Barla Lahikası'na uzanıp bir parça daha alıntı yapmak istiyorum:
"Müslim-i gayr-ı mü'min ve mü'min-i gayr-ı müslimin mânâsı şudur ki: Bidayet-i Hürriyette, İttihatçılar içine girmiş dinsizleri görüyordum ki, İslâmiyet ve şeriat-ı Ahmediye, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve bilhassa siyaset-i Osmaniye için, gayet nâfi ve kıymettar desâtîr-i âliyeyi cami olduğunu kabul edip, bütün kuvvetleriyle şeriat-i Ahmediyeye taraftar idiler. O noktada Müslüman, yani iltizam-ı hak ve hak taraftarı oldukları halde, mü'min değildiler. Demek, 'müslim-i gayr-ı mü'min' ıtlakına istihkak kesbediyordular. Şimdi ise frenk usulünün ve medeniyet namı altında bid'atkârâne ve şeriat-şikenâne cereyanlara taraftar olduğu halde, Allah'a, âhirete, Peygambere imanı da taşıyor ve kendini de mü'min biliyor. Madem hak ve hakikat olan şeriat-ı Ahmediyenin kavânînini iltizam etmiyor ve hakikî tarafgirlik etmiyor, gayr-ı müslim bir mü'min oluyor."
Burada görüldüğü gibi: Bediüzzaman, ahiret nokta-i nazarında her iki grubun da ehl-i necat olmadığını düşündüğü halde, birinci grubun tavrını 'İslam siyasetine' veya 'siyasal İslam'a bakan yönleriyle daha olumlu buluyor. Yani, tamam, şu yukarıdaki iki duruş da ahiret saadetini kazandırabilecek duruşlar değiller. Allah'ın bizden asıl istediği duruşlar değiller. İdealimiz değiller. Bunun altını çiziyor. Fakat birincilerin duruşu, dolaylı da olsa, ümmetin saadetine hizmet edebilir bir duruş. Güçlendirebilir bir duruş. İşte, benim 'yerli ve milli' tartışmalarıyla bu metin arasındaki kurduğum ilgi de, arkadaşlar, şuradan besleniyor.
O bütünün parçası olarak dünyaya gelmemiş olabilirsiniz, hatta genel anlamda o bütünün anlamına iman etmiyor da olabilirsiniz, fakat bütünün işleyişinin detaylarını onaylıyor, destekliyor ve tarafgirlik gösteriyorsanız bu size bir 'yerellik' kazandırıyor. Hatta diyebiliriz ki: Hangi bütünlüğün iltizamlarına taraftarlık gösteriyorsanız onun parçasısınız. Türkiye'de doğup ABD'nin menfaatlerine taraftarlık gösteriyorsanız aslında oranın parçasısınız. Oranın yerelisiniz.
Yeri geldi. Ebubekir Sifil Hoca'nın, asırlar boyu İslam beldelerinde yaşayan gayrimüslimler hakkında kullandığı, 'kültürel olarak müslüman' ifadesini burada anmak istiyorum. Çünkü yukarıda arzettiğim şeye güzel bir delil oluşturuyor. Çok duymuşsunuzdur ya yine de anayım: Adam hristiyan. Oruç tutmuyor, namaz kılmıyor, kurban kesmiyor ama Ramazan'da çocuğunu sokakta birşey yerken görürse gazaplanıyor.
İslam'ın toplumsal tezahürlerine yapılmış bir saldırıyı kendisine yapılmış gibi karşılıyor. Çünkü detaylarda İslam'ın uygulamalarına bir taraftarlığı var. İslam'ın toplum hayatındaki yansımalarından hissesiz değil. Payına düşen terbiyesini almış. İşte bu gibiler, Ebubekir Sifil Hoca'nın güzel tarifiyle, 'kültürel olarak müslüman' oluyorlar.
Ancak bir başka zümre daha var. Adı müslüman. Kendisine sorsan ondan daha mü'mini yok. Fakat ezanı duysa rahatsız oluyor. Başörtüsü görse kıllanıyor. 'Namaz' desen kaçacak yer arıyor. Dinî birçok emrin, hem de açıkça, aleyhinde bulunuyor. Belki de değişmesi gerektiğini söylüyor. İşte, bu durum, o insanın yerelliğini çoktan kaybettiğini gösteriyor. Çünkü bütününe iman ettiğini söylediği şeyin detaylarına/uygulamalarına itirazları var. Sahada muteriz. Üzerinde fabrikasının ismi olsa da motorun işleyişinden rahatsız.
Böylece benim kafamda, tekfirden uzak bir şekilde, yerellik tanımı şöyle şekilleniyor: Parçası olduğun bütünün detaylardaki tasarruflarına taraftarsan yerelsin. Güzelce çalışmasının devamını istiyorsan yerelsin. İltizamlarını haklı buluyorsan yerelsin. Hatta bütünün parçası olmasan bile, çalışmasından mutlu olduğun bir bütünlük varsa, onun yerelisin. Osmanlı ordusunda Yunan'a karşı çarpışan bir Rum askeri gibisin.
Öteki türlü, ismen/cismen mü'min de olsan, imanın gerektirdiği emir/nehiy taraftarlığı sinende yer tutmadığı için, bütününün hilafına işlemeye başlarsın. Farkında ol veya olma. Bütüne taş koyarsın. İyiliğini isterken kötülüğünü getirirsin. Nitekim, herbirimiz, yakın tarihte şahit olduğumuz olayları zihnimizden bir geçirebilsek, şunlara çok örnekleri oradan bulabiliriz. Hatta teorim o ki: Bediüzzaman, Eski Said döneminde geçen şu tartışmayı tahattur edip naklederken de benzer tecrübelere yaslanıyordu. Kimbilir? Allahu'l-alem.
"Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette Hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı; 'dinsiz bir Müslüman' denilirdi. Sonra bazı mü'minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; 'gayr-ı müslim bir mü'min' tabirine mazhar oluyorlar."
Bense, burada yapılan izahları, 'parça-bütün' sembolizmi içinde bencileyin şöyle anlar ve anlatırım: Parçanın, içinde yeraldığı bütünün anlamını, 'en genel biçimde' onaylaması imanıdır. Çünkü ancak bu kabullenişle o bütünün bir parçası olabilir. Ondan sayılabilir. Ona dahil olabilir. İsmini alabilir. Kapsamına girebilir. Ancak aynı parçanın, bütünün diğer parçalarının da anlamını tasdik etmesi veyahut da bütünlüğün icap ettirdiği tüm gerekleri yerine getirilmesine taraftar olması, imanından ayrı olarak, onlardaki teslimiyetiyle ölçülür.
Yani mü'minlik genel manada 'itikadî' bir onaylayışı içerirken; müslümanlık detaylara da nüfuz eden 'amelî' bir tasdik edişi ortaya koyar. Meşhur Cibril (a.s.) hadisinde Efendimiz aleyhissalatuvesselamın "İman nedir?" sorusuna "Allah'a, Allah'ın meleklerine kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanman, bir de kadere, hayrına şerrine inanmandır!" şeklinde cevap vermesi, fakat "İslam nedir?" sorusuna "İslâm; Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt'i hac etmendir!" cevabını buyurması da bize benzer bir sırrı fısıldar: İslam amele yakındır. İman itikada yakındır.
Elbette bu durum, Ebubekir Sifil Hoca'nın isabetle ifade ettiği gibi, nüans içerdikleri hissettirilir şekilde kullanıldıkları durumlara dairdir. Yoksa, ayrı ayrı kullanımlarında mü'min müslümanlığı, müslümanlık da mü'minliği karşılar. Birisiyle diğeri de kastedilir.
Peki, durmayalım, İslam ve imanın farkını anlamada biz de kendimize bir misal bulalım. Belki şunu kullanabiliriz: Üzerinde yapıldığı firmanın ismi ve seri numarası olan bir motor parçası düşünelim. Tam da kullanılması gereken yerde takılı olsun. Bu motor parçasının şu hali der ki: "Ben iman ettim ki şu firmanın motor üretiminde kullandığı bir parçayım." Fakat aynı parçanın gereğince görevini yerine getirmediğini düşünelim. Hatta motorun yapmak istediği bazı şeylere de engel olduğunu tasavvur edelim. İşte, o zaman bu motor parçası 'iman'ı olduğu şeyde 'İslam'ı olmadığını gösterir bize. Çünkü motorluğun gereklerine taraftarlık göstermez. Hatta o hareketlerin bazılarına itiraz da eder.
Bu da, Kur'an'da 'amenu ve amilu's-salihat' şeklinde geçtiği üzere, salih amelin neden imanın en yakın arkadaşı olarak anıldığına dair bir hikmeti gösterir bize. İmanın insanda tamam olması için İslam'a ihtiyacı vardır. Hem mürşidim de aynı metnin ahirinde der: "İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz."
Asıl konumuza gelelim. Son zamanlarda yaşadığımız 'yerli ve milli' tartışmaları içinde Bediüzzaman'ın yukarıdaki tariflerinin önemli birşeyi daha söylediği kanaati hasıl oldu bende. O da şudur: Birşeydeki yerellik ondaki İslamiyet ile mümkündür. Ne demek bu? Soruya cevap vermeden önce Barla Lahikası'na uzanıp bir parça daha alıntı yapmak istiyorum:
"Müslim-i gayr-ı mü'min ve mü'min-i gayr-ı müslimin mânâsı şudur ki: Bidayet-i Hürriyette, İttihatçılar içine girmiş dinsizleri görüyordum ki, İslâmiyet ve şeriat-ı Ahmediye, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve bilhassa siyaset-i Osmaniye için, gayet nâfi ve kıymettar desâtîr-i âliyeyi cami olduğunu kabul edip, bütün kuvvetleriyle şeriat-i Ahmediyeye taraftar idiler. O noktada Müslüman, yani iltizam-ı hak ve hak taraftarı oldukları halde, mü'min değildiler. Demek, 'müslim-i gayr-ı mü'min' ıtlakına istihkak kesbediyordular. Şimdi ise frenk usulünün ve medeniyet namı altında bid'atkârâne ve şeriat-şikenâne cereyanlara taraftar olduğu halde, Allah'a, âhirete, Peygambere imanı da taşıyor ve kendini de mü'min biliyor. Madem hak ve hakikat olan şeriat-ı Ahmediyenin kavânînini iltizam etmiyor ve hakikî tarafgirlik etmiyor, gayr-ı müslim bir mü'min oluyor."
Burada görüldüğü gibi: Bediüzzaman, ahiret nokta-i nazarında her iki grubun da ehl-i necat olmadığını düşündüğü halde, birinci grubun tavrını 'İslam siyasetine' veya 'siyasal İslam'a bakan yönleriyle daha olumlu buluyor. Yani, tamam, şu yukarıdaki iki duruş da ahiret saadetini kazandırabilecek duruşlar değiller. Allah'ın bizden asıl istediği duruşlar değiller. İdealimiz değiller. Bunun altını çiziyor. Fakat birincilerin duruşu, dolaylı da olsa, ümmetin saadetine hizmet edebilir bir duruş. Güçlendirebilir bir duruş. İşte, benim 'yerli ve milli' tartışmalarıyla bu metin arasındaki kurduğum ilgi de, arkadaşlar, şuradan besleniyor.
O bütünün parçası olarak dünyaya gelmemiş olabilirsiniz, hatta genel anlamda o bütünün anlamına iman etmiyor da olabilirsiniz, fakat bütünün işleyişinin detaylarını onaylıyor, destekliyor ve tarafgirlik gösteriyorsanız bu size bir 'yerellik' kazandırıyor. Hatta diyebiliriz ki: Hangi bütünlüğün iltizamlarına taraftarlık gösteriyorsanız onun parçasısınız. Türkiye'de doğup ABD'nin menfaatlerine taraftarlık gösteriyorsanız aslında oranın parçasısınız. Oranın yerelisiniz.
Yeri geldi. Ebubekir Sifil Hoca'nın, asırlar boyu İslam beldelerinde yaşayan gayrimüslimler hakkında kullandığı, 'kültürel olarak müslüman' ifadesini burada anmak istiyorum. Çünkü yukarıda arzettiğim şeye güzel bir delil oluşturuyor. Çok duymuşsunuzdur ya yine de anayım: Adam hristiyan. Oruç tutmuyor, namaz kılmıyor, kurban kesmiyor ama Ramazan'da çocuğunu sokakta birşey yerken görürse gazaplanıyor.
İslam'ın toplumsal tezahürlerine yapılmış bir saldırıyı kendisine yapılmış gibi karşılıyor. Çünkü detaylarda İslam'ın uygulamalarına bir taraftarlığı var. İslam'ın toplum hayatındaki yansımalarından hissesiz değil. Payına düşen terbiyesini almış. İşte bu gibiler, Ebubekir Sifil Hoca'nın güzel tarifiyle, 'kültürel olarak müslüman' oluyorlar.
Ancak bir başka zümre daha var. Adı müslüman. Kendisine sorsan ondan daha mü'mini yok. Fakat ezanı duysa rahatsız oluyor. Başörtüsü görse kıllanıyor. 'Namaz' desen kaçacak yer arıyor. Dinî birçok emrin, hem de açıkça, aleyhinde bulunuyor. Belki de değişmesi gerektiğini söylüyor. İşte, bu durum, o insanın yerelliğini çoktan kaybettiğini gösteriyor. Çünkü bütününe iman ettiğini söylediği şeyin detaylarına/uygulamalarına itirazları var. Sahada muteriz. Üzerinde fabrikasının ismi olsa da motorun işleyişinden rahatsız.
Böylece benim kafamda, tekfirden uzak bir şekilde, yerellik tanımı şöyle şekilleniyor: Parçası olduğun bütünün detaylardaki tasarruflarına taraftarsan yerelsin. Güzelce çalışmasının devamını istiyorsan yerelsin. İltizamlarını haklı buluyorsan yerelsin. Hatta bütünün parçası olmasan bile, çalışmasından mutlu olduğun bir bütünlük varsa, onun yerelisin. Osmanlı ordusunda Yunan'a karşı çarpışan bir Rum askeri gibisin.
Öteki türlü, ismen/cismen mü'min de olsan, imanın gerektirdiği emir/nehiy taraftarlığı sinende yer tutmadığı için, bütününün hilafına işlemeye başlarsın. Farkında ol veya olma. Bütüne taş koyarsın. İyiliğini isterken kötülüğünü getirirsin. Nitekim, herbirimiz, yakın tarihte şahit olduğumuz olayları zihnimizden bir geçirebilsek, şunlara çok örnekleri oradan bulabiliriz. Hatta teorim o ki: Bediüzzaman, Eski Said döneminde geçen şu tartışmayı tahattur edip naklederken de benzer tecrübelere yaslanıyordu. Kimbilir? Allahu'l-alem.
19 Ağustos 2016 Cuma
Siyer neden önemli?
Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatı kalbimizin yumuşaklığıdır. (Buna tüm zerrelerimle yemin ederim.) Onunla muhatap, onunla haşır neşir, onunla meşgul oldukça yumuşar kalbimiz. Neden? Çünkü dinin insan tarafını silsile-i nübüvvetin hâtemi olarak o temsil eder. İslam bir insana ne yapar? İman bir insanı nasıl duygulandırır? Şeriat bir insanın kalbine, yüzüne ve davranışlarına nasıl yansır? Bunların tamamı aleyhissalatuvesselamın gönülçelen varlığıyla dünyamıza dahil olmuştur.
Kur'an-ı Hakîm mürşiddir, evet. Fakat Kur'an bir kitaptır. Bir kitabın yüzü olmaz, kalbi olmaz, gözyaşı olmaz, yorgunluğu olmaz, hüznü olmaz. Bir kitap evladını kaybetmez, hasta olmaz, harpte yaralanmaz, sırtında taş taşımaz, amcasını Uhud'da şehit vermez, kızını evlendirmez, sahabesiyle şakalaşmaz. Bize olan ona da olmaz. Bu nedenle 'onda olan bize dahil olmaz.' Bütün bu açılardan baktığımızda Kur'an'ın işaret ettiği 'insan gibi insanın' ne olduğunu biz ancak Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın varlığının şahitliğiyle anlayabiliriz. Çünkü o, Kur'an'da vurgulandığı üzere, 'içimizden biri'dir. Bize olan ona da olmuştur. Veya ona olan bize de olacaktır.
Onun 'içimizden biri' oluşu Kur'an'ın hayatımıza nüzulü veya bir ahlak olarak hayata dahil oluşu sürecini de hızlandırır. Neden böyle olur? Çünkü ahlak sözden fazla tesir eder. Yanlış anlaşılmasın: Ahlak 'sözsüzlük' değildir. Ahlak, söz ve sözden fazlasıdır. Sözün pratiğidir. Ahlak, sözün hayatla sınanıp yine de ayakta kalmasıdır. Sözün yaşamla sağlamasıdır. Dilden çıkana kalbin de inandığını ancak ahlakla anlarız biz. Dil-i mübarekinden bize ulaşana imanının tam olduğunu hayat-ı mübarekinden okuruz:
Şeriatın 'fıtrat dengesinde' yaşanması sünnet-i seniyyenin veya siyerin fonksiyonunu inkârla imkansız hale gelir. Çünkü âlem-i insaniyetin denge taşı yerinden çekildiğinde diğer taşların hiçbirisi norm olanı vermez. Herkes ifrata yatkın olan yanıyla ifrata, tefrite yatkın olan yanıyla tefrite koşarak yaşamaya başlar dini. Hatta Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dindeki fonksiyonunu azaltan veya ona duyulması gereken hürmeti yitirmeye başlayan her ekol yavaş yavaş varlığa karşı saygısını ve sevgisini de yitirir. Çünkü onun dindeki fonksiyonunu azaltmak veya ona lazım gelen hürmeti makaslamak dinin içinden canı almaktır. Mü'minleri cansızlaştırmaktır. Canı olmayan ne canlıya ne cansıza merhamet eder. Merhamet önce bir öteki farkındalığıdır. Cansız ötekini farketmez ki, merhamet etsin?
Şeriatın içinde Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı çekenler dinin içinden merhameti de çekerler. Bugün şiddete en meyyal grupların Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dindeki fonksiyonunu azaltmış ekoller içinden çıkması tesadüf değildir. Bu nedenle bizim bugün konuşmamız gereken ümmet tarafından sakal-ı şerife gösterilen hürmet değil, Mescid-i Nebevî yanında bombalı eylem yapacak kadar o mübareğe karşı yitirilen saygıdır. Sakal-ı şerife hürmet gösterenden kimseye zarar gelmez. Çünkü o Allah Resulü aleyhissalatuvesselam üzerinden insana, canlıya ve varlığa saygı göstermesini öğrenmiştir. Asıl korkulması gereken: Dinin içinden nübüvveti cımbızlamakla kendine ve dine nasıl bir kötülük ettiğini farketmeyenlerin durumudur. Bunlar Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı çekip almakla aslında takipçilerinden canlarını alıyorlar. Kendilerini ve onları bu yolla duygusuz, saygısız, insafsız, merhametsiz robotlar haline getirdiklerini farkedemiyorlar.
Bu noktada belki bazılarınızın aklına Kur'an'daki peygamber kıssaları gelebilir. Onların, sünnet-i seniyye olmadan da, dinin insanî yanını anlatmaya güçleri yetmez midir? Kolaylıkla diyebilirim ki: Yetmezdir. Zira onlarda, bir bütün şeklinde, doğumundan ölümüne bir insan görmeyiz. Hayatının her detayı bu kadar kayıt altında ve ortada bir siyer bulmayız. O kıssalar ancak Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın varlığını bilmekle tesir edici olabilirler. Çünkü öyle insanların gerçekten yaşadığını bize ilk söyleyen siyer-i nebevîdir. Onun hayatının kapısından girer ve onun dersiyle kıssaların mümkünlüğüne iman ederiz. Mürşidim bir metninde bu noktaya isabetle dikkat çeker:
Bugün de, sözde Kur'an adına, sünnet-i seniyyenin ve siyer-i nebevîyenin dindeki fonksiyonunu azaltmaya yeltenen bazı kendini bilmez ahmakların geldiği nokta, 'tarihselcilik' iddiasıyla Kur'an'daki kıssaları 'mitoloji' diye tasvir etmektir. Yani demek istemektedirler ki: O olaylar aslında yaşanmamıştır. Cenab-ı Hak veya Allah Resulü aleyhissalatuvesselam o kıssaları 'meşhur hikayeler' oldukları için insanlara anlatmışlardır. İşte onları böyle ahmaklığın nihayet mertebesine götüren aslında Allah Resulü aleyhissalatuvesselama karşı yitirdikleri hürmettir. Bu hürmeti yitirmelerinin ardından da onun dindeki 'olmazsa olmaz' fonksiyonunu azaltmaya ve hatta inkâra kalkışmışlardır.
Bunun bir adım ardındaki tehlike ise 'dinden canın çekilmesi'dir. Şeriattan insan fıtratının ve melekî yanların ayıklanmasıdır. Mü'minlerin kalplerinin birbirlerine ve başkalarına karşı alabildiğine sertleşmesidir. Siyer üzerinden elde ettiğimiz ahlakın ve o ahlakın bütün güzel öğelerinin bizden uzaklaşmasıdır. Halbuki Allah Resulü aleyhissalatuvesselama hürmetini yitiren aslında asl-ı insana olan hürmetini yitirir. Canlıya, cansıza, topyekûn varlığa muhabbetini yitirir. Belki biraz da bu yüzden o mübareğin ism-i mübareği anıldığında dahi salavat getiririz biz. Çünkü biliriz: Ona saygımızı yitirirsek, bizi, kendi kalpsizliğimizden kimse kurtaramaz.
Kur'an-ı Hakîm mürşiddir, evet. Fakat Kur'an bir kitaptır. Bir kitabın yüzü olmaz, kalbi olmaz, gözyaşı olmaz, yorgunluğu olmaz, hüznü olmaz. Bir kitap evladını kaybetmez, hasta olmaz, harpte yaralanmaz, sırtında taş taşımaz, amcasını Uhud'da şehit vermez, kızını evlendirmez, sahabesiyle şakalaşmaz. Bize olan ona da olmaz. Bu nedenle 'onda olan bize dahil olmaz.' Bütün bu açılardan baktığımızda Kur'an'ın işaret ettiği 'insan gibi insanın' ne olduğunu biz ancak Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın varlığının şahitliğiyle anlayabiliriz. Çünkü o, Kur'an'da vurgulandığı üzere, 'içimizden biri'dir. Bize olan ona da olmuştur. Veya ona olan bize de olacaktır.
Onun 'içimizden biri' oluşu Kur'an'ın hayatımıza nüzulü veya bir ahlak olarak hayata dahil oluşu sürecini de hızlandırır. Neden böyle olur? Çünkü ahlak sözden fazla tesir eder. Yanlış anlaşılmasın: Ahlak 'sözsüzlük' değildir. Ahlak, söz ve sözden fazlasıdır. Sözün pratiğidir. Ahlak, sözün hayatla sınanıp yine de ayakta kalmasıdır. Sözün yaşamla sağlamasıdır. Dilden çıkana kalbin de inandığını ancak ahlakla anlarız biz. Dil-i mübarekinden bize ulaşana imanının tam olduğunu hayat-ı mübarekinden okuruz:
"Hem öyle bir itmi'nân ile, bir itimad ile davet eder, tebliğ eder ki, kimseden minnet almaz, hiçbir müşkülâta karşı telâş etmez. Tereddütsüz, kemâl-i samimiyetle ve safvetle ve herkesten evvel kendisi amel edip kabul ederek, getirdiği ahkâmı ilân eder. Buna şahit ise, herkesçe, dost ve düşmanca malûm olan meşhur zühdü ve istiğnâsı ve dünyanın fâni müzeyyenâtına adem-i tenezzülüdür."
Şeriatın 'fıtrat dengesinde' yaşanması sünnet-i seniyyenin veya siyerin fonksiyonunu inkârla imkansız hale gelir. Çünkü âlem-i insaniyetin denge taşı yerinden çekildiğinde diğer taşların hiçbirisi norm olanı vermez. Herkes ifrata yatkın olan yanıyla ifrata, tefrite yatkın olan yanıyla tefrite koşarak yaşamaya başlar dini. Hatta Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dindeki fonksiyonunu azaltan veya ona duyulması gereken hürmeti yitirmeye başlayan her ekol yavaş yavaş varlığa karşı saygısını ve sevgisini de yitirir. Çünkü onun dindeki fonksiyonunu azaltmak veya ona lazım gelen hürmeti makaslamak dinin içinden canı almaktır. Mü'minleri cansızlaştırmaktır. Canı olmayan ne canlıya ne cansıza merhamet eder. Merhamet önce bir öteki farkındalığıdır. Cansız ötekini farketmez ki, merhamet etsin?
Şeriatın içinde Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı çekenler dinin içinden merhameti de çekerler. Bugün şiddete en meyyal grupların Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dindeki fonksiyonunu azaltmış ekoller içinden çıkması tesadüf değildir. Bu nedenle bizim bugün konuşmamız gereken ümmet tarafından sakal-ı şerife gösterilen hürmet değil, Mescid-i Nebevî yanında bombalı eylem yapacak kadar o mübareğe karşı yitirilen saygıdır. Sakal-ı şerife hürmet gösterenden kimseye zarar gelmez. Çünkü o Allah Resulü aleyhissalatuvesselam üzerinden insana, canlıya ve varlığa saygı göstermesini öğrenmiştir. Asıl korkulması gereken: Dinin içinden nübüvveti cımbızlamakla kendine ve dine nasıl bir kötülük ettiğini farketmeyenlerin durumudur. Bunlar Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı çekip almakla aslında takipçilerinden canlarını alıyorlar. Kendilerini ve onları bu yolla duygusuz, saygısız, insafsız, merhametsiz robotlar haline getirdiklerini farkedemiyorlar.
Bu noktada belki bazılarınızın aklına Kur'an'daki peygamber kıssaları gelebilir. Onların, sünnet-i seniyye olmadan da, dinin insanî yanını anlatmaya güçleri yetmez midir? Kolaylıkla diyebilirim ki: Yetmezdir. Zira onlarda, bir bütün şeklinde, doğumundan ölümüne bir insan görmeyiz. Hayatının her detayı bu kadar kayıt altında ve ortada bir siyer bulmayız. O kıssalar ancak Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın varlığını bilmekle tesir edici olabilirler. Çünkü öyle insanların gerçekten yaşadığını bize ilk söyleyen siyer-i nebevîdir. Onun hayatının kapısından girer ve onun dersiyle kıssaların mümkünlüğüne iman ederiz. Mürşidim bir metninde bu noktaya isabetle dikkat çeker:
"İşte, ey nefsim! Birinci saray, bir Müslümandır. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, onun kalbinde o büyük elektrik lâmbasıdır. Eğer onu unutsa, el'iyâzü billâh, kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez. Belki hiçbir kemâlâtın yeri ruhunda kalamaz. Hattâ Rabbini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve lâtifeler karanlığa düşer. Ve kalbinde müthiş bir tahribat ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribat ve vahşete mukabil hangi şeyi kazanıp ünsiyet edebilirsin? Hangi menfaati bulup, o tahribat zararını onunla tamir edersin? Halbuki, ecnebiler o ikinci saraya benzerler ki, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın nurunu kalblerinden çıkarsalar da, kendilerince bazı nurlar kalabilir—veya kalabilir zannederler. Onların mânevî kemâlât-ı ahlâkiyelerine medar olacak, Hazret-i Mûsâ ve İsâ Aleyhimesselâma bir nevi imanları ve Hâlıklarına bir çeşit itikatları kalabilir."
Bugün de, sözde Kur'an adına, sünnet-i seniyyenin ve siyer-i nebevîyenin dindeki fonksiyonunu azaltmaya yeltenen bazı kendini bilmez ahmakların geldiği nokta, 'tarihselcilik' iddiasıyla Kur'an'daki kıssaları 'mitoloji' diye tasvir etmektir. Yani demek istemektedirler ki: O olaylar aslında yaşanmamıştır. Cenab-ı Hak veya Allah Resulü aleyhissalatuvesselam o kıssaları 'meşhur hikayeler' oldukları için insanlara anlatmışlardır. İşte onları böyle ahmaklığın nihayet mertebesine götüren aslında Allah Resulü aleyhissalatuvesselama karşı yitirdikleri hürmettir. Bu hürmeti yitirmelerinin ardından da onun dindeki 'olmazsa olmaz' fonksiyonunu azaltmaya ve hatta inkâra kalkışmışlardır.
Bunun bir adım ardındaki tehlike ise 'dinden canın çekilmesi'dir. Şeriattan insan fıtratının ve melekî yanların ayıklanmasıdır. Mü'minlerin kalplerinin birbirlerine ve başkalarına karşı alabildiğine sertleşmesidir. Siyer üzerinden elde ettiğimiz ahlakın ve o ahlakın bütün güzel öğelerinin bizden uzaklaşmasıdır. Halbuki Allah Resulü aleyhissalatuvesselama hürmetini yitiren aslında asl-ı insana olan hürmetini yitirir. Canlıya, cansıza, topyekûn varlığa muhabbetini yitirir. Belki biraz da bu yüzden o mübareğin ism-i mübareği anıldığında dahi salavat getiririz biz. Çünkü biliriz: Ona saygımızı yitirirsek, bizi, kendi kalpsizliğimizden kimse kurtaramaz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...