'Fail ve esma' veya 'esma ve şuunat' marifeti arasında da böyle derece farkları vardır. Bir kere rızık verenin (fail) aslında her kere rızık verdiğini (esma) anlamak aslında Rezzak'ı anlamaktır. İsim sahibi, bir kerenin değil, her kerenin failidir. Esmaü'l-Hüsna'nın sahibi bir kere yapan değil, 'hep öyle yapan' veya 'hep öyle yapabilir olan'dır. Bu esma mertebesinde bir kanun okumasıdır. Nazarı bu mertebeye çıkamayan gafil, bir kerecik olsun rızık vereni olarak görünmüş herşeyi Rezzak'ı sanabilir. Kanun okuması, onu taşıyabilecek özelliklere sahip failden başkasını fiilin failliğinden azleder. Sebeplere tapmak böyle bir nazar hatasından neşet eder. Halbuki her kere rızık verebilecek olandır ancak bir kere rızık verebilen. Zira her bir rızık diğer rızıklarla veya her bir fiil benzerî diğerleriyle kanun ilgisiyle bağlıdır. Fiiller, anlık olaylar veya müstakil vücutlar değil, kanun bağıyla birbirine bağlanmış zamansal zincirlerdir.
Rezzak olanın yarattığının ihtiyacını gidermekten bir lezzet-i münezzehe ve mukaddesesi olduğunu farketmek ise şuunat mertebesinde bir kanun okumasıdır. Şuunat okumasının esma okumasından farkı, Allah'ı fiil-fail düzleminde dikey ve mekanik bir bilişle bilmeyi aşıp, 'yaratış ahlakına dönük' bir marifetle tanımaktır. "Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak..." hakikati ancak şuunat bilgisine dönük bir marifetle mümkün olur. Mahlukatına nasıl davranmak Allah'ın şanındandır? Hangi yaratış şekli Allah'ın şanına daha çok yakışır? Kuluna nasıl muamele etmesi şanından umulur? Bu düzeyde bir sezgiye eriştiğimizde biz de Allah'ın yaratmaktan lezzet-i münezzehe duyduğu o şekle bürünmeyi isteriz. Misalen: Allah yarattığını temiz yaratıyor ve hep temiz tutuyorsa rızasının bu fiilin arkasında olduğunu biliriz. Biz de o fiili Onun rızasını kazanmak için eyleriz.
Sadede geleyim. 5. Şua'da şöyle bir bahis var: "Rivayette var ki, 'Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında 'Hâzâ kâfir' yazılmış bulunur.' Allahu a'lem bissavab, bunun te'vili şudur ki: O Süfyan, kendi başına frenklerin serpuşunu koyup herkese de giydirir. Fakat cebir ve kanunla tâmim ettiğinden, o serpuş dahi secdeye gittiği için, inşaallah ihtida eder; daha herkes—yalnız istemeyerek—onu giymekle kâfir olmaz." Daha Mustafa Kemal'in ve şapka inkılabının piyasada olmadığı bir dönemde böyle bir tefekkür geliştiren mürşidimden mülhem olarak şöyle bir tefekkür geliştirdim kendimce:
Ahirzamanın dehşetli şahıslarının ve ahirzaman ümmetinin şöyle bir tabiatı var sanki: Bir sabah uyandığınızda farkediyorsunuz herşeyi. O sabah gelinceye kadar bir tasannu ve takıyye içinde yaşanıyor herşey. 'Mış gibi' yapmalarla idare ediliyor kusurlar. Aptallığa yakın hüsnüzanlarla kör ediliyor feraset. "Yahu şu adamın alnında birşeyler yazıyor!" diyenler de körlerce körlükle itham ediliyor. Sonra bir sabah aslolan kendisini ortaya koyuyor. Bir sabahta açılıyor gözler. Bir sabahta aydınlanıyor yüzler. Alnında yazar gibi açık ve berrak... Okunuyor... Öyle ya! 17 Aralık'ta da 15 Temmuz'da da öyle olmadı mı? "5. Şua'nın verdiği dersten böyle bir kanun okuması yapabilir miyiz acaba?" diye düşünüyorum şimdi ben de. Ahirzaman fitnesinin ilginç bir özelliği: O gün gelinceye kadar gözlerimiz yazıyı farketmiyor. Çünkü yazıya dair dikkatimizi yitirdik. Mezkûr rivayet hem fitnenin karakterini hem de ümmetin yitirdiği hassasiyeti bize hatırlatıyor.
Hem yine demiyor mu: "Rivayette var ki, 'Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.' Ve'l-ilmu indallah, bunun bir te'vili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar." Zaten o fetvacıları değil miydi gözlerimizi alındaki yazıya böyle kör eden? Ne diyelim? Allah tekrarını yaşatmasın.