Mülk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mülk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Eylül 2021 Salı

Haşre iman etmezsek geçmez ki bu yarımlık!

Geçtiğimiz günlerde Noel Carroll’un Sanat Felsefesi’ni okudum Ütopya Yayınları’ndan. "Sanat nedir?" veya "Neye sanat denilir?" gibi soruların 'çözümsel felsefe' ile ele alındığı metin boyunca birçok sanat yaklaşımı masaya yatırılıyordu. Neyse. Uzatmayayım. Yaklaşımlardan ikisi hususen dikkatimi çekti. Bunlardan birisi 'biçimsel yaklaşım' idi. Kuramcısı olan Clive Bell'e göre özü şuydu bu yaklaşımın: "Bir resmin sanat olup olmadığını belirleyen şey onun bir önemli (belirgin) biçime sahip olmasıdır. Yani bir resim ancak ve ancak çarpıcı bir tasarımı varsa sanattır." Fakat sonraları ortaya çıkan 'yeni biçimci yaklaşım' sırf tasarımı sanatın tarifine yeterli görmüyordu. Eserin bir de 'içeriği' olmalıydı. Yine yerinden alıntılarsam: "(...) O halde bir sanat eserinin içeriği anlamıdır. Ne hakkında olduğudur. Biçim de anlamın sunum şeklidir. (...) Sanatçı özünde sunum biçimleri ve anlamları eşleştirmek, biçimi içerikle birleştirmek, konusunda uzmandır. (...) Anlamı olmayan bir çalışmanın biçimi de olamaz."

Eh, serde nurculuk var, herşey bizi Risale-i Nur'a götürüyor. Bu mevzu da beni 12. Söz'e götürdü. Okuyanlar bilirler. "Hikmet-i Kur'âniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak..." diye başlayan bu metin benzer bir hakikatten bahseder:

"Bir zaman hem dindar hem gayet san'atkâr bir hâkim-i namdar istedi ki: Kur'ân-ı Hakîmi, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimâtındaki i'câza şayeste bir yazı ile yazsın, o muciznümâ kamete harika bir libas giydirilsin. İşte, o nakkaş zat, Kur'ân'ı pek acip bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri yazısında istimal etti. (...) Sonra o hâkim, şu musannâ ve murassâ Kur'ân'ı, bir ecnebî feylesofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki: 'Herbiriniz bunun hikmetine dair bir eser yazınız.'"

Hikaye böyle başlar. Peki devamında neler olur? Atlamalar yaparak takip etmeyi sürdürelim:

"Feylesofun kitabı yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder. Mânâsına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebî adam Arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur'ân'ı bilmiyor ki bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin, çendan Arabî bilmiyor, fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam bu san'atlara göre eserini yazdı."

"Amma Müslüman âlim ise, ona baktığı vakit anladı ki: O, Kitâb-ı Mübîndir, Kur'ân-ı Hakîmdir. İşte bu hakperest zat, ne tezyinat-ı zahirisine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle birşeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerinden daha âli, daha galî, daha lâtif, daha şerif, daha nâfi, daha cami'... Çünkü, nukuşun perdesi altında olan hakaik-ı kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı."

Özet geçeyim: Her ikisi de yazdıklarını Hâkim'e götürdüler. Hâkim filozofun manayı ıskalamasından kızdı. Âlimi ise tebrik etti. Sonra mürşidim temsili hakikat bahsine şöyle taşıdı: "Eğer temsili fehmettinse, bak, hakikatin yüzünü de gör: Amma o müzeyyen Kur'ân ise şu musannâ kâinattır. O hâkim ise Hakîm-i Ezelîdir. Ve o iki adam ise; birisi, yani ecnebîsi, ilm-i felsefe ve hükemâsıdır. Diğeri Kur'ân ve şakirtleridir."

Daha çabuk sonuca varmak isteyenler içinse anamesaj şu satırlarda saklıdır sanki:

"Amma, ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise, huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına 'mânâ-yı harfî' ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken, öyle etmeyip 'mânâ-yı ismî' ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar..."

Evet. Anladınız. Mürşidim hikmet-i fenniyeyi (yani günümüz seküler bilimlerini) biçime saplanıp kalmakla itham ediyor. Onları, içeriğe değer vermemekle, hatta düpedüz anlamamakla, suçluyor. Kainata bakışları yüzeysel olduğu için de ürettikleri malumat manaya dair birşey söylemiyor. "Hattâ o müzeyyen Kur'ân'ı bilmiyor ki bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır." Hikmet-i Kur'aniye ise okumalarında bir 'içerik' derinliğine sahip. Tasarımı inkâr etmemekle birlikte aslolanın 'anlam' olduğunun farkında. Bu yüzden okumasında isabet ediyor: "(...) nukuşun perdesi altında olan hakaik-ı kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı."

Varlıktaki sanatın içeriği nedir peki? Onu da yine mürşidimin şu cümlelerinde özetlenmiş buluyoruz:

"Bütün mevcudatın hakaiki, bütün kâinatın hakikati, esma-i İlâhiyeye istinad eder. Herbir şeyin hakikati bir isme veyahut çok esmaya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, san'atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ, hakikî fenn-i hikmet Hakîm ismine ve hakikatli fenn-i tıp Şâfî ismine ve fenn-i hendese Mukaddir ismine, ve hâkezâ, herbir fen bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemâlât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatleri esma-i İlâhiyeye istinad eder. Hatta muhakkıkîn-i evliyanın bir kısmı demişler: Hakikî hakaik-i eşya esma-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise o hakaikin gölgeleridir. Hatta birtek zîhayat şeyde yalnız zâhir olarak yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir."

Kendimizi felsefenin dar kalıplarına sıkıştırmayalım arkadaşım. Fakat şu kadarcık dersimizi de alalım: Müslümanlar da 'yalnızca biçimi var diye' birşeyin sanat eseri olduğuna inanmazlar. Ya? Biçimle birlikte manidar bir içeriğinde bulunması gerekir. Hatta içeriğin anlamı çoğu zaman biçimin de önüne geçer. Bu nedenle İslam 'kalıp' değil 'gönül' dinidir. ‘Bedene’ değil ‘ruha’ bakar. 'Ne adına' olduğu 'ne olduğunun' önündedir. Yahut hadiste buyrulduğu gibi: "Ameller niyetlere göredir." Bu dinin değer atıflarının neredeyse tamamı maneviyatadır. Mesela: Takvaya, dürüstlüğe, ahlaka, cömertliğe, merhamete vs. Bunların üzerine varoluşunu bina eder.

Ahirzamanın Deccalî anlayışınınsa bir gözü kördür. Yani tek gözlüdür. O yüzden değer atıfları genelde 'tasarıma' yaslanır. Güçlü, güzel, zengin, başarılı, enerjik vs. kimlikler kaymağa yükselirler. Lakin buradan tasarımın da büsbütün önemsizleştirildiğini çıkarmayalım. Allah Hakîm'dir. Her işinde hikmetlidir. Dolayısıyla varoluşta hiçbirşey sanatsız değildir. Ancak asıl derinliğin 'mülk' değil 'melekût' kısmında olduğunu kavramak gerekir. Melekûtu kavranmayan şeyin vücudu da yarım müşahede edildiğinden manası eksik anlaşılır. Yahut hiç anlaşılmaz.

'Yarım kalmak' dedim. Aklıma Haşir Risalesi okumalarım geldi. Evet. Bu sıralar eseri tekrar tefekkür ederken farkediyorum ki: Bediüzzaman Hazretleri haşrin 'olmazsa olmazlığını' kainatın yarımlığına bina ediyor. Daha doğrusu 'biçim-içerik uyumsuzluğunu' haşrin gerekliliğine delil kılıyor. Nasıl? 10. Hakikat üzerinden örneklersem mesela diyor ki:

"Hiç mümkün müdür ki, şu bekàsız misafirhane-i dünyada ve şu devamsız meydan-ı imtihanda ve şu sebatsız teşhirgâh-ı arzda bu derece bâhir bir hikmet, bu derece zahir bir inâyet ve bu derece kahir bir adalet ve bu derece vâsi bir merhametin âsârını gösteren Mâlikü'l-Mülk-i Zülcelâlin daire-i memleketinde ve âlem-i mülk ve melekûtunda daimî meskenler, ebedî sakinler, bâki makamlar, mukim mahlûklar bulunmayıp, şu görünen hikmet, inâyet, adalet, merhametin hakikatleri hiçe insin?"

Sorularla açmaya çalışalım: 1) Kainatın 'biçimi' nasıl? el-Cevap: Bekasız, devamsız, sebatsız. 2) Peki kainatın 'içeriği' nasıl? el-Cevap: Bâhir, zahir, kahir, vâsi... Yani eserin içeriğine indiğinizde sonsuzluk işaretleri okuduğunuz halde biçimine döndüğünüzde muhataplığınız fanilikten haber veriyor. Eğer bu biçim yarımlığını içeriğe taşırsanız Allah'ı, hâşâ, birçok eksiklikle suçlamak zorunda kalacaksınız. Halbuki bu eksikliklere sahip olsa, hâşâ, kainatı bu intizamla yaratamayacak. Hatta hiçbir yokluğu varlığa çıkaramayacak. Zira yokluğun varlığa çıkması da ancak burada bahsedilen sonsuz hikmet, inayet, adalet ve merhametle mümkün. Tek bir atomun varlığı bile karşısında bir sonsuzluk istiyor.

Öyleyse, Allah içerikte kemal sıfatlara sahip olduğunun birçok delilini arzetmişken, biçimde neden aksini de gösterir(!) tezahürler yaratmaktadır? Sözgelimi: Zalim zulmünün cezasını görmeden ölmektedir. Mazlum hakkını almadan dünyadan ayrılmaktadır. Halbuki fizik, kimya, biyoloji vs. düzeyine indiğinizde biçimde de en ince hakların/adaletin gözetildiği bir düzen işlemektedir. Peki bu kafa karıştıran çelişki(!) kainata neden bırakılmıştır?

Arkadaşlar, Bediüzzaman'ın bu soruya cevabı gayet basittir, mâkuldür. Aklın gideceği tek yoldur. O da şudur: Tasarım eksik değildir. Müşahedemiz yarımdır. Melekûta dair çıkarımlarımız doğru. Fakat mülkte gördüğümüz kısım noksandır. Bunu şöyle bir temsille fehminize yaklaştırmak istiyorum: Çok iyi bir yazarın yeni romanının üçte birlik bölümünün elinize geçtiğini düşünün. Okuduğunuz kadarından sağlam bir müellifle muhatap olduğunuzu anlıyorsunuz. Cümleler kallavî, ifadeler yerinde, akış muhteşem. Fakat? Fakat roman ansızın kesiliyor. Olayların bazıları doğru yerlere bağlanmadan kalıyor. O zaman ne düşünürsünüz? A) Kitabın önceki kısmında yaptığımız çıkarımların aksine bu yazar aslında roman yazmaktan hiç anlamamaktadır. Hatta böyle bir yazar yoktur. Roman kendi kendine oluşmuştur. B) Elimizde romanın sadece bir kısmı vardır. Kitabın tamamını henüz görmemişizdir. Devamını da yaşadığımızda şahitliğimizdeki mülk eksiği tamamlanacaktır. Mülk-melekût, yani biçim-içerik, uyumu sağlanacaktır. Taşlar yerine oturacaktır. İşte, elhamdülillah, doğru tercih budur.

Yani bizim mülkte/biçimde eksiklik sandığımız şeyler aslında şahitliğimizin yarımlığından kaynaklanmaktadır. Manzaranın tamamını görecek kemale henüz erişmeyişimizdendir. Zamanı vardır. Mekanı vardır. İmtihan da buradadır. Bizim içim ‘gayb’ vardır. Gaybı olan eserin tamamını görmüyor demektir. (Gayba iman eden de "Eserin tamamını görmüyorum!" hakikatine ferasetle iman edendir.) Bu nedenle biçimle içerik arasındaki uyumu yakalayamaması normaldir. Evet. Onun sınandığı şey de belki budur: İçeriğe bakıp biçimin devamına iman etmek. Ve tek dünyalıların itikadını da bozan en çok budur: Biçimde kendi kısıtlılıklarınca gördükleri sorunları içeriğe de taşımak. Daha doğrusu: Kendi sınırlarını içeriğin de sınırları sanmak. Mahlukiyetten kaynaklanan eksiklerini hatta Allah tasavvurlarına kadar götürmek. Allah’ı insanlaştırmak. Kendi kayıtlarıyla onu da kayıtlı bellemek. Her neyse. Yazı giderek dallanıp budaklanıyor. Belki sizi de bıktırıyor. Bende de başka konulara girme isteği uyandırıyor. En iyisi burada bitireyim. Cenab-ı Hak el-Hâdî ismiyle bizi istikametimize hidayet eylesin. Âmin.

7 Nisan 2017 Cuma

Bilgisayar aslında kimin?

Yaptığımız herşeyin kararını beynimiz vermiyor. Evet, 'refleks' tabir edilen bir yapışımız daha var ki, bunların karar yeri beyin değil. Omurilikten gelen emirlerle bedenimiz hareket ediyor. Bu, hem verilen kararların daha hızlı uygulanmasını sağlıyor, hem de beynin yükünü azaltıyor. Dizinize bir çekiçle hafifçe vurulduğunda verdiğiniz tepki veya yakıcı birşeye temas anında yaptığınız ani hareket reflekse güzel birer örnek.

Ancak iş bu kadarla da sınırlı değil. Kararları beyinde verildiği halde (en azından bilim şimdilik böyle söylüyor) şuurumuza taalluk etmeyen şeyler de var. Bedenimizin işleyişi sırasında öyle şeyler yaşanıyor ki, bunların bir yerden yönetildiğini biliyoruz, ama kimin yönettiğini bilmiyoruz. Dikkatimiz çekildiğinde "Ha, evet, oluyor öyle şeyler!" desek de genel manada yaşananların farkında değiliz. Nefes alıp verişimiz mesela. Bunun yönetimimizde birşey olduğunu söyleyebilir miyiz? Dahil olduğumuzda nefesimizi kontrol edebiliyoruz. Ama daldığımızda? Ama geceleri? Ama uyurken? Peki kalbimizin atışı? Böbreklerimizin işleyişi? Karaciğerimizin çalışması? Biz onları unuttuğumuzda kim onları unutmuyor?

İnsan sarayının idaresi pek şaşırtıcı. Bazen, sahip olduğumuz irade yetkisine rağmen, yaşananların seyircisi olduğumuzu düşünüyorum. Yani şahitlikten ötesi silik. Var ama pek zayıf. Hatta onun da bir kısmı yine fıtratın etkisi altında. (Fıtrat kaderin hayatımıza dokunduğu yerdir.) Neden bir insanın canı çöp yemek istemez? Neden leş hepimiz için pistir? Neden gideceğimiz yere yuvarlanarak gitmiyoruz? Neden böylesi şeyler hepimize aynı derecede 'yanlış' geliyor? İrademizin kısıtlılığı buralarda daha net görünüyor. Biz 'kalıplar içerisinde seçebilen' canlılarız. Varolmadan öncemizi belirleyemediğimiz gibi varlıkla getirdiğimiz kayıtları da seçimlerimiz sırasında gözetiyoruz. Bize bırakılan seçim alanı tüm bu kalıpların ve kayıtların içinde.

İrademiz bu kayıtlara sahip olduğu gibi şuurumuz da öyle. Bu aslında biraz da 'yaratıcılık' ve 'şahitlik' arasındaki o kapanmaz mesafenin getirisi. Yaratan yarattığının her detayını bilmek ve irade etmek zorundadır. Şahit ise bu yükleri tastamam taşımak zorunda değildir. Bir evin sahibi olmakla misafiri olmak aynı şey değildir. Bir malın emanetçisi olmakla sahibi olmak aynı şey değildir.

Bir fabrikanın patronu olmakla orayı dolaşmaya gelmiş bir meraklı olmak aynı değildir. Aslında sahip olmak büyük ölçüde kontrol etmektir. Sahip olan, sahip olduğunun her detayını bildiği (ilim), değişimlerini irade edebildiği (irade), ihtiyaçlarını karşılayabildiği (rububiyet) ve yaratabildiği (kudret) ölçüde o şeyin sahibidir. Zaman zaman onda sınırlı tasarruflarda bulunabilmeyle onun her anının bilicisi, idarecisi veya devam ettiricisi olmak arasında farklar vardır. Esas sahiplik ikincisidir. Birincisi sadece emanetçiliktir.

Kusurlu bir örnekle birazcık açayım: Evinizdeki bilgisayarın sahibi sizsiniz öyle değil mi? Bir komşunuz küçük bir iş için onu kullansa, bu, onu bilgisayarın sahibi kılar mı? Hayır. Çünkü zamana yayılan varlığında bilgisayarın yönetimi daha çok size aittir. Elektriğini siz sağlarsınız. Bozulursa tamire siz götürürsünüz. Lazım olan programları siz yükler veya kaldırırsınız. Zaten parayı verip alan da sizsiniz. Komşunuz bilgisayarın varlığına bu şekilde dahil olmamıştır.

Buraya kadar tartıştığımız birşey yok. Tamam. Ama devam edelim: Peki, o bilgisayarı üreten firma mı o bilgisayara daha sahiptir, yoksa siz mi? Bu soruyla işler karışıyor. Çünkü, o bilgisayarın, bozulsa tamir edemeyeceğiniz ve hatta nasıl çalıştığını dahi bilmediğiniz öyle detayları vardır ki, bu detayları ancak üretici firma kuşatabilir. Bilebilir, irade edebilir ve yapabilir. Bu da ona o bilgisayarın üzerine 'markasını vurma' hakkı verir. Siz bir firmadan bilgisayar aldığınızda aslında sadece kiracısı olursunuz. Kısıtlı bir kullanım hakkı kazanırsınız. Kendi markanızı üzerine vuramazsınız. Kendi üretiminiz gibi yapamazsınız. Pazara koysanız da yine asıl ustasına nisbet edilir. "Filanca marka!" denilir.

Peki, o bilgisayarda kullanılan 'şey'lerin yaratılışı? Demirin, bakırın, nikelin, plastiğin, kömürün, camın vs... yaratılışı? O bilgisayarı yapan mühendislerin, tasarımcıların, işçilerin yaratılışı? O mühendislerin, tasarımcıların ve işçilerin hayatta kalmasını sağlayacak bir evrenin yaratılışı?

Bunlara da o firma kadir değildir. O halde son mertebede şu bilgisayarın sahibi kim olur? Mülkü kimde kalır? İşte, biz, bu yüzden Cenab-ı Hakka Malik-i Hakiki diyoruz. Zira diğer bütün gölge sahipler yaratışın bir dönemine şahitlik etmekle yetiniyorlar. Daha detaya, daha detaya, daha detaya inildikçe bu sahte sahipler yavaş yavaş o şeyden ellerini çekiyorlar. Geriye tüm deyatların bilen Alîm, tüm detayları irade eden Mürîd ve tüm detayları yaratan Kadîr kalıyor. Allah kalıyor. Allah kaldığı için asıl yaratıcı o oluyor. Tevhid de bizim buna imanımızdır. Yani hepimiz aradan çekildiğimizde kalacak olana imanımızdır.

2 Kasım 2016 Çarşamba

Taşıyamadığın mülk senin değildir (2): Hakikat herşey bittiğinde de kalandır

Bu yazıyı bir önceki yazının tetimmesi gibi kabul edin. Ancak ona yaslanırsa ayakta kalacak. Bediüzzaman'ın 17. Lem'a'da geçen bir ifadesinin ne anlama geldiğine dair bir tefekkürüm bu. Önceki yazıyla 'anlam kardeşliği' olduğu için arkasından okunmak ona da iyi gelecektir. Hem anlatırken bana, hem anlarken size bir kolaylık sağlayacaktır. Anlayamadığım o ifade ise.... Bediüzzaman mezkûr metinde felsefe şakirdi ve Kur'an tilmizini karşılaştırırken diyor ki:

"Hem iki şakirdin ulviyet ve inbisat-ı ruhlarını bundan kıyas et ki: Kur'ân, kendi şakirtlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki, doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerrâtını, birer tesbih taneleri olarak şakirtlerinin ellerine verir, 'Evradlarınızı bununla okuyunuz' der. İşte, Kur'ân'ın tilmizlerinden Şah-ı Geylânî, Rufâî, Şâzelî (r.a.) gibi şakirtleri, virdlerini okudukları vakit dinle, bak! Ellerinde silsile-i zerrâtı, katarat adetlerini, mahlûkatın aded-i enfâsını tutmuşlar, onunla evradlarını okuyorlar, Cenâb-ı Hakkı zikir ve tesbih ediyorlar."

Doğrusu bu kısımda virdlerinde/zikirlerinde andıkları silsile-i zerrat, katarat adetleri ve mahlukatın aded-i enfası ile Kur'an tilmizlerinin felsefe şakirtlerine nasıl bir üstünlük sağlandığını anlayamıyordum. Yani salt bir 'kainatın zerreleri adedince' veya 'denizlerin dalgaları sayısınca' veya 'mahlukatın aldığı nefesler miktarınca' demekle felsefeye nasıl bir üstünlük sağladığımızı çıkaramıyordum. Yıllarca bu paragrafı 'yanından geçerek' okudum. İsra sûresinin 44. ayetinde denildiği gibiydi halim: "Ancak siz onların tesbihlerini anlamazsınız." Fakat ayet-i kerimenin devamı, ihtar ettiği isimlerle anlayamadığımı terketmememi, kapısında beklememi, hatta tekrar be tekrar denememi emir buyuruyordu sanki: "Şüphesiz ki O, Halîm'dir, Gafûr'dur." Ben de terketmedim, bekledim, denedim.

Bugünlerde bu nazlı sırrın duvağını birazcık açtığını düşünüyorum. Allah muvaffak ederse, becerebilirsem, anlatmayı deneyeceğim. Öncelikle şunu belirteyim: Bence bu sırrın da gözü parça-bütün ilişkisine bakıyor. Hani (Çin atasözü olarak duyduğum) şöyle hakikatli bir kelam vardır: "Büyük kafalar fikirleri, orta kafalar olayları, küçük kafalar kişileri tartışır." İşte bence Bediüzzaman'ın yukarıda dikkatimizi çektiği 'inbisat-ı ruh' da böyle birşey. Yani bu insanlar bizim gibi küçük meselelerin insanı olmaktan çıkmışlar. Artık kainatın anlamı hakkında konuşuyorlar. Bütün varlığın anlamının saklı olduğu el-Esmaü'l-Hüsna'yı tefekkür ediyorlar. Dillerinde o, işlerinde o, gözlerinde o....

Mürşidimin "Hattâ, muhakkıkîn-i evliyanın bir kısmı demişler: Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir. Hattâ, birtek zîhayat şeyde, yalnız zâhir olarak yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir..." demekle nazarlarımıza verdiği gibi, hakiki hakikatin bilgisi onlarda. Bu, belki, yeni ceptelefonu modelini veya tuttuğu takımın maçını, kılacağı namazdan daha heyecanlı bir şekilde bekleyen bizler için anlaşılır birşey değil. Duygularla ulaşmak zor oluyor. Ama hakikat.

Hakikat herşey bittiğinde de kalandır. Kelimat-ı mübareke diye tabir ettiğimiz her sözcük; mesela Hasbunallah, mesela Bismillah, mesela Elhamdülillah, mesela Allahu Ekber, mesela Subhanallah; aslında bütünün (bizim önemsediğimiz bütün amaç, niyet ve anlamlardan daha aşkın olarak) gerçek anlamını sunar bize. Yerçekimi kanunu hangi derdinize deva olur? Termodinamik düzen ailenizdeki hangi sorunu çözer? Suyun kaldırma kuvveti kimi intihardan döndürebilir? Ama el-Esmaü'l-Hüsna'nın içerdiği anlamlar bunu yapar. O anahtarı hangi kilide vursanız size bir çıkış yolu gösterir. Ölüm bile (hatta kıyamet bile) engel olmaz onların hakikatinin varlığına. Allah'ın isimleri, bir önceki yazıda da söylemeye çalıştığım gibi, varlık bütünlüğünün asıl anlamlarıdır. Her kapı onlara çıktığı gibi; en büyük dairede, gerilerindeki herşeyin saçmalaştığı/güdükleştiği bir düzeyde, onlar görünür.

"Sonra, o âlem-i hayvânât içinde, etfal ve yavruların zaaf ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları, hazin ve herkesi rikkate getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi gördüm. Birden, Rahîm ismi şefkat burcunda tulû etti. O kadar güzel ve şirin bir surette o âlemi ışıklandırdı ki, şekvâ ve rikkat ve hüzünden gelen yaş damlalarını, ferah ve sürura ve şükrün lezzetinden gelen damlalara çevirdi."

Kendimizi mihenk almayalım. Biz burada çok küçük meseleleri büyüterek yaşıyoruz. O yüzden bu sırrı yeterince kavrayamıyor olabiliriz. Ama bütünün sırrını kavrayanlar, ellerinde o bütünlüğün her köşesinde geçen kanunlar, kelimeler, tefekkürler ve sırlarla virdlerini okuyorlar. Maneviyatın sultanı onlar. Çünkü anlamların şahını keşfetmişler. Dillerinde her kapıyı açan, her zamanda geçerli ve her mekanda anlaşılan kelimeler var. Fikirleri yalnız bunlarla meşgul oluyor. Onlara yalnız bunlar 'emeğe değer' görünüyor. Yanlarına varsan, sohbetlerine katılsan, dillerini dinlesen senin de gönlün genişliyor. Sanki bu dünyanın dışına çıkıyorsun. İşte inbisat-ı ruh/ruh genişlemesi budur. Ben ve sen "Bu sabah gömleğin üzerine ne renk ceket giysem?" veya "Beşiktaş'ın bu sene şampiyon olur mu?" diye düşünürken, onlar, kainatı kuşatan anlamlara gönül vermişler. Elbette sana ve bana nazaran inbisat etmişler.

1 Kasım 2016 Salı

Taşıyamadığın mülk senin değildir

Yazılarımı takip edenler farketmiştir: Bir süredir ubudiyetin bütünle, enaniyetin parçayla ilgisi olduğu üzerine kafa yoruyorum. Hatta mürşidimin "İnsanda iki vecih var. Birisi, enâniyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyeye nâzırdır. Diğeri, ubûdiyet cihetinde hayat-ı ebediyeye bakar..." ve devamındaki ifadelerle bu sırrın altını çizdiği düşünüyorum. İyi haber şu: Bugünlerde bu tefekkürümü biraz daha ilerlettim. Ubudiyet dediğimiz şeylerin aslında bütünün (ki bu bütünü en üst seviyede 'tevhid' ifade eder) anlamına 'hatırlatan' veya 'ona dair olan' şeyler olduğunu düşünmeye başladım. Namazımız, orucumuz, zekatımız, haccımız, selamlaşmamız vs... En küçüğüne kadar ibadet diye yaptığımız herşey aslında yaşadığımız parçalığın içinde bütünlüğün anlamını içeriyor. Yüzümüzü, aklımızı, kalbimizi ve hatta tümümüzü bütüne çeviriyor. Daha öz bir ifadeyle: İbadetlerin her biri kendimizden daha aşkın birşey için yaptığımız şeyler. Ve biz bu aşkınlığı evvelen niyette yaşarız.

Niyetin eyleme kattığı ilk şey onu yalnızlıktan kurtarmasıdır. Bir kanunun/bütünlüğün parçası haline getirmesidir. Bir mü'min "Niyet ettim Allah rızası için..." deyip (veya içinden geçirip) birşey yaptığında eylemini aynı cümleyi söyleyenlerin eylemlerine bağlar. Necip Fazıl merhumun tabiriyle bu bir 'Sonsuzluk Kervanı'dır. Şunu fiziksel anlamda ifade etmenin tastamam bir yolu yok. Ama manevî dünyada kesinlikle bağlanıyoruz. Mürşidimin ifadesiyle imanın bir 'intisap/bağlanış' oluşu böyle bir sırrı saklıyor. Yani birşeyi bir anlam veya niyetle yaptığınızda o anlamda/niyette bir kardeşlik halkasına dahil oluyorsunuz. Aranızda yüzyıllar olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. Halkanın bazı bireylerinin zayıf, diğer başkalarının güçlü, daha başkalarının ise daha da güçlü olması bütünlüğün kemali içinde önemini kaybediyor. Çünkü bütünün konuşulduğu yerde parçaların önemi kalmıyor. Bugün hızlı tren diye birşey varsa raylı sistemi ilk kez hayal eden insanın bunda bir payı vardır. Ve bu teknolojiye emek veren herkesin mezkûr silsileden bir hakkı vardır. Ancak hiçbirisinin küçük adımları/emekleri bütünlüğün sahibi olamaz.

"Evvelki vecih itibarıyla öyle bir biçare mahlûktur ki; sermayesi, yalnız, ihtiyardan bir şa're (saç) gibi cüz'î bir cüz-ü ihtiyarî; ve iktidardan zayıf bir kesb; ve hayattan, çabuk söner bir şule; ve ömürden çabuk geçer bir müddetçik; ve mevcudiyetten çabuk çürür küçük bir cisimdir. O haliyle beraber, kâinatın tabakatında serilmiş hadsiz envâın hesapsız efradından nazik, zayıf bir fert olarak bulunuyor. İkinci vecih itibarıyla ve bilhassa ubûdiyete müteveccih acz ve fakr cihetinde, pek büyük bir vüs'ati var, pek büyük bir ehemmiyeti bulunuyor. Çünkü, Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i mâneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr derc etmiştir—tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınâsı nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerîm bir Zâtın hadsiz tecelliyâtına cami' geniş bir âyine olsun."

Enaniyetimiz bizi parçaların hâkimi kılmıyor, ama öyle sanmamıza sebep oluyor. Bir parçayı bütünden ayırabildiğimiz sanıyoruz onunla. Farazî bir hat çekiyoruz. Ve bütün (sanki) onun ötesinde kalıyor. Neden lazım bu? Akıl için lazım bu. Akıl parçalayıcıdır. Anlamak için parçalamaya ihtiyaç duyar. (Her bilimdalı yükü arttıkça alt dallara bölünür.) Varlığın bütünlüğünü parçalamadan tartabileceğinden çok büyüktür. Ziya Paşa'nın "İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez/Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez" dediği gibidir. Fakat Allah bize dağların yüklenmeye çekindiği bir 'emanet' vermiş. Biz, bir parçayı bütünden kopararak(!) emanet alabiliriz.

Yani bir parçaya sahip olduğumuz sanarak onu laboratuvarımız haline getirebiliyoruz. Bu sahici bir sahiplik değil. Çünkü hakiki sahip mülkünün yükünü tastamam omzuna alandır. Taşıyamadığın şey senin değildir. Biz sahip olduğumuzun yükünü omzumuza almıyoruz. Bin tane örnek verilebilir buna. Biz şunu deneyelim: İnsan kendi bedenine sahip olduğunu düşünür. Ancak bedenindeki işlerin kaçta kaçına aklıyla, iradesiyle, farkındalığıyla, ilmiyle dahildir? Binde bir bile değildir bildiği. Beslenmedeki rolümüze dikkat çeker Bediüzzaman bu noktada. Ağzımıza bir lokmayı atarız. Ancak ne o lokmanın sindiriliş sürecini yönetiriz ne de bedene dağıtılışına muttali oluruz. Sadece ağzımıza koyarız, o kadar...

Peki, tam da burada, yani ubudiyet cihetinde, Bediüzzaman acz ve fakrımıza neden vurgu yaptı? Ben bunu biraz şöyle anlıyorum: Acz ve fakr, parça olarak ayrı bir şuur sahibi olan ve anlamak için kardeşlerini de parçalamaya meyyal olan insanın yüzünü tekrar bütüne çeviren iki ihtarcı ayakbağıdır. Biz bir bütünün parçası olduğumuzu ve bütünün anlamına hizmet etmedikçe bir hiç olduğumuzu en çok aczimiz ve fakrımızla anlarız. Parçanın parça olduğunu idraki aczini ve fakrını hissetmesiyle olur. Kendisinde bir güç olmadığını farkeden ve buna rağmen birçok şeye ihtiyaç duyduğunu anlayan parça bütüne koşar. Şeytandan vesvese gelen kul Allah'a sığınır. Açlık çeken Rezzak'ı arar. Merhamete ihtiyaç duyan Rahman'ı soruşturur. Aczimiz ve fakrımız ile ubudiyet cihetimiz arasındaki bağ sanıyorum biraz da bununla ilgili. el-Esmaü'l-Hüsna bütünün anlam kodlarıdır. Parçanın parçalığında boğulmaması, 'bir öpmekte batmaması' için bütüne bakmaya ihtiyacı var. Ve bizi bütüne en çok baktıran yaralarımızdır. Hasretini çektiklerimizdir. Yokluklarında eksik kalmasaydık bizden fazlası olduğunu hiç düşünmeyecektik.

6 Haziran 2016 Pazartesi

Güzeller güzelliğin mülküdür

Ne yazık arkadaşım. Bize esmaü'l-hüsnadan bir tecelli bahşedildiği zaman hemen ‘mülkümüz olduğunu’ sanrılıyoruz. Yani, hâşâ, sanki koparılmış da bir parçası bize verilmiş gibi tahayyül ediyoruz. Tuttuk mu kalır. Avuçlarımızı sıkarsak çıkmaz. Geri alınmaz. Böyle zannetmekte elbette hata var. Çünkü bize bağışı Rahman'ın hazinesinden eksilmez. O öyle bir Malik-i Hakikî'dir ki verdiği mülkünden çıkmaz-çıkamaz. ‘Ondan’ fakat ‘Onda kalarak’tır tüm hediyeleri. (6. Söz'deki kıssayı hatırla tam şimdi. Allah emanet verdiğini senden satın alıyordu.)

Hiçbir fakirin istifadesi o Sultan’ın hazinesini eksiltemez. Neden? Çünkü ancak çıkan eksilir. Çıkaramaz ki mülkiyet alanından eksiltebilsin. Kendisi çıkamayan neyi çıkarabilir? (Rahman sûresinin 33. ayetiyle de mühürlenmiştir bu hakikat.) Yani ki: O Sultan’ın bağışı mülkünden bir kısmını mülkü-dışı bir alana verişi değildir. Mülkünü, yine mülküne, yine mülkünde kalarak emanetidir.

Arkadaşım bize bunu sandıran biraz da eyleyebildiklerimiz dikkat edersen. Bizdeki tecellinin irade-i cüziye kadarcık olsun bizden etkilenmesi onun ‘mülkümüz’ olduğunu düşündürüyor. 'Koparılmış' aldanmasına yol açıyor. Seçim yapabildiğimiz her alanda mülkiyeti parçalayabildiğimizi sanıyoruz. Aldanıyoruz.

Halbuki biz güzel olsak da güzelliği mülk edinemiyoruz. Ne tutabiliyoruz ne kuşatabiliyoruz. Ancak misafir ediyoruz. Birşeyi mülk edinmek tekeline almak gibidir. Bir evin hakiki sahibi olduğun zaman o ev başkasının olamaz. Başkasının da oluyorsa sen hakiki sahip değilsindir. Her istediğini yapamıyorsundur. Belki misafirsindir. Sahibin izniyle kalıyorsundur. O istediğinde misafirliğin de biter.

"İman aksinin imkansızlığıyla birlikte varolur!" demiştim bir diğer yazıda. Bu şu demektir: 'La ilahe' ile olur ancak 'illallah.' Şirkin yokluğuyla birlikte varolur tevhid. İkisi birden olamaz. Allah ancak İslam'ın anlattığı gibi bir Vahid-i Ehad olabilir. İlahlık seviyesinde bir kemal şirk kiriyle birlikte varolamaz. Kusursuzluk kusurlanamaz. Sınırsızlık sınırlanamaz. Sonsuzluk sonlanamaz. Halbuki şirk kokulu her ifade sonsuza bir sınır çizer. Diğerine alanı öyle açar.

Onun uluhiyeti ikinci bir ilahı sadece ‘gereksiz’ değil ‘imkansız’ da kılar. Çoklu yaratıcı tasavvuru ilahlığa yakışmayacak bir sınır tasavvurudur. "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki, arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir..." hakikatinden aldığımız derstir bu. "Temizlik imanın yarısıdır!" buyuran Aleyhissalatuvesselam da imandan önce giriştiğimiz putkırıcı hamleye işaret eder. (Bir işareti de bunadır.) Evet. Önce aksini ‘la’ ile süpürür sonra istikameti gönlümüze doldururuz. Yarısı gayrısının temizliğiyle şekillenir imanın. Gayrısını temizleyemeyenin imanı da yarım kalır.

Nerelere gittik? Yine uçtu gitti kalemim. Geri dönmeyi deneyelim: Bu kainatta güzel olan her ne varsa hepsi güzellik sıfatından pay sahibidir. Bir sıfatı ortaklaşa kullanırlar adeta. Birisinin güzelliği diğerininkini gözden düşürmez. Birisinin mezkûr sıfattan istifadesi diğerininkine engel olmaz. O halde sahipleri değiliz hiçbirimiz bu sıfatların. Işıkla aynaların hali gibidir böylesi sıfatlarla durumumuz. Demek biz bu sıfatları hakikaten elegeçiremiyoruz. Hiçbirisi gerçekten ‘bizim’ olmuyor. Ya? Bizle oluyor. Bizde oluyor. Bize oluyor.

Işık, yansımakla aynanın, aydınlatmakla nesnenin mülkü olmadığı gibi bu sıfatlar da bizde mülk olamıyor. Belki tam tersi bir şekilde biz o sıfatın mülkü oluyoruz. Biz güzelliği elegeçirmiyoruz. Güzellik bizi elegeçiriyor. ‘Işığın aynayı elegeçirişi’ aynı zamanda ‘aynanın ışığı elegeçirişi’ değildir. Burada ayna ancak istifade edendir. Işıktır aslında onu elegeçiren. Belki mazhar olduğumuz her esmaü'l-hüsna tecellisi üzerimizde işleyen yeni bir fetih hareketi. Böylesi her tasarruf binler esmanın bayrağıyla bizim yalnız Allah'ın mülkü olduğumuzun ilan edilişidir. Hiçbirisine karşı mukavemetimiz yoktur. Elhamdülillah. Evet. Elegeçiriliyoruz. Her an üzerimizde yeni fetihler oluyor Allah'ın iradesiyle.

Bu açıdan bakınca Bediüzzaman'ın ‘terzi-model’ örneği daha bir zenginleşiyor gözümde. Nasıl? Açayım: Bu oturmalar-kalkmalar oturmayı-kalkmayı mülk edinmemiz değil aslında. Elbise bizim değil. Biz modellik ücretiyle elegeçirildik. Varolmak öyle karşıkonulmazdı ki varolduk. O kadar güzeldi ki mestolduk. Gayrı o elbise üzerimizdeyken yapılan herşey terzinin bizim üzerimizdeki hakkıdır. Karşı koyamayız. (Şehir Fettah'ın mülküdür.) Ki zaten meftunuyuz o değişmelerin. Allah'ın mülkü olduğumuzun bir delili de şudur bence arkadaşım: Esması elegeçirdikçe canlanıyoruz. Daha daha farklı şekillerde de Onun mülkü olduğumuzu anladıkça hayat kuvvet buluyor bizde.

Belki de o yüzden mürşidim Mesnevi-i Nuriye'sinde diyor:

"Mümkün ünvanı altındaki eşyanın vücudunda tagayyür var. Yani keyfiyetleri-halleri değişir. Binaenaleyh, mümkün olan birşeyin dâima bir halde tevakkuf ve sükût etmekle atâlette kalması, o şeyin ahval ve keyfiyetleri için bir nevi ademdir. Çünkü, o şeyin istikbal halleri ademde kalır. Yol bulup vücuda gelemez. Adem ise, büyük bir elem ve bir şerr-i mahzdır. Binaenaleyh, faaliyette lezzet olduğu gibi, ahval ve şuûnatta da bir tebeddül olup, bu tahavvül ve tebeddülden neş'et eden teessürat, teellümat, bir cihetten çirkin ise de birkaç cihetten de güzeldir. Evet birşeyin şekillerinde vukua gelen devir ve teslim sırasına gidenler müteessir, gelenler de memnun olurlar. Ve bu sayede hayat tasaffi eder, temizlenir. Vücut da teceddüd eder..."

Sahi: Hayatın hakikati neden üzerimizdeki esma tecellilerinin değişmesi olmasın? Akıntının şiddeti neden vücudun bu çeşidini göstermesin? Hareket-mekan-zaman arasında bir ilgi var. Belki hayatın da bu döngüde yeri var? Belki de varoluşun en hareketli-renkli halidir hayat. Neden olmasın? İşte böyle şeyler kalbime doldu bu gece de arkadaşım. Beğenirsen senin kalbinde de yatıya kalsın. Yerini yadırgamaz hiç. Korkma. Çünkü nihayetinde kalplerimiz de Allah’ın evidir.

27 Nisan 2015 Pazartesi

Reklamlar, cennetinden çıkarmak içindi, seni!

"Hiçbir tür dünyadaki tüm yaşamı sahiplenemez."
Daniel Quinn, İsmail'den.

'İsmail' isimli belgesel romanında Daniel Quinn insanlığı iki kısım olarak sınıflandırır: 'Alanlar' ve 'Bırakanlar.' Alanlar'ın düşünce yapısını şöyle ifade eder: "Bizi tek şey kurtarabilir: Dünya üzerindeki hakimiyetimizi arttırmalıyız. Tüm bu yıkımın sebebi dünyayı fethetmemiz. Ama hakimiyetimiz mutlak olana dek fethe devam etmeliyiz. O zaman, yani kontrolü tamamen ele aldığımızda, herşey yoluna girecek..." Bırakanlar'ın ise hâkim olmaya çalışmazlar. Uyum sağlarlar. Sahibi değil parçası olurlar. Ancak 'Alanlar' en nihayet hiçbirşeyi bırakmamaya karar vermişlerdir: "Gezegenimiz tarihinde bir tür, o türün de tamamı değil, 'Alanlar' olarak adlandırdığım tek bir kolu, bu yasaya meydan okumaya çalıştı. Onbin yıl önce bu insanlar dedi ki: 'Yeter artık. Bitti. Bu yasanın insanlar için bir bağlayıcılığı yok.' (...) Ve şimdi, beş yüz neslin ardından, bu yasaya karşı gelen tüm türlerin ödemek zorunda kalacağı cezayla karşı karşıyalar." Quinn'e göre dünyada yaşanmaya başlanılan küresel felaketler giderek yaklaşan kıyametin habercileridir.

Zahidlik, sadece dünya zevklerinden el-etek çekme olarak anlaşılırsa, yanlış anlaşılmaz ama, eksik anlaşılır bence. Zühd bir işgalcinin korkusudur. Zahidlik, özünde, varlığının Allah'ın varlığı yanında neredeyse yokluk olduğunu farkeden, bu idrakle Ona dair olmadığı yerde varolmamaya çalışanın ahlakıdır. Az yemek, az konuşmak, her abesten uzak durmak... Bu 'daha az varoluş'un altmaddeleridir onlar sadece. Yani zahid kendisini 'bizzat varolmaya değer' bulmaz. Varlık bahsinde konunun kendisi olmadığını bilir. Gösterilmesi gerekeni gösteriyorsa varlığı anlamlıdır. Yoksa varsa da yoktur. "Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır."

Zühdün sultanları kalplerimizi titreten menkıbeler bırakarak gittiler. Lezzeti şükür için isteyenlerin yolu ufkumuzda ümit, kendiliğimizde yeis, göğsümüzde mübarek bir yük oldu. Evet. Yaşanması güç. Yaşayacaklar güçsüz. Onlar gibi değiliz. Olamıyoruz. Farkındayız. Ama en azından hayretini bırakmamalıyız. Duasını korumalıyız. Onlar gibi olamamaktan 'keşke' demekle bile olsun tevbe etmeliyiz. Keşkelerin en güzeli keşke dediğin şeyin gerçekleşmesi için dua da etmektir. Duayla tevbe burada kardeş olur. Hakkında dua edilen, bir açıdan da, mahrum kalınmasından tekrar tevbe edilendir. Fazlasını arzulamak eksiğinden pişmanlıktır. Hem Aleyhissalatuvesselam buyurmuş: "Pişmanlık tevbedir."

İmansızın da korkusu olur ama takvası olmaz. Takva imanlı insanın korkusudur. İmansa, Bakara sûresinin hemen başında beyan edildiği gibi, gayba inanmakla başlar. Şahit olduğundan daha fazlasının varlığına inanmakla. Bu zihin açıklığını elde etmekle. Kalbi bu derece genişletmekle. İnsan bu vüsate erdi mi 'bizzat' kaldığı anlardan rahatsızlık duyar. Kendinden fazlasına iman eden görünmekten rahatsız olur. Göstermek ister. Gösterirken görünürse tamamdır. Ama göstermeden görünmek yokluktur. Ötesini göstermeyen görünüş zulümdür. Örtmektir. Kirletmektir. Sinemada ayağa kalkıp perdenin görünmesine engel olmaktır. Varlığının perdeliğini farkeder. Varlığının bizzat kaldıkça tehlikesini derkeder. Küfür büsbütün perdeliktir. Ama mü'min de gafletiyle perdelik edebilir.

'Fefirru ilallah.' Kaçmak kaçılan yerde daha az varolmaktır. Hatta mümkünse hiç varolmamak. Varlığını koştuğun yere taşımaya çalışmaktır. Sığınmak sığınılan yerde daha çok varolmaktır. Hatta mümkünse onda fani olmak. Bu yüzden Kur'an'a hep 'euzü'yle başlarız. Bu bir açıdan da şöyle dua etmektir: "Allahım varlığımı seni gösterenlerin alanına taşı, İblis'in gölgeliğinde bırakma." Kibir, israf, gevezelik, oburluk, cimrilik, yalancılık gibi pekçok kem haslet, varlığının arızîliğinin farkında olmayan, aynalığını kendiliği adına işgal etme hırsında bulunanların özellikleridir. Dikkat buyurun. Günahlarda hep bu vardır. Günah ardını göstermeden varoluşudur. Bir ameli Rabbiyle bağını kesmeden günaha çeviremezsiniz. Kesilince günahlaşır.

Bediüzzaman'ın da ifade ettiği gibi: Maksadın Esmaü'l-Hüsna'ya aynalık olduğunu bilenler için 'Bir ân-ı seyyale kâfidir.' Bu kadarcık varolmak yeterlidir. Kalmaya ihtiyaç yoktur. Ona dair olmak boyların-boyutların en uzunudur. Ân-ı seyyale, iki şimdiyi bile kaldıramayacak kadar kısa bir varoluş manasını taşıyorsa şayet, 'Vücudun en az yer işgal eden şeklidir' diyebiliriz. Şahitlik anla da olur. Anlamak zaten an'lamaktır. Bundan sonrası, yani daha fazla kalma arzusu, risk kokar. "Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır." Evet. Amelde vücud var. Niyette vücud yok. Amelde kalmak var. Niyette kalmak yok. Yokta imtihan yok. Varda imtihan hep var. İnsan iki şekilde de varolabilir çünkü: Allah için veya kendisi için. İki şekilde de mülk edinebilir: Allah adına veya kendi adına. Kaldığınız zaman imtihan anlara yayılır kaçınılmaz olarak. Anlar biteviye tekerrür eden bir sınavdır.

Dikkat ederseniz günahların kökeninde bu 'daha çok varolma' arzusunun izlerini görürsünüz. Zaten 'kuvveler' dediğimiz şeyler de varlığımızı hissettiğimiz ana damarlardır. Vücud açlığımızın üç tezahürüdür. Kuvve-i şeheviye de, gadabiye de, akliye de bir şekilde varlığa hizmet eder. Bir kere varolan her kere varolmak ister. Yokluğuna 'Ol!' buyrulan, varlığından o kadar mutlu olur ki, bir daha 'yokol'mak istemez. Biz buna aşk-ı beka da diyoruz. Hayatımızdaki bütün aşklar aşk-ı bekanın gölgeleridir aslında. Güzellik bize ölümü unutturandır. Varedene karşı duyulması gereken aşk varoluşa karşı yönelmiştir. Hatanın başı da burasıdır.

Yine mürşidimin, 'ben ve benim, o ve onun diyebilme yetisi' olan eneyi "(...) zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir..." diye tarif etmesi, işte, meselenin bu en temel arzuya bakan tarafını anlatıyor belki. Yani, varoluşu Allah'a dair bıraktıkça cennet, kendiliğimiz adına işgal ettikçe cehennem. Vazgeçtikçe cennet. Tuttukça cehennem. Çünkü tuttuğumuzda ömrü kısalıyor. Bizden ibaret kalıyor. Halbuki o tecellinin sonsuza dair olmak imkanı da var.

Hepimiz duymuşuzdur. İblis'in, Hz. Âdem aleyhisselam ile Havva annemizi kandırırken, şöyle bir yol izlediği anlatılır: Yasak meyvenin cennette sonsuza kadar kalmalarının tek yolu olduğunu söyler onlara. Bu bilginin sıhhatini bir tarafa bırakırsak, en temel şeye, yani aşk-ı bekaya dokunan yanıyla anlamlı geliyor bana. Bir insanı cennetinden nasıl çıkarırsınız? Helal olmayan bir fiile/mülke en temel arzusunu manipüle edip yönlendirerek... İblisin gerçekten insanı çok iyi tanıyor. Zira reklamcılığın özü hâlâ bu derstedir. Evet. Reklamlar da izleyicisini zaten yaşamakta olduğu cennetten uzaklaştırır. Ve elinde olmayanı cennet gösterir.

Zahidlik, eğer böylesi bir mülk idrakine yaslanıyorsa, savaşsız bir şekilde insanı kendinde tutar. Takvası tasannu olmaz. İçindeki taşlar yerine oturur. Çünkü zaten doğal olanın, fıtrî olanın, aksi düşünülemez olanın bu olduğunu bilir. 'Olması gereken şey' olduğunu düşünerek onu yaşar. Fakat bunun dışında insanın ikinci niyetlerle zahidlik yapması taklit kalır. Kendisinden murad olunan kemali vermez. Hatta böylelerinin takvası onları mutaassıplaştırır. Hesap soruculuğunu arttırır. Maddeten sahip olmadığı dünyaya hesap sorucu olarak sahip olmaya çalışır.

Allah bizi öyle imtihanlara uğratmasın. Mülke bakışı herhangi bir seküler gibi olan dindarın, dünya kollarını ona açtığında, ona hayır diyebilmesi mümkün olmaz. Tamam. Dünya ona gülmüyorken o da dünyaya küsebilir. Fakat ya galip geldiğinde? Ya güçlü olduğunda? Ya cebi dolduğunda? Ya... Ya...

Zafer zamanları tevbe zamanlarıdır. Nasr sûresindeki derstir bu. "Bir mülkü zâhiren mülküne katıyorsun, bu katma işi zor iştir, imtihanlı iştir, dikkatli ol!" demektir bence bu bir nevi. Ve nihayetinde zühd, bizzat lezzetten değil, lezzetin bağlı olduğu sahiplikten vazgeçmektir. Mülksüzlükteki asıl lezzete erişmektir. Öyle ya, lezzet, şeylerin varlığa hizmetini hissettirendir sadece. Lezzeti bu yüzden ararız. Burasından varlığı tanırız. Tanımak için kullandığımız aracı esas gaye sanmayalım. Zühdle lezzetlerden değil gidişiyle acı veren lezzetlerden vazgeçiyoruz. Onlar incitmesin diye sahiplenmiyoruz. Mülkleştirmenin doğru olmadığını firakın sancıları zaten haykırıyor bize. Yanıyoruz. Yanıyoruz. Yanıyoruz. Neyse. Sözü epeyce uzattım arkadaşım. Seni de yordum. Ne diyelim: Hak Teala cümlemize emanetçiliğin hakiki rüşdünü ilham eylesin. Âmin. Âmin. Âmin...

14 Eylül 2014 Pazar

Bank Asya'ya bakarken Hz. İbrahim'i hatırlamak: "Batıp gidenleri sevmem..."

"Bir nesnenin değeri, onunla ulaşılanda değil, onun için ödenen bedeldedir. Onun bize kaça mal olduğundadır. Bir örnek veriyorum: Liberal kurumlar, ulaşılır ulaşılmaz, liberal olmaya son veriyorlar. Sonra da liberal kurumlardan daha kötü ve daha temelden özgürlüğe zarar veren bir kurum kalmıyor." Nietzshe, Alacakaranlık'tan...



Geçtiğimiz dönemin Karakalem seminerlerinden birisinde (yanlış anımsamıyorsam final semineriydi) Metin Karabaşoğlu abi Mülk sûresini analiz etti. Daha giriş kısmında "Kur'an'da 'mülk' isminde bir sûre neden bulunsun ki?" sorgulamasıyla başlayan seminer, Kur'an'dan Ene Risalesi'ne uzanan kollarıyla bize şunu söyledi: "Doğru bir mülk algısına sahip olursanız ancak, vahye ve varlığa doğru bir şekilde bakarsınız. Eğer mülk algınızda (veya bir derece açmak için 'sahiplenmenizde' diyeyim) bir sorun varsa, o nazarla elde edeceğiniz sonuçlar, yapacağınız çıkarımlar da arızalı olur..."

Bunu; kâh hayatın içinden, günübirlik örneklerle; kâh "Benim bedenim, benim kararım!" cümlesiyle özdeşleşen kürtaj tartışmaları eşiğinde tefekkür ettik. Seminer, benim hem Mülk sûresine, hem Ene Risalesi'ne, hem de 'mülk' kelimesinin geçtiği her yere bakışımı ciddi etkiledi diyebilirim. Eh, Kur'an'ı bir kitap gibi okumak başka, bir mürşid gibi okumak başka. Farkı nasıl mı anlarız? Okuduğun, nazarını etkiliyorsa, mürşidindir. Ezber kalıyorsa, hatta kalmıyorsa, kitaptır. Yahut şöyle ifade edeyim: Bakış açısı öğretiyorsa, mürşidindir. Salt done veriyorsa, kitaptır. Veyahut da şöyle diyeyim: Bitirip kapattığında seni bırakmıyorsa, mürşidindir. Yitip gidiyorsa, kitaptır.

Peki, mülk algımızın Ene Risalesi'yle ne ilgisi var? Bağlantıyı kuramayanlar için şu kısmı paylaşayım:

"İşte, Cenâb-ı Hakkın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazîve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer, onunla muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz eder. 'Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur' diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücüklerle onların mahiyetini yavaş yavaş anlar."

Yani bizdeki sahiplenme gücü/güdüsü veya metinde geçen ifadeyi tırnaklarsak; 'ene' aslında sahip olmadığımız şeylere 'mış gibi' sahip olarak Allah'ın malikiyetini, esmasını, şuunatını anlamamızı sağlayan birşey. Bir yetenek, bir öğretmen, bir okul, yahut da bir okuma formülü. Fakat bazı zaman oluyor ki, tıpkı kürtaj tartışmalarında olduğu gibi, anahtar bizzat kapının en büyük problemi haline geliyor. Yani bir nevi, anahtar kapının içinde kırılıyor, artık çilingir çağırsanız bile işi öncekinden daha zor. Araç, engele dönüşüyor.

Bence ene'nin sahiplenmeyle bağı, dolayısıyla onu sekülerleşme/dünyevîleşme ile de ilintiliyor. Hatta diyebiliriz ki: Enenin suistimalidir ki, bizzat sekülerleşmenin kendisidir. Yani mülkle kurulan sorunlu sahiplik ilişkisi, Karunca ifade edersek; "Bu bana ilmimle verildi!" algısı, bizim bugünlerde hakkında çoklukla şekva ettiğimiz sekülerleşmenin asıl adıdır. Ve eğer daha 'bizden' bir şekilde söylenmesi gerekiyorsa, yazılacak şudur: Dünyanın kollarını bize açması, bizim Kur'an'dan ders aldığımız eşya algımızın dengesiyle oynamıştır. Bunun altbaşlıkları ise: İsraf, sefahet ve fısktır.

Ancak daha evvel kaleme aldığım bir yazıda da altını birazcık çizdiğim gibi; bence, aslında bütün günahlarımızın izini sürüp gitsek, içimizdeki yanlış bir mülk algısına, yanlış bir sahiplenmeye dayandığını görürüz. Hatta bize emredilen ibadetlerin bile bu mülk algısındaki sakatlıkları tedavi etmeye yönelik etkileri var. Mesela; namazın zamanla, zekatın malla, orucun rızkla, haccın mekanla vesaire. Allah'ın (c.c.) bizdeki mülk algısını düzeltme yöntemi; mülkünden bir kısmını bizden istemesi ve bizim istediği gibi Ona geri vermemiz şeklindedir. "Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, onlara karşılığında cennet vermek suretiyle satın almıştır!" ayet-i celilesinden tutun daha nice nice ayetler bu manayı deruhte ediyor. Yine bu gözle bakarsanız, Bediüzzaman'ın, Risale metinleri içinde çoklukla kullandığı misaller de benzeri bir algı düzeltme yeteneği içerir. Mesela; terzi ve model örneği:

"Mâdem hayat Esmâ-i Hüsnânın nukuşunu gösterir; hayatın başına gelen Herşey hasendir. Meselâ, gayet zengin, nihayet derecede sanatkâr ve çok sanatlarda mâhir bir zât, âsâr-ı sanatını, hem kıymettar servetini göstermek için, âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil, bir saatte murassâ, musannâ, yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler verir, tebdil eder; hem, her nevi sanatını göstermek için keser, değiştirir, uzatır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam, o zâta dese: 'Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun' demeye hak kazanabilir mi? 'Merhametsizlik, insafsızlık ettin' diyebilir mi?"

Yazıyı uzatmamak için alıntılayamasam da buna ilaveten 4. Söz'deki 24 altın hikayesini, hatta Küçük Sözler'deki hikayelerin tamamını bu gözle okumanızı isterim. Hakikaten o misallerin neredeyse tamamı mülke dair bakışımızı, sahiplik algımızı ıslah etmek için yazılmış gibi. Bediüzzaman'ın hepsinin içinde söylediği şu: "Senin olanı bağışlamıyorsun. Sana emanet edilmiş olanı, emanet edenin rızası doğrultusunda kullanmakla sınanıyorsun."

Nereden nereye geldik. Ben aslında size bu yazıda başka birşey anlatacaktım. Bu sıralar biliyorsunuz Gülen Örgütünün en büyük derdi Bank Asya'nın batmaması. Tabii bu batışı engelleyebilmek için cemaat tabanındaki fedakâr insanları da bir seferberliğe zorluyorlar. Onlar 'teşvik etmek' deseler de bu bir teşvik değil bence. Manevî bir istibdat.

Sırf Bank Asya batmasın diye evlerini, arabalarını bile satmalarını istiyorlar insanların. Neleri varsa yatırmalarını söylüyorlar. Hatta ehl-i takva sandığımız kerli ferli abilerimiz bile "Başka bankadan faizle kredi çekin, götürüp Bank Asya'ya yatırın!" paylaşımlarında bulunuyorlar. Doğrusu; akl-ı selim değil bu. Bir cinnet. Bediüzzaman'ın Bakara sûresinin üçüncü ayetinden çıkardığı sadaka şartlarından; 'Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek...' hükmüne de aykırı. Fakat bu arkadaşlar, onlara bu tarz vahyin dengesini içeren uyarılar yaptığınızda sizi dünyevîleşmekle, kendilerini ise feragat mesleğinin dibini bulmakla damgalıyorlar. Halbuki; ben asıl onları dünyevîleşmiş buluyorum. Hem de çok sinsi bir dünyevîleşme bu. Bireysel değil kitlesel. Yine ene'nin arızasından alıyor gücünü:

"Evet, ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşv ü nemâ bulur, gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanın her tarafına yayılır, koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel' eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle âdetâ ene olur. Sonra, nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder."

Demek insan sadece kendi adına sahiplenmiyor eşyayı. Bazen de 'nevin enaniyeti' veya 'asabiyet-i neviye ve milliye' şeklinde görünebiliyor bu sekülerleşme. Normalde baksan birey birey hepsi zühd sahibi gibi. Fedakâr. Fakat birazcık cemaatlerinin/nevlerinin enaniyetine, yani cemaat adına sahip oldukları(!) şeylere dokunsan, canlarına ateş değdirmişsin gibi şiddetle tepki veriyorlar. Dersanelerini camilerle eş, Bank Asya'larını Uhud'daki okçu tepesiyle bir tutuyorlar. Cemaat adına sahip oldukları her kuruma, her binaya, her markaya Karun'un malına bağlandığı gibi bağlılar. Onlar için faizle kredi çekmeye, yani harama sapmaya hazırlar ve saptılar. Faniliğini veya fenasını akıllarına bile getirmek istemiyorlar. Karun'un malını hesap etmesi gibi okullarını sayıyorlar sürekli. (Gülen'in son beş nağmesini dinleyin, sürekli cemaat adına sahip olunan mülklerin vurgusu var: "Şu kadar okulumuz var, şu kadar ülkeye gittik, şu kadar insanız..." vesaire.)

Bence bu sekülerleşme birincisinden daha sinsi bir sekülerleşmedir. Çünkü birincisinin teşhisi kolay, fakat bununkisi zordur. Üstelik birincisinin yanlışta olduğunu gördüğünüzde kolay ilzam/ikna edersiniz, fakat bunlar bu bozuk mülk algılarına toz da kondurmuyorlar. Ne söyleseniz, onları ve hizmeti anlamadığınızın delili sayıyorlar. Peki, o halde Bediüzzaman'ın şu sözünü nereye koyacağız:

"Bil ki, şu âlemin fenâsından sonra sana refakat etmeyen ve dünyanın harabıyla senden mufarakat eden bir şeye kalbini bağlamak sana lâyık değildir. Hususan senin asrının inkırazıyla seni terk edip arka çeviren ve bahusus berzah seferinde arkadaşlık etmeyen ve hususan seni kabir kapısına kadar teşyî etmeyen, hususan bir iki sene zarfında ebedî bir firakla senden ayrılıp günahını senin boynuna takan, hususan senin rağmına olarak husulü ânında seni terk eden fâni şeylerle kalbini bağlamak kâr-ı akıl değildir."

Peki ya Ebu Hanife'yi (k.s.)? Hani gemisinin battığı söylendiğinde elini kalbine koyup 'Elhamdülillah!' diyen Ebu Hanife'yi? Sonra "Batan gemi seninki değilmiş!" diye tekrar geldiklerinde yine elini kalbine koyup 'Elhamdülillah' diyen Ebu Hanife'yi? Her ikisinde de 'mufarakat eden birşeye kalbini bağlama'dığından mutlu olan Ebu Hanife'yi?

Sahi onu nereye koyacağız? Farz edelim bankanız battığında, siz, elinizi kalbinize koyup 'Elhamdülillah!' diyebilecek misiniz? Başta tırnakladığım Nietzshe'nin tabiriyle; ödüyor olduğunuz bedelin, onlarla ulaşacaklarınıza değeceğini düşünüyor musunuz? Halbuki; "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır; dönüş de ancak O'nadır." Keşke bunu idrak edip, İbrahim (a.s.) gibi; "Batıp gidenleri sevmem" diyebilseydiniz.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...