Zühd etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Zühd etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Nisan 2024 Cumartesi

Rolex'i Bahadır Yenişehirlioğlu'nun ne zaman 'helali' olur?

 

"Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. 'Hâkim benim' der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak..." İktisat Risalesi'nden.

Kur'an bizi "Yapmayacağınız şeyleri niye söylüyorsunuz?" diye uyarıyor. Biraz da bu ihtardan dolayı 'zühd' tasavvufun özü olmuştur. Yani, hâl erbabı, iddialarının altına önce hayatlarıyla girmişlerdir. Çileler-riyazetler hep bunun içindir. Sûfî, âfâkta girişeceği davaların altına, enfüsünde bedel ödeyerek imza atar. İmzası bizzat yaşantısıdır. Vazgeçmişliğidir. Geri duruşudur. Takvasıdır. Hatta, âvâma helal olanları dahi, kendisi için haram bilmesidir bazı. Hadisin buyurduğu gibi 'şüpheli şeylerden kaçınmak'ta ziyade çaba göstermesidir. Belki, İmam-ı Âzâm rahimehullah misali, 'Ya faiz olursa?' endişesiyle borçlusunun gölgeliğinden kaçınmasıdır. Halbuki mezhebinde faizin böyle bir türü yoktur. Allah dostları elbette bilirler ki, fıkh-ı zâhirden başka bir de fıkh-ı bâtın vardır ve fıkh-ı bâtın ziyade hassasiyet kaldırır.

Bediüzzaman Hazretleri, İktisat Risalesi'nde, o büyüklerden pek ulu birisinin, Abdülkadir Geylanî Hazretlerinin bir menkıbesini anlatıyor:

"Bir zaman, Hazret-i Gavs-ı Âzam Şeyh Geylânî'nin terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın birtek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan zaafiyetiyle, validesinin şefkatini celb etmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs'ın yanına şekvâ için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş: 'Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!' Hazret-i Gavs tavuğa demiş: 'Kum biiznillâh!' O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemet ve mevsuk çok zatlardan, Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zâtın bir kerameti olarak, mânevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: 'Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin.'"

Mürşidimse bu menkıbeden aldığı dersi bize şöyle özetliyor:

"İşte, Hazret-i Gavs'ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir."

Ben, Bahadır Yenişehirlioğlu Bey'in kolundaki Rolex'e, siyasetçiliğinden ziyade, sûfîliğinden dolayı bir parça iliştim. TRT'de Mesnevî'den Hikâyeler anlattığını biliyordum. Tasavvufla ilgili paylaşımlarını da görmüştüm. "Herhalde bu güzel meslekle bir irtibatı var..." diye düşündüm. Maşaallah. Allah hayırlı yolundan ayırmasın. Âmin. Öyle olduğu için, elbette, yaptıkları siyasetçiliği kadar sûfîliğiyle de tartılır.

Davası olan, her tavrında bir kere değil, bin kere dikkat etse yeridir. Zira "Yapmayacağınız şeyleri niye söylüyorsunuz?" tehdidinin dairesine girmek tehlikesi vardır. Zühdsüz tasavvuf olmaz. Zühdsüz halktan da olunmaz. Çünkü halk fakirdir. Bu İslam ümmeti imamlarını 'içinde' ister. Dolayısıyla kolunda Rolex'le böyle iddialara girilmez. Fıkh-ı zâhir açısından tertemiz almış olabilirsiniz o saati, birşey demem, fakat sûfînin mesul olduğu sadece 'zâhir' değildir. Bir de fıkh-ı bâtın var ki, onda, helal parayla aldığınız dahi size helal olmayabilir. Sınamanın da şöyle kolay bir yolu vardır: Rolex'inizi kolunuzdan çıkarıp çekiçle kırarsınız. Yaşananı kör nefsinize tokat sayarsınız. 'Sevdiklerinizden Allah rızası için vazgeçmek' çerçevesinde imtihan görürsünüz. Sonra da "Kum biiznillah!" dersiniz. Tekrar toparlanıp çalışırsa, aşkolsun, hiçbir zararı dokunmaz size. Helaldir. Lezzeti şükür için isteyenlerdensinizdir çünkü. Fakat, toparlanmıyorsa, dahası gönlünüz kolunuzdan çıkarmaya kıyamıyorsa, 'Eyvah!' demenin zamanıdır.

27 Nisan 2015 Pazartesi

Reklamlar, cennetinden çıkarmak içindi, seni!

"Hiçbir tür dünyadaki tüm yaşamı sahiplenemez."
Daniel Quinn, İsmail'den.

'İsmail' isimli belgesel romanında Daniel Quinn insanlığı iki kısım olarak sınıflandırır: 'Alanlar' ve 'Bırakanlar.' Alanlar'ın düşünce yapısını şöyle ifade eder: "Bizi tek şey kurtarabilir: Dünya üzerindeki hakimiyetimizi arttırmalıyız. Tüm bu yıkımın sebebi dünyayı fethetmemiz. Ama hakimiyetimiz mutlak olana dek fethe devam etmeliyiz. O zaman, yani kontrolü tamamen ele aldığımızda, herşey yoluna girecek..." Bırakanlar'ın ise hâkim olmaya çalışmazlar. Uyum sağlarlar. Sahibi değil parçası olurlar. Ancak 'Alanlar' en nihayet hiçbirşeyi bırakmamaya karar vermişlerdir: "Gezegenimiz tarihinde bir tür, o türün de tamamı değil, 'Alanlar' olarak adlandırdığım tek bir kolu, bu yasaya meydan okumaya çalıştı. Onbin yıl önce bu insanlar dedi ki: 'Yeter artık. Bitti. Bu yasanın insanlar için bir bağlayıcılığı yok.' (...) Ve şimdi, beş yüz neslin ardından, bu yasaya karşı gelen tüm türlerin ödemek zorunda kalacağı cezayla karşı karşıyalar." Quinn'e göre dünyada yaşanmaya başlanılan küresel felaketler giderek yaklaşan kıyametin habercileridir.

Zahidlik, sadece dünya zevklerinden el-etek çekme olarak anlaşılırsa, yanlış anlaşılmaz ama, eksik anlaşılır bence. Zühd bir işgalcinin korkusudur. Zahidlik, özünde, varlığının Allah'ın varlığı yanında neredeyse yokluk olduğunu farkeden, bu idrakle Ona dair olmadığı yerde varolmamaya çalışanın ahlakıdır. Az yemek, az konuşmak, her abesten uzak durmak... Bu 'daha az varoluş'un altmaddeleridir onlar sadece. Yani zahid kendisini 'bizzat varolmaya değer' bulmaz. Varlık bahsinde konunun kendisi olmadığını bilir. Gösterilmesi gerekeni gösteriyorsa varlığı anlamlıdır. Yoksa varsa da yoktur. "Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır."

Zühdün sultanları kalplerimizi titreten menkıbeler bırakarak gittiler. Lezzeti şükür için isteyenlerin yolu ufkumuzda ümit, kendiliğimizde yeis, göğsümüzde mübarek bir yük oldu. Evet. Yaşanması güç. Yaşayacaklar güçsüz. Onlar gibi değiliz. Olamıyoruz. Farkındayız. Ama en azından hayretini bırakmamalıyız. Duasını korumalıyız. Onlar gibi olamamaktan 'keşke' demekle bile olsun tevbe etmeliyiz. Keşkelerin en güzeli keşke dediğin şeyin gerçekleşmesi için dua da etmektir. Duayla tevbe burada kardeş olur. Hakkında dua edilen, bir açıdan da, mahrum kalınmasından tekrar tevbe edilendir. Fazlasını arzulamak eksiğinden pişmanlıktır. Hem Aleyhissalatuvesselam buyurmuş: "Pişmanlık tevbedir."

İmansızın da korkusu olur ama takvası olmaz. Takva imanlı insanın korkusudur. İmansa, Bakara sûresinin hemen başında beyan edildiği gibi, gayba inanmakla başlar. Şahit olduğundan daha fazlasının varlığına inanmakla. Bu zihin açıklığını elde etmekle. Kalbi bu derece genişletmekle. İnsan bu vüsate erdi mi 'bizzat' kaldığı anlardan rahatsızlık duyar. Kendinden fazlasına iman eden görünmekten rahatsız olur. Göstermek ister. Gösterirken görünürse tamamdır. Ama göstermeden görünmek yokluktur. Ötesini göstermeyen görünüş zulümdür. Örtmektir. Kirletmektir. Sinemada ayağa kalkıp perdenin görünmesine engel olmaktır. Varlığının perdeliğini farkeder. Varlığının bizzat kaldıkça tehlikesini derkeder. Küfür büsbütün perdeliktir. Ama mü'min de gafletiyle perdelik edebilir.

'Fefirru ilallah.' Kaçmak kaçılan yerde daha az varolmaktır. Hatta mümkünse hiç varolmamak. Varlığını koştuğun yere taşımaya çalışmaktır. Sığınmak sığınılan yerde daha çok varolmaktır. Hatta mümkünse onda fani olmak. Bu yüzden Kur'an'a hep 'euzü'yle başlarız. Bu bir açıdan da şöyle dua etmektir: "Allahım varlığımı seni gösterenlerin alanına taşı, İblis'in gölgeliğinde bırakma." Kibir, israf, gevezelik, oburluk, cimrilik, yalancılık gibi pekçok kem haslet, varlığının arızîliğinin farkında olmayan, aynalığını kendiliği adına işgal etme hırsında bulunanların özellikleridir. Dikkat buyurun. Günahlarda hep bu vardır. Günah ardını göstermeden varoluşudur. Bir ameli Rabbiyle bağını kesmeden günaha çeviremezsiniz. Kesilince günahlaşır.

Bediüzzaman'ın da ifade ettiği gibi: Maksadın Esmaü'l-Hüsna'ya aynalık olduğunu bilenler için 'Bir ân-ı seyyale kâfidir.' Bu kadarcık varolmak yeterlidir. Kalmaya ihtiyaç yoktur. Ona dair olmak boyların-boyutların en uzunudur. Ân-ı seyyale, iki şimdiyi bile kaldıramayacak kadar kısa bir varoluş manasını taşıyorsa şayet, 'Vücudun en az yer işgal eden şeklidir' diyebiliriz. Şahitlik anla da olur. Anlamak zaten an'lamaktır. Bundan sonrası, yani daha fazla kalma arzusu, risk kokar. "Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır." Evet. Amelde vücud var. Niyette vücud yok. Amelde kalmak var. Niyette kalmak yok. Yokta imtihan yok. Varda imtihan hep var. İnsan iki şekilde de varolabilir çünkü: Allah için veya kendisi için. İki şekilde de mülk edinebilir: Allah adına veya kendi adına. Kaldığınız zaman imtihan anlara yayılır kaçınılmaz olarak. Anlar biteviye tekerrür eden bir sınavdır.

Dikkat ederseniz günahların kökeninde bu 'daha çok varolma' arzusunun izlerini görürsünüz. Zaten 'kuvveler' dediğimiz şeyler de varlığımızı hissettiğimiz ana damarlardır. Vücud açlığımızın üç tezahürüdür. Kuvve-i şeheviye de, gadabiye de, akliye de bir şekilde varlığa hizmet eder. Bir kere varolan her kere varolmak ister. Yokluğuna 'Ol!' buyrulan, varlığından o kadar mutlu olur ki, bir daha 'yokol'mak istemez. Biz buna aşk-ı beka da diyoruz. Hayatımızdaki bütün aşklar aşk-ı bekanın gölgeleridir aslında. Güzellik bize ölümü unutturandır. Varedene karşı duyulması gereken aşk varoluşa karşı yönelmiştir. Hatanın başı da burasıdır.

Yine mürşidimin, 'ben ve benim, o ve onun diyebilme yetisi' olan eneyi "(...) zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir..." diye tarif etmesi, işte, meselenin bu en temel arzuya bakan tarafını anlatıyor belki. Yani, varoluşu Allah'a dair bıraktıkça cennet, kendiliğimiz adına işgal ettikçe cehennem. Vazgeçtikçe cennet. Tuttukça cehennem. Çünkü tuttuğumuzda ömrü kısalıyor. Bizden ibaret kalıyor. Halbuki o tecellinin sonsuza dair olmak imkanı da var.

Hepimiz duymuşuzdur. İblis'in, Hz. Âdem aleyhisselam ile Havva annemizi kandırırken, şöyle bir yol izlediği anlatılır: Yasak meyvenin cennette sonsuza kadar kalmalarının tek yolu olduğunu söyler onlara. Bu bilginin sıhhatini bir tarafa bırakırsak, en temel şeye, yani aşk-ı bekaya dokunan yanıyla anlamlı geliyor bana. Bir insanı cennetinden nasıl çıkarırsınız? Helal olmayan bir fiile/mülke en temel arzusunu manipüle edip yönlendirerek... İblisin gerçekten insanı çok iyi tanıyor. Zira reklamcılığın özü hâlâ bu derstedir. Evet. Reklamlar da izleyicisini zaten yaşamakta olduğu cennetten uzaklaştırır. Ve elinde olmayanı cennet gösterir.

Zahidlik, eğer böylesi bir mülk idrakine yaslanıyorsa, savaşsız bir şekilde insanı kendinde tutar. Takvası tasannu olmaz. İçindeki taşlar yerine oturur. Çünkü zaten doğal olanın, fıtrî olanın, aksi düşünülemez olanın bu olduğunu bilir. 'Olması gereken şey' olduğunu düşünerek onu yaşar. Fakat bunun dışında insanın ikinci niyetlerle zahidlik yapması taklit kalır. Kendisinden murad olunan kemali vermez. Hatta böylelerinin takvası onları mutaassıplaştırır. Hesap soruculuğunu arttırır. Maddeten sahip olmadığı dünyaya hesap sorucu olarak sahip olmaya çalışır.

Allah bizi öyle imtihanlara uğratmasın. Mülke bakışı herhangi bir seküler gibi olan dindarın, dünya kollarını ona açtığında, ona hayır diyebilmesi mümkün olmaz. Tamam. Dünya ona gülmüyorken o da dünyaya küsebilir. Fakat ya galip geldiğinde? Ya güçlü olduğunda? Ya cebi dolduğunda? Ya... Ya...

Zafer zamanları tevbe zamanlarıdır. Nasr sûresindeki derstir bu. "Bir mülkü zâhiren mülküne katıyorsun, bu katma işi zor iştir, imtihanlı iştir, dikkatli ol!" demektir bence bu bir nevi. Ve nihayetinde zühd, bizzat lezzetten değil, lezzetin bağlı olduğu sahiplikten vazgeçmektir. Mülksüzlükteki asıl lezzete erişmektir. Öyle ya, lezzet, şeylerin varlığa hizmetini hissettirendir sadece. Lezzeti bu yüzden ararız. Burasından varlığı tanırız. Tanımak için kullandığımız aracı esas gaye sanmayalım. Zühdle lezzetlerden değil gidişiyle acı veren lezzetlerden vazgeçiyoruz. Onlar incitmesin diye sahiplenmiyoruz. Mülkleştirmenin doğru olmadığını firakın sancıları zaten haykırıyor bize. Yanıyoruz. Yanıyoruz. Yanıyoruz. Neyse. Sözü epeyce uzattım arkadaşım. Seni de yordum. Ne diyelim: Hak Teala cümlemize emanetçiliğin hakiki rüşdünü ilham eylesin. Âmin. Âmin. Âmin...

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...