19 Temmuz 2017 Çarşamba
Hayy ve Kayyum neden kardeştir? (7): Neden tekrar tekrar vahiy geliyor?
Bu ayetlerin kendilerinden bir önceki ayet-i celilede zikredilen 'Hayy' ve 'Kayyum' isimleriyle yakın bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. Yani bu ayetlerde birbirlerine bakar pencereler olduğunu görüyorum. Nasıl? Belki biraz şöyle: Vahyin tedriciliği de bir açıdan Hayy ve Kayyum isimlerinin tecellisi. Ve bir açıdan delili. Veya Hayy ve Kayyum isimlerinin işaret ettiği/dayandığı şuunat-ı ilahî her ne ise 'vahyin tedriciliği' arkasında da aynı şuunat-ı ilahîyenin sırrı var.
Öyle ya! Bizler, bir saat ustasının yapıp, çalıştırıp, kendi haline bıraktığı saatler gibi değiliz. Değişiyoruz. Çarklarımız her an yepyeni hareketler yapmak zorunda kalıyor. Gelişiyoruz. Hayat dediğimiz şey zaten bu yüksek değişkenlik içindeki devamlılıkta tezahür ediyor. Değişken devamlılık hayat oluyor. Ahmed otuz yıldır Ahmed'dir ama her an başka bir Ahmed'dir. Bunu kendisi de bilir. Bir saat bilmiyor. Bir saat büyümüyor. Ama bir canlı büyüyor. Bir saat üremiyor. Ama bir canlı ürüyor. Bir saat hareket edemiyor. Ama bir canlı ediyor.
Böylesi detayların her biri saati her an yeniden saat ustasının elinde olmaya zorluyor. Saat her an yaratılmalı. Saat her an kollanmalı. Saat her an değişen şartlara uydurulmalı. Hem duvara, hem masaya, hem kola, hem daha sonsuz sayıda yere yakışmalı. Uyum sağlamalı. İşe yaramalı. Çalışmalı. Ustamız bizi kurup bırakmış olamaz. Bizimle ilgisi sürüyor. Aynı saatin girdiği farklı haller. Aynı saatin yaşadığı farklı değişimler. Bu anı anına uymayan tezahürler! Düşünüşler, hissedişler, yönelişler, keşfedişler, vazgeçişler... Mürşidimin tabiriyle zerrenin girdiği her yerde sanki bütün sistemi biliyormuş gibi kolaylıkla işlemesi. Bize, Ustamızın ilgisinin hiç kesilmediğini, her an bizi eylemekte ve bizde eylemekte olduğunu, onun elini çektiği bir anın yokluğa düşeceğini hatırlatıyor.
"Herbir zerrede, Vâcibü'l-Vücudun vücuduna ve vahdetine iki şahid-i sadık vardır. Evet, zerre, acz ve cumuduyla beraber, şuurkârâne büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla Vâcibü'l-Vücudun vücuduna kat'î şehadet ettiği gibi; harekâtında nizamat-ı umumiyeye tevfik-i hareket edip, her girdiği yerde ona mahsus nizamatı müraat etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcibü'l-Vücudun vahdetine ve mülk ve melekûtun mâliki olan Zâtın ehadiyetine şehadet eder. Yani, zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur."
Nasıl ki, canlılığımız, bir kerede canlı olarak yaratılmamıza ve sonra kendi halimize bırakılmamıza bakmıyor. Onu ayakta tutan hassas dengeler her anımızı ve her değişimi kuşatır bir şekilde korunuyor. Vücudumuzda bu dengenin korunması için her an büyük bir mücadele yaşanıyor. Büyük bir yardımlaşma görülüyor. Büyük bir hikmet işliyor. Büyük bir kudret çalışıyor... Aynen öyle de, insanın dünyaya gönderilişi, zamanı kuşatan varlığının devam ettirilişi ve küfrün ölümüyle ölmeyip vahyin nefesiyle hayatta tutuluşu da bir 'devamlı gözetişi' içeriyor. Sen, nasıl nefes alıyorsan, bu nefes seni nasıl canlı tutuyorsa, insanlık da vahyin nefesiyle canlı tutuluyor.
Vahyin bildirdiği hakikat de 'her zaman devam eden bu ilgiyle' ayakta tutuluyor. Seni, nefes nefes canlı ve yaratış yaratış var kılan Hayy ve Kayyum'dur ki, yine bu isimlerinin muktezası ve şanıyla, zamana yayılmış bir düzlemde, vahiy vahiy beşerin kalbini hayatta tutuyor, peygamber peygamber İslam'ın varlığını devam ettiriyor. Hem Kur'an'ı da ayet ayet, parça parça, kısım kısım indiriyor. Hem insanlığı da nesil nesil yaratıyor. Hem bir bebeği dokuz ayda dünyaya hazır hale getiriyor. Hem bir çocuğu onbeş yılda bülûğa erdiriyor. Hem... Hem... Hem...
Bu Hem hem'ler sayısınca Hayy ve Kayyum isimlerinin tecellilerini âleme yağdırıyor. Elhamdülillah. Biz de görüyoruz. Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatlarıyla ilgimizin asla kesilmediğini, asla kesilmeyeceğini, asla başıboş bırakılmayacağımızı, asla kör noktaya düşmeyeceğimizi, asla unutulmayacağımızı, asla tam bağımsız olamayacağımızı, hep abdullah kalacağımızı bu değişimlerden ders alıyoruz. Sabit birşeyin yapılıp bırakılması kesilen bir ilginin delili olabilirdi belki. Ama sürekli değişen birşeyin kırılgan tekdüzeliği, her an yeniden yaratılmaya duyduğu ihtiyaç, her an ona yeni yeni güncellemeler yapılması, her an yeni yeni aksesuarlar eklenmesi, her an yeni yeni özellikler, bilgiler, yetenekler kazandırılması, her gün yeni şiirler yazması...
Bütün bunlar şefkatli Ustasının ona ilgisini kesmediğine delildir. Sonsuz bir rahmet kesilmeyen bir ilgiyi iktiza eder. Kelamıyla kalbine her an ilhamlar yağdırdığı gibi, Semi ismiyle de her an duyar, Basir ismiyle de her an görür, Rezzak ismiyle her an başka başka şekillerde doyurur.
Zaten Hayy ve Kayyum isimlerinin bu kesintisiz ilgiyle olan ilgisini anlamakta en güzel bir örnek de annelerin çocuklarının her anını kuşatmaya çalışan şefkatleri değil midir? En nihayet yine yüzümü ayete dönerek bitiririm: "(Resûlüm!) O, sana Kitab'ı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak tedricen indirmiş, daha önce de, insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ile İncil'i indirmişti. Furkan'ı da indirdi. Bilinmeli ki Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir." Evet, sonsuz delilerle sana ilgisinin asla kesilmediğini isbat eden o Allahtır ki, zaten haberdar olduğu hatalara karşı kayıtsız kalmayacaktır. Günahlarımızın hakettiğinden o Rahman'ın lütfuna sığınırız. Âmin.
6 Haziran 2016 Pazartesi
Güzeller güzelliğin mülküdür
Hiçbir fakirin istifadesi o Sultan’ın hazinesini eksiltemez.
Neden? Çünkü ancak çıkan eksilir. Çıkaramaz ki mülkiyet alanından eksiltebilsin.
Kendisi çıkamayan neyi çıkarabilir? (Rahman sûresinin 33. ayetiyle de mühürlenmiştir
bu hakikat.) Yani ki: O Sultan’ın bağışı mülkünden bir kısmını mülkü-dışı bir alana
verişi değildir. Mülkünü, yine mülküne, yine mülkünde kalarak emanetidir.
Arkadaşım bize bunu sandıran biraz da eyleyebildiklerimiz dikkat
edersen. Bizdeki tecellinin irade-i cüziye kadarcık olsun bizden etkilenmesi onun
‘mülkümüz’ olduğunu düşündürüyor. 'Koparılmış' aldanmasına yol açıyor. Seçim
yapabildiğimiz her alanda mülkiyeti parçalayabildiğimizi sanıyoruz.
Aldanıyoruz.
Halbuki biz güzel olsak da güzelliği mülk edinemiyoruz. Ne tutabiliyoruz
ne kuşatabiliyoruz. Ancak misafir ediyoruz. Birşeyi mülk edinmek tekeline almak
gibidir. Bir evin hakiki sahibi olduğun zaman o ev başkasının olamaz.
Başkasının da oluyorsa sen hakiki sahip değilsindir. Her istediğini
yapamıyorsundur. Belki misafirsindir. Sahibin izniyle kalıyorsundur. O
istediğinde misafirliğin de biter.
"İman aksinin imkansızlığıyla
birlikte varolur!" demiştim bir diğer yazıda. Bu şu demektir: 'La ilahe' ile olur ancak 'illallah.' Şirkin yokluğuyla birlikte varolur
tevhid. İkisi birden olamaz. Allah ancak İslam'ın anlattığı gibi bir Vahid-i Ehad
olabilir. İlahlık seviyesinde bir kemal şirk kiriyle birlikte varolamaz. Kusursuzluk
kusurlanamaz. Sınırsızlık sınırlanamaz. Sonsuzluk sonlanamaz. Halbuki şirk
kokulu her ifade sonsuza bir sınır çizer. Diğerine alanı öyle açar.
Onun uluhiyeti ikinci bir ilahı sadece ‘gereksiz’ değil ‘imkansız’
da kılar. Çoklu yaratıcı tasavvuru ilahlığa yakışmayacak bir sınır tasavvurudur.
"Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka
ilahlar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek
ki, arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir..."
hakikatinden aldığımız derstir bu. "Temizlik
imanın yarısıdır!" buyuran Aleyhissalatuvesselam da imandan önce giriştiğimiz
putkırıcı hamleye işaret eder. (Bir işareti de bunadır.) Evet. Önce aksini ‘la’
ile süpürür sonra istikameti gönlümüze doldururuz. Yarısı gayrısının temizliğiyle
şekillenir imanın. Gayrısını temizleyemeyenin imanı da yarım kalır.
Nerelere gittik? Yine uçtu gitti kalemim. Geri dönmeyi deneyelim:
Bu kainatta güzel olan her ne varsa hepsi güzellik sıfatından pay sahibidir. Bir
sıfatı ortaklaşa kullanırlar adeta. Birisinin güzelliği diğerininkini gözden düşürmez.
Birisinin mezkûr sıfattan istifadesi diğerininkine engel olmaz. O halde sahipleri
değiliz hiçbirimiz bu sıfatların. Işıkla aynaların hali gibidir böylesi sıfatlarla
durumumuz. Demek biz bu sıfatları hakikaten elegeçiremiyoruz. Hiçbirisi gerçekten
‘bizim’ olmuyor. Ya? Bizle oluyor. Bizde oluyor. Bize oluyor.
Işık, yansımakla aynanın, aydınlatmakla nesnenin mülkü olmadığı
gibi bu sıfatlar da bizde mülk olamıyor. Belki tam tersi bir şekilde biz o sıfatın
mülkü oluyoruz. Biz güzelliği elegeçirmiyoruz. Güzellik bizi elegeçiriyor. ‘Işığın
aynayı elegeçirişi’ aynı zamanda ‘aynanın ışığı elegeçirişi’ değildir. Burada ayna
ancak istifade edendir. Işıktır aslında onu elegeçiren. Belki mazhar olduğumuz her
esmaü'l-hüsna tecellisi üzerimizde işleyen yeni bir fetih hareketi. Böylesi her
tasarruf binler esmanın bayrağıyla bizim yalnız Allah'ın mülkü olduğumuzun ilan
edilişidir. Hiçbirisine karşı mukavemetimiz yoktur. Elhamdülillah. Evet. Elegeçiriliyoruz.
Her an üzerimizde yeni fetihler oluyor Allah'ın iradesiyle.
Bu açıdan bakınca Bediüzzaman'ın ‘terzi-model’ örneği daha bir
zenginleşiyor gözümde. Nasıl? Açayım: Bu oturmalar-kalkmalar oturmayı-kalkmayı mülk
edinmemiz değil aslında. Elbise bizim değil. Biz modellik ücretiyle elegeçirildik.
Varolmak öyle karşıkonulmazdı ki varolduk. O kadar güzeldi ki mestolduk. Gayrı o
elbise üzerimizdeyken yapılan herşey terzinin bizim üzerimizdeki hakkıdır. Karşı
koyamayız. (Şehir Fettah'ın mülküdür.) Ki zaten meftunuyuz o değişmelerin. Allah'ın
mülkü olduğumuzun bir delili de şudur bence arkadaşım: Esması elegeçirdikçe
canlanıyoruz. Daha daha farklı şekillerde de Onun mülkü olduğumuzu anladıkça hayat
kuvvet buluyor bizde.
Belki de o yüzden mürşidim Mesnevi-i Nuriye'sinde diyor:
"Mümkün ünvanı altındaki
eşyanın vücudunda tagayyür var. Yani keyfiyetleri-halleri değişir. Binaenaleyh,
mümkün olan birşeyin dâima bir halde tevakkuf ve sükût etmekle atâlette kalması,
o şeyin ahval ve keyfiyetleri için bir nevi ademdir. Çünkü, o şeyin istikbal halleri
ademde kalır. Yol bulup vücuda gelemez. Adem ise, büyük bir elem ve bir şerr-i mahzdır.
Binaenaleyh, faaliyette lezzet olduğu gibi, ahval ve şuûnatta da bir tebeddül olup,
bu tahavvül ve tebeddülden neş'et eden teessürat, teellümat, bir cihetten çirkin
ise de birkaç cihetten de güzeldir. Evet birşeyin şekillerinde vukua gelen devir
ve teslim sırasına gidenler müteessir, gelenler de memnun olurlar. Ve bu sayede
hayat tasaffi eder, temizlenir. Vücut da teceddüd eder..."
Sahi: Hayatın hakikati neden üzerimizdeki esma tecellilerinin
değişmesi olmasın? Akıntının şiddeti neden vücudun bu çeşidini göstermesin?
Hareket-mekan-zaman arasında bir ilgi var. Belki hayatın da bu döngüde yeri
var? Belki de varoluşun en hareketli-renkli halidir hayat. Neden olmasın? İşte böyle
şeyler kalbime doldu bu gece de arkadaşım. Beğenirsen senin kalbinde de yatıya kalsın.
Yerini yadırgamaz hiç. Korkma. Çünkü nihayetinde kalplerimiz de Allah’ın evidir.
8 Şubat 2015 Pazar
Düş ama düşkünleşme yalnızlığına...
Güneşin yeryüzünü kaplayıp kuşatması ‘Vahid’in tecellisine misaldir. Herbir şeffaf parçada aksinin bulunması da ‘Ehad’in tecellisine. Başlarken bir itiraf: Nurcular olarak ‘Ehadiyet’e dair konuşmayı ayrıca severiz. Neden? Çünkü Ehadiyet tefekküründen marifete ulaşmanın ‘Vahidiyet’ tefekkürüne kıyasla daha ‘kolay/suhuletli’ olduğunu düşünürüz. Yani, Vahidî yol ‘küllü kuşatabilecek kadar güçlü bir fikir’ gerektirirken, Ehadî yol ‘küllî olanı sezmeye yeter bir basiret’ ister. Zevkli gelir. Mürşidim bu sadedde diyor ki:
“Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, hadsiz kesret-i mahlûkatta tezahür eden vâhidiyet içinde ukulü boğmamak için, daima o vâhidiyet içinde ehadiyet cilvesini gösteriyor. Yani, meselâ, nasıl ki güneş ziyasıyla hadsiz eşyayı ihata ediyor. Mecmu-u ziyasındaki güneşin zâtını mülâhaza etmek için gayet geniş bir tasavvur ve ihatalı bir nazar lâzım olduğundan, güneşin zâtını unutturmamak için, herbir parlak şeyde güneşin zâtını, aksi vasıtasıyla gösteriyor. Ve her parlak şey kendi kabiliyetince güneşin cilve-i zâtîsiyle beraber, ziyası, harareti gibi hassalarını gösteriyor.”
Fakat bu yazıda, Ehadiyet tefekkürüne duyduğum aşkın rağmına, kendimce bir endişeme dikkat çekmek istiyorum. Belki kendimde de kabuklarını gördüğüm bir yarayı azıcık arzetmek arzuluyorum. “Nedir bu endişe a telaşesi bol çocuk?” derseniz cevaben derim ki: Ehadiyet’in, Allah’ı tanımaktaki pratikliğinin yanında, gölgesindeki seyyahları ‘niyazdan naza geçirmeye’ meyyal bir yapısı var. Nasıl? Açayım. Mesela: Teşhis ettiğin biricikliği yanlış yorumlayabilirsin. Allah’ın ‘sana özel’ tecellileri aramaya kodlandığın bir düzlemde bu ‘sana özel’in aynı zamanda ‘senin özelliğin’ anlamına geldiğini sanabilirsin. Üzerindeki has sanatı ‘seçilmişliğinin kanıtı’ sanrılayabilirsin. İblis gibi “Beni ateşten onu topraktan yarattın!” diyebilirsin. Bu yanlış inanışla Allah’a karşı kem iddialarda, hafazanallah, bulunabilirsin. Meleklere hocayken şeytanlara malzeme olabilirsin.
Hatta diyebilirim ki arkadaşım: Tüm mütekebbir iddialar buradan besleniyor bence. (Allahu’l-a’lem.) İnsan kendisindeki arızî biriciklikle Allah’ın hakiki biricikliğini karıştırıyor. ‘Olmasa da olur’ ile ‘Olmazsa olmaz’ı ayıramıyor. Parıltıyla güneşi farkedemiyor. Yani, Ehadî bir keşfediş Vahidî bir haddini bilmeyle dengelenmezse, vartalara yuvarlanmak mümkünleşiyor. Bütünü unutmak parçayı varlığında sarhoş ediyor.
Evet. Doğru. Sen özelsin. Kendin olmakta biriciksin. Ama biricikliğin seni vazgeçilmez kılmaz. Yaratılış cihetiyle sair mahlukatın üstüne çıkarmaz. Bunu bilmelisin. Kibrinin kulağını çekmelisin. Çünkü Allah’ın yalnızca senin Rabbin değil Rabbü’l-âlemin’dir. Ve yaratılan ‘zorunlu kalınan’ değildir. Ancak yaratan alternatifsizdir. Ancak o ‘Olmazsa olmaz’dır. Ki Vacibü’l-Vücud ve Vücub-u Vücud gibi kavramlar biraz da buna bakıyor. Yani: ‘Olmazsa olmaz olan yalnız O’dur (c.c.).’ Tıpkı 17. Lem’a’da dendiği gibi:
“Ey insan! Kur’ân’ın desâtirindendir ki: Cenâb-ı Hakkın mâsivâsından hiçbirşeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi mahlûkiyet nisbetinde de birdirler.”
Mü’min dillerinin bal u şekeri Fatiha’nın da bu sırla başlaması ‘dengeyi daha yolun başında ders almak’ açısından ayrıca hikmetli. Evet. İman ‘elitik bir kibir alanı’ değildir. “Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir.” Çünkü Allah sadece senin Rabbin değildir. O Rabbü’l-alemîndir. Yani âlemler Rabbidir. Sense o âlemler içinde yalnızca bir âlemsin. Dünya senin merkezinde dönmüyor. Tek murad edilen sen değilsin. Sebeplerden bir sebepsin. Nedenlerden bir nedensin. Kullardan bir kulsun. Biriciklik sanrın daha başlarken elinden alınıyor ki haddini bilesin.
“Meselâ: Bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbâniye ile vücuda gelir. (...) Evet, iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nimet sana geliyor. Fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti o nimete mukarin olmuş. Fakat illet olmamış. İllet rahmet-i İlâhiyedir. Evet, o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi o nimet sana gelmezdi, nimetin ademine illet olurdu. Fakat, mezkûr kaideye binaen, o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şerâitin bir şartı olabilir.”
İkincisi: Yine yalnızlığın elimizden alınışı ile yapılan, ama bu defa had bildirmeyen, aksine duvar kıran bir teselli. Fatiha’nın hatırlatması buna da muvaffak oluyor. Çünkü böylelikle ‘Rabbi Allah olan herşeyle’ bir kardeşlik oluşuyor aramızda. Benim Rabbim, senin de Rabbin, onun da Rabbi, herşeyin Rabbi... O halde çokluk içinde tekliğimizden korkarak yaşamamalı. O çokluğun sahibi bir. Dizginleri hep Onun elinde. Hareketleri hep Onun kontrolünde. Onlar da bizim durumumuzda. Demek biz bu durumda da yalnız değiliz. Her yolun acemisi ‘tek aceminin kendisi olmayışıyla’ teselli bulur. Fatiha yolun başında “Endişelenme, üzülme, daha neler neler bu yolda senle beraber...” demekle de bir mutluluk sağlıyor. Ötekine olan korkumuzu alıyor. Ötekisizlikten gelen korkuyu da...
Üçüncüsü: Bir de bundan ötede, Rabbü’l-âlemin hakikatinin ihtarı içinde, bir diğer had bildiriş var ‘bilme’ yönüyle. Elhamdülillah. Yani, âleminde yansıyanlardan hareketle tanıdığın Allah’ın sırf marifetinden ibaret olmadığını, daha yarattığı âlemler sayısınca aynaları, delilleri ve şahitleri bulunduğunu, bu yönüyle ‘bilme’ noktasında da bir nihayet kibri duymaman gerektiğini görmen dersi var. Şöyle özetleyeyim bunu da: Hakikat asla ‘benbenciler’in malı olamayacak! Şimdi baştan beri söylemeye çalıştıklarımı toparlayayım arkadaşım: Allah Rabbü’l-âlemin: Yani yalnızca ‘senin’ değil. Allah Rabbü’l-âlemin: Yani sen ‘yalnız’ değilsin. Allah Rabbü’l-âlemin: Yani yalnız senin ‘bildiğin kadar’ değil. Bu da benim Rabbü’l-âlemin tefekkürüm. Ama bitirirken birşeyi daha kulağına küpe etmeliyim arkadaşım: “Rabbü’l-âlemin” tefekkür ettiğimden ibaret de değil. Payını aramayı unutma.
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...