Hollywood filmlerinde şuna çok rastlarız: Direnişleri dinsel metinler, kehanetler veya efsaneler ateşler. Yüzüklerin Efendisi serisinde de vardı. Diğer birçoklarında da var. Halkın umudu dirilmek için kadim bir delili/geleneği arar. (Psiko-sosyolojik bir gerçektir bu. İsterseniz buna 'fıtrat' da diyebilirsiniz.) Kendi içinden bir şahidi. Daha önce inandığı birşeyi. Bir 'mümkünlük'ü. Bir 'olabilirlik'i. Bir hayali... Ve senin yeniden aşıladığın umut onunla bir yerlerde tevafuk ederse, diyelim efsanede geçen birşey senin elinden zuhur ederse, o umudu alev alev bir yangına dönüştürür. Halk inanır. Halk umutlanır. Halk ayaklanır. Artık direnişin zamanı gelmiştir. Su çatlağını yeniden bulmuştur.
Siyer-i Nebî'yi okuyanlar da Asr-ı Saadet'e böyle birçok hidayet öyküsü olduğunu bilirler. En meşhurlarından birisi Selman-ı Fârisî'ninkidir (r.a.). Onu İran'dan Medine'ye getiren peşine düştüğü bir düştür. Öncekilerin haberleri, yani Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın pişdarları, onun gelişine insanlığı hazırlamışlardır. Geleceğine dair, alametlerini de vererek, dikkat çağrılarında bulunmuşlardır. Ve o dönemde, birçok insan, daha önce işittiği haberlerin tasdikini/delilini Efendimiz aleyhissalatuvesselamda gördüğü için İslam'a girer.
Modern zaman âdetlerinden 'mehdinin inkârı' beni şu tarafıyla ayrıca düşündürüyor: Bu inkârla öldürülmek istenen ne? Sadece bir kavram mı? Yoksa o kavram etrafında büyüyen umut mu? Meselenin hadis ilmiyle ilgili kısmını epeyce tartıştık. Vardığımız kanaat şu oldu: Bu işi tartışmaya açamayız. Eğer senetleri bu kadar kuvvetli ve rivayetlerinin sayısı tevatür derecesinde bir meseleyi inkâr edersek, bundan sonraki adımımızın "Dünya aslında tepsi şeklindedir!" olmayacağını kimse garanti edemez. Çünkü nihayetinde bilgi denilen şey illa ki birilerinden ulaşıyor. Yani bir nakille ulaşıyor.
Her bilgi, eğer keşşafı bizzat kendin değilsen, nakildir. Yani nakil yoluyla sana gelmiştir. (Hiç gitmediğim ABD'nin varlığını bana nakledilen bilgiler öyle iddia ettiği için öyle biliyorum.) Dünyanın yuvarlaklığını parmağında döndürdüğü veya bizzat dışarıdan izlediği için bilen mi var? Bu konuda hepimiz 'aksi iddia edilemez bir şekilde öyle söylendiği için' böyle olduğuna inanıyoruz. Gelen veriler öyle dediği için 'böyledir' diyoruz. Hadis ilminin yüzyıllarca sınanmış/denetlenmiş kıstaslarıyla bize gelen, hem de çoklukla ve tekrarla gelen, bir haberi reddetmekle dünyanın yuvarlaklığını reddetmek arasında ne fark var? Benim nazarımda hiçbir fark yoktur. Hatta, hadis ilmine NASA'nın verilerinden daha çok güvenirim, açık söyleyeyim. Çünkü hadisler Kur'an'da sadakatleri ve doğrulukları övülen bir nesilden kaynayıp gelir.
O halde bu meselenin hadis-i şeriflere bakan yönüyle maksadı açık: Dinin altını dinamitlemek bu. İslam'da bilgi naklinin en kuvvetli/güvenilir şekliyle aktarılmış bir meseleyi (ki malumunuz Kur'an'ın da nakli tevatürledir) 'inkâr edilir' kıldıktan sonra dinin gerikalanını üfleyerek devirmek pekâlâ mümkün olur. Bu tıpkı şuna benzer: Hakkındaki karşıkonulmaz bilimsel veri yığınına rağmen "Dünya tepsi şeklindedir!" dedirtmeyi başardığınız insana "Ay da gökte uçan bir peynir tekeri!" dedirtmek kolaydır. (O kadar çok peyniri kim istemez?)
O kıvama geldikten sonra, dünyanın değil, güneşin döndüğüne bile inanır insan. Mesele, mürşidimin tabiriyle, 'enenin gaga ve pençesiyle akılları havaya kaldırmak'tır. Akıl, bir kere o 'akılalmaz inkâr özgüvenine' kavuşup ayaklarını hakikatten kesmeyegörsün, onu 'dalâlet derelerine atıp dağıtmak' kolay olur.
Bu birinci tarafı. İkinci tarafı ise bana daha enteresan geliyor. O da şudur: Naklî bilginin kuvve-i hayaliyeyi açan/geliştiren/sürümünü yükselten bir yanı da vardır. Buna dair daha önce de yazdım. Tekrarı da güzeldir. Bediüzzaman'ın 20. Söz'de 'peygamber mucizeleri' ve 'teknolojik buluşlar' arasında kurduğu ilgi bize bunu söyler: İnsanlığa teknolojinin düşünü görmeyi mucizeler öğretmiştir. Yani onların beşerin hatırına düşürdüğü 'mümkünlükler' sayesinde beşer böyle şeylerin 'olabilirliğiyle' tanışmıştır. Olabilirlikle tanışmak ise o şeyin hayaliyle tanışmaktır. Hayal, 'dimağdaki meratip' bahsinden de biliyoruz ki, düşünmenin veya inanmanın başlangıcıdır: "Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir."
Meseleyi bir örnekle açmaya çalışalım: Uçmanın hayalini bize kurduran nedir? Kuşlar öyle değil mi? Veya daha genel anlamda: Uçabilenler. Peki, uçabilen hiçbir canlı olmasaydı, o zaman durumumuz ne olurdu? O zaman bize uçmanın hayalini kim kurdururdu? Ben tahmin ediyorum ki, eğer kuşlar olmasa, insanlığın uçma yolculuğu başlamadan biterdi. Çünkü böyle birşeyin 'olabilirliğini' bilmezdi. Neden? Bence şundan: Varlığından (-ebilmek) haberdar olmadığımızın vukuundan (-ebilir) da haberdar olamayız.
İşte peygamber mucizeleri insanlık için böyledir. Onlar, tabir-i caizse, bizim aklımıza düşürülmüş karpuz kabuklarıdır. 20. Söz'de, Bediüzzaman, mucizeler sayesinde insanlığın böyle şeylerin imkanıyla nasıl tanıştığını ve bu imkanın nasıl bir hayal olarak 'dest-i teşvik' hükmüne geçtiğini şöyle izah eder:
"İşte, enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu'cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mu'cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh'un (aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf'un (aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu'cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, san'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh'u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf'u (aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris'i (aleyhisselâm)..."
Süt Gibi Beyaz Kan Gibi Kırmızı'da, Alessandro D'Avenia, Leo karakterinin dilinden bizlere der ki: "Kağıtlar dolusu hayallerden kurtuluyorum. Hepsini kül ediyorum. Hepsini beyaz dumana dönüştürüyorum. İşte yanıt burada! Hayalleri küle dönüştürmek. Düşmanı kesin olarak yerle bir etmenin sırrı hayallerini yakmaktan geçiyor. Böyle olunca ayağa bir daha kalkma ve yeniden başlama gücünü bulamazlar kendilerinde. Şehirler ve başkalarının hayatları hakkında, başkalarının özgürlük ve sevda dolu öyküleri hakkında güzel hayaller kuramasınlar. Artık hiçbirşey hayal etmesinler. İnsanlara hayal kurma izni vermezsen onları köle edersin..." Bence; günümüzde mehdinin inkârının, önce oryantalistler, sonra da onların sömürü toplumundaki öğrencileri modernistler eliyle dillendirilmesinde böyle bir maksat da var. Bir hayali öldürmek istiyorlar.
Canına kastettikleri şey bu: Umudumuz. O umuda yaslanan direnişimiz. Çünkü biliyorlar: Bize vahiyle ve sünnetle gelen bilgi bizim mutlaka düşümüze düşer. Biz o düşümüze düşenin peşini bırakmayız. Ondan ümit kesmeyiz. O içimizde bir umut yangınına ve duaya dönüşür. Dualar gayreti ateşler. Gayret ise bir direnç yaratır ve sonuç aldırır. Ben de en nihayet bu kanaate vardım: Onlar aslında sömürü düzenlerinin devamını tehdit eden hayallerimizi yakmak istiyorlar. Tıpkı hilafeti kaldırarak ittihadın ümidini söndürdükleri gibi.
Bunun da üzerinde tekrardan yükseleceği kavramı öldürmeye çalışıyorlar. Hâlâ yangın istidadı taşıyan son kıvılcımı söndürme çabası bu. Çünkü nakille gelen haberler olmazsa onlarla ilgili kavramlar da olmaz. Kavramlar olmazsa ondan ateş alan hayalimiz de olmaz. Hayalimiz olmazsa umudumuz da olmaz. Umudumuz olmazsa gayretimiz de olmaz. Gayretimiz olmazsa direnişimiz de olmaz. Bence mehdinin inkârı üzerine sarfedilen şu gayretlerin arkasında 'modernizmin karşıkonulmazlığına inanan' küresel güçlerin ve onların çanak yalayıcılarının da payı var. O hayal varoldukça direniş de varolur çünkü. Ve direnenleri gönül huzuruyla köleleştiremezsiniz. Yusuf rüya gördükten sonra zindanda dahi hürdür. Gün gelir hakettiği yere geçer. Mısır'a aziz olur.
Siyer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Siyer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
24 Haziran 2017 Cumartesi
11 Eylül 2016 Pazar
İlmihalleri aradan çıkarmak...
2014'te bir yazı yazmıştım: The Last Siyer-Bender (Son Siyer Bükücü). Yazı, FETÖ'nün, örgütsel stratejilerine/yanlışlarına din içinde nasıl yol bulmaya/meşruiyet kazandırmaya çalıştığına dairdi. O yazıda demiştim ki: FETÖ bunu en çok 'yönlendirilmiş siyer okumaları'yla yapıyor. Meşrulaştırmak istediği şeye göre siyerden 'bükülebilir' bir örnek seçiyor. O parçayı, bütünü görmezden gelecek bir şekilde, vurguyla okutuyor ve böylece nurtopu gibi yeni bir içtihadınız oluyor. Yani, mürşidimin "Şu zamanda oraya girmeye altı mâni var..." dediği 'içtihad kapısı'ndan çaktırmadan giriliyor. Mezkûr yazıdan kısaltılmış bir alıntı yapalım:
"Bankasya'nın Uhud'daki okçular tepesine benzetilmesinden tutun, muhalefet edenlerin sefere giden müminlerden ayrılan münafıklara benzetilmesine; Ali Ünal'ın yazılarındaki kıssa-i Kur'aniye atıflarından tutun, Gülen'in nağmelerinde siyer ile aralarında kurduğu bağa kadar her yerde en büyük sanatları bu: İman-küfür denkleminde yaşanan her tarihsel olayda kendilerini iman edenlerin yerine koyup, muhataplarını mutlaka karşı tarafa yerleştirmek. Anlatılacakları ve bağlanacakları evvelden seçilmiş, hatta yönlendirilmiş bir siyer ve tarih anlayışı bu."
Bugünlerde o yazının üzerine koyduğum yeni bir farkındalık ise şu: Bu hastalık şöyle veya böyle birçoğumuza bulaşmış durumda. Özellikle âlim olmadıkları halde aydın kontenjanından siyasal/sosyal alanda din adına birşeyler söylemek isteyenler bu yönteme çok başvuruyorlar. Kendi nefsimden başlayayım: Eski yazılarımda da gördüm bu hastalığın izlerini. Nasıl buna alıştırıldığımızı bilmiyorum. Ama biz artık fıkıhla/hukukla ilgili bir meselede, Allah'ın rızasının nerede olduğunu anlamak için, ilmihallere bakmıyoruz.
Ya? Kafamızda bir doğru beliriyor. (Belki de işimize geldiği için doğru(!) bu.) Sonra o doğru ile Kur'an'a veya sünnete gidip 'uyar bir örnek' bulmaya çabalıyoruz. Bu aslında 'nastan istinbat' falan değil. Düpedüz minareye kılıf uydurma çabası. Eğer aradığımız şey hakikaten marzıyat-ı ilahiye olsa, önce "Bu konuda fakihler ne diyor?" diye ilmihale bakıp sonra bir fikir sahibi olmamız gerekirdi. Bizde durum kesinlikle böyle işlemiyor. Biz, düpedüz kuş kadar siyer, hadis veya Kur'an bilgimizle içtihad kapısını zorluyoruz.
Bize bu hastalık FETÖ'den bulaştı. Çünkü Fetullahçılar dini tahriş eden her hamleleri için bu yöntemi uygularlardı. Muhalif sesleri bu örneklerde yaptıkları tevillerle bastırırlardı. Ezberden konuşmuş olmamak için çok araştırdım. Risale-i Nur'da bu 'seçkinci siyer okumasını' destekler hiçbir metne rastlamadım. Fıkha/fakihlere veya selefe gitmeden, salt siyerden birşeylerin meşruiyetine örnek bulmak Bediüzzaman'ın hiç yapmadığı birşey. İşte Fetullahçılığın Nurculara da bulaştırdığı bir arıza arıyorsak buna bir işaret koyabiliriz. Şimdi bu hastalık iki koldan ilerliyor. Hastalığı FETÖ'den kapanlar daha çok siyerden örneklerle bu bükücülüğü yapıyorlar. "Bize Kur'an yeter!" ekibinden bu hastalığı kapanlar ise Kur'an'da bunu yapmasını öğreniyorlar.
Buna tekrar be tekrar 'hastalık' diyorum, çünkü bu pis refleksi kapanlar için, herşeyin meşruiyeti, bükülebilir bir örnek bulmakla/hatırlamakla mümkün. Ne fıkıh, ne hadis, ne de kelam ilmine dair bir yetkinlik aramıyor bunlar. Yeter ki, bir mealde veya bir siyer kitabında kafalarına uygun birşey denk gelsin. Aykırı diğer bir örneğin varlığı/varolabileceği hatıra getirilmiyor bile. Özellikle aydın veya aydın adayı gençlerde bu hastalık belirginleşiyor.
FETÖ yıkılsa da bu hastalık varolmaya devam edecek gibi. Çünkü kolaycı. Böyle hüküm çıkarmak hiçbir ihtisas çabası veya ehl-i ihtisas yetkinliği istemiyor. "Bir keresinde Allah Resulü aleyhissalatuvesselam şöyle yapmış..." dense yetiyor. Halbuki; bir örnek siyerde dahi olsa, bu 'onun yüzdeyüz doğru olduğunu' veya 'onunla amel edilebilir olduğunu' göstermez. Bize bu yüzdeyüzü ancak hadis ilmi söyler. Eğer siyerdeki olayın bir hadis kaynağına veya senede atfı varsa, o sened ve o hadis kaynağı incelenerek bu olayın doğruluğu anlaşılır. Ancak bu 'yüzdeyüz' bile onunla amel etme hususunda fakihlerin bilgisine muhtaç olduğumuz gerçeğini değiştirmez. Bize vurgulanmış bir parçadan değil hepsini kuşatan bir bütünden, bir ilmî usûl ve tutarlılık içinde, istikametli hükümler verebilmeyi fıkıh öğretir.
“Şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arziyedir, semâvî değildir..." Arzîliğin kolaycılığı bizi bu usûlsüzlüğe iten. Kendi yazılarımda gördüğüm bir hastalık. Kendi zihnimde, elhamdülillah, teşhis ettiğim bir hastalık. Kurtulmaya çalışıyorum. Arzî arzularımı bastırıp selef-i salihinin semavî içtihadlarına kanaat etmeye (çünkü sırat-ı müstakim budur) gayret ediyorum. Ancak bu arıza bir bende değil. Başkalarının metinlerinde de görüyorum. FETÖ'cülüğün veya modernist/bid'akâr her akımın bize bulaştırdığı bir maraz şu altını çizdiğim: İlmihalleri aradan çıkarmak...
19 Ağustos 2016 Cuma
Siyer neden önemli?
Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatı kalbimizin yumuşaklığıdır. (Buna tüm zerrelerimle yemin ederim.) Onunla muhatap, onunla haşır neşir, onunla meşgul oldukça yumuşar kalbimiz. Neden? Çünkü dinin insan tarafını silsile-i nübüvvetin hâtemi olarak o temsil eder. İslam bir insana ne yapar? İman bir insanı nasıl duygulandırır? Şeriat bir insanın kalbine, yüzüne ve davranışlarına nasıl yansır? Bunların tamamı aleyhissalatuvesselamın gönülçelen varlığıyla dünyamıza dahil olmuştur.
Kur'an-ı Hakîm mürşiddir, evet. Fakat Kur'an bir kitaptır. Bir kitabın yüzü olmaz, kalbi olmaz, gözyaşı olmaz, yorgunluğu olmaz, hüznü olmaz. Bir kitap evladını kaybetmez, hasta olmaz, harpte yaralanmaz, sırtında taş taşımaz, amcasını Uhud'da şehit vermez, kızını evlendirmez, sahabesiyle şakalaşmaz. Bize olan ona da olmaz. Bu nedenle 'onda olan bize dahil olmaz.' Bütün bu açılardan baktığımızda Kur'an'ın işaret ettiği 'insan gibi insanın' ne olduğunu biz ancak Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın varlığının şahitliğiyle anlayabiliriz. Çünkü o, Kur'an'da vurgulandığı üzere, 'içimizden biri'dir. Bize olan ona da olmuştur. Veya ona olan bize de olacaktır.
Onun 'içimizden biri' oluşu Kur'an'ın hayatımıza nüzulü veya bir ahlak olarak hayata dahil oluşu sürecini de hızlandırır. Neden böyle olur? Çünkü ahlak sözden fazla tesir eder. Yanlış anlaşılmasın: Ahlak 'sözsüzlük' değildir. Ahlak, söz ve sözden fazlasıdır. Sözün pratiğidir. Ahlak, sözün hayatla sınanıp yine de ayakta kalmasıdır. Sözün yaşamla sağlamasıdır. Dilden çıkana kalbin de inandığını ancak ahlakla anlarız biz. Dil-i mübarekinden bize ulaşana imanının tam olduğunu hayat-ı mübarekinden okuruz:
Şeriatın 'fıtrat dengesinde' yaşanması sünnet-i seniyyenin veya siyerin fonksiyonunu inkârla imkansız hale gelir. Çünkü âlem-i insaniyetin denge taşı yerinden çekildiğinde diğer taşların hiçbirisi norm olanı vermez. Herkes ifrata yatkın olan yanıyla ifrata, tefrite yatkın olan yanıyla tefrite koşarak yaşamaya başlar dini. Hatta Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dindeki fonksiyonunu azaltan veya ona duyulması gereken hürmeti yitirmeye başlayan her ekol yavaş yavaş varlığa karşı saygısını ve sevgisini de yitirir. Çünkü onun dindeki fonksiyonunu azaltmak veya ona lazım gelen hürmeti makaslamak dinin içinden canı almaktır. Mü'minleri cansızlaştırmaktır. Canı olmayan ne canlıya ne cansıza merhamet eder. Merhamet önce bir öteki farkındalığıdır. Cansız ötekini farketmez ki, merhamet etsin?
Şeriatın içinde Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı çekenler dinin içinden merhameti de çekerler. Bugün şiddete en meyyal grupların Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dindeki fonksiyonunu azaltmış ekoller içinden çıkması tesadüf değildir. Bu nedenle bizim bugün konuşmamız gereken ümmet tarafından sakal-ı şerife gösterilen hürmet değil, Mescid-i Nebevî yanında bombalı eylem yapacak kadar o mübareğe karşı yitirilen saygıdır. Sakal-ı şerife hürmet gösterenden kimseye zarar gelmez. Çünkü o Allah Resulü aleyhissalatuvesselam üzerinden insana, canlıya ve varlığa saygı göstermesini öğrenmiştir. Asıl korkulması gereken: Dinin içinden nübüvveti cımbızlamakla kendine ve dine nasıl bir kötülük ettiğini farketmeyenlerin durumudur. Bunlar Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı çekip almakla aslında takipçilerinden canlarını alıyorlar. Kendilerini ve onları bu yolla duygusuz, saygısız, insafsız, merhametsiz robotlar haline getirdiklerini farkedemiyorlar.
Bu noktada belki bazılarınızın aklına Kur'an'daki peygamber kıssaları gelebilir. Onların, sünnet-i seniyye olmadan da, dinin insanî yanını anlatmaya güçleri yetmez midir? Kolaylıkla diyebilirim ki: Yetmezdir. Zira onlarda, bir bütün şeklinde, doğumundan ölümüne bir insan görmeyiz. Hayatının her detayı bu kadar kayıt altında ve ortada bir siyer bulmayız. O kıssalar ancak Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın varlığını bilmekle tesir edici olabilirler. Çünkü öyle insanların gerçekten yaşadığını bize ilk söyleyen siyer-i nebevîdir. Onun hayatının kapısından girer ve onun dersiyle kıssaların mümkünlüğüne iman ederiz. Mürşidim bir metninde bu noktaya isabetle dikkat çeker:
Bugün de, sözde Kur'an adına, sünnet-i seniyyenin ve siyer-i nebevîyenin dindeki fonksiyonunu azaltmaya yeltenen bazı kendini bilmez ahmakların geldiği nokta, 'tarihselcilik' iddiasıyla Kur'an'daki kıssaları 'mitoloji' diye tasvir etmektir. Yani demek istemektedirler ki: O olaylar aslında yaşanmamıştır. Cenab-ı Hak veya Allah Resulü aleyhissalatuvesselam o kıssaları 'meşhur hikayeler' oldukları için insanlara anlatmışlardır. İşte onları böyle ahmaklığın nihayet mertebesine götüren aslında Allah Resulü aleyhissalatuvesselama karşı yitirdikleri hürmettir. Bu hürmeti yitirmelerinin ardından da onun dindeki 'olmazsa olmaz' fonksiyonunu azaltmaya ve hatta inkâra kalkışmışlardır.
Bunun bir adım ardındaki tehlike ise 'dinden canın çekilmesi'dir. Şeriattan insan fıtratının ve melekî yanların ayıklanmasıdır. Mü'minlerin kalplerinin birbirlerine ve başkalarına karşı alabildiğine sertleşmesidir. Siyer üzerinden elde ettiğimiz ahlakın ve o ahlakın bütün güzel öğelerinin bizden uzaklaşmasıdır. Halbuki Allah Resulü aleyhissalatuvesselama hürmetini yitiren aslında asl-ı insana olan hürmetini yitirir. Canlıya, cansıza, topyekûn varlığa muhabbetini yitirir. Belki biraz da bu yüzden o mübareğin ism-i mübareği anıldığında dahi salavat getiririz biz. Çünkü biliriz: Ona saygımızı yitirirsek, bizi, kendi kalpsizliğimizden kimse kurtaramaz.
Kur'an-ı Hakîm mürşiddir, evet. Fakat Kur'an bir kitaptır. Bir kitabın yüzü olmaz, kalbi olmaz, gözyaşı olmaz, yorgunluğu olmaz, hüznü olmaz. Bir kitap evladını kaybetmez, hasta olmaz, harpte yaralanmaz, sırtında taş taşımaz, amcasını Uhud'da şehit vermez, kızını evlendirmez, sahabesiyle şakalaşmaz. Bize olan ona da olmaz. Bu nedenle 'onda olan bize dahil olmaz.' Bütün bu açılardan baktığımızda Kur'an'ın işaret ettiği 'insan gibi insanın' ne olduğunu biz ancak Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın varlığının şahitliğiyle anlayabiliriz. Çünkü o, Kur'an'da vurgulandığı üzere, 'içimizden biri'dir. Bize olan ona da olmuştur. Veya ona olan bize de olacaktır.
Onun 'içimizden biri' oluşu Kur'an'ın hayatımıza nüzulü veya bir ahlak olarak hayata dahil oluşu sürecini de hızlandırır. Neden böyle olur? Çünkü ahlak sözden fazla tesir eder. Yanlış anlaşılmasın: Ahlak 'sözsüzlük' değildir. Ahlak, söz ve sözden fazlasıdır. Sözün pratiğidir. Ahlak, sözün hayatla sınanıp yine de ayakta kalmasıdır. Sözün yaşamla sağlamasıdır. Dilden çıkana kalbin de inandığını ancak ahlakla anlarız biz. Dil-i mübarekinden bize ulaşana imanının tam olduğunu hayat-ı mübarekinden okuruz:
"Hem öyle bir itmi'nân ile, bir itimad ile davet eder, tebliğ eder ki, kimseden minnet almaz, hiçbir müşkülâta karşı telâş etmez. Tereddütsüz, kemâl-i samimiyetle ve safvetle ve herkesten evvel kendisi amel edip kabul ederek, getirdiği ahkâmı ilân eder. Buna şahit ise, herkesçe, dost ve düşmanca malûm olan meşhur zühdü ve istiğnâsı ve dünyanın fâni müzeyyenâtına adem-i tenezzülüdür."
Şeriatın 'fıtrat dengesinde' yaşanması sünnet-i seniyyenin veya siyerin fonksiyonunu inkârla imkansız hale gelir. Çünkü âlem-i insaniyetin denge taşı yerinden çekildiğinde diğer taşların hiçbirisi norm olanı vermez. Herkes ifrata yatkın olan yanıyla ifrata, tefrite yatkın olan yanıyla tefrite koşarak yaşamaya başlar dini. Hatta Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dindeki fonksiyonunu azaltan veya ona duyulması gereken hürmeti yitirmeye başlayan her ekol yavaş yavaş varlığa karşı saygısını ve sevgisini de yitirir. Çünkü onun dindeki fonksiyonunu azaltmak veya ona lazım gelen hürmeti makaslamak dinin içinden canı almaktır. Mü'minleri cansızlaştırmaktır. Canı olmayan ne canlıya ne cansıza merhamet eder. Merhamet önce bir öteki farkındalığıdır. Cansız ötekini farketmez ki, merhamet etsin?
Şeriatın içinde Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı çekenler dinin içinden merhameti de çekerler. Bugün şiddete en meyyal grupların Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dindeki fonksiyonunu azaltmış ekoller içinden çıkması tesadüf değildir. Bu nedenle bizim bugün konuşmamız gereken ümmet tarafından sakal-ı şerife gösterilen hürmet değil, Mescid-i Nebevî yanında bombalı eylem yapacak kadar o mübareğe karşı yitirilen saygıdır. Sakal-ı şerife hürmet gösterenden kimseye zarar gelmez. Çünkü o Allah Resulü aleyhissalatuvesselam üzerinden insana, canlıya ve varlığa saygı göstermesini öğrenmiştir. Asıl korkulması gereken: Dinin içinden nübüvveti cımbızlamakla kendine ve dine nasıl bir kötülük ettiğini farketmeyenlerin durumudur. Bunlar Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı çekip almakla aslında takipçilerinden canlarını alıyorlar. Kendilerini ve onları bu yolla duygusuz, saygısız, insafsız, merhametsiz robotlar haline getirdiklerini farkedemiyorlar.
Bu noktada belki bazılarınızın aklına Kur'an'daki peygamber kıssaları gelebilir. Onların, sünnet-i seniyye olmadan da, dinin insanî yanını anlatmaya güçleri yetmez midir? Kolaylıkla diyebilirim ki: Yetmezdir. Zira onlarda, bir bütün şeklinde, doğumundan ölümüne bir insan görmeyiz. Hayatının her detayı bu kadar kayıt altında ve ortada bir siyer bulmayız. O kıssalar ancak Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın varlığını bilmekle tesir edici olabilirler. Çünkü öyle insanların gerçekten yaşadığını bize ilk söyleyen siyer-i nebevîdir. Onun hayatının kapısından girer ve onun dersiyle kıssaların mümkünlüğüne iman ederiz. Mürşidim bir metninde bu noktaya isabetle dikkat çeker:
"İşte, ey nefsim! Birinci saray, bir Müslümandır. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, onun kalbinde o büyük elektrik lâmbasıdır. Eğer onu unutsa, el'iyâzü billâh, kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez. Belki hiçbir kemâlâtın yeri ruhunda kalamaz. Hattâ Rabbini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve lâtifeler karanlığa düşer. Ve kalbinde müthiş bir tahribat ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribat ve vahşete mukabil hangi şeyi kazanıp ünsiyet edebilirsin? Hangi menfaati bulup, o tahribat zararını onunla tamir edersin? Halbuki, ecnebiler o ikinci saraya benzerler ki, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın nurunu kalblerinden çıkarsalar da, kendilerince bazı nurlar kalabilir—veya kalabilir zannederler. Onların mânevî kemâlât-ı ahlâkiyelerine medar olacak, Hazret-i Mûsâ ve İsâ Aleyhimesselâma bir nevi imanları ve Hâlıklarına bir çeşit itikatları kalabilir."
Bugün de, sözde Kur'an adına, sünnet-i seniyyenin ve siyer-i nebevîyenin dindeki fonksiyonunu azaltmaya yeltenen bazı kendini bilmez ahmakların geldiği nokta, 'tarihselcilik' iddiasıyla Kur'an'daki kıssaları 'mitoloji' diye tasvir etmektir. Yani demek istemektedirler ki: O olaylar aslında yaşanmamıştır. Cenab-ı Hak veya Allah Resulü aleyhissalatuvesselam o kıssaları 'meşhur hikayeler' oldukları için insanlara anlatmışlardır. İşte onları böyle ahmaklığın nihayet mertebesine götüren aslında Allah Resulü aleyhissalatuvesselama karşı yitirdikleri hürmettir. Bu hürmeti yitirmelerinin ardından da onun dindeki 'olmazsa olmaz' fonksiyonunu azaltmaya ve hatta inkâra kalkışmışlardır.
Bunun bir adım ardındaki tehlike ise 'dinden canın çekilmesi'dir. Şeriattan insan fıtratının ve melekî yanların ayıklanmasıdır. Mü'minlerin kalplerinin birbirlerine ve başkalarına karşı alabildiğine sertleşmesidir. Siyer üzerinden elde ettiğimiz ahlakın ve o ahlakın bütün güzel öğelerinin bizden uzaklaşmasıdır. Halbuki Allah Resulü aleyhissalatuvesselama hürmetini yitiren aslında asl-ı insana olan hürmetini yitirir. Canlıya, cansıza, topyekûn varlığa muhabbetini yitirir. Belki biraz da bu yüzden o mübareğin ism-i mübareği anıldığında dahi salavat getiririz biz. Çünkü biliriz: Ona saygımızı yitirirsek, bizi, kendi kalpsizliğimizden kimse kurtaramaz.
29 Eylül 2014 Pazartesi
Son siyer-bükücü 2: Marslı çocuğu boşver, Hz. Halid'e gel
Popülerlikte elbette 'marslı çocuk'la yarışmaz, ama dikkatinizi çekmek istediğim birşey var Gülen'in son nağmelerinde. Kuzuların uzun sessizliğinin ardından çılgın bir enerji ile dolu çıktığı itikaf, Gülen'in stratejisi hakkında çok açık olduğu beyanlarını da içeriyor. Yani Gülen, daha ardıl yollar kullanıyorsa bile cemaatiyle iletişim kurmak için (ne bileyim; telefon, telepati, sms, email, duman yahut Dumanlı'yla haberleşme) nağmelerini de topyekun mesaj vermenin aracı olarak istimal ediyor. Yani bir nevi şah artık sahada. İkincil, üçüncül mesaj yöntemleri yok. Karşı tarafla da doğrudan muhatap oluyor bir nevi. Hasmını da karşısına alıyor.
Normalde pek bunu tercih etmezdi. Karşı tarafı muhatap almak, onun aşkınlığına, dünyadan el çekmişliğine, siyaset üstü'lüğüne, hoşgörü imajına zarar verirdi. Değinmesi gereken güncel şeyler varsa, başka birşeyi konuşurken ima ile hafifçe dokunurdu onlara. İşaret alınırdı hemen. Fakat şimdi öyle değil. Sahada ve herkul.org editörlerinin tüm makaslamalarına rağmen kaçırdıkları açıklar veriyor. Demek ki, konuşması, susmasından daha hayırlı.
Marslı çocuk olayı belki çok gündem oldu; ama o nağmelerin eleştirilmesi, analiz edilmesi en saçma noktasıydı. Yani orada ha 'marslı çocuk' demiş, ha 'karslı çocuk' demiş, ha 'satürnden gelip elimi öptüler' söylemiş, çok ehemmiyeti yoktu bence bunların.
Hatta ben bir gün önce o nağmeyi dinlemiş olmama rağmen (ah, evet, sıkı bir takipçisiyim artık) orayı 'marslı çocuk' olarak anlamadım, 'çinli çocuk' olarak anladım. Bana gündem olduğu söylendiğinde de şaşırdım, tekrar izledim. Sonradan geyiğine dahil oldum elbette (hiç dayanamam) ama tren çoktan kaçmıştı. Eh, Mozart da olsanız konserin sonuna yetiştiğinizde adınızın efsane olmasını bekleyemezsiniz. Benim yaptığım geyikler de boşuna gitti. Fakat geyiğine dahil olmuş olsam da ciddiyetle tekrar altını çizmeliyim: Marslı çocuk meselesi Gülen'in nağmelerinin eleştirilmesi, uğraşılması en saçma noktasıydı. Böyle şeyleri yakalayıp gündem yapmak ona karşı elimizi güçlendirmiyor, zayıflatıyor. Muhatabınızın hatasını bu kadar yüzeysel bir şekilde ararsanız, bir nevi hile ile çelmelerseniz, onu yere düşürdüğünüzde kimse sizi tebrik etmez, alkışlamaz, takdir etmez. Güreşin de bir asaleti var. Birinci kuralı yere sermekse, ikinci kuralı 'kurallara uygun olarak' yere sermek. Eğlenceli olabilir, ama uzun vadede kazandırmıyor, vesselam.
Orada belki en büyük gariplik, Gülen'in Uzay Yolu'ndaki Kaptan Spark mimikleriyle bir espri yapmasıydı. Espriyi yaparken o kadar ciddi duruyordu ki (bu arada esprinin de yaşına göre çok ergen kaçtığını belirtmeliyim), muhtemelen, o an karşısında olan kitleden bile "Ulan, acaba gerçekten mi geldi?" diye düşünenler olmuştur. O sözü söylerken gülmüş, hazretlerine yakışmaz ama, bir kahkaha atmış falan olsa idi şu an 'marslı çocuk'u konuşmuyor olacaktık. Marslılar da paralel suçlamaya uğramaktan korkmayacaklardı. (Daha acı olansa; Gülen gerçekten 'marslılar ziyaretime geldi' dese, buna inanacak takipçilerinin olması.)
Neyse, lafı çok uzattım, asıl meseleye geleyim: Ben asıl, Gülen'in son nağmelerinde tekrar be tekrar değindiği Hz. Halid b. Velid'in Hz. Ömer tarafından görevden alınışı meselesine dikkatinizi çekmek istiyorum. Gülen, neden iki nağme de bir dönüp bu mevzudan bahsediyor? Asıl bunun analiz edilmesi taraftarıyım. Gülen'in nağmeleri analiz edilecekse, espri malzemesi olan yanları değil, Asr-ı Saadet'ten yaptığı örneklemelerin neye matuf olduğu planında bakılmalı onlara. Çünkü o seçimlerin hiçbirisi gelişigüzel değil. Gülen, irticalen konuşuyormuş gibi görünebilir. Ama inanın, konuşmaya başlamadan önce kafasında çok iyi bir kurgu var onun. Konuşmayı önce kafasında yapıyor zaten karşısındakilere yapmadan önce. Neyi, ne zaman, ne şekilde söyleyeceğini planlıyor. 1) Gülen 2) Cem Yılmaz. Anlatacaklarını uzun bir kurgu içinde kafalarında tutabilen iki yetenek bence. Bu yüzden her ikisi de uzun bir süre çok farklı şeylere onlarca atıf yapıp, hiçbir metne bakmadan diyeceklerini bitirebiliyorlar.
Peki, madem onu analiz edeceğiz, öncelikle nağmelerden birinden alıntılayalım o örneklemeyi:
"Büyük zafer ve muvaffakiyetler Cenâb-ı Hakk’ın inayetinden bilinmez de şahıslara verilirse, o şahıslar hafizanallah güç ve kuvvet zehirlenmesine maruz kalırlar.
"Halid b. Velid cihan çapında bir kumandandı. Allah (celle celâluhu), iki büyük imparatorluğu onun kılıcıyla dize getirmişti. Asker, başında Halid’i görmeyince bir yere hareket etmeyecek derecede ona bağlanmıştı. Bununla beraber, Yermuk muharebesi gibi Müslümanların ölüm-kalım mücadelesi verdiği bir sırada, Halife Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) onu azletmişti. Emri tebliğ vazifesi kendisine verilen Muhammed b. Mesleme, Hazreti Halid’in başındaki sarığı boynuna takıp onu bu hâlde halifenin huzuruna getirivermişti. Hazreti Ömer 'Halid! Allah şahit ki seni çok seviyorum. Ama halk bütün zaferleri senin şahsında buluyor. Hâlbuki bize bu zaferleri ihsan eden Allah’tır. İnsanların şirke düşmesine meydan vermek istemiyorum. Ve bunun için de seni kumandanlıktan azlediyorum' demişti.
"Hazreti Halid b. Velid ruhunun ufkuna yürüdüğünde geriye bir atı, bir kılıcı ve bir de kalkanı kaldı. Yuh olsun başka şekilde düşünenlere!.. Kendisini bir şey zanneden egoistlere, egosantristlere.. imkan elde ettiği zaman kendi için yeni imkan yolları araştıranlara.. villalar, yalılar hazırlayanlara.. yuh olsun..."
Şimdi, öncelikle Gülen'in bütün takipçilerine verdiği bir eğitimden bahsetmeliyim. Bu eğitim kitabî değil, bir metni veya formüle edilmiş bir hali yok, ama cemaatine en iyi aşıladığı şeylerden birisi. Seçilmişlik algısı. Kendilerini özel insanlar gibi gördürerek, geleneği aradan çıkaran ve doğrudan asırları ve Asr-ı Saadet'i bağlayan bir kitle yetiştiriyor.
Sonra bu insanlar hangi kıssa, menkıbe, Asr-ı Saadet tablosu anlatılsa, orada hemen kendilerini bir yere koyuyorlar. (Hep de haklı ve masum olanın yanına koyuyorlar.) Nurculardan ayrıldığı yetmişli yıllarda bunu Ebu Zerr (r.a.) üzerinden başlatmış. Daha sonra da farklı formüllerle devam ettirmiş. Örneğin; Hz. Halid'in azli meselesini dinlerken de otomatikman Gülenistlerin tamamının kafası şuraya gidiyor: "Hz. Ömer, Hz. Halid başarılı olmasına rağmen, insanlar şirke girmesin diye onu görevden almıştı. Bugün de biz, bütün başarılar Erdoğan'dan bilinmesin diye, görevden almalıyız. Almaya çalışmakta haklıyız. İnsanlar onu desteklemekle aslında tehlikeye giriyorlar, şirke düşme tehlikesi yaşıyorlar." Hemen Gülen tarafından yüklenen bu yeni programa göre çalışmaya başlıyorlar.
Gülen, gerçi vites değiştireceklerini yeni söyledi, son nağmelerinde (son ikisinde) altını çizdiği birşey bu. Fakat ben tabloyu anlattığı andan beri bir vites değişikliği olduğunun farkındayım. Zira daha öncesinde hiç hayâ etmeden Firavun'a, Nemrud'a benzettikleri Erdoğan'ı artık Hz. Halid'e benzetmeye başladılar. Kendileri de Hz. Musa, Hz. İbrahim konumundan Hz. Ömer konumuna çekilmiş oldular.
Peki ne değişti? Değişen şu bence: Erdoğan'ın lanet edilesi kötü bir adam, bir Firavun olduğu lansesi toplumda bir karşılık bulmadı. Bulmadığı gibi toplum bunu nefretle itti. Bu konuya dair bütün çabaları boşa çıkıyor, gördüler. O vakit, bu noktaya kadar getiremeyeceklerini ikinci bir formülle ikna etmeye çalışacaklar: "Bütün başarıların Erdoğan'dan bilinmesi şirk olur. Erdoğan kendisi kötü bir insan olmayabilir. İyi bir komutan, idareci olabilir. Hz. Halid de yenilgisizdi. Ama insanların günaha düşmemesi için onu görevden uzaklaştırmalıyız. Yoksa insanlar şirke düşecekler. Her başarıyı ondan biliyorlar. Biz kendisini kötü görmüyoruz. Ama Hz. Ömer gibi yapmak zorundaydık ve denedik, denemeliyiz." Varılmaya çalışılan demagoji bu arkadaşlar.
Hatta hassaten Hayırhah Arkadaş ve Mabeyn-i Hümayun isimli nağmesinde Gülen bu vites değişikliğinin en açık sinyalini vermişti:
"Hayırhah arkadaşı, bir eğri büğrüyü, bir kırık döküğü haber verdiği zaman insan darılmamalı. (...) Karşımızdaki insanın karakterini iyi okumalı, ne ölçüde tepki verebileceğinin tespitini yapmalı ve işte buna göre alternatif üsluplar bulma yoluna gitmeliyiz. Aksi takdirde kusurları düzeltelim derken, insanları rencide edip incitirsek üslupta yapacağımız böyle bir hatayla her şeyi yıkıp yerle bir eder ve hiç beklemediğimiz sonuçlarla karşılaşırız. Herkesin bir hayırhah arkadaşa olan ihtiyacını o büyük sultanlar şeyhülislamlarını dinleyerek gidermişlerdir. Kanunî gibi büyük bir sultan adımını atarken bile Şeyhülislam Ebussuud Efendi’ye soruyordu. Fatih, Akşemseddin’in ve Molla Hüsrev’in gözünün içine bakıyordu. Onlar gibi, hakkın hatırını âlî tutan ve 'Hünkârım, bu doğru değil!' diyecek kadar hakperest olan insanlardan birer mâbeyn-i hümâyûn oluşturmuşlardı."
Burada da görüldüğü gibi Gülen kendini ve örgütünü Akşemseddin, Ebussuud Efendi ve Molla Hüsrev yerine koyuyor (Erdoğan da yine Firavun değil; Fatih, Kanuni); hakikati söyleyerek muhataplarını sarsmış olsalar bile, hataları söylemekten dolayı bir vebal ve suizan altında olmamaları gerektiğinin altını çiziyor. Kendilerinin mabeyn-i hümayundan uzaklaştırılmamasını gerektiğini (sanıyorum burada da devlet kadrolarından cemaatin uzaklaştırılmasına bir serzeniş var) belirtmek istiyor. Bu nağmenin devamı da istişare üzerine zaten. Başında da Gülen kendisinin bir arkadaşı tarafından doğru bir nasihatle nasıl sarsıldığını anlatıyor. Ama onu anlayışla karşılamış. Şimdikiler de Gülen'i ve örgütü doğru anlamalı demek istiyor.
Her neyse... Sadede gelirsem: Gülen ve takipçilerinin önümüzdeki seçimlere kadar yeni stratejisi şu gibi: Erdoğan'ı ve etrafındakileri kötülemeden, geçmiş bir yılda olduğu gibi ateşli bir muhalefet etmeden, altlarını oymaya devam etmek. Özetle taktik bu. Erdoğan'ın şahsına vurmadan etrafını dolaşmanın bir yolunu arayacaklar galiba. Gün ola harman ola. Bakalım başarabilecekler mi? Birkaç yazıyla daha önümüzdeki haftalar siyer-bükücü'nün hünerlerini analiz etmeye devam edeceğim. Beni okumaya devam edin, yıllarım cemaat içinde geçti, en iyi ben anlarım onların dilinden. :)
Normalde pek bunu tercih etmezdi. Karşı tarafı muhatap almak, onun aşkınlığına, dünyadan el çekmişliğine, siyaset üstü'lüğüne, hoşgörü imajına zarar verirdi. Değinmesi gereken güncel şeyler varsa, başka birşeyi konuşurken ima ile hafifçe dokunurdu onlara. İşaret alınırdı hemen. Fakat şimdi öyle değil. Sahada ve herkul.org editörlerinin tüm makaslamalarına rağmen kaçırdıkları açıklar veriyor. Demek ki, konuşması, susmasından daha hayırlı.
Marslı çocuk olayı belki çok gündem oldu; ama o nağmelerin eleştirilmesi, analiz edilmesi en saçma noktasıydı. Yani orada ha 'marslı çocuk' demiş, ha 'karslı çocuk' demiş, ha 'satürnden gelip elimi öptüler' söylemiş, çok ehemmiyeti yoktu bence bunların.
Hatta ben bir gün önce o nağmeyi dinlemiş olmama rağmen (ah, evet, sıkı bir takipçisiyim artık) orayı 'marslı çocuk' olarak anlamadım, 'çinli çocuk' olarak anladım. Bana gündem olduğu söylendiğinde de şaşırdım, tekrar izledim. Sonradan geyiğine dahil oldum elbette (hiç dayanamam) ama tren çoktan kaçmıştı. Eh, Mozart da olsanız konserin sonuna yetiştiğinizde adınızın efsane olmasını bekleyemezsiniz. Benim yaptığım geyikler de boşuna gitti. Fakat geyiğine dahil olmuş olsam da ciddiyetle tekrar altını çizmeliyim: Marslı çocuk meselesi Gülen'in nağmelerinin eleştirilmesi, uğraşılması en saçma noktasıydı. Böyle şeyleri yakalayıp gündem yapmak ona karşı elimizi güçlendirmiyor, zayıflatıyor. Muhatabınızın hatasını bu kadar yüzeysel bir şekilde ararsanız, bir nevi hile ile çelmelerseniz, onu yere düşürdüğünüzde kimse sizi tebrik etmez, alkışlamaz, takdir etmez. Güreşin de bir asaleti var. Birinci kuralı yere sermekse, ikinci kuralı 'kurallara uygun olarak' yere sermek. Eğlenceli olabilir, ama uzun vadede kazandırmıyor, vesselam.
Orada belki en büyük gariplik, Gülen'in Uzay Yolu'ndaki Kaptan Spark mimikleriyle bir espri yapmasıydı. Espriyi yaparken o kadar ciddi duruyordu ki (bu arada esprinin de yaşına göre çok ergen kaçtığını belirtmeliyim), muhtemelen, o an karşısında olan kitleden bile "Ulan, acaba gerçekten mi geldi?" diye düşünenler olmuştur. O sözü söylerken gülmüş, hazretlerine yakışmaz ama, bir kahkaha atmış falan olsa idi şu an 'marslı çocuk'u konuşmuyor olacaktık. Marslılar da paralel suçlamaya uğramaktan korkmayacaklardı. (Daha acı olansa; Gülen gerçekten 'marslılar ziyaretime geldi' dese, buna inanacak takipçilerinin olması.)
Neyse, lafı çok uzattım, asıl meseleye geleyim: Ben asıl, Gülen'in son nağmelerinde tekrar be tekrar değindiği Hz. Halid b. Velid'in Hz. Ömer tarafından görevden alınışı meselesine dikkatinizi çekmek istiyorum. Gülen, neden iki nağme de bir dönüp bu mevzudan bahsediyor? Asıl bunun analiz edilmesi taraftarıyım. Gülen'in nağmeleri analiz edilecekse, espri malzemesi olan yanları değil, Asr-ı Saadet'ten yaptığı örneklemelerin neye matuf olduğu planında bakılmalı onlara. Çünkü o seçimlerin hiçbirisi gelişigüzel değil. Gülen, irticalen konuşuyormuş gibi görünebilir. Ama inanın, konuşmaya başlamadan önce kafasında çok iyi bir kurgu var onun. Konuşmayı önce kafasında yapıyor zaten karşısındakilere yapmadan önce. Neyi, ne zaman, ne şekilde söyleyeceğini planlıyor. 1) Gülen 2) Cem Yılmaz. Anlatacaklarını uzun bir kurgu içinde kafalarında tutabilen iki yetenek bence. Bu yüzden her ikisi de uzun bir süre çok farklı şeylere onlarca atıf yapıp, hiçbir metne bakmadan diyeceklerini bitirebiliyorlar.
Peki, madem onu analiz edeceğiz, öncelikle nağmelerden birinden alıntılayalım o örneklemeyi:
"Büyük zafer ve muvaffakiyetler Cenâb-ı Hakk’ın inayetinden bilinmez de şahıslara verilirse, o şahıslar hafizanallah güç ve kuvvet zehirlenmesine maruz kalırlar.
"Halid b. Velid cihan çapında bir kumandandı. Allah (celle celâluhu), iki büyük imparatorluğu onun kılıcıyla dize getirmişti. Asker, başında Halid’i görmeyince bir yere hareket etmeyecek derecede ona bağlanmıştı. Bununla beraber, Yermuk muharebesi gibi Müslümanların ölüm-kalım mücadelesi verdiği bir sırada, Halife Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) onu azletmişti. Emri tebliğ vazifesi kendisine verilen Muhammed b. Mesleme, Hazreti Halid’in başındaki sarığı boynuna takıp onu bu hâlde halifenin huzuruna getirivermişti. Hazreti Ömer 'Halid! Allah şahit ki seni çok seviyorum. Ama halk bütün zaferleri senin şahsında buluyor. Hâlbuki bize bu zaferleri ihsan eden Allah’tır. İnsanların şirke düşmesine meydan vermek istemiyorum. Ve bunun için de seni kumandanlıktan azlediyorum' demişti.
"Hazreti Halid b. Velid ruhunun ufkuna yürüdüğünde geriye bir atı, bir kılıcı ve bir de kalkanı kaldı. Yuh olsun başka şekilde düşünenlere!.. Kendisini bir şey zanneden egoistlere, egosantristlere.. imkan elde ettiği zaman kendi için yeni imkan yolları araştıranlara.. villalar, yalılar hazırlayanlara.. yuh olsun..."
Şimdi, öncelikle Gülen'in bütün takipçilerine verdiği bir eğitimden bahsetmeliyim. Bu eğitim kitabî değil, bir metni veya formüle edilmiş bir hali yok, ama cemaatine en iyi aşıladığı şeylerden birisi. Seçilmişlik algısı. Kendilerini özel insanlar gibi gördürerek, geleneği aradan çıkaran ve doğrudan asırları ve Asr-ı Saadet'i bağlayan bir kitle yetiştiriyor.
Sonra bu insanlar hangi kıssa, menkıbe, Asr-ı Saadet tablosu anlatılsa, orada hemen kendilerini bir yere koyuyorlar. (Hep de haklı ve masum olanın yanına koyuyorlar.) Nurculardan ayrıldığı yetmişli yıllarda bunu Ebu Zerr (r.a.) üzerinden başlatmış. Daha sonra da farklı formüllerle devam ettirmiş. Örneğin; Hz. Halid'in azli meselesini dinlerken de otomatikman Gülenistlerin tamamının kafası şuraya gidiyor: "Hz. Ömer, Hz. Halid başarılı olmasına rağmen, insanlar şirke girmesin diye onu görevden almıştı. Bugün de biz, bütün başarılar Erdoğan'dan bilinmesin diye, görevden almalıyız. Almaya çalışmakta haklıyız. İnsanlar onu desteklemekle aslında tehlikeye giriyorlar, şirke düşme tehlikesi yaşıyorlar." Hemen Gülen tarafından yüklenen bu yeni programa göre çalışmaya başlıyorlar.
Gülen, gerçi vites değiştireceklerini yeni söyledi, son nağmelerinde (son ikisinde) altını çizdiği birşey bu. Fakat ben tabloyu anlattığı andan beri bir vites değişikliği olduğunun farkındayım. Zira daha öncesinde hiç hayâ etmeden Firavun'a, Nemrud'a benzettikleri Erdoğan'ı artık Hz. Halid'e benzetmeye başladılar. Kendileri de Hz. Musa, Hz. İbrahim konumundan Hz. Ömer konumuna çekilmiş oldular.
Peki ne değişti? Değişen şu bence: Erdoğan'ın lanet edilesi kötü bir adam, bir Firavun olduğu lansesi toplumda bir karşılık bulmadı. Bulmadığı gibi toplum bunu nefretle itti. Bu konuya dair bütün çabaları boşa çıkıyor, gördüler. O vakit, bu noktaya kadar getiremeyeceklerini ikinci bir formülle ikna etmeye çalışacaklar: "Bütün başarıların Erdoğan'dan bilinmesi şirk olur. Erdoğan kendisi kötü bir insan olmayabilir. İyi bir komutan, idareci olabilir. Hz. Halid de yenilgisizdi. Ama insanların günaha düşmemesi için onu görevden uzaklaştırmalıyız. Yoksa insanlar şirke düşecekler. Her başarıyı ondan biliyorlar. Biz kendisini kötü görmüyoruz. Ama Hz. Ömer gibi yapmak zorundaydık ve denedik, denemeliyiz." Varılmaya çalışılan demagoji bu arkadaşlar.
Hatta hassaten Hayırhah Arkadaş ve Mabeyn-i Hümayun isimli nağmesinde Gülen bu vites değişikliğinin en açık sinyalini vermişti:
"Hayırhah arkadaşı, bir eğri büğrüyü, bir kırık döküğü haber verdiği zaman insan darılmamalı. (...) Karşımızdaki insanın karakterini iyi okumalı, ne ölçüde tepki verebileceğinin tespitini yapmalı ve işte buna göre alternatif üsluplar bulma yoluna gitmeliyiz. Aksi takdirde kusurları düzeltelim derken, insanları rencide edip incitirsek üslupta yapacağımız böyle bir hatayla her şeyi yıkıp yerle bir eder ve hiç beklemediğimiz sonuçlarla karşılaşırız. Herkesin bir hayırhah arkadaşa olan ihtiyacını o büyük sultanlar şeyhülislamlarını dinleyerek gidermişlerdir. Kanunî gibi büyük bir sultan adımını atarken bile Şeyhülislam Ebussuud Efendi’ye soruyordu. Fatih, Akşemseddin’in ve Molla Hüsrev’in gözünün içine bakıyordu. Onlar gibi, hakkın hatırını âlî tutan ve 'Hünkârım, bu doğru değil!' diyecek kadar hakperest olan insanlardan birer mâbeyn-i hümâyûn oluşturmuşlardı."
Burada da görüldüğü gibi Gülen kendini ve örgütünü Akşemseddin, Ebussuud Efendi ve Molla Hüsrev yerine koyuyor (Erdoğan da yine Firavun değil; Fatih, Kanuni); hakikati söyleyerek muhataplarını sarsmış olsalar bile, hataları söylemekten dolayı bir vebal ve suizan altında olmamaları gerektiğinin altını çiziyor. Kendilerinin mabeyn-i hümayundan uzaklaştırılmamasını gerektiğini (sanıyorum burada da devlet kadrolarından cemaatin uzaklaştırılmasına bir serzeniş var) belirtmek istiyor. Bu nağmenin devamı da istişare üzerine zaten. Başında da Gülen kendisinin bir arkadaşı tarafından doğru bir nasihatle nasıl sarsıldığını anlatıyor. Ama onu anlayışla karşılamış. Şimdikiler de Gülen'i ve örgütü doğru anlamalı demek istiyor.
Her neyse... Sadede gelirsem: Gülen ve takipçilerinin önümüzdeki seçimlere kadar yeni stratejisi şu gibi: Erdoğan'ı ve etrafındakileri kötülemeden, geçmiş bir yılda olduğu gibi ateşli bir muhalefet etmeden, altlarını oymaya devam etmek. Özetle taktik bu. Erdoğan'ın şahsına vurmadan etrafını dolaşmanın bir yolunu arayacaklar galiba. Gün ola harman ola. Bakalım başarabilecekler mi? Birkaç yazıyla daha önümüzdeki haftalar siyer-bükücü'nün hünerlerini analiz etmeye devam edeceğim. Beni okumaya devam edin, yıllarım cemaat içinde geçti, en iyi ben anlarım onların dilinden. :)
17 Eylül 2014 Çarşamba
The Last Siyerbender (Son Siyer-Bükücü)
Avatar: The Last Airbender (Avatar: Son Hava Bükücü) 2010 yılında M. Night Shyamalan tarafından sinemaya aktarıldı. Toprak Bükücüler, Ateş Bükücüler, Su Bükücüler ve Hava Bükücüler adlı dört ırkın yaşadığı fantastik bir dünyada (her 'bükücü' ilavesi, o ırkın, ilgili elementi istediği gibi yönlendirebilme gücüne sahip oluşunu ifade ediyor) Ateş Bükücülerin diğer ırkları yoketmeye çalışması ve Hava Bükücülerin sonuncusu olan Avatar'ın, kayboluşundan yüzyıl sonra tekrar ortaya çıkmasıyla yaşananları anlatıyordu.
Doğrudan söyleyeyim: Filmi beğenmedim. Çizgifilmi daha güzeldi. Fakat yazıya isim babalığı yaptığı için müteşekkirim. Çünkü o 'bükücü' ifadesini hafızama atmış olmasa, bu yazıya nasıl bir başlık bulurdum, bilemiyorum. İşte ben bugün aynı bükücülüğü, 'siyer' kelimesinin önüne koyarak, bir grup ve özellikle başlarındaki adam için kullanmak istiyorum. Zira yaptığı iş buna pek benziyor.
Nasıl benziyor? Hakikati bükebilme yeteneğine sahip olabilmesi açısından benziyor. Demagoji/muğalata kelimelerinin ifade ettiği manayı zihninize birazcık yaklaştırabilirsem, bunu izah etmeyi başarabilirim sanırım. Tarif için bir örnek kullanalım. Çok bilinen birşey. Bir önermemiz olsun: "Gerçekler acıdır." Tüm gerçekler acı değildir, ama bu önermeyi hakikat olarak kabul etmiş olalım. Bunun peşisıra ikinci bir önermeyi daha sunalım: "Biber de acıdır." Tüm biberler de acı değildir, ama bunu da şimdilik hakikat kabul etmiş olalım. Bunların ardından üçüncü bir önerme daha gelecektir: "O halde biber gerçektir."
Bakınız, bu cümle diğer ikisinden daha fazla hakikat olmasına rağmen, dayandığı mantık itibariyle bu bir demagojidir. Evet, biber gerçektir. Fakat yola çıkarken iddia ettiğimiz gerçeğin acılığı ve biberin acılığı bir cins değildir. Kullanılan kelime aynı olsa da, bu, aynı fiilin kastedildiği anlamına gelmez. Acı kelimesinin kullanılabildiği çok sayıda farklı anlam vardır. Tıpkı 'yoğun' kelimesi gibi. "Trafik yoğun" denildiğinde kastedilenle, "Bugün yoğunum" denildiğinde kastedilen bir değildir. Ancak bu demagoji, kelimelerin ve benzetmelerin köklerine inilerek, aralarındaki nüanslar ortaya konularak ortaya çıkarılabilir. Eğer "Benzetmenin öğeleri/detayları birbirine ne kadar uyuyor?" diye sormazsanız, cerbezeci sizi, lafzın zahiri ile aldatır. Tıpkı Firavun'un sihirbazları gibi. Ortaya hakikatin asâsı atılana kadar bütün yerde kıvrılan şeyler yılandır.
Gülen'in de tıpkı buna benzer bir cerbeze yeteneği olduğunu düşünüyorum. Özellikle kıssa-yı Kur'aniye ve siyer hususunda. Her ikisiyle de kurduğu bağlantılar; kendisi, cemaati ve hükümet arasındaki gerilim hakkında kurdukları özellikle; harika demagojiler içeriyor. Örneğin: Hükümet ile aralarında yaşanan gerilimin ilk günlerinden beri Gülen'in ve çevresindekilerin ısrarla istimal ettikleri Hz. Musa-Firavun, Ashab-ı Kehf-Dakyanus, Hz. Davud-Calut tarzı benzetmeler detayına girilmediği zaman bir kısım safderunları kandırabilir mahiyette. Nasıl mı? Tıpkı yukarıdaki biber-gerçek benzetmesinde olduğu gibi.
Önce diyor ki: "Sahabiler çok çile çekmişlerdi." Veya diyor ki: "Hz. Musa ve çevresindekiler de çok çekmişlerdi." Veyahut başka bir tarihî/İslamî hadiseyi örnek veriyor. 'Acı çekmişlik' bağlantısını kuruyor ilk. (Bu birinci kementti.) Akabinde ikinci bağlantıyı beyninize salıyor. Hz. Musa kime karşı mücadele etmişti? O zamanın iktidarda bulunan zalimi Firavun'la. Allah Resulü kimlerle mücadele etmişti? O zamanın ileri gelenleri olan Mekke müşrikleriyle. (Dikkat ettiniz mi? Mücadele edilen hep iktidar sahipleri.) Hz. Davud kime karşı savaşmıştı? Büyük bir ordusu olan uzun boylu Calut'la. (Son örnekte 'uzun boy' bir akıl kemendi daha oluyor.) Ne oldu şimdi? Mazlumlar halktan kimseler oldular. Zulmedenler illa 'iktidardan' birileri oldular. Bu beyninize salınan ikinci yılan. Sonra getiriyor kendi yaşadıklarına bağlıyor olayları ve diyor ki: "Biz de halktanız, iktidar değiliz. Ve biz de şu an sıkıntılar çekiyoruz. O halde biz de haklıyız."
Yani arkadaşlar şu cerbezeye bakar mısınız? Tıpkı gerçekler acıdır, biber de acıdır, o halde biber gerçektir gibi. Fakat biberli-gerçekli örneğim inanın bu adamı cerbezesinden daha hakikat, daha doğru. Fakat bu cerbezeyi dağıtmak, bu demagojinin sarhoşluğundan kafayı kurtarmak, ortaya Hz. Musa cesaretinde bir asâ/soru atmakla mümkün. Sorumuz ise şu: "İyi de bu benzetmelerin her yönü birbirine uyuyor mu? Yani iki hadiseyi birbirine bağlamak ve ondan ona 'haklılık' delili bulmak sadece bu birkaç benzerlikle(!) mümkün mü? Diğer yönleri de tutuyor mu bu olayların? Ve buna ilave olarak: İslam tarihinde iktidar ve toplumun bir kesimi arasında anlaşmazlık yaşadığında hep iktidarlar mı haksız çıkardı? İstisnaları var mı bunun? Yoksa genel hüküm mü?"
İşte bu soruyu/soruları ortaya attığınız an bütün sis dağılıyor. Bakıyorsunuz ki; bir kere bugünkü hadiseler iman-küfür denkleminde yaşanıyor değil. Yani bir taraf mümin, diğer taraf kâfir değil. Her iki taraf da (inşaallah) iman sahibi insanlardan oluşuyor. Her iki taraf da namaz kılıyor. Orucunu tutuyor vesaire... Yani ne Hz. Musa-Firavun, ne Allah Resulü-Ebu Cehil, ne de Hz. Davud-Calut durumları var. İman eden iki topluluğun arasında siyasi merkezli/yönetsel bazda bir anlaşmazlık var. Meselenin evvelemirde okunuşu bu.
Sonra; bugün mazlum olduğunu söyleyen topluluk, iddia ettiği gibi büsbütün mazlum da değil. Hatta öncesinde ilk zalimliği o yaptı. Bildiğiniz darbe teşebbüsünde bulundu meşru yönetime. (Tabii Gülen bunlar unutulur sanıyor.) Aylarca sosyalmedyayı, medyayı, gündemi, her yeri yalan haberleri, iftiraları, gıybetleri, kasetleri, ses kayıtları ve çirkin zanlarıyla doldurdu. Hakaretler dizboyuydu aylarca. Yani ne Hz. Musa'nın saflığı, ne Allah Resulü'nün ismeti, ne de Hz. Davud'un haklılığı vardı onlarda. Karşılarındakiler de onların bu yaptıklarının ardından kendilerini savunmaya aldılar. Ha, bütün mücadeleleri meşru dairede mi? Hayır, kesinlikle bunu iddia edemem. Onlar da yanlış yapıyorlar. Ama yaptıkları yanlışlar Gülen'in oturttuğu o iman-küfür denklemiyle alakalı değil. İntikamın ifratı belki.
Gülen bunu hep yapıyor. Yıllardır yapıyordu, fakat görmezden geliniyordu. Mesela himmet toplantılarında daha çok para çıksın diye her zaman Hz. Ebu Bekir'i ve onun bütün malını bağışlamasını örnek/ideal olarak gösterirdi takipçilerine. Fakat Allah Resulü'nün cadde-i kübrasının bu olmadığını, yani pek çok sahabeden malının tamamını kabul etmediğini hiç belirtmezdi. Bediüzzaman'ın da Risale-i Nur'da, Bakara sûresinin 3. ayetini tefsir ederken, sadaka şartı olarak; 'Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek...' dediğini hiç aktarmazdı. Dengesini bozardı hakikatin. Böylece siyeri istediği gibi bükerek, istediği yöne takipçilerini sevkedebilirdi. İstediği himmeti, hatta fazlasını toplayabilirdi.
Bank Asya'nın Uhud'daki okçular tepesine benzetilmesinden tutun, son gerilimde içlerinden ayrılanların sefere giden müminlerden ayrılan münafıklara benzetilmesine; Ali Ünal'ın birkaç aydır yazılarındaki atıflarından tutun, Gülen'in son nağmelerinde siyer-i nebeviyeye ve kendilerine yaptığı atıflara kadar her yerde en büyük sanatları bu. İman-küfür denkleminde yaşanan her tarihsel olayda kendilerini hak sahibi(!) olarak iman edenlerin yerine koyup, muhataplarını mutlaka karşı tarafa yerleştirmek. Anlatılacakları seçilmiş, hatta bu seçilme içinde yönlendirilmiş bir siyer ve tarih anlayışı bu.
Gülen, Osmanlı'ya dair anlatımlarında dahi bunu yapıyor. Onları anlatmıyor aslında, onları bugün kendisine hareket kabiliyeti sağlayacak şekilde büküyor. Yolunu açmak için geçmişi kullanıyor. Kendi söylemini desteklemeyen örnekleri görmezden gelerek, söylemini destekleyecekleri yahut evriltebileceklerini tırnaklıyor. Nurculardan ayrıldığı yetmişli yıllarda Ebu Zerr'e (r.a.) vaazlarında çok atıf yapmasının sırrı da bu. Ayrılışını onun üzerinden meşrulaştırmak. Halbuki demiyor ki: Aşere-i Mübeşşere Hz. Ebu Zerr'in yanında değil, onu süren Hz. Osman'ın yanındadır. Cadde-i kübra orasıdır. Ne diyelim: İnşaallah iflah olup yola gelirler. Yoksa gidişatları hiç iyi değil.
Doğrudan söyleyeyim: Filmi beğenmedim. Çizgifilmi daha güzeldi. Fakat yazıya isim babalığı yaptığı için müteşekkirim. Çünkü o 'bükücü' ifadesini hafızama atmış olmasa, bu yazıya nasıl bir başlık bulurdum, bilemiyorum. İşte ben bugün aynı bükücülüğü, 'siyer' kelimesinin önüne koyarak, bir grup ve özellikle başlarındaki adam için kullanmak istiyorum. Zira yaptığı iş buna pek benziyor.
Nasıl benziyor? Hakikati bükebilme yeteneğine sahip olabilmesi açısından benziyor. Demagoji/muğalata kelimelerinin ifade ettiği manayı zihninize birazcık yaklaştırabilirsem, bunu izah etmeyi başarabilirim sanırım. Tarif için bir örnek kullanalım. Çok bilinen birşey. Bir önermemiz olsun: "Gerçekler acıdır." Tüm gerçekler acı değildir, ama bu önermeyi hakikat olarak kabul etmiş olalım. Bunun peşisıra ikinci bir önermeyi daha sunalım: "Biber de acıdır." Tüm biberler de acı değildir, ama bunu da şimdilik hakikat kabul etmiş olalım. Bunların ardından üçüncü bir önerme daha gelecektir: "O halde biber gerçektir."
Bakınız, bu cümle diğer ikisinden daha fazla hakikat olmasına rağmen, dayandığı mantık itibariyle bu bir demagojidir. Evet, biber gerçektir. Fakat yola çıkarken iddia ettiğimiz gerçeğin acılığı ve biberin acılığı bir cins değildir. Kullanılan kelime aynı olsa da, bu, aynı fiilin kastedildiği anlamına gelmez. Acı kelimesinin kullanılabildiği çok sayıda farklı anlam vardır. Tıpkı 'yoğun' kelimesi gibi. "Trafik yoğun" denildiğinde kastedilenle, "Bugün yoğunum" denildiğinde kastedilen bir değildir. Ancak bu demagoji, kelimelerin ve benzetmelerin köklerine inilerek, aralarındaki nüanslar ortaya konularak ortaya çıkarılabilir. Eğer "Benzetmenin öğeleri/detayları birbirine ne kadar uyuyor?" diye sormazsanız, cerbezeci sizi, lafzın zahiri ile aldatır. Tıpkı Firavun'un sihirbazları gibi. Ortaya hakikatin asâsı atılana kadar bütün yerde kıvrılan şeyler yılandır.
Gülen'in de tıpkı buna benzer bir cerbeze yeteneği olduğunu düşünüyorum. Özellikle kıssa-yı Kur'aniye ve siyer hususunda. Her ikisiyle de kurduğu bağlantılar; kendisi, cemaati ve hükümet arasındaki gerilim hakkında kurdukları özellikle; harika demagojiler içeriyor. Örneğin: Hükümet ile aralarında yaşanan gerilimin ilk günlerinden beri Gülen'in ve çevresindekilerin ısrarla istimal ettikleri Hz. Musa-Firavun, Ashab-ı Kehf-Dakyanus, Hz. Davud-Calut tarzı benzetmeler detayına girilmediği zaman bir kısım safderunları kandırabilir mahiyette. Nasıl mı? Tıpkı yukarıdaki biber-gerçek benzetmesinde olduğu gibi.
Önce diyor ki: "Sahabiler çok çile çekmişlerdi." Veya diyor ki: "Hz. Musa ve çevresindekiler de çok çekmişlerdi." Veyahut başka bir tarihî/İslamî hadiseyi örnek veriyor. 'Acı çekmişlik' bağlantısını kuruyor ilk. (Bu birinci kementti.) Akabinde ikinci bağlantıyı beyninize salıyor. Hz. Musa kime karşı mücadele etmişti? O zamanın iktidarda bulunan zalimi Firavun'la. Allah Resulü kimlerle mücadele etmişti? O zamanın ileri gelenleri olan Mekke müşrikleriyle. (Dikkat ettiniz mi? Mücadele edilen hep iktidar sahipleri.) Hz. Davud kime karşı savaşmıştı? Büyük bir ordusu olan uzun boylu Calut'la. (Son örnekte 'uzun boy' bir akıl kemendi daha oluyor.) Ne oldu şimdi? Mazlumlar halktan kimseler oldular. Zulmedenler illa 'iktidardan' birileri oldular. Bu beyninize salınan ikinci yılan. Sonra getiriyor kendi yaşadıklarına bağlıyor olayları ve diyor ki: "Biz de halktanız, iktidar değiliz. Ve biz de şu an sıkıntılar çekiyoruz. O halde biz de haklıyız."
Yani arkadaşlar şu cerbezeye bakar mısınız? Tıpkı gerçekler acıdır, biber de acıdır, o halde biber gerçektir gibi. Fakat biberli-gerçekli örneğim inanın bu adamı cerbezesinden daha hakikat, daha doğru. Fakat bu cerbezeyi dağıtmak, bu demagojinin sarhoşluğundan kafayı kurtarmak, ortaya Hz. Musa cesaretinde bir asâ/soru atmakla mümkün. Sorumuz ise şu: "İyi de bu benzetmelerin her yönü birbirine uyuyor mu? Yani iki hadiseyi birbirine bağlamak ve ondan ona 'haklılık' delili bulmak sadece bu birkaç benzerlikle(!) mümkün mü? Diğer yönleri de tutuyor mu bu olayların? Ve buna ilave olarak: İslam tarihinde iktidar ve toplumun bir kesimi arasında anlaşmazlık yaşadığında hep iktidarlar mı haksız çıkardı? İstisnaları var mı bunun? Yoksa genel hüküm mü?"
İşte bu soruyu/soruları ortaya attığınız an bütün sis dağılıyor. Bakıyorsunuz ki; bir kere bugünkü hadiseler iman-küfür denkleminde yaşanıyor değil. Yani bir taraf mümin, diğer taraf kâfir değil. Her iki taraf da (inşaallah) iman sahibi insanlardan oluşuyor. Her iki taraf da namaz kılıyor. Orucunu tutuyor vesaire... Yani ne Hz. Musa-Firavun, ne Allah Resulü-Ebu Cehil, ne de Hz. Davud-Calut durumları var. İman eden iki topluluğun arasında siyasi merkezli/yönetsel bazda bir anlaşmazlık var. Meselenin evvelemirde okunuşu bu.
Sonra; bugün mazlum olduğunu söyleyen topluluk, iddia ettiği gibi büsbütün mazlum da değil. Hatta öncesinde ilk zalimliği o yaptı. Bildiğiniz darbe teşebbüsünde bulundu meşru yönetime. (Tabii Gülen bunlar unutulur sanıyor.) Aylarca sosyalmedyayı, medyayı, gündemi, her yeri yalan haberleri, iftiraları, gıybetleri, kasetleri, ses kayıtları ve çirkin zanlarıyla doldurdu. Hakaretler dizboyuydu aylarca. Yani ne Hz. Musa'nın saflığı, ne Allah Resulü'nün ismeti, ne de Hz. Davud'un haklılığı vardı onlarda. Karşılarındakiler de onların bu yaptıklarının ardından kendilerini savunmaya aldılar. Ha, bütün mücadeleleri meşru dairede mi? Hayır, kesinlikle bunu iddia edemem. Onlar da yanlış yapıyorlar. Ama yaptıkları yanlışlar Gülen'in oturttuğu o iman-küfür denklemiyle alakalı değil. İntikamın ifratı belki.
Gülen bunu hep yapıyor. Yıllardır yapıyordu, fakat görmezden geliniyordu. Mesela himmet toplantılarında daha çok para çıksın diye her zaman Hz. Ebu Bekir'i ve onun bütün malını bağışlamasını örnek/ideal olarak gösterirdi takipçilerine. Fakat Allah Resulü'nün cadde-i kübrasının bu olmadığını, yani pek çok sahabeden malının tamamını kabul etmediğini hiç belirtmezdi. Bediüzzaman'ın da Risale-i Nur'da, Bakara sûresinin 3. ayetini tefsir ederken, sadaka şartı olarak; 'Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek...' dediğini hiç aktarmazdı. Dengesini bozardı hakikatin. Böylece siyeri istediği gibi bükerek, istediği yöne takipçilerini sevkedebilirdi. İstediği himmeti, hatta fazlasını toplayabilirdi.
Bank Asya'nın Uhud'daki okçular tepesine benzetilmesinden tutun, son gerilimde içlerinden ayrılanların sefere giden müminlerden ayrılan münafıklara benzetilmesine; Ali Ünal'ın birkaç aydır yazılarındaki atıflarından tutun, Gülen'in son nağmelerinde siyer-i nebeviyeye ve kendilerine yaptığı atıflara kadar her yerde en büyük sanatları bu. İman-küfür denkleminde yaşanan her tarihsel olayda kendilerini hak sahibi(!) olarak iman edenlerin yerine koyup, muhataplarını mutlaka karşı tarafa yerleştirmek. Anlatılacakları seçilmiş, hatta bu seçilme içinde yönlendirilmiş bir siyer ve tarih anlayışı bu.
Gülen, Osmanlı'ya dair anlatımlarında dahi bunu yapıyor. Onları anlatmıyor aslında, onları bugün kendisine hareket kabiliyeti sağlayacak şekilde büküyor. Yolunu açmak için geçmişi kullanıyor. Kendi söylemini desteklemeyen örnekleri görmezden gelerek, söylemini destekleyecekleri yahut evriltebileceklerini tırnaklıyor. Nurculardan ayrıldığı yetmişli yıllarda Ebu Zerr'e (r.a.) vaazlarında çok atıf yapmasının sırrı da bu. Ayrılışını onun üzerinden meşrulaştırmak. Halbuki demiyor ki: Aşere-i Mübeşşere Hz. Ebu Zerr'in yanında değil, onu süren Hz. Osman'ın yanındadır. Cadde-i kübra orasıdır. Ne diyelim: İnşaallah iflah olup yola gelirler. Yoksa gidişatları hiç iyi değil.
11 Mayıs 2014 Pazar
Bir zaaf turnusolu olarak mehdiyet
"Ve eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar, Mehdi olacağım diye dava ederler." Emirdağ Lahikası'ndan.
Geçtiğimiz hafta, iki haftada bir çarşamba akşamları sürdürülen Siyer Okumaları'na katıldım. Metin Karabaşoğlu abinin Siyavuşpaşa Kültür ve Spor Merkezi evsahipliğinde yaptığı bu okumalar, hakikaten, Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamın hayatına bakışımızda güzel açılımlara vesile oluyor. Zaten evvelemirde, bu okumalara başlarken, Metin abinin altını çizdiği gibi: Amaç; her kaynakta bulunan bilgileri, tekrar tekrar nakletmek değil. Amaç; her kaynakta bulunan bu bilgilerden, yeni bir yorum, yeni bir bakışaçısı, yeni bir zenginlik devşirebilmek. Bu amaçla yapılıyor Siyer Okumaları. Ve bence, amacına da ulaşıyor.
Allah Resulü'nün vahye hazırlık sürecini konuştuğumuz geçen hafta, dersin müdavimlerinden Âdem abinin güzel bir sorusuyla taçlandı. Dedi ki Âdem abi: "İki yıl boyunca yaşadığı bazı sıradışı şeylerden, Hira'daki tefekkürlerinden ve kendisine yalnızlığın sevdirilişinden hareketle Efendimizin nübüvvete hazırlandığından bahsediyoruz. Peki, şunu söyleyebilir miyiz? 'Allah Resulü peygamberlik vazifesini bekliyordu.' Yani buna muntazırdı. Zaten kendisine böyle bir görev verileceğinin farkındaydı."
Metin abinin, nübüvvetten önce ve sonra yaşananlardan hareketle, bu soruya verdiği cevap "Hayır!" oldu. Öncelikle dikkatimize, muvahhid bir şair olan Kuss b. Saide'nin, Efendimizin gençliğine denk gelen son hitabesini hatırlattı. Kuss b. Saide, orada, son peygamberin gelişinin yaklaştığına çok açık işaretlerde bulunmuş, kendisini dinleyen kalabalıkta bulunan Allah Resulü ise şöyle demişti: "Keşke ben de o peygambere yetişsem!" Ancak Ukaz panayırında, aynı kalabalıkta hazır bulunan bir diğer muvahhid şair Ümeyye b. Ebi's-Salt ise şöyle söylenmişti: "Herhalde o, ben olurum!" Çünkü kendisi Taif'in önde gelenlerinden olduğu kadar, dönemin entelektüellerinden de sayılabilecek bir simaydı.
Bu 'beklentisiz bekleyiş' içindeki genç, yani Allah Resulü, yıllar sonra nübüvvetle görevlendirildiğinde telaş etmiş; Hz. Hatice validemize "Beni örtün! Beni örtün!" demişti. Hatta bazı kaynaklarda cin çarpmasından veya kahin olmaktan korktuğunu ifade ettiği, ancak Hz. Hatice'nin muhteşem bir feraset ve şuunat-ı ilahî okumasıyla, 'kendisi gibi iyi birisinin böylesi bir kötülüğe uğratılmayacağı' konusunda kendisini ikna ettiği anlatılmaktaydı. Ancak diğer tarafta; nübüvvet bütün delilleriyle ortaya çıktığı ve ilan edildiği hengamda, cahiliye döneminde muvahhid bir şair olan Ümeyye b. Ebi's-Salt, Haşimoğullarının yetimine gelen bu görevi kaldıramamış; 'beklentili bekleyiş'i nedeniyle beklediğini bulamayan hırsına mağlup olup küfre sapmış ve Efendimize karşı mücadele etmişti.
Yıllar sonra bile, Amr ibnu'ş-Şerrîd'den naklolduğuna göre, Efendimizin onun şiirlerini okuttuğu, dinlediği ve sonra "Şiirleri müslim, ama kendisi kâfir..." beyanında bulunduğu aktarılıyordu kaynaklarda. Demek; bekleyiş içinde olma, daha doğrusu; bir liyakate dayanarak, muhtaç olduğunu ise hesaba katmayarak duyulan bir açlık, böylesi kötü sonuçlara varabiliyordu.
Allah ise muhtaç olduğunu düşünenlere ikram ediyordu; liyakati olduğunu düşünüp "Bu benim hakkımdı!" diye Rezzak-ı Kerîm'e karşı hak iddia edenlere değil. Belki Bediüzzaman'ın 18. Söz'deki şu ifadesi, biraz da bu açıdan tefekkür edilmeliydi: "Hem deme ki: 'Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünki herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi."
Bu noktada benim aklıma, nedense, Mehdiyete dair hadisler geldi. Beklentisizlik'le ilintili ve biraz da Mehdiyetle alakalı bir düşüncemi, aynı meselenin konuşulduğu bir ortamda açtım. Bana öyle geliyordu ki: Mehdiyetle ilgili hadislere iki şey için teşekkür edilmeliydi. 1) Ümmetin en ümitsiz zamanlarında bile 'Mehdiyi beklemekle' tekrar ümide kavuşturması. Yeis içinde bırakmaması. 2) İçinde 'beklentili olmaya dair bir zaaf' bulunanları, örümcek ağının sineği yakaladığı gibi yakalayıp tutması, sonra da ümmete onların asıl haletini fahşetmesi.
Hakikaten de içinde bir makam sevgisi, beklentisi olan; kendisini bu noktada sıfırlayamamış, acz mesleğini tam kuşanamamış ne kadar adam/âlim/şeyh/hoca/hocaefendi varsa, ahiri gidip Mehdiyette saplanmayla son buluyordu. Ya Mehdi olduğunu açıkça söylüyor, ya ima ediyor yahut da insanlara bunu dayatıyordu. Halbuki asıl muhlis hidayet vesileleri, bu vesilelik yüzlerine söylendiğinde bile kabul etmeyen kimselerdi. Bu yönüyle Mehdiyet de, külliyatta geçen 'bir asır sonra gelecek olan'lı metinler de tam bir turnusol kağıdıydı. Olmamışları, olmuşlardan ayırıyor ve ümmete de onların gerçek yüzünden haber veriyordu: "Bunların beklediği ve amaçladığı başka şeyler var! Dikkat edin!"
Geçtiğimiz hafta, iki haftada bir çarşamba akşamları sürdürülen Siyer Okumaları'na katıldım. Metin Karabaşoğlu abinin Siyavuşpaşa Kültür ve Spor Merkezi evsahipliğinde yaptığı bu okumalar, hakikaten, Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamın hayatına bakışımızda güzel açılımlara vesile oluyor. Zaten evvelemirde, bu okumalara başlarken, Metin abinin altını çizdiği gibi: Amaç; her kaynakta bulunan bilgileri, tekrar tekrar nakletmek değil. Amaç; her kaynakta bulunan bu bilgilerden, yeni bir yorum, yeni bir bakışaçısı, yeni bir zenginlik devşirebilmek. Bu amaçla yapılıyor Siyer Okumaları. Ve bence, amacına da ulaşıyor.
Allah Resulü'nün vahye hazırlık sürecini konuştuğumuz geçen hafta, dersin müdavimlerinden Âdem abinin güzel bir sorusuyla taçlandı. Dedi ki Âdem abi: "İki yıl boyunca yaşadığı bazı sıradışı şeylerden, Hira'daki tefekkürlerinden ve kendisine yalnızlığın sevdirilişinden hareketle Efendimizin nübüvvete hazırlandığından bahsediyoruz. Peki, şunu söyleyebilir miyiz? 'Allah Resulü peygamberlik vazifesini bekliyordu.' Yani buna muntazırdı. Zaten kendisine böyle bir görev verileceğinin farkındaydı."
Metin abinin, nübüvvetten önce ve sonra yaşananlardan hareketle, bu soruya verdiği cevap "Hayır!" oldu. Öncelikle dikkatimize, muvahhid bir şair olan Kuss b. Saide'nin, Efendimizin gençliğine denk gelen son hitabesini hatırlattı. Kuss b. Saide, orada, son peygamberin gelişinin yaklaştığına çok açık işaretlerde bulunmuş, kendisini dinleyen kalabalıkta bulunan Allah Resulü ise şöyle demişti: "Keşke ben de o peygambere yetişsem!" Ancak Ukaz panayırında, aynı kalabalıkta hazır bulunan bir diğer muvahhid şair Ümeyye b. Ebi's-Salt ise şöyle söylenmişti: "Herhalde o, ben olurum!" Çünkü kendisi Taif'in önde gelenlerinden olduğu kadar, dönemin entelektüellerinden de sayılabilecek bir simaydı.
Bu 'beklentisiz bekleyiş' içindeki genç, yani Allah Resulü, yıllar sonra nübüvvetle görevlendirildiğinde telaş etmiş; Hz. Hatice validemize "Beni örtün! Beni örtün!" demişti. Hatta bazı kaynaklarda cin çarpmasından veya kahin olmaktan korktuğunu ifade ettiği, ancak Hz. Hatice'nin muhteşem bir feraset ve şuunat-ı ilahî okumasıyla, 'kendisi gibi iyi birisinin böylesi bir kötülüğe uğratılmayacağı' konusunda kendisini ikna ettiği anlatılmaktaydı. Ancak diğer tarafta; nübüvvet bütün delilleriyle ortaya çıktığı ve ilan edildiği hengamda, cahiliye döneminde muvahhid bir şair olan Ümeyye b. Ebi's-Salt, Haşimoğullarının yetimine gelen bu görevi kaldıramamış; 'beklentili bekleyiş'i nedeniyle beklediğini bulamayan hırsına mağlup olup küfre sapmış ve Efendimize karşı mücadele etmişti.
Yıllar sonra bile, Amr ibnu'ş-Şerrîd'den naklolduğuna göre, Efendimizin onun şiirlerini okuttuğu, dinlediği ve sonra "Şiirleri müslim, ama kendisi kâfir..." beyanında bulunduğu aktarılıyordu kaynaklarda. Demek; bekleyiş içinde olma, daha doğrusu; bir liyakate dayanarak, muhtaç olduğunu ise hesaba katmayarak duyulan bir açlık, böylesi kötü sonuçlara varabiliyordu.
Allah ise muhtaç olduğunu düşünenlere ikram ediyordu; liyakati olduğunu düşünüp "Bu benim hakkımdı!" diye Rezzak-ı Kerîm'e karşı hak iddia edenlere değil. Belki Bediüzzaman'ın 18. Söz'deki şu ifadesi, biraz da bu açıdan tefekkür edilmeliydi: "Hem deme ki: 'Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünki herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi."
Bu noktada benim aklıma, nedense, Mehdiyete dair hadisler geldi. Beklentisizlik'le ilintili ve biraz da Mehdiyetle alakalı bir düşüncemi, aynı meselenin konuşulduğu bir ortamda açtım. Bana öyle geliyordu ki: Mehdiyetle ilgili hadislere iki şey için teşekkür edilmeliydi. 1) Ümmetin en ümitsiz zamanlarında bile 'Mehdiyi beklemekle' tekrar ümide kavuşturması. Yeis içinde bırakmaması. 2) İçinde 'beklentili olmaya dair bir zaaf' bulunanları, örümcek ağının sineği yakaladığı gibi yakalayıp tutması, sonra da ümmete onların asıl haletini fahşetmesi.
Hakikaten de içinde bir makam sevgisi, beklentisi olan; kendisini bu noktada sıfırlayamamış, acz mesleğini tam kuşanamamış ne kadar adam/âlim/şeyh/hoca/hocaefendi varsa, ahiri gidip Mehdiyette saplanmayla son buluyordu. Ya Mehdi olduğunu açıkça söylüyor, ya ima ediyor yahut da insanlara bunu dayatıyordu. Halbuki asıl muhlis hidayet vesileleri, bu vesilelik yüzlerine söylendiğinde bile kabul etmeyen kimselerdi. Bu yönüyle Mehdiyet de, külliyatta geçen 'bir asır sonra gelecek olan'lı metinler de tam bir turnusol kağıdıydı. Olmamışları, olmuşlardan ayırıyor ve ümmete de onların gerçek yüzünden haber veriyordu: "Bunların beklediği ve amaçladığı başka şeyler var! Dikkat edin!"
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...