Âl-i İmran etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Âl-i İmran etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ekim 2019 Pazartesi

Zekeriya aleyhisselam susunca biz ne işittik?

Genelde maddelerin donarken hacimleri küçülür. Suyunkiyse aksine artar. Bu sayede göller/nehirler dipten değil üstten donarak sinelerindeki hayatı korurlar. Normalde bir 'yanıcı' ile 'yakıcı'nın biraraya gelişi yangına sebep olur. Ama Hidrojen ile Oksijenin hukuku başkadır. Kardeşlikleriyle 'söndürücü' suyun varlığına hizmet ederler. Esasında kainatta bulunan metallerin erime ısısı epeyce yüksektir. Sıvı olmaya çok sıcak bakmazlar. Pardon. Asıl ancak çok sıcakken (b)akarlar. Ama cıva bundan istisnadır. Böylece termometrelerimize güzelce bir hizmet eder.

Arkadaşım, hayret edersin, sanki her nerede bir kanun var yanıbaşında kardeşceğizi bir istisnası da vardır. Hatta o istisna öyle yerinde/gerekli bir istisnadır ki âkil olan şaşkınlıktan damağını şaklatır. En doğrusunu Allah bilir elbette. O varlığın bütününü gören 'ezel' makamının sahibidir. O makamda olmuş-olacak ayrımı yoktur. Hepsi bir 'Ol!' emrinin içindedir. Zamandan aşkındır. Biz, yani zamana mahkûm olanlar, kendi parçamızın rızkını kovalıyoruz. Mukayyet oluşumuz nedeniyle herşeyi sınırlarımıza buluyoruz. Bulandırıyoruz. Bunalıyoruz. Manzara, değil varolurken, yalnız gözlerimizde karışıyor. Karıştırıyoruz. Çünkü sığmıyor. Çünkü saramıyoruz.

Yarımlıklara 'şer' diyoruz. Tamamlananlara 'hayır' namını takıyoruz. Tamamına varıncaya kadar her 'hayır' gözümüzde 'şer' kalıyor. Bizi bu yanılgıdan ancak vahy-i ilahî kurtarıyor. Göremediğimiz bütünlüğün haberlerini veriyor. Çözemediğimiz yarımlıkları çözmeyi öğretiyor. Hikmetini bilince 'yaşananın şahitliğimizden ibaret olmadığını' sezinliyoruz. Böylece 'âlem-i şahadette' yani 'şahit olunanlar âleminde' yani 'parçalar âleminde' yaşayan bizler, bir lütf-i ilahî ile, parçalanmıyoruz. Parçalanan varsa 'ezel'in sahibinden gelen haberlere kulak tıkayanlardır.

Zekeriya aleyhisselamın sessizliğini düşün mesela. Kalbinin kulaklarında çın çın çınlasın. Hani Âl-i İmran sûresinin 40. ayetinde kısa bir mealiyle buyruluyor: "Zekeriyya: 'Rabbim!' dedi, 'bana ihtiyarlık gelip çattığına, üstelik karım da kısır olduğuna göre, benim nasıl oğlum olabilir?' Allah şöyle buyurdu: 'İşte böyledir; Allah dilediğini yapar.'" Ve 41. ayette şöylece ekleniyor:

"Zekeriyya: 'Rabbim! (Oğlum olacağına dair) bana bir alâmet göster' dedi. Allah buyurdu ki: 'Senin için alâmet; insanlara, üç gün, işaretten başka söz söylememendir. Ayrıca Rabbini çok an, sabah akşam tesbih et.'" Bazı müfessirler bu 'konuşamama'nın Zekeriya aleyhisselamın 'hiçbir fiziksel eksiği olmadığı halde bunu başaramaması' olduğunu söylüyorlar. Allahu'l-a'lem. Bana da bu mana sıcak görünüyor. Çünkü biliyorum. Mürşidim söylemişti. Bir kanunun kırılabileceğinin delili kırılan başka kanunlardır. Ne zaman bir 'sıradışılık'la tanışsak o bize bir/birçok 'istisnayı' tanıtır. Kardeşlerinden haber verir. Mucizelerin bir hikmeti de budur.

Hani, yine mürşidim, 'İsa aleyhisselamın babasız dünyaya gelmesi' konusunda şüphesi olanlara der: "Nusûs-u kat'iye ile Hazret-i İsâ aleyhisselâm pedersiz olduğu kat'iyyeti varken, tenâsüldeki bir kanunun muhâlefetini gayr-ı mümkün telâkki etmekle, vâhî te'vilât ile bu metin ve esaslı hakikati değiştirmeye teşebbüs edenlerin sözüne ehemmiyet verilmez ve ehemmiyete değmez. Çünkü, hiçbir kanun yoktur ki, şüzuzları ve nâdirleri bulunmasın ve hâricine çıkmış fertleri bulunmasın. Ve hiçbir kaide-i külliye yoktur ki hârika fertler ile tahsis edilmesin."

Bunun kainatta da birçok örneği vardır. Hatta, değil derinlikli okumalarla, ortaokul-lise seviyesindeki biyoloji bilgisiyle bir insan 'eşeysiz üreme' diye birşeyin varlığını bilir. Bitkilerde/hayvanlarda varolan nümunelerini tanır. Hatta bazen 'eşeyli' bazen 'eşeysiz' çoğalabilen canlıların varlığını yakinen biliriz. İşte bu tür misallerle Cenab-ı Hakkın verdiği ders açıktır: "Bu kanunu, bakınız, ne kadar kolay kırıyorum. Birçok örneğini görüyorsunuz. Bilimadamları bulup öğretiyorlar. O halde bu kanunu başka bir yerde daha kırabileceğimden neden şüphe ediyorsunuz? Neden İsa aleyhisselamı babasız yaratabileceğime şaşıyorsunuz?"

Bediüzzaman da sözünün devamında der: "Hem her baharda gözümüzle gördüğümüz, yüz bin envâın kısm-ı âzamı, hadsiz efradları, kanun-u tenâsül hâricinde—yaprakların yüzünde, taaffün etmiş maddelerde—o kanun hâricinde îcâd edilir. Acaba mebdeinde ve hattâ her senede bu kadar şâzlarla yırtılmış, zedelenmiş bir kanunu, bindokuzyüz senede bir ferdin şüzûzunu akla sığıştıramayan ve nusûs-u Kur'âniyeye karşı bir te'vîle yapışan bir akıl, kaç derece akılsızlık ettiğini kıyâs et."

İşte bence 'sapasağlam iken konuşamamak' da Zekeriya aleyhisselamla verilen bir derstir. Bir kanununu kırabilen Allah her kanununu kırabilir. Çünkü yalnızca bir kanunun kırılması bile 'hikmeti iktiza ettiğinde' kanunlarını iptal edebilecek bir Allah'ın varlığını öğretir. Demek, hâşâ, Allah kanunlarının esiri değildir. Mucib-i bizzat değildir. Allah'ın böyle bir Allah olduğunu anladıktan sonra sarsılmaz sandığımız yasaların ne engel olabilirliği vardır? Yoksa onların Allah'tan hariç, hâşâ, gücü mü vardır? Sırf yazılmış olmakla, cümle, yazarını kendisini değiştirmekten alıkoyabilir mi? Bu paragrafta belki yirmi kelimeyi değiştirdim. Ne engelledi? "İşte böyledir, Allah dilediğini yapar!" Sözde müessiriyetlerimiz de Allah'ı anlamaya kapı olur.

Mürşidim mezkûr metnin finalinde der: "O bedbahtların kanun-u tabiî tâbir ettiği şeyler, emr-i İlâhî ve irâde-i Rabbâniyenin küllî bir cilvesi olan âdetullah kanunlarıdır ki, Cenâb-ı Hak, o âdâtını bazı hikmet için değiştirir. Herşeyde ve her kanunda irâde ve ihtiyârının hükmettiğini gösterir. Hârikulâde bazı fertlerde hark-ı âdât eder."

Evet. Binler kere 'evet.' Kaideler ve onları bozan istisnalar sayısınca 'evet.' Her yasayı belirleyen yasa, her yasanın üstündeki yasa, her yasayı değiştirebilecek yasa, Cenab-ı Hakkın şe'n-i Rububiyetidir. Şânıdır. Esmaü'l-Hüsna'sıdır. Onun neyi/nasıl yaratacağını bizim çıkarımlarımız değil onun yaratış ahlakı belirler. İster Zekeriya aleyhisselamı sapasağlam iken susturur, ister kısır eşinden Yahya sahibi yapar, isterse de Meryem annemizi İsa aleyhisselama babasız kavuşturur. Arkadaşım, haddini bil, okumayı zor-bela başardığın küçüğün küçüğü parçalar üzerinden bütünün sahibine racon kesemezsin. Ancak vahyinde söylediğini alırsın. Çünkü o, bizim okuduğumuzdan çok, kendisinin haber verdiği gibidir. Elhamdülillah. Elbette.

19 Temmuz 2017 Çarşamba

Hayy ve Kayyum neden kardeştir? (7): Neden tekrar tekrar vahiy geliyor?

Âl-i İmran sûresinin üçüncü ve dördüncü ayetlerinin kısa bir meali şöyle: "(Resûlüm!) O, sana Kitab'ı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak tedricen indirmiş, daha önce de, insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ile İncil'i indirmişti. Furkan'ı da indirdi. Bilinmeli ki Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir."

Bu ayetlerin kendilerinden bir önceki ayet-i celilede zikredilen 'Hayy' ve 'Kayyum' isimleriyle yakın bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. Yani bu ayetlerde birbirlerine bakar pencereler olduğunu görüyorum. Nasıl? Belki biraz şöyle: Vahyin tedriciliği de bir açıdan Hayy ve Kayyum isimlerinin tecellisi. Ve bir açıdan delili. Veya Hayy ve Kayyum isimlerinin işaret ettiği/dayandığı şuunat-ı ilahî her ne ise 'vahyin tedriciliği' arkasında da aynı şuunat-ı ilahîyenin sırrı var.

Öyle ya! Bizler, bir saat ustasının yapıp, çalıştırıp, kendi haline bıraktığı saatler gibi değiliz. Değişiyoruz. Çarklarımız her an yepyeni hareketler yapmak zorunda kalıyor. Gelişiyoruz. Hayat dediğimiz şey zaten bu yüksek değişkenlik içindeki devamlılıkta tezahür ediyor. Değişken devamlılık hayat oluyor. Ahmed otuz yıldır Ahmed'dir ama her an başka bir Ahmed'dir. Bunu kendisi de bilir. Bir saat bilmiyor. Bir saat büyümüyor. Ama bir canlı büyüyor. Bir saat üremiyor. Ama bir canlı ürüyor. Bir saat hareket edemiyor. Ama bir canlı ediyor.

Böylesi detayların her biri saati her an yeniden saat ustasının elinde olmaya zorluyor. Saat her an yaratılmalı. Saat her an kollanmalı. Saat her an değişen şartlara uydurulmalı. Hem duvara, hem masaya, hem kola, hem daha sonsuz sayıda yere yakışmalı. Uyum sağlamalı. İşe yaramalı. Çalışmalı. Ustamız bizi kurup bırakmış olamaz. Bizimle ilgisi sürüyor. Aynı saatin girdiği farklı haller. Aynı saatin yaşadığı farklı değişimler. Bu anı anına uymayan tezahürler! Düşünüşler, hissedişler, yönelişler, keşfedişler, vazgeçişler... Mürşidimin tabiriyle zerrenin girdiği her yerde sanki bütün sistemi biliyormuş gibi kolaylıkla işlemesi. Bize, Ustamızın ilgisinin hiç kesilmediğini, her an bizi eylemekte ve bizde eylemekte olduğunu, onun elini çektiği bir anın yokluğa düşeceğini hatırlatıyor.

"Herbir zerrede, Vâcibü'l-Vücudun vücuduna ve vahdetine iki şahid-i sadık vardır. Evet, zerre, acz ve cumuduyla beraber, şuurkârâne büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla Vâcibü'l-Vücudun vücuduna kat'î şehadet ettiği gibi; harekâtında nizamat-ı umumiyeye tevfik-i hareket edip, her girdiği yerde ona mahsus nizamatı müraat etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcibü'l-Vücudun vahdetine ve mülk ve melekûtun mâliki olan Zâtın ehadiyetine şehadet eder. Yani, zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur."

Nasıl ki, canlılığımız, bir kerede canlı olarak yaratılmamıza ve sonra kendi halimize bırakılmamıza bakmıyor. Onu ayakta tutan hassas dengeler her anımızı ve her değişimi kuşatır bir şekilde korunuyor. Vücudumuzda bu dengenin korunması için her an büyük bir mücadele yaşanıyor. Büyük bir yardımlaşma görülüyor. Büyük bir hikmet işliyor. Büyük bir kudret çalışıyor... Aynen öyle de, insanın dünyaya gönderilişi, zamanı kuşatan varlığının devam ettirilişi ve küfrün ölümüyle ölmeyip vahyin nefesiyle hayatta tutuluşu da bir 'devamlı gözetişi' içeriyor. Sen, nasıl nefes alıyorsan, bu nefes seni nasıl canlı tutuyorsa, insanlık da vahyin nefesiyle canlı tutuluyor.

Vahyin bildirdiği hakikat de 'her zaman devam eden bu ilgiyle' ayakta tutuluyor. Seni, nefes nefes canlı ve yaratış yaratış var kılan Hayy ve Kayyum'dur ki, yine bu isimlerinin muktezası ve şanıyla, zamana yayılmış bir düzlemde, vahiy vahiy beşerin kalbini hayatta tutuyor, peygamber peygamber İslam'ın varlığını devam ettiriyor. Hem Kur'an'ı da ayet ayet, parça parça, kısım kısım indiriyor. Hem insanlığı da nesil nesil yaratıyor. Hem bir bebeği dokuz ayda dünyaya hazır hale getiriyor. Hem bir çocuğu onbeş yılda bülûğa erdiriyor. Hem... Hem... Hem...

Bu Hem hem'ler sayısınca Hayy ve Kayyum isimlerinin tecellilerini âleme yağdırıyor. Elhamdülillah. Biz de görüyoruz. Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatlarıyla ilgimizin asla kesilmediğini, asla kesilmeyeceğini, asla başıboş bırakılmayacağımızı, asla kör noktaya düşmeyeceğimizi, asla unutulmayacağımızı, asla tam bağımsız olamayacağımızı, hep abdullah kalacağımızı bu değişimlerden ders alıyoruz. Sabit birşeyin yapılıp bırakılması kesilen bir ilginin delili olabilirdi belki. Ama sürekli değişen birşeyin kırılgan tekdüzeliği, her an yeniden yaratılmaya duyduğu ihtiyaç, her an ona yeni yeni güncellemeler yapılması, her an yeni yeni aksesuarlar eklenmesi, her an yeni yeni özellikler, bilgiler, yetenekler kazandırılması, her gün yeni şiirler yazması...

Bütün bunlar şefkatli Ustasının ona ilgisini kesmediğine delildir. Sonsuz bir rahmet kesilmeyen bir ilgiyi iktiza eder. Kelamıyla kalbine her an ilhamlar yağdırdığı gibi, Semi ismiyle de her an duyar, Basir ismiyle de her an görür, Rezzak ismiyle her an başka başka şekillerde doyurur.

Zaten Hayy ve Kayyum isimlerinin bu kesintisiz ilgiyle olan ilgisini anlamakta en güzel bir örnek de annelerin çocuklarının her anını kuşatmaya çalışan şefkatleri değil midir? En nihayet yine yüzümü ayete dönerek bitiririm: "(Resûlüm!) O, sana Kitab'ı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak tedricen indirmiş, daha önce de, insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ile İncil'i indirmişti. Furkan'ı da indirdi. Bilinmeli ki Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir." Evet, sonsuz delilerle sana ilgisinin asla kesilmediğini isbat eden o Allahtır ki, zaten haberdar olduğu hatalara karşı kayıtsız kalmayacaktır. Günahlarımızın hakettiğinden o Rahman'ın lütfuna sığınırız. Âmin.

18 Temmuz 2017 Salı

Hayy ve Kayyum neden kardeştir? (6): Kendi başınalık bir sanrıdır

Âl-i İmran sûresinin 2. ayetinin bir kısacık meali şu: "Hayy ve Kayyûm olan Allah'tan başka ilâh yoktur." Kelime-i tevhidin 'Hayy' ve 'Kayyum' pencerelerinden seyredilmesi emri. Tevhidin bu iki perspektiften görülen delilleri. Ben bu derse şöyle başlarım: Allah'ın aşkınlığını idrak ettikçe kendi başınalıklarını kaybedersin. 'Ben ettim'ler, 'Ben yaptım'lar, 'Ben başardım'lar, 'Benim sayemde'ler eriyip gitmeye başlar. Neden böyle olur? Çünkü sonsuzluk 'dışındakileri mülkü kılarak' genişler.

Bir saniye. Yanlış dedim. Düzelteyim: Sonsuzluk genişlemez aslında. Sonsuzluğu anlayarak biz genişleriz. Bizim göğsümüz genişler. Dünyaya bakışımız genişler. Mürşidimin 'hurma çekirdeğinden koca bir hurma ağacına kadar' mertebeleri olduğunu söylediği imanın genişlemesidir sinemizdeki ferahlık. Peki rahatlığın en nihayet noktası ne? İşte Hayy ve Kayyum isimleri bize bunları da söylüyor.

Bir 'kendi başınalık sanrısı' olarak hayatı ve yine bir 'kendi başınalık sanrısı' olarak varoluşu Allah'a terkettiğinde, yani fail olarak kendini azledip (çok şükür) onu layık olduğu mevkiie koyduğunda (pek maşaallah) senin kalbindeki iman genişliği gider çeperlerine yaslanır. Öyle ya! Allah'ı 'en başta herşeyi yaratan' olarak bilmekle 'herşeyi her an devam ettiren' olarak bilmekte fark vardır.

Birisinde Allah'la kurduğun ilişki 'bir meçhul öncenin' ilişkisidir. Gidemezsin. Göremezsin. Kuşatamazsın. İkincisinde Allah'la kurduğun ilişki 'her anın' ilişkisidir. Gitmene gerek olmaz. O gelir. Görürsün. Tadarsın. Bilirsin. Seni en başta yaratan bir Allah'a duyduğun şey ancak bir 'vefa' veya 'minnet' olabilir. Araya çok sebep girer. Çok zaman karışır. Bunlar bağın kuvvetini azaltır. Ama her an seni yaratıyor olduğunu bildiğin bir Allah'a duyduğun şeyin adı ancak ve ancak şiddetli bir ihtiyaçtır. Her an yeniden özlenilen bir vuslattır. Arkada bırakılamaz. Araya birşeyler konulamaz. Unutulamaz. 'En başta iten'den 'her an tutan'a dönüşür Allah gönlünde.

Uyanışın başı burasıdır: Seni en başta hayata ve varlığa iten değildir Allah sadece. O, Hayy u Kayyum, seni her an hayatta tutan ve her an yeniden yeniden varedendir. Bir an bu isimlerin tecellisi üzerinden çekilse yokluğa düşersin. 'Kendi başınalık' veya 'başıboş bırakılmışlık' sandığın şeylerin ipleri o kadar incedir.

Hastalık-şifa, darlık-bolluk, mutluluk-hüzün, huzur-endişe... Bütün bu ikilemler, zıtlıklar, gelgitler sana sendekinin her an yeniden yaratıldığını hatırlatıyor. Yokluk-varlık, yokluk-varlık, yokluk-varlık. Her an oluyor bütün bunlar. Bunlar bir kere yaratılmış, sende bırakılmış, mülkün kılınmış olsaydı onlarla böyle gelgitler yaşamazdın. İnsan hakikaten 'kendi başına' olsa eksik bulmaz kendini. Bu ateş her an yeniden yakılıyor ki tecellilerde değişimler oluyor. Bir öyle bir böyle oluyorsun. Bir öyle bir böyle hissediyorsun. Bir öyle bir böyle yaşıyorsun. Allah'ın yaratışının seninle her an ilgili olduğunu sendeki bu değişimler gösteriyor. Hatta her an ihtar ediyor yoklukları: "Varımız yaratılmasa sen mahvolursun!" Cenab-ı Hak hatırlatıyor sana seni halden hale çevirmekle: "Her an itmesem bir an bile gidemezsin." Hayatta bir arpa boyu yol alamadığın vakitler seni uyarıyor.

'La ilahe illallah'ı en ciğerden söyleyişin Hayy ve Kayyum isimlerini andığın, anladığın ve ifade ettikleri manayla ilişkini kavradığın vakitler. Nasıl? Belki biraz şöyle... Bir de bakıyorsun ki: Yaşamının ve varlığının devamını sağladığını sandığın herşey batıp gidiyor. Her gün yeni şeyler yiyorsun, yeni şeyler görüyorsun ve yeni şeyler yaşıyorsun ama sendeki 'sen' değişmiyor. Bir aslın var. Bir asıl var. Bu aslın şunca değişim içinde sabitliğini koruyabilmesi, herşeye rağmen insanın kendisi olarak kalabilmesi, üzerinden kudret ve hikmet elini hiç çekmemiş bir yaratıcıyla mümkün.

Katip kalemini kaldırmıyor ki hat değişmiyor. Yazar değişmiyor ki roman kendi içinde çelişkiye düşmüyor. Öncesi ve sonrası birbirini unutmuyor. Bağ kopmuyor. Cümle kesilmiyor. Anlam bölünmüyor. İşte, başta alıntıladığım, Âl-i İmran sûresinin 2. ayeti de böyle bir ders veriyor bana: "Allah'ın Hayy ve Kayyum olması gerektiğini anladıktan sonra, anlarsın ki, Hayy ve Kayyum olabilenden başka ilah yoktur."

20 Ekim 2015 Salı

Muhabbet ayracı...

Âl-i İmran 31'i, Bediüzzaman, sünnet-i seniyyeye referans olması noktasında çok önemsiyor. Risale metinleri içerisinde ona yaptığı atıflar, aynı zamanda sünnet-i seniyyenin de ehemmiyetini anlattığı bahisler. Bu, şu fikri veriyor: Bu ayet-i kerimede hem sünnetin meşruiyeti ve hem gerekliliği hakkında deliller var.

Neden 'meşruiyeti' ve 'gerekliliği' diye iki ayrı başlık açtım? Çünkü bugünlerde sünnet ekseninde verdiğimiz kavgalar bu iki başlığın da tartışılmasını gerekli kılıyor. Kur'an müslümanlığı taifesinin, güya Kur'an namına güttüğü sünnet düşmanlığı, meseleyi sadece 'gereklilik' ekseninde ele almamızı engelliyor. Meşruiyetini de konuşmak kaçınılmaz oluyor.

Peki, bu ayet-i kerimede hem meşruiyete hem de gerekliliğe nasıl delil bulunabilir? Ben 'muhabbet ayracı' dediğim birşeyle ayet-i kerimenin her ikisini de başardığını (ifadem hoş görülsün) düşünüyorum. Fakat bu bahse girişmeden önce, ayet-i kerimenin kısa bir mealini alıntılayalım: "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın..."

Dikkat ederseniz; bu ayette hem zorunluluk (o öyleyse bu da kesinlikle böyle olmalı) derecesinde bir ilişkilendirme, hem de görmezden gelinemezlik (o odur ve bu da budur) derecesinde bir ayırma var. Birşeyler hem birbirinden ayrılıyor hem de birbirlerine 'muhabbetten bir zorunluluk' ilgisiyle bağlanıyor. İki şeyi birbirine bağlamak, önce onları ayırmakla mümkün olur. Ancak ayrı olanlar birbirine bağlanır. Aynı olanın bağlanmasına gerek de yoktur. Birşey kendisiyle bağlanamaz.

Bu çok önemli. Fakat bu dediğimi detaylandırmazdan evvel Bediüzzaman'ın bu ayette 'i'câzlı bir îcâz' diye tarif ettiği 'çok cümleler bu üç cümlenin içinde derc edilmiş'liği görelim:

"Şu âyet diyor ki: Allah'a (celle celâluhu) imanınız varsa, elbette Allah'ı seveceksiniz. Madem Allah'ı seversiniz; Allah'ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise: Allah'ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittibâ etmektir. Ne vakit ona ittibâ etseniz, Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah'ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin."

Gördüğünüz gibi; ayet-i kerimede ilk dikkatimizi çeken şey, Allah'a ittiba ile Resulüne ittibaın arasının muhabbetle ayrılması. Ayrılırken de 'olmazsa olmazlık' derecesinde bağlanması. Bu noktayı tekrar tekrar belirtiyorum. Zira Kur'an müslümanlığı taifesinin en çok çarptığı duvar da burası. Dikkat ediniz. Cenab-ı Hak, muhabbetine meftun olan kullarını doğrudan kendisine itaate çağırmıyor burada. Hatta kelamı olması hasebiyle Zat'ına yakın olan Kelamullah'a ittibaa da çağırmıyor. Yani demiyor: "Eğer Allah'ı seviyorsanız Allah'a/Kur'an'a uyunuz ki Allah da sizi sevsin..." Kolay ve doğrudan olan bu iken, vahiy böyle emretmiyor. Resulü vahyinden muhabbetle ayırarak ona da ayrıca bir ittiba istiyor. Belagat, kolay olanı terkediyorsa bir hikmet için terkeder. Böylece Âl-i İmran 31 de, Efendimizi, mesajın taşıyıcısı olmaktan, mesajın parçası olmaya yükseltiyor.

Ama bu öyle muhabbetli bir ayırış ki, ayırdığı anda tekrar sinesine basıyor onu. Muhteşem birşey! İşte 'muhabbet ayracı' derken kastettiğim şey bu. Ve bu ayırış üç şekilde var bu ayette: 1) Allah'ın, sözünü 'De ki' diyerek Resulüne söyletmesi. 2) Kendisinin muhabbeti için salt kendisine/kelamına ittibaı değil Resulününe ittibaı şart koşması. 3) Bunu, sünnet düşmanı sapkınların tevil/inkâr edemeyeceği şekilde bizzat kelamı içinde yapması.

Böyle bir ayırma ve bağlamayla, "Kur'an'dan başka itaat edilmesi gereken birşey yoktur!" diyen şaşkınların söyledikleri nasıl da ağızlarına tıkılıyor! Öyle ya: Allah, eğer 'salt Kur'an'a ittibaı' emrediyorsa, neden Kur'an'ın içinde Resulüne ittibaı da emrediyor? Kur'an müslümanlığı şaşkınlarının bu ayırış ve bağlayışa, yani 'muhabbet ayracına' verebilecekleri bir cevap var mı?

Hem "Allah Resulü de sıradan bir insandır!" demelerine ve hem de "Kur'an'dan başka birşeye itaat edilmesi gerekmez!" demelerine cevap var burada. Allah'ın muhabbeti için Resulüne ittibaı şart koşması, hem onun 'insanlardan bir insan' veya 'salt bir taşıyıcı/postacı' gibi algılanmasına engel oluyor, hem de "Allah'ın kelamına itaat edilmesi yeter!" diyenlerin ağzı bir güzel tokatlanıyor. Bu ayete bugünlerde bir daha âşık oldum. Ve mürşidimin dediği gibi dedim: "Demek oluyor ki, insan için en mühim, âli maksat, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki, o matlab-ı âlânın yolu Habibullaha ittibâdır ve Sünnet-i Seniyyesine iktidâdır."

Tabii bu ayet-i kerimeyi konuştuktan sonra aklımıza gelen bir diğer soru da şu: Kur'an'da kendisine kitap/suhuf verilmemiş peygamberlerden de bahis var. Hatta kitap/suhuf verilen peygamberler sayılı. Geriye kalan büyük yekûn, yani kitapsız/suhufsuz peygamberler, eğer kitabın dışında vahiy yoksa, nasıl nübüvvet görevlerini ifa ediyorlardı? Vahiysiz mi peygamberlik yapıyorlardı? Tahminle mi tebliğde bulunuyorlardı? Yoksa onların da ümmetlerine Allah'ın muhabbetini kazandırma yolları, bu ayet-i kerimenin verdiği ders ile (yani vahy-i zımmî ile) miydi? Sorulacak çok soru var. Ama sünnet inkârcılarının vereceği cevap yok. Bırakın, onlar peygamberliği PTT memurluğu sanmaya devam etsinler.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...