Âl-i İmran 31'i, Bediüzzaman, sünnet-i seniyyeye referans olması noktasında çok önemsiyor. Risale metinleri içerisinde ona yaptığı atıflar, aynı zamanda sünnet-i seniyyenin de ehemmiyetini anlattığı bahisler. Bu, şu fikri veriyor: Bu ayet-i kerimede hem sünnetin meşruiyeti ve hem gerekliliği hakkında deliller var.
Neden 'meşruiyeti' ve 'gerekliliği' diye iki ayrı başlık açtım? Çünkü bugünlerde sünnet ekseninde verdiğimiz kavgalar bu iki başlığın da tartışılmasını gerekli kılıyor. Kur'an müslümanlığı taifesinin, güya Kur'an namına güttüğü sünnet düşmanlığı, meseleyi sadece 'gereklilik' ekseninde ele almamızı engelliyor. Meşruiyetini de konuşmak kaçınılmaz oluyor.
Peki, bu ayet-i kerimede hem meşruiyete hem de gerekliliğe nasıl delil bulunabilir? Ben 'muhabbet ayracı' dediğim birşeyle ayet-i kerimenin her ikisini de başardığını (ifadem hoş görülsün) düşünüyorum. Fakat bu bahse girişmeden önce, ayet-i kerimenin kısa bir mealini alıntılayalım: "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın..."
Dikkat ederseniz; bu ayette hem zorunluluk (o öyleyse bu da kesinlikle böyle olmalı) derecesinde bir ilişkilendirme, hem de görmezden gelinemezlik (o odur ve bu da budur) derecesinde bir ayırma var. Birşeyler hem birbirinden ayrılıyor hem de birbirlerine 'muhabbetten bir zorunluluk' ilgisiyle bağlanıyor. İki şeyi birbirine bağlamak, önce onları ayırmakla mümkün olur. Ancak ayrı olanlar birbirine bağlanır. Aynı olanın bağlanmasına gerek de yoktur. Birşey kendisiyle bağlanamaz.
Bu çok önemli. Fakat bu dediğimi detaylandırmazdan evvel Bediüzzaman'ın bu ayette 'i'câzlı bir îcâz' diye tarif ettiği 'çok cümleler bu üç cümlenin içinde derc edilmiş'liği görelim:
"Şu âyet diyor ki: Allah'a (celle celâluhu) imanınız varsa, elbette Allah'ı seveceksiniz. Madem Allah'ı seversiniz; Allah'ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise: Allah'ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittibâ etmektir. Ne vakit ona ittibâ etseniz, Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah'ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin."
Gördüğünüz gibi; ayet-i kerimede ilk dikkatimizi çeken şey, Allah'a ittiba ile Resulüne ittibaın arasının muhabbetle ayrılması. Ayrılırken de 'olmazsa olmazlık' derecesinde bağlanması. Bu noktayı tekrar tekrar belirtiyorum. Zira Kur'an müslümanlığı taifesinin en çok çarptığı duvar da burası. Dikkat ediniz. Cenab-ı Hak, muhabbetine meftun olan kullarını doğrudan kendisine itaate çağırmıyor burada. Hatta kelamı olması hasebiyle Zat'ına yakın olan Kelamullah'a ittibaa da çağırmıyor. Yani demiyor: "Eğer Allah'ı seviyorsanız Allah'a/Kur'an'a uyunuz ki Allah da sizi sevsin..." Kolay ve doğrudan olan bu iken, vahiy böyle emretmiyor. Resulü vahyinden muhabbetle ayırarak ona da ayrıca bir ittiba istiyor. Belagat, kolay olanı terkediyorsa bir hikmet için terkeder. Böylece Âl-i İmran 31 de, Efendimizi, mesajın taşıyıcısı olmaktan, mesajın parçası olmaya yükseltiyor.
Ama bu öyle muhabbetli bir ayırış ki, ayırdığı anda tekrar sinesine basıyor onu. Muhteşem birşey! İşte 'muhabbet ayracı' derken kastettiğim şey bu. Ve bu ayırış üç şekilde var bu ayette: 1) Allah'ın, sözünü 'De ki' diyerek Resulüne söyletmesi. 2) Kendisinin muhabbeti için salt kendisine/kelamına ittibaı değil Resulününe ittibaı şart koşması. 3) Bunu, sünnet düşmanı sapkınların tevil/inkâr edemeyeceği şekilde bizzat kelamı içinde yapması.
Böyle bir ayırma ve bağlamayla, "Kur'an'dan başka itaat edilmesi gereken birşey yoktur!" diyen şaşkınların söyledikleri nasıl da ağızlarına tıkılıyor! Öyle ya: Allah, eğer 'salt Kur'an'a ittibaı' emrediyorsa, neden Kur'an'ın içinde Resulüne ittibaı da emrediyor? Kur'an müslümanlığı şaşkınlarının bu ayırış ve bağlayışa, yani 'muhabbet ayracına' verebilecekleri bir cevap var mı?
Hem "Allah Resulü de sıradan bir insandır!" demelerine ve hem de "Kur'an'dan başka birşeye itaat edilmesi gerekmez!" demelerine cevap var burada. Allah'ın muhabbeti için Resulüne ittibaı şart koşması, hem onun 'insanlardan bir insan' veya 'salt bir taşıyıcı/postacı' gibi algılanmasına engel oluyor, hem de "Allah'ın kelamına itaat edilmesi yeter!" diyenlerin ağzı bir güzel tokatlanıyor. Bu ayete bugünlerde bir daha âşık oldum. Ve mürşidimin dediği gibi dedim: "Demek oluyor ki, insan için en mühim, âli maksat, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki, o matlab-ı âlânın yolu Habibullaha ittibâdır ve Sünnet-i Seniyyesine iktidâdır."
Tabii bu ayet-i kerimeyi konuştuktan sonra aklımıza gelen bir diğer soru da şu: Kur'an'da kendisine kitap/suhuf verilmemiş peygamberlerden de bahis var. Hatta kitap/suhuf verilen peygamberler sayılı. Geriye kalan büyük yekûn, yani kitapsız/suhufsuz peygamberler, eğer kitabın dışında vahiy yoksa, nasıl nübüvvet görevlerini ifa ediyorlardı? Vahiysiz mi peygamberlik yapıyorlardı? Tahminle mi tebliğde bulunuyorlardı? Yoksa onların da ümmetlerine Allah'ın muhabbetini kazandırma yolları, bu ayet-i kerimenin verdiği ders ile (yani vahy-i zımmî ile) miydi? Sorulacak çok soru var. Ama sünnet inkârcılarının vereceği cevap yok. Bırakın, onlar peygamberliği PTT memurluğu sanmaya devam etsinler.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder